Îmam
Mâlikin Ders Vermeye Başlayışı
İmam
Mâlikin Şahsiyet Ve Karakteri
İmam
Mâlikin Yaşayışı Ve Geçim Kaynağı
Kur'ân-I
Kerîmin Yaratılmış Olup Olmaması Meselesi
Kıyamet
Günü Allah'ın Görülüp Görülmemesi Meselesi
Kıyas,
Îstihsan Ve Masâlîh-Î Mürsele
Mâliki
Mezhebi'nin Gelişmesi Ve Yayılışı
Mâlikî
Mezhebinin Yayıldığı Yerler
Irak'ta Küfe
Mescidinde Ebu Hanife'nin ders halkaları vardı. Onun etrafını, metod ve
istinbat ettiği fer'î fıkıh meselelerini gelecek nesillere nakleden talebeleri
sarmakta idi. Fıkhî görüşleri talebeleri tarafından gelecek nesillere
nakledilen en eski fakih, belki de odur. Buna muvazi olarak Medine'de de başka
bir ders halkası vardı. Bu halkayı başka bir İmam teşkil ediyor, onun etrafını
da fıkıh ve hadis öğrencileri sarıyordu. O, ders halkasını, Peygamber (S.A.) in
Mescidinde teşkil etmeyi ve aynı zamanda Emîru'l-Mü'minîn Ömer b. el-Hattab'ın,
müslümanlann dâvalarını halletmek ve devlet işlerini düzenlemek için oturduğu
yerde oturmayı tercih etmişti. Hicrî II. yüzyılın II. yarısında Peygamber'in
Mescidine girenler burada yaşlı, top sakallı, kumral yüzlü, Uzun boylu ve
heybetli bir üstadla karşılaşırdı. Etrafını çevreleyenler, heybetinden dolayı
onun yüzüne doğrudürüst bakamazlardı. İşte bu zat, Hicret Yurdu'nun îmam'ı
Mâlik b. Enes idi. Allah ondan razı olsun![2]
En sağlam rivayetlere
göre İmam Mâlik, 93 H. yılında Medine'de Yemen kabilesine mensup Arab asıllı
bir ana - babadan doğmuştur. Babası Yemenli Zû Asbah kabilesine mensup olup
adı Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Asbahi'dir. Annesi de, yine Yemen'in Arab kabilelerinden
el-Ezd kabilesine mensup olup adı Âliye Binti Şureyk el-Ezdiyye'dir.
İmam Mâlik'in dedesi Mâlik,
Yemen'in bir valisinden gördüğü zulüm üzerine Msdîne'ye gelip yerleşmiş ve
Kureyş'e mensup olan Benî Teym b. Murra kabilesiyle hısım olmuştur. Sonra bu
kabile mensuplarıyla dostluk (velâ') akdetmiş ve gerekince kendisine yardım
etmelerini sağlamıştır. Mâlik ailesi, Medine'ye yerleştikten sonra bu aileye
mensup olanların çoğu kendisini ilim, hadîs, sahâbîlerin haber ve fetvalarını
rivayete vermiştir. İmam Mâlik'in dedesi büyük tabiîlerdendi. Ondan, oğlu, yani
İmam Mâlik'in babası Enes ve Ebu Süheyl diye anılan Nâfi' birçok rivayetler
yapmıştır. Burada adı geçen Ebu Süheyl, rivayete en çok önem veren biri olup
îbni Şihp,b ez-Zühri'nin hocaları arasındadır. Gerçi îbni Şihab yaşça ondan
pek farklı değildi. İbni Hacer'in «Fethu'1-Bârî» sinde aynen şöyle
denilmektedir: «Ebu Süheyl Nafi' b. Ebî Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir, İsmail b.
Ca'fer'in hocasıdır. O, Zührî'nin de hocaları arasında olup Zühri'nin
talebeleri de ona yetişmiştir. Yani Ebu Süheyl, Zührî'den sonra vevat etmiştir.[3]
O halde İmamamız, ilim
ve hadis rivayetiyle meşgul olan bir ailede doğup büyümüştür. Gerçi babası,
rivayet bakımından dedesi Mâlik ile amcası Ebu Süheyl'in seviyesinde değildi.
Buna göre onun gençliğinde ilim ve rivayete yönelişi, başka bir sanata
meyletmeyi-şi, hattâ kendisini tamamen ilme verişi normal birşeydir. İmam Mâlik'in
«Nadr» isminde bir kardeşi vardı ki o da hadis tahsil etmiş, tâbiîn'in
bilginlerinden ayrılmamış, onlardan ilim öğrenmiştir. İmam Mâlik, rivayete
yöneldiği zaman kardeşinin şöhretine binaen Ahu'n-Nadr (Nadr'm kardeşi) diye
biliniyordu. Daha sonra kendi şöhreti kardeşini bastırdı ve tersine Nadr,
Ahû-Mâlik (Mâlik'in kardeşi) diye anılmaya başladı.
Onu, hem aile muhiti,
hem de umumî çevresi ilme ve ilim tahsiline yöneltiyordu. Çünkü yaşadığı
muhit, Uz. Peygamber'in hicret ettiği, şeriatın vatanı, nurun kaynağı, ilk
İslâmî hükümlerin vaz'edil-diği, Uz. Ebu Bekr, Ömer ve Osman devirlerinde
İslâm'ın merkezi olan Peygamber Şehri Medine idi. Uz. Ömer devri, Kur'an ve Peygamber'in
Sünnetinden istinbat edilen İslâmî hükümler üzerinde ittifak hâsıl olan bir
devirdir ki, bu hükümler, aynı zamanda İslâmiyet'in gölgesinde gelişen
medeniyetler için çok yararlı olmuştur.
