Şems-i
Tebrizi
K  onya'ya gelen büyük
velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de
doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr
oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Mevlânâ'nın
medresesinde defnedildi.
Şemseddîn-i Tebrîzî
hazretleri, Tebriz'de ilim öğrendi ve edeb üzere
yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu.
Kendisi şöyle anlatır:
"Henüz ilk mektepteydim. Daha
bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber
efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde,
O'nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi. Bâzan yemeği
hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki
melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede
edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni
men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp;
- Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun
sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir? dedi.
Ben de
ona;
-Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan
ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış
bir haldeyim, diye cevap verdim.
Şems-i Tebrîzî hazretleri,
Ebû Bekr-i Kirmânî'den ve Bâbâ Kemâl-i
Cündî'den feyz aldı. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl'in yanında, Şeyh
Fahreddîn-i Irâkî de ders aldı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini,
şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl'e arz eder bildirirdi. Birgün Bâbâ Kemâl,
Şemseddîn-i Tebrîzî'ye;
-Sana esrârdan ve hakîkatlerden bir şey hâsıl
olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun? dedi.
Cevâbında;
-Ondan daha çok
oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum, dedi.
Bunun üzerine
Bâbâ Kemâl;
-Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin
adına her mârifet ve hakîkatleri söyler, buyurdu.
Şems-i Tebrîzî
hocalarını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve
çalışmalarının sonunda, mânevî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri
dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve
şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir
yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları
yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı.
Bunun için kendisine "Uçan güneş"
dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri
seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması
için duâ ederdi.
ARADIĞIN VELİ
Kendisi anlatır:
"Bir zaman Rabbime,
beni kendi velîleri
arasına koyup
onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda
bana;
-Seni bir velîye arkadaş edeceğiz, dediler.
Ben de;
- Peki o velî
zât nerede bulunur? dedim.
Bana;
-Aradığın velî Rum diyârındadır,
dediler.
Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda;
- Daha bulacağın
zaman gelmedi, dediler.
Bir zaman geçtikten sonra bana;
- Ey Şems-i
Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretleridir, diye ilhâm edildi.
Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve
o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara
düştüm."
Şems-i Tebrîzî hazretleri bu
ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük
bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket etti. ÖnceŞam'a oradan Konya'ya
geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok
hâdiseler geçti.
Şems-i Tebrîzî hazretleri
uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244
senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han
sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına yerleşti.
Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri
çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile
uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım
bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir
gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ
karıştırmıştı. Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir
daha alış-veriş yapmadı.
VELİ OLSAM OLMASAM SİZE NE
Şems-i Tebrîzî hazretleri
Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında;
- Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir? dediler ve onun
sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle
görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp;
- Benim bir huyum
vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde
onlara Hak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki
bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; "Yâ Rabbî! O kimsenin
dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille
meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size
ne?" buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.
HANGİSİ BÜYÜK
Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün
kapıda
oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada
Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür
hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm
etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda
böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye
düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı
durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce;
- Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? dedi.
O da;
-İsminizi öğrenmek
istiyorum, deyince,
Mevlanâ;
- Celâleddîn Muhammed, diye cevap verdi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî;
- Bir suâlim var. Acabâ Muhammed
aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? diye sordu.
Böyle
bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri;
- Elbette ki Muhammed
aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine
yaratıldı, dedi.
Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî;
- Peki, Muhammed
aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde,
Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye
söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?diyerek tekrar sordu.
Mevlânâ
hazretleri, buna da şöyle cevap verdi:
- Peygamber efendimizin mübârek
kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî
etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır,
kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip;"Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri
daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar
geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir
tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler
söylerdi.
Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere
yığıldı. Bayılmıştı.
Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i
Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı,
kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet
ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid
Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince;
- Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı
âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa
efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da
evlâtlarınızdır, diyerek hizmetine koşmaya başladı.
Gece-gündüz hiç
yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye
başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara
câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek
üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile
sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre
dalarlar, namaz kılarlar, Cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini
tâzelerlerdi.
SUYA ATILAN KİTAPLAR
Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar
vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya
attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ;
-Âh babamın bulunmaz
yazıları gitti, diyerek çok üzüldü.
Şems-i Tebrîzî hazretleri elini
uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı.
Mevlânâ :
- Bu
nasıl işdir? dedi.
- Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın, buyurdu.
Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı
daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.
Mevlânâ'nın oğlu Sultan
Veled, onların hâllerini şöyle anlatır:
"Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın
gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet
gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı.
Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve
sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu.
Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.
Eskiden herkes babama uyardı,
şimdi ise, babam, Şems'e uyar oldu. Şems
babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden
yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân
ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek
büyük mânevî derecelere yükseldi."