Medine, Emevîler
devrinde de şeriatın merkezi ve âlimlerin mercii olmaya devam etmiştir.
Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ile Abdulmelik b. Mervan'ın istişare ettiği
bir sahâbî idi. Abdullah b. Ömer bunlara: «Eğer meşveret yapmayı istiyorsanız
hicret ve sünnetin yurdundan ayrılmayınız», diye yazmıştır. Ömer b. Abdil-aziz,
diğer ülkelerdeki müslümanlara sünnetleri öğretmek için, Me-dînelilere de
yanlarında bulunan ve geçmişlerden kendilerine intikal eden şeyleri sorup
öğrenmek içih yazılar yazmıştır.
İşte İmam Mâlik'in
gençliğinde Medine bu durumda idi. Yâni hicret yurdunun İmamı, bu Peygamber
Şehrinin ve kendisini ilme sevkeden aile muhitinin gölgesinde yetişmiştir.[4]
İmam Mâlik, önce
Kur'an-ı Kerîm'i hıfzetmiş ve ailesine, amcası ve ağabeyi gibi, kendisinin de
ilim meclislerine gidip okumasını teklif etmiştir. Ailesi de onun bu isteğini
müsbet karşılamış ve bu hususta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir.
Annesine, ilim tahsili için gitmek istediğini söylediği zaman O, kendsne en
güzel elbiseleri giydirmiş, sarığını sarmış ve: «Şimdi git, oku ve yaz...» demiştir.
Annesi sadece Mâlik'in kıyafetine önem vermemiş, aym zamanda onun tahsil edeceği
hocaları da seçmiştir. O, oğluna;'«Rabîa1”ya git, onun ilim ve edebini öğren»,
derdi. Bu Rabia, Medine'de re'y ile meşhur olan büyük bir fakihtir. Annesinin
bu teşvikiyle İmam Mâlik, Rabiatu'r Re'y'in derslerine devam etmiş ve genç
yaşında ondan re'y'e dayanan fıkhı öğrenmiştir. Hattâ bir çağdaşı; «Mâlik'i,
Rabia'nın ders halkasında gördüm, kulağında askıküpe (şenf vardı), demiştir[5].
Bundan sonra Mâlik,
daldan dala konan ve her istediği ağacın, meyvesinden faydalanan bir kuş gibi,
bütün âlimlerin meclislerine gidip gelmiştir. Fakat onun yanından hiç
ayrılmadığı, kendisine daima mürşidlik yapan bir hocası olması gerekirdi ki O,
İbni Hürmüz'ü böyle bir üstad olarak kabul etmiş ve yanından ayrılmamıştır.
Genç bir talebe olan Mâlik, hocasına karşı büyük bir hayranlık ve muhabbet
duyar ve onun ilmini takdir ederdi. O, hocası hakkilicla şöyle der: «İbni
Hürmüz'ün derslerine onüç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki,
bunların bir kısmını halkdan hiç kimseye söylemiyorum. O, hava ehlini red bakımından
ve insanların ihtilâf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgini idi.»
Mâlik, hocasının edebiyle edeplenmiş, onun ilim ve hikmetini ögrenniaştir. O,
bu hususta der ki: «İbni Hürmüz'ün şöyle dediğini ismini: Bir âlim, talebesine
«lâ edrî bilmiyorum» demeyi miras olarak bırakmalıdır. Tâ ki böyle söylemek,
onların ellerinde sığınacakları bir vâsıta olsun. Onlara bilmedikleri bir şey
sorulduğu zaman «lâ edri bilmiyorum» diyebilsinler.» Mâlik'in talebelerinden
îbni Vehb; «İmam Mâlik, kendisine sorulan şeylerin çoğuna «bilmiyorum diye
cevap verirdi», demiştir.
İşte İmam Mâlik'in
böylesine tesirinde kaldığı îbni Hürmüz, Ab-durrahman b. Hürmüz olup el-A'rac
" topal» lakabıyla meşhurdur. O, Haşımîlerin azatlısı idi. Muhaddis ve
kıraat ehli tabiîlerdendir. Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudrî, Muaviye b. Ebî
Süfyan gibi sahâbîlerden rivayet etmiştir. Kendisinden de ez-Zührî ve
Ebu'z-Zinad gibi birçokları rivayet etmiştir. îbni Hürmüz, 117 H. yılında vefat
etmiştir.[6]
İmam Mâlik, ilim
tahsili için her türlü gayreti göstermiştir. Çağındaki bütün bilginlerden
faydalanmış ve ilim uğrunda hiçbir şeyini esirgememiştir. Bu uğurda her türlü
meşakkate katlanmış ve bütün varını yoğunu harcamıştır. Hattâ tahsil uğruna
evini dahi satmıştır. O, hocalarının hiddetine katlanır, şiddetli sıcak ve
soğuklarda onların yanına gidip ilim öğrenirdi. Kendisi şöyle der: «Ben, öğle
vakitlerinde Nâfi'a gelirdim. Güneşten korunmak için hiçbir ağaç bulamazdım.
Dışarı çıkacağı zamanı gözetlerdim. Dışarı çıkınca onu bir an için terkeder ve
görmemiş gibi davranırdım. Sonra önüne geçer, kendisine selâm verir ve yine
onu terkederdim. Nihayet o içeri girince ben de arkasından girer ve kendisine;
İbni Ömer şu meseleler hakkında nasıl düşünüyordu ?diye sorardım. O da, bu
sorularımı cevaplandırırdı. Fakat, daima hiddetli idi.»[7]
Adı geçen Nafi',
Abdullah b. Ömer'in, azatlısı olup onun ilmini, Peygamber'den yapmış olduğu
rivayetleri, sahâbîlerin amelini ve özellikle Emîru'l-Mü'minîn Ömer el-Faruk'un
tatbikatını nakletmiştir.
Yukarıdaki ifadeden,
İmam Mâlik'in güneşin sıcağına nasıl katlandığını, hocasının hiddetinden nasıl
korktuğunu, ondan Abdullah b. Ömer'in ilmini öğreninceye kadar nasıl sabır
gösterdiğini anlıyabiliriz. Hocasına yük olmamak ve onu, sorularına cevap
vermek hususunda bıktırmamak için nasıl titizlik gösterdiğini görmekteyiz. O,
Uzun zaman hocasını bekliyor, onunla karşılaşınca selâm veriyor, sonra susuyor
ve daha sonra soruyordu.
İmam Mâlik, îbni Şihab
ez-Zührf den de ders almak hususunda çok gayret gösterirdi. O, Said b.
el-Müseyyib gibi birçok tabiîlerden de ilim tahsil etmiştir, Saîd b.
el-Müseyyib ile görüşmek için de, Nâfi' ile görüşmek için gösterdiği gayreti
göstermiştir. İbni Şihab ile görüşmek için de aynı şekilde davranırdı. îbni
Şihab ile görüşmek için onun boş vakitlerini kollar ve sakin bir atmosfer
içerisinde ondan istifade ederdi.
İmam Mâlik'den şöyle
rivayet edilmiştir: «Bir bayram günüydü. Kendi kendime, bugün îbni Şihab boş
olur dedim ve camiden çıkıp onun kapısında bekledim. O, cariyesine: Bak
kapıdaki kimdir? dedi. Câriye kapıya baktı ve senin aşkar kölen Mâlik'dir,
dedi. O da: Onu içeri al, dedi. Ben içeri girince: Sanırım ki daha evine
gitmemişsin, dedi. Evet gitmedim, dedim. Yemek yedin mi? diye sordu. Hayır,
dedim. Yemek ye, dedi. Yemeğe ihtiyacım yok, dedim. Öyle ise ne istiyorsun
benden? dedi. Bana hadis anlaİmanızı istiyorum, dedim. Yazı yazacak
sahîfelerini çıkar, dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tane hadis rivayet etti.
Biraz daha rivayet etmesini söyledim. Bu kadar yeter. Bu hadisleri riavyet
edersen sen de hafızalardan sayılırsın, dedi.»[8]
İmam Mâlik, görüldüğü
gibi işe rivayet ilmiyle başlamıştır ki bu, Peygamber (S.A.)'in hadislerinin
ilmidir. Daha sonra sahâbîlerin fetvalarını öğrenmek ve tesbit etmekle
uğraşmış ve fıkhî görüşlerini de bu temeller üzerine kurmuştur. Uz.
Peygamber'in hadîs-i şeriflerine çocukluğundan beri saygı duyardı. Hattâ o,
ayakta hadîs rivayet etmekten sakmırdı. «el-Medârik»te anlatıldığına göre kendisine;
bize Amr. b. Dinar'dan anlat, diye sorulduğunda şöyle demiştir : «Onu hadîs
rivayet ederken gördüm. İnsanlar ayakta onun söylediklerini yazıyorlardı. Ben
Peygamber (S.A.)'in hadîsini böyle ayakta yazmayı uygunsUz buldum.» O, bir gün
hocası Ebu'z-Zinad'a hadis rivayet ederken raslasmış ve halkasma katılmamıştır.
Daha sonra onunla karşılaşınca hocası; Bizim halkamıza niçin oturmadm? diye
sormuş, Mâlik de şu cevabı vermiştir: «Yer dardı, Peygamber (S.A.)'in hadîsini
ayakta dinlemek istemedim.[9]
İmam Mâlik, önce hadîs
ve sahâbîlerin fetvalarını öğrendi. Fakat, bununla yetinmeyip hadîs ve rivayet
ilminin yanında îslâmla ilgili bütün ilimleri tahsil etti.
Onun çağında akaid
etrafında tartışmalar çoğalmıştı. Hâricilerin kendilerine göre bir din ve
akide anlayışları vardı. Keysaniyye, İmamiyye ve Zeydiyye gibi şiî fırkaların
da kendilerine göre ayrı ayrı görüşleri vardı. Mu'tezilîler de, akide ile
ilgili nass'ları kendilerine has metodlarla açıklıyorlardı. Daha başka birçok
fırkalar vardı ki bunların bir kısmı, kendilerine islâm adını verdikleri halde,
îs-lâmiyetten büsbütün Uzaklaşmışlardı.