Şems-i Tebrîzî, Peygamber
efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün
işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir
kimseden rahatsız olsa;
"Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını
çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi.
Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri;
"Eğer
bir kimse bana âhiretim ile ilgili
bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun
bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu
icâbettirir." buyururdu.
AŞIK MAŞUKA KAVUŞMAK İSTER
Şems-i Tebrîzî hazretleri her
nerede bir cenâze görse;
- Âh! Bu
cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi, derdi.
Bunu işitenler;
- Niçin böyle söylüyorsun? dediklerinde,
Onlara;
- Âşık
olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa
zamanda ulaşmaları makbûl değil midir? diye cevap verirdi.
Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler,
onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği
yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb
gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.
BİR DEMET GÜL
Sirâceddîn anlatır:
Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse
bahçesine gül
dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste;
- Efendim! Ben
bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa
emeğim boşa mı gider?diye sordu.
Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören
Şems-i Tebrîzî;
- Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır,
derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı.
Orada bulunan bizler
bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık."
HER GÜN BİR CÜZ
Sultânın bir oğlu vardı. Çok
yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi
hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun
unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin
huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip,
Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup;
- İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife)
ezberler." dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar.
Ertesi günden
îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife
ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.
KEŞKE UYANIK OLSALAR
Şems-i Tebrîzî hazretleri ile
Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin
damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz
gezdirerek;
- Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi
yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet
gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları
yok, dedi.
Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp;
- Yâ Rabbî!
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan
kullarını uyandır!diye duâ etti.
Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda
bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu
şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden
"Allah!Allah!" sesleri gelmeye başladı.
Bir müddet bu sesleri
dinlediler ve Şems;
- İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında
(korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları
vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden,
maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu
insanların uykudan uyanıp "Allah! Allah!" demeleri, gök gürlemesinden
dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, Cenâb-ı
Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır." buyurdu.
BİN TANE ŞEMS
Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin
üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından
bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır;
Babam Mevlânâ,
Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in huzûruna
koştum.
Geldiğimi görünce;
- Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ'nın hakkımda
söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun
yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime
gelmek münâsib olmaz, buyurdu.
ŞEFAAT
Şems-i Tebrîzî
hazretleri bir
gün kalb gözüyle gayb âlemini
seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini
gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde Cenâb-ı
Hakk'a;
- Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! diye duâ ediyordu.
Öyle bir yalvarışı
vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar,
- Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!
diyorlardı.
Şems-i Tebrîzî de o anda Cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip,
yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak;
-İste ey Şems! Bütün
dileklerin yerine getirilecek, diyen bir ses işitti.
Bunun üzerine
Şems-i Tebrîzî; "Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte
- Yâ Rabbî! Yâ
Rabbî! diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle, dedi.
Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i
Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî
çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve
Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i
Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu
söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki:
- Bu kimse
Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle
sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına
kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da,
Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın.
Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ
hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan
toprağı daha kıymetlidir.
Bu söylentilere Mevlânâ;
- Hiç toprağa îtibâr
olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin
İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? diyerek cevap verdi.
Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da
kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını
bırakarak Şam'a gitti.
SER ve SIR
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü.
Günler
geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir
hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu.
"Şems! Şems!" diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla
dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine
gönderiyordu.
Eğer bir kimse;
-Şems-i Gördüm, diye yalan söylese, ona
müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi.
Bir defâsında birisi;
-Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi, dedi.
Mevlânâ,
ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri;
- O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi. Yalan söylüyor, deyince,
Mevlânâ da;
-Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun
hakîkî haberini getirene canımı veririm, diye cevap verdi.
Böylece
aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu
Sultan Veled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp;
- Süratle Şam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci
küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından
biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum
şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini
tarafımdan istirhâm et, dedi.
Sultan Veled, hemen hazırlıklarını
tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i
Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar
anlattı. Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve
Mevlânâ'dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine
Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola
çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de
arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata
binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o;
- Sultânın yanında hizmetçinin
ata binmesi bizce yakışık almaz, diyerek ata binmedi.
Sultan Veled,
Konya'ya yaklaştıklarında Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek
üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar
çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar
bağırtılarak, Şems'in Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi.
Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler,
zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde
Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın
yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır
ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana
kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz
göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının
ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık
sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz
içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler.
Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı
hizmetleriMevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek;
- Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim.
Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in, bin yıl
ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni
evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz, dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile
Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir
odaya
çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan
başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk,
Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp,
kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini
ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını
ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
MÜBAREK CESET
Şems-i Tebrîzî
hazretleri, Mevlânâ'yı velîlik makamlarının en yüksek
derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor,
her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm
ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya
başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan
Veled'e;
- Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni
Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın
acısı çok derin olacak! dedi.