Fikrî bir önderlik
yapmak isteyen herkesin, bütün bu görüş ve anlayışları bilmesi ve tesbit etmesi
gerekiyordu, İşte İmam Mâlik, bütün bunları îbni Hürmüz'den öğrenmişti. Nitekim
bunu kendisi anlatır. Gerçi o, öğrendiği şeylerin tamamını talebelerine intikal
ettirmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki İmam Mâlik, ilmi iki kısma ayırıyordu :
a) Bütün
insanlara anlatılan mevzûlarla ilgili olan bilgiler: Bu kısma giren bilgiler,
hiç kimseye zarar vermez, her insan aklı bunları öğrenip faydalanabilir.
Bunlar, Peygamber (S.A.)'in hadisleri, sahâbüerin fetvaları ve bunların halka
açıklanması gibi hususlardır.
b) Herkese
anlatılmayan ve seçkin kimselere mahsus olan bilgiler : Bu türlü bilgilerin
bir kısım kimselere faydasından çok zararı dokunmaktadır. Bunlar, çeşitli
fırkaların görüşleri ve bu görüşler arasında sapık olanların reddedilmesiyle
ilgili hususlardır. Bu ihtilaflı meselelerle ilgili hususları herkes anlayamaz
veya bir kısmı yanlış anlar. Hattâ bunları reddetmek için uğraşırken bir kısım
insanlar, bu sapık görüşlere kendilerini kaptirabilirîer...
îlmin üçüncü bir kısmı
daha vardır ki, bu Uzun bir tahsilden sonra açıklanabilir. O da, re'ye dayanan
fıkıh olup çeşitli meseleler hakkında fetva verme melekesidir. İmam Mâlik,
ancak vuku bulmuş bir mesele üzerinde fetva verirdi. Vuku bulma ihtimali olsa
dahi, vuku bulmamış olan meselelere cevap vermezdi.
İmam Mâlik'in, biraz
önce söylediğimiz gibi hadîs'e bağlı olarak tahsil ettiği ilim, sahâbîlerin ve
kendisinin yetişemediği tabiîlerin fetvalarıdır. Uz. Ömer'in fetvalarını,
Abdullah b. Ömer'in fetvalarını, Zeyd b. Sabit, Abdurrahman b. Avf, Osman b.
Affan ve Peygarmber (A.S.)'den öğrendikleri şeyleri açıklayarak fetvalar veren
diğer sahâbîlerin fetvalarını öğrenmiştir. Elbette bu sahâbîler, vahyin
gelişine şahit olmuş. Peygamber CS.A.)'i gözleri ile görmüş ve O'nun hidâyet
nurundan bizzat faydalanmış kimselerdir. İmam Mâlik; Said b. el-Museyyib,
el-Kasım b. Muhammeb, Süleyman b Yesâr gibi sahâbüerin fıkhını yakından bilen,
anlayan ve tetkik eden büyük tabiîlerin fetvalarına da çok önem vermiştir.
İmam Mâlik, hadîs-i
şeriflerin yanında sahâbî ve tabiîlerin fıkhını öğrenmekle yetinmemiş, aynı
zamanda re'ye dayanan fıkha da yönelmiştir. Medine'de Yahya b. Said ve
Rabîatu'r-Rey diye bilinen Rabîa b. (Ebî) Abdirrahman gibi re'y taraftarı
fakîhlerden ders okumuştur. Öyle anlaşılıyor ki Medine'deki Eabîa ve diğer re'y
taraftar fakîhlerden intikal eden re'y. Iraklı fakîhlerin re'yine benzememek
tedir. Iraklı fakîhlere göre re'y, kıyasa dayanmaktadır. Onlara gö re kıyas da,
hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü aralarındaki ortak ve hükme esas
teşkil eden illet sebebiyle, hakkın da nass bulunan bir meseleye mukayese
ederek açıklamaktır. Rabîe ve diğer Medineli fakîhlere göre re'yin esası,
nass'larla çeşitli maslahatları bağdaştırmaya dayanmaktadır. Bu itibarla
el-Medârik'de aynen şöyle denilmektedir: «İmam Mâlike: Siz, Rabîa'nın
meclisinde kıyas yapar ve bu konuda birbirinizden daha çok fikir beyan eder
miydiniz?diye sorulduğunda, O, Vallahi hayır, demiştir.[10]
Bundan anlaşılıyor ki
İmam Mâlik, kıyas ve fer'î meselelerin yer aldığı re'y ile fazla uğraşmamıştır.
Hatta O, olmamış meseleleri olmuş gibi ele alıp hükümlerini açıklamaktan
ibaret olan «takdirî fıkıh»'dan hoşlanmazdı. Bu türlü fıkıh, Irak'da daha çok
olup kıyastan, meselelerin hükmüne esas teşkil eden illetlerin araştırılmasından
ve bu illetlerin bulunduğu meseleleri aynı hükme bağlamaktan ileri geliyordu.
İşte îmam Mâlik, ilim
tahsiline koyulduğu zaman en çok Peygamber (S.A.)'in hadîsleriyle ilgili olan
rivayet ilmiyle meşgul olmuş ve bu1 ilmi güvenilir kaynaklardan tahsil
etmiştir. O, Peygamber ve sahâbîlerden rivayet edenleri (râvîleri) araştırır,
bunlardan fakih olan güvenilir Csika) kimseleri tesbit ederdi. îmam Mâlik, râvîleri
tanımak, onların aklî güçlerini ve fıkhî derecelerini kavramak hususunda güçlü
bir firaset sahibi idi. Onun —Allah kendisinden razı olsun— şöyle dediği
rivayet edilir: «Bu ilim, din ilmidir. Bunu aldığınız kimselere dikkat ediniz.
—Peygamber'in mescidinin direklerini işaret ederek— şu sütunların yanında
«Peygamber (S.A) şöyle buyurdu...» diyenlerden yetmiş kişiye ulaştım. Bunların
hiçbirinden bir .şey almadım. Bunlardan, ancak kendisine Beytu'1-Mal emanet
edilebilecek kişi emîn bir kimse olabilir. Fakat, onların hiçbirisi buna ehil [11]değildi.[12]
Güvenilir râviler,
Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylemişlerdir: «İnsanlar, ilim tahsilinde
devenin karaciğerine benzerler. Onlar Medîneli bir âlimden daha bilgin —diğer
bir rivayete göre daha fakîh— bir âlimi bulamazlar.» Mâliki Mezhebinde olanlar
bu hadîs-i şerifin, İmam Mâlik hakkında vârid olduğunu ileri sürerler. Buradaki
«Medîneli bir âlim» sözü ile İmam Mâlik'in kasdedildiğini söylerler. Biz ise,
bu hadîs-i şerifi daha geniş mânâda kabul ediyor ve bununla Medine'deki ilmin
üstünlüğünü, buradaki âlimlerin derinliğini ve çokluk bakımından imtiyazlı
olduklarını açıklamak, İmam Mâlik'i de içine alan fikrî bir çevreye sahip oluşu
itibariyle Medine'nin şerefini göstermek istiyorUz. Emevîler devri ile
Abbasîle-rin ilk devirlerinde Medine'nin ilim bakımından üstünlüğü tarihî bir
gerçektir. Hulefâ-i Râşidîn devrinde Medine, sahâbilerin, özellikle onlardan
ilk İslâm'a girmiş olanların karargâhı idi. Çünkü Uz. Ömer, ihlâslarmın
üstünlüğü, ilimlerinin derinliği sebebiyle onları Medine'de alıkoymuştur.
Peygamber (S.A)'in mübarek ilminin hâmili olan bu sâhâ-bîîerin savaşlarda ölüp
gitmelerine gönlü razı olmayan Hz. Ömer, onları yanında alıkoymuş ve görüşlerinden
faydalanmıştır... İşte bu yüzden onların ilmi, Hz. Osman ve Hz. Ali devrinde
bâzıları çeşitli İslâm ülkelerine dağılıncaya kadar Medine'de kalmıştır.
Emevîler devri
gelince; âlimler, diğer şehirlerdeki fitnelerin çokluğu ve vahyin merkezi
olması, Peygamber (S.A)'in mübarek cismini sinesinde bulundurması hasebiyle
Medine'ye sığınmışlardır. Ayrıca sahâbîlerden hayatta kalanlarla, bunlardan
ölmüş olan bilginlerin ilim ve rivayetleri burada idi. Tabiîlerin de çoğu
Medine'de oturuyordu. Irak, Şam ve diğer memleketlerde bulunan tabiîler, sayıca
Medine'dekilerden çok daha az idiler. Emevîler devrinin sonuna doğru âlimler
çeşitli fitnelerden ve tahtları sallantıya düşen hükümdarların baskılarından
kaçıp Hicaz'a geliyorlardı. Daha önce de gördüğümüz gibi Irak fukahasımn başı
olan İmam Ebu Hanîfe, canını kurtarmak için Mekke'ye sığınmış ve altı yıl
Beytullah'ın mücaviri olarak kalmıştır.
İmam Mâlik, zekî ve
kavrayışlı bir genç olarak böyle bir muhitte yetişmiş, işare't ettiğimiz yüz
kadar büyük bilginden ilim tahsil etmiştir. O, buradaki bütün düşünce
metodlarını öğrenmiştir. Hattâ İmam Ca'fer-i Sâdık'm meclislerini de
kaçırmazdı. el-Medârik'de kendisinden aynen şöyle nakledilmektedir:
«Ca'fer b. Muhammed'e
gelirdim. O çok şakacı ve güleç yüzlü idi. Yanında Uz. Peygamberin adı anılınca
yüzü sararırdı. Ona Uzun zaman devam ettim. Her görüşümde onu ancak üç şeyden
biri ile meşgul bulurdum: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur'ân okurdu.
Abdestli olmadan Uz. Peygamber'den hadis rivayet etmezdi. Mânâsız sözleri hiç
ağzına almazdı. O, Allah'dan korkan zâhid ve âbid âlimlerden idi. Yanma
geldiğim zaman yastığını alır, mutlaka bana ikram ederdi...»[13].
İmam Mâlik, onun ve diğer hocalarının faziletlerini burada Uzun Uzun.anlatır.
İmam Mâlik,
Medine'deki bütün sahâbîlerin rivayet ve fetvaları ile Uz. Peygamberin
sözlerini toplamak için büyük bir gayret göstermiştir. O, Uzun zaman îbni
Hürmüz'den ayrılmadığı halde Medine'nin öteki bilginlerinden de ilgisini
kesmemiştir. Kendisi Medine'de ilim tahsil ettiği bilginlerin silsilesini
şöyle anlatır:
«îbni Şihab
ez-Zührî'nin şöyle dediğini işittim: Biz bu ilmi Ravza-i Mutahhafa'daki
insanlardan aldık. Onlar: Said b. el-Mûseyyib, Ebu Seleme, Urve, el-Kasım,
Salim, Hârice, Süleyman ve Nafi'dir... Sonra onlardan îbni Hürmüz, Ebu'z-Zinad,
Rabîa, el-Ensâri ve bir ilim denizi olan îbni Şihab rivayet etmiştir. Bunların
hepsi yukarıda adı geçenlerden okumuşlardır.»[14].
Bu gösteriyor ki îmam
Mâlik, îbni Hürmüz, Ebu'z-Zinad, Rabîa, Yahya b. Said el-Ensârî ve İbni Şihab
ez-Zührı'den tahsil görmüştür.
Daha önce de
söylediğimiz gibi İmam Mâlik, Abdullah b. Ömer'in fetvalarıyla onun, babası
Uz. Ömer'den naklettiği şeyleri ve azatlısı Nâfi'in rivayetlerini biliyordu.
O, bu yolla Uz. Ömer, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve benzeri sahâbîlerin
fıkhına dayanmaktadır.
İmam Mâlik'in yukarıda
adlarını andığı bilginler, sahabe ve tabiilerin fıkhını rivayete önem vermekle
beraber, onların rivayet veya re'y'e dayanan fıkha karşı gösterdikleri ilgi
değişiktir. Meselâ, Abdullah b. Ömer'in azatlısı Nâfi', Ebu'z-Zinad ve îbni
Şihab ez-Zührî'nin fıkhı daha çok rivayete, buna mukabil Rabia ve Yahya b. Said
gibi fakihlerin fıkhı da daha çok re'y'e dayanmaktaydı. Îbni Hürmüz'e gelince,
onun hakkında îmam Mâlik'in rivayetleri arasında fazla bir şey bulamıyorUz.
Lâkin İbni Hürmüz'ün, İmam Mâlik üzerinde kuvvetli bir etkisi olduğu
muhakkaktır. Öyle görünüyor ki O, İbni Hürmüz'den îslâm kültürü, akaid ve
fırkalara dair konularda çok faydalanmıştır. Buna yukarıda da dokunmuştuk.
Fakat ibni Hürmüz, kendisinden rivayet edilmesini istemezdi. Bu yüzden o, İmam
Mâlik'i, rivayet senedinde kendisini anmaktan menetmiş, Uz. Peygamber'den bir
şey rivayet edilirken yanılmış olması korkusuyla kendi isminin şöhret
bulmamasını istemiştir.
Bu açıklamalara
dayanarak, îmam Mâlik'in hocalarını iki kısma ayırabiliriz:
1 — Fıkıh ve
re'y üstadları,
2 — Hadîs ve
rivayet üstadlan.
îmam Mâlik bu
üstadlann hepsinden ders almış, fakat her öğrendiği şeyi olduğu gibi kabul
etmeyip tetkik ve tenkit süzgecinden geçirerek, bâzısını kabul etmiş, bâzısını
da reddetmiştir. îbni Hürmüz'ü çok takdir, ettiği halde, sözlerini tetkik
süzgecinden geçirir ve kendisi ile münakaşa ederdi. Bu sebepten îbni Hürmüz,
onunla ilmî mübâhaselere girer ve bu mübâhaselerde ona arkadaşı Abdülaziz b.
Ebî Seleme'yi de katardı. îbni Hürmüz'e; Biz sana bir şey soruyorUz cevap
vermiyorsun. Mâlik ve Abdülaziz bir şey sorunca cevaplandırıyorsun',
denildiğinde O şöyle demiştir:
«Vücuduma bir zaaf geldi,
aklıma da böyle bir şeyin arız olup olmadığından emin değilim, siz bana bir şey
sorduğunUz zaman ce-vaplandırsartı aynen kabul edeceksiniz. Halbuki Mâlik ile
Abdülaziz verdiğim cevabı inceleyip doğru ise kabul, değilse [15]terkediyorlar.[16]
Irak re'y fıkhının,
Hicaz da —bilhassa Medine— hadîs fıkhının merkezi olarak tanınmıştır. Bu görüş
büyük bir revaç bulmuş, hattâ îslâm fıkıh tarihinde herkesçe kabul edilen bir
dereceye ulaşmıştır. Biz de, re'y taraftarı fakîhlerin Irak'da sayı bakımından
Hicazdakilerden daha çok olduğunda şüphe etmiyorUz. Fakat, Irak fıkhının
tamamen re'ye, Hicaz fıkhının da tamamen hadîs'e dayandığını söyleyemeyiz.
Çünkü, hadîs Irak'ta, re'y de Medine'de kabul edilmekte idi. Çağının büyük
tabiîlerinden biri ve îbni Şihab ez-Zühri gibi bilginlerin hocası olan Said b.
el-Müseyyib, fetva vermekten çekinmez ve «Cesaretli Said» lâkabı ile anılırdı.
Fetva hususunda cüretle hareket eden bir kimse elbette" fetvası için
birçok hallerde re'y'e başvurmak zorundadır. Bâzı tabiîler de rivayetleri çok
ciddî bir şekilde inceliyor, herhangi bir hadîsi Allah'ın Kitabı, Peygam-ber'in
Sünneti ve ittifakla kabul edilen îslâmî esaslarla karşılaştırmadan kabul
etmiyorlardı. Rabîa, Medînelilerin amelini, âhâd olan ve meşhur olmayan
hadîslere tercih ediyordu. Rabîa: «Bin kişinin bin kişiden .yaptığı rivayet,
tek kişinin tek kişiden yaptığı rivayetten daha üstündür», derdi. îşte ilerde
açıklayacağımız gibi, îmam Mâlik de- bu metodu kabul etmiştir.
Medine'de fıkhı
çalışmalar çok ve bu arada istinbat büyük bir yer işgal etmekte idi. Öyleyse
fıkıh çalışmalarının yapıldığı bir yerde elbette re'y ye tahric de
bulunacaktır. Gerçekten Iraklıların re'y metodu, Medînelüerin re'y metodundan
ayrılıyordu.-Iraklılara göre re'y metodu kıyas idi. Çünkü onlar, Abdullah b.
Mes"ud, Ali b. Ebî Talib ve bunladdan nakillerde bulunan Alkame, İbrahim
Nahaî ve diğer tabiîlere uyuyorlardı.
Iraklılarda hadis,
Hicazlılara nisbetle miktar ve üstad bakımından farklı idi. Her memlekette
fikir önderliği yapan ve önderliğini yaptığı fikri rivayetle besleyen âlimler
bulunuyordu. Nihayet bu türlü fıkhı çalışmalarda yapılan önderlik etrafında
ayrı ayrı metod ve mezhebler teşekkül etmeye başladı.
Bu konuda Veliyyullah
Dehlevî şöyle söyler: «Her bilgin kendi memleketinin ve hocalarının mezhebini
seçmiştir. Çünkü o, hocalarının mezhebini seçmiştir. Çünkü o, hocalarının
sözlerinin doğruluğunu daha iyi biliyor, onların kabul ettiği esaslara daha
çok riayet ediyor ve gönlü onların üstünlüklerine daha çok meylediyordu.
Meselâ; Uz. Ömer, Osman, İbni Ömer, İbni Abbas ve Zeyd b. Sabit'-in mezhebi ile
bunların talebelerinden Said b. el-Museyyib —bu Uz. Ömer'in verdiği hükümlerle,
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadîsleri en iyi bilen bir kimsedir—, Urve,
Salim, Atâ b. Yesar, el-Kasım, ez-Zühri, Yahya b. Said ve Zeyd b. Eşlem gibi
bilginler, Medînelilerin nazarında uyulmaya ötekilerden daha lâyık idiler.
Çünkü Peygamber (S.A.) Medine'nin faziletlerini, bu şehrin fakîhlerin merkezi
ve her devirde âlimlerin toplanma yeri olacağını beyan etmiştir. Bunun içindir
ki îmam Mâlik, onların yolundan gitmiştir. Öte yandan Kûfelilere göre Abdullah
b. Mes'ud ve talebelerinin mezhebi, Şureyh ve Şa'bî'nin hükümleri ile
ibrahim'in fetvaları kabul edilmeye daha lâyıktı.»[17].
Re'y Iraklılarda
olduğu gibi, Medînelilerce de kabul ediliyordu. Fakat, her iki memleket
fakîhleri arasında elbette bir ayrılık vardı. Bunun esasını her ekole bağlı
olan tabiîler arasındaki ihtilâf teşkil ediyordu. Tabiatıyla rivayet ve re'y
bakımından da bu iki memleket fakîhleri arasında bir fark vardı. Şüphesiz
rivayet, Medine'de daha çoktu. Çünkü orası, bir kere sahâbîlerin en çok
bulunduğu yer"di. Öte yandan birçok tabiîlerin de merkezi idi. Ayrıca
Medînelilerle Iraklılar arasında şu bakımdan da ihtilâf mevcuttu: Büyük
tabiîlerin sözleri, îmam Mâlik ve kendinden önceki hocaları gibi Medine
fa-kihlerince büyük bir değer taşıyordu. Buna karşılık, büyük bile olsalar,
tabiîlerin görüşlerine Irak fakîhleri doğrudan doğruya bağlanmıyorlardı.
Meselâ, Ebu Hanîfe, şöyle diyordu: -îş İbrahim ve Hasan'a gelince onlar da
insan, biz de insanız.»
Medînelilere göre re'y
hadîslerden çıkarılmakta, Uz. Ömer ve ondan sonrakilerin maslahata uyarak
hareket etme metoduna dayanmaktadır. Bu türlü re'y, bir nevi hadîs ve
rivayetlere benzemekte olup mânâ bakımından bu hadîs ve rivayetlerin dışına
çıkmamaktadır.
Bu incelemeden şu
sonucu çıkarabiliriz: Bâzı fıkıh tarihi yazanların zannettiği gibi Medine'de
re'y çok az değildir. Gerçi Irak'taki re'y'e nisbetle az olup metodu da
Iraklılarınkine uymamaktadır.
İmam Mâlik, Medine'de
hem re'ye, hem de rivayete önem vermiştir. Çünkü o hem fakîh, hem de muhaddis
idi. Veliyullah Dehlevî bu konuda şöyle der: «Mâlik, Peygamber (S.A.)'in
hadîslerini fcesbit bakımından Medînelilerin en yetkilisi, isnad bakımından
on-iann en güvenilir olanı idi. Uz. Ömer'in hükümlerini, Abdullah b. Ömer, Uz.
Âişe ve bunların taleblerinin sözlerini, içlerinde en iyi bilen odur. îmam
Mâlik ve emsali fakîhler sayesinde rivayet ve fet-vâ ilmi ayakta kaldı. Ona bir
mesele geldiği zaman, bu meseleye ait hadisleri zikrederek fetva verir ve onu
en güzel şekilde [18]cevaplandırıldı.[19]
îmam Mâlik, ders ve
hadîs rivayetine, Medine'nin ilmini tam olarak öğrenip kendi nefsine güven
hâsıl olduktan sonra başlamıştır. Öğrenimini bitirdikten sonra O,
Öğrendiklerini başkalarına öğretmek, Peygamber (S.A.)'in hadîslerini güvenilir
râvîlerden aldığı gibi insanlara nakletmek, fetva vermek, tahriçte bulunmak ve
fetva soranlara yol göstermek vazifesini hissetmiştir. Anlaşıldığına göre
derse ve fetva vermeye başlamadan önce O, iyi ve erdemli kişilerle istişarede
bulunmuştur. Bu konuda kendisi şöyle der: «Her isteyen hadis ve fetva vermek
için mescidde oturamaz. îyi, erdemli (faziletli) ve mescidde itibarı olan
kişilerle istişare etmesi gerekir. Eğer, onlar, kendisini buna ehil görürlerse
oturup ders ve fetva verebilir. Ben, ilim sahiplerinden yetmiş kişi benim buna
ehil olduğuma şahitlik etmedikçe, mescidde oturup ders ve fetva vermedim.»
Ehliyetine dâir
yapılan bu sağlam şahadetten sonradır ki îmam Mâlik, ders ve fetva vermeye
başlamıştır. Fakat, bu sırada onun kaç yaşında olduğu tam olarak
bilinmemektedir. Ancak, hayatıyla ilgili rivayetlerin heyeti mecmuasından bu
sırada onun olgunluk çağına ulaştığı ve bu çağa gelmeden derse başlamadığı
anlaşılmaktadır.
Râviler der ki: îmam Mâlik
kendisinin ehliyetine dair 70 âlimin şahadetine rağmen derse başlamamıştır.
Ancak Rabia ile ihtilâfa düştükten sonra ders vermeye karar vermiştir. Bu
ihtilâf, Leys b. Sa'd'in îmam Mâlik'e yazdığı risalede anlatılmaktadır. Bu
risalede aynen şöyle denilmektedir: «Bildiğim, hazır bulunduğum, senin ve
Medînelilerden Yahya b. Said, Ubeydullah b. Abdülah b. Ömer, Kesir b. Ferkad
ve bu Kesir'den daha yaşlı olan re'y sahibi Medînelilerin görüşlerini
işittiğim hususlarda Rabia ile aranızda ihtilâf çıkmış; hattâ o, seni
meclisini terk etmek gibi hoşlanmadığın bir şeye mecbur etmişti. Ben, Rabîa'yı
kınadığım bâzı şeyler hakkında sen ve Abdülaziz b. Abdilah ile müzakere
etmiştim. Siz ikiniz, benim kabul etmediğim şeyde bana muvafakat ediyor ve
benim hoşlanmadığım şeyden siz de hoşlanmıyordunuz. Bununla beraber Allah'a
hamd olsun, Rabîa çok hayır, sağlam bir akıl, apaçık bir üstünlük, îslâmî
güzel bir yaşayış, genel olarak bütün arkadaşlarına ve özellikle bize karşı
sâdık bir muhabbete sahiptir. Allah ona rahmet ve mağfiret etsin. Onu,
amelinden daha güzeli ile mükâfaatlandırsın.»
Şayet Rabîa'nın 136 H.
yılında öldüğü doğru ise, bu tarihte İmam Mâlik 43 yaşında idi. Buna göre îmam
Mâlik'in Rabîa ile ihtilâfa düştüğü zaman olgunluk çağma ulaşmış olduğu
düşünülebilir ki, mâkul olanı da budur.[20]
İmam Mâlik, ilk önce
Peygamber (S.A.)'in mescidinde ders vermeye başlamış ve yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi,' Ömer b. Hattab'ın oturduğu yerde oturmayı tercih etmiştir.
Aynı zamanda Medine'de Abdullah b. Mes'ud'un oturduğu evde oturmayı tercih etmiştir.
Çünkü, hem ders verdiği yerde, hem de ikamet ettiği evde sahâbîlerin eserleri
kendisini çevrelemekte idi. Nitekim O, düşünce ve re'yi bakımından da
sahâbîlerin yaşadığı atmosfer içerisinde yaşamakta idi.
îmam Mâlik, İmam Ebu
Hanîfe gibi hayatı boyunca derslerine, mescidde devam etmemiş ve idrarını
tutamama (selis-i bevl = prostat) hastalığına yakalandığı zaman derslerine
evinde devam etmiştir. Hastalığı şiddetlenince insanların yanına çıkamaz
olmuş, fakat derslerini kesmemiştir. îbni Ferhun'un “ed-Dibac el-Müzehheb»'inde
şöyle denilmektedir:
«el-Vakîdî der ki:
Mâlik mescide gelir, beş vakit namazla cenaze namazlarında hazır bulunurdu.
Hastaları ziyaret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gelip otururdu.
Bu sırada talebeleri etrafına toplanırdı. Daha sonra mescide gelip