1247 senesi Aralık ayının
beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna
ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın
muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara
kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî,
Mevlânâ'ya;
- Beni katletmek için çağırıyorlar." dedi ve dışarı çıktı.
Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî
hazretlerinin "Allah!" diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı,
fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan
Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün
araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini
bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde,
Mevlânâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı. Yedisi de kısa bir süre sonra
çeşitli belâlara yakalanarak öldüler.
Bir gece Sultan Veled, rüyâsında
Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i
Tebrîzî hazretleri ona;
-Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp
defneyleyin, buyurdu.
Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın
dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç
bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve
Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî'nin
kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzıları şöyledir:
KIYMETLİ SÖZLERİNDEN
Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse;
- Efendim! Mârifeti
bana anlatır
mısınız?" dedi.
O da;
- Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle
yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir, buyurdu.
Soruyu soran;
- Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim? diye tekrar sordu.
- Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde,
kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört
tânedir:
1) Şehvet,
2) Çok yemek.
3) Mal ve makam,
4) Ucb ve gurûr.
İşte bu dört şey, kulun Cenâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir." buyurdu.
Bir defâsında da;
"Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten
yorulmazlar ve
O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti
yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete
devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü
teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz." buyurdu.
"İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden."
"Perhizi olmayan bir
vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması
olmayan bir
beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle
gibidir." buyurdu.
Şems-i Tebrîzî
hazretlerine;
"İnsanların en üstünü,
kıymetlisi kimdir?"
dediler.
Cevâbında;
"Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında
yüksektir:
1) Şükreden zengin,
2) Kanâatlı ve sabreden fakir,
3)
İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi,
4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli
korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen
âlimdir." buyurdu. "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü
hangisidir?" diye sordular.
Buyurdu ki: "İlim ve hilm (yumuşaklık)
sâhibi âlimlerdir."
Cömertliği sordular, buyurdu
ki:
"Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır:
1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur.
Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar.
2)
Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü
teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar.
3) Can
cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i
alırlar.
4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek
muhabbeti alırlar."
"Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur.
Netîcede Cehennem'e götürür."
"İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir.
İnsan ile hayvan
arasını ayıran edeptir."
"Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet'e götürüp,
Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur."
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzıları
şöyledir:
1
Bihamdillah direm Allah
Alıp aklımı fikrullah
Dilimde zâtın esmâsı
Bana üns oldu zikrullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah |
3
Ben ol pervâneyim geldim
Düşüp aşk oduna yandım
Yanuban küllü yandım
Beni yaktı aşkullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah |
5
Şems-i Tebrîz bunu bilir
Ehad kalmaz fenâ bulur
Bu âlem küllü mahvolur
Hemen bâkî kalır Allah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah |
2
Bu tevhidden murâd ancak
Cemâl-i zâta ermektir
Görünen kendi zâtıdır
Değil sanma ki gayrullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah |
4
Gönül âyinesin sûfî
Eğer kılar isen sâfî
Açılır sana bir kapı
Ayân olur Cemâlullah
Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah |
|
YAPACAĞIM BİR ŞEY YOK
Şems-i Tebrîzî hazretleri
Şam'dan Konya'ya gelirken, yol
üzerinde
bulunan bir hana uğrayarak burada yatmak istedi. Fakat uğradığı bütün
hanların dolu olduğunu, hiç kalacak yerlerinin olmadığını öğrenince,
câmide sabahlamak istedi. Câmiye gidip yatsı namazını cemâatle kıldı.
Cemâat dağıldığında, o hâlâ duâya devâm ediyordu. Duâsını bitirdiğinde,
câmide kimse kalmamıştı. Cübbesini çıkarıp başının altına koyarak
uzandı. Günlerce süren yolculuğun verdiği yorgunlukla hemen kendinden
geçti. Bir müddet sonra câminin kapılarını kilitlemek üzere gelen
görevli, camide birinin yattığını görünce, yanına yaklaşarak:
- Burada
yatılmaz kalk! dedi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri doğrularak:
- Benim
kimseye bir zararım dokunmaz. Garibim, uzak yoldan geliyorum. Hanlarda
da yatacak yer yokmuş, başka kalacak bir yerim de yok. Bırak da burada
sabahlıyayım, dedi.
Câmiyi kilitlemek için gelen kişi;
-Beni
uğraştırma, sana kalk dışarı çık dedim, yoksa yaka paça seni dışarı
atmasını bilirim, diye karşılık verdi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri, bu
son sözler üzerine bir tuhaf oldu. Hemen
ayağa kalktı. Cübbesini toplayarak sessizce kapıdan dışarı
çıktı. Câmiden çıkmasını isteyen görevli, onun arkasından bakarken,
âniden boğuluyormuş gibi oldu. Bunun üzerine;
- İmdât boğuluyorum! diye
bağırmaya başladı.
Bu sesi işiten imâm efendi koşarak geldi ve ona;
- Ne
oldu, niye bağırıyorsun? diye sordu.
Kayyum durumu anlatınca, imâm
efendi hemen câmiden çıkıp koşarak, Şems-i Tebrîzî hazretlerine
yetişti.
Kendisine;
- Efendim, o câhildir, bir terbiyesizlik etmiş. Ne
olur onu affedin!" dedi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri imâm efendiye baktı.
Üzüntülü bir şekilde:
- Onun işi benden çıktı. Benim yapabileceğim
birşey yoktur. Ancak îmânla ölmesi için duâ edebilirim, buyurdu.
ÜÇ SUÂL
VE BİR CEVAP
Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî'ye felsefecilerden bir grup geldi.
Suâl
sormak istediklerini bildirdiler. Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i
Tebrîzî'ye havâle etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i
Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle teyemmüm nasıl
yapılacağını gösteriyordu. Gelen felsefeciler üç suâl sormak
istediklerini belirttiler, Şems-i Tebrîzî;
- Sorun! buyurdu.
İçlerinden
birini başkan seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı. Sormaya başladı:
- Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de inanalım
Şems-i Tebrîzî
hazretleri;
-Öbür sorunu da sor! buyurdu.
O;
-Şeytanın ateşten
yaratıldığını söylersiniz, sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz
hiç ateş ateşe azâb eder mi? dedi.
Şems-i Tebrîzî;
-Peki öbürünü de
sor! buyurdu.
O;
-Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının
cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları canları ne istiyorsa
yapsınlar, karışmayın! dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki
kuru kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen felsefeci, derhâl
zamânın kâdısına gidip, dâvâcı oldu. Ve;
- Ben, soru sordum, o başıma
kerpiç vurdu, dedi.
Şems-i Tebrîzî;
- Ben de sâdece cevap verdim, buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i Tebrîzî şöyle anlattı:
- Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de inanayım, dedi. Şimdi bu
felsefeci, başının ağrısını göstersin de görelim.
O kimse şaşırarak;
- Ağrıyor ama gösteremem, dedi.
Şems-i Tebrîzî;
- İşte Allahü teâlâ da
vardır, fakat görünmez. Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb
edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum. Toprak onun başını acıttı.
Hâlbuki kendi bedeni de topraktan yaratıldı. Yine bana; "Bırakın
herkesin canı ne isterse onu yapsın. Bundan dolayı bir hak olmaz."
dedi. Benim canım onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin
hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir mesele için hak
aranırsa, o sonsuz olan âhiret hayâtında niçin hak aranmasın? buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında mahcûb olup, söz söyleyemez
hâle düştü.
BAŞKA ÇÂRE YOK
Şems-i Tebrîzî
hazretleri, bir gün dostlarına şöyle nasîhatta
bulundu:
"Âhireti terk edip, dünyâya tâlib olup muhabbet edenlere, mal kazanıp
zengin olmaktan başka çâre yoktur. Âhirete tâlib olan kimselere de,
ölmeden önce ibâdet yaparak, dîn-i İslâma hizmet ederek gayretle
çalışmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlânın tâlibi olan kimselere,
O'na kavuşmak arzusu içinde olanlara, mihnet, meşakkat, dert ve
belâlara katlanmaktan başka çâre yoktur. İlmi taleb edenlere, yâni âlim
olmak isteyenlere, herkesin gözünde hakîr olmak ve yalnız, kimsesiz,
garip kalmaktan başka çâre yoktur. Çünkü, kim ilim öğrenmek arzusunda
olursa, onun üzüntüsü çok olur. Onu rencide ederler. Huzura kavuşması
için her türlü derde, belâya sabretmesi lâzımdır. Her kim kendini üstün
görürse, onun sonu zillete düşmektir. Hesapsız, sonunu düşünmeden
malını sarfedenler, fakir olurlar. Her kim fakirliğe sabreder,
kanâatkâr olursa, sonunda zenginliğe ulaşır. Her kimsenin, kendisinde
bulunan iki şeyin birisini öldürüp, birisini diri tutmaya çalışması
lâzımdır. Öldürmesi îcâb eden şey nefsidir. Çünkü nefsi öldürmedikçe,
rahata ermek düşünülemez. Diri tutması lâzım gelen şey de, gönüldür.
Çünkü gönlü ölü olanların mesûd ve bahtiyâr olması düşünülemez."
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1150
2) Rehber Ansiklopedisi; c.16, s.69
3) Nefehât-ül-Üns; s.520
4) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.16
5) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.2872
6) Menâkib-ül-Ârifîn; c.1, s.82
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.9, s.283
8) Menâkıb, Millet Kütüphânesi, Feyzullah Efendi Kısmı,
No: 2142
9) Risâle-i Sipahsalar |
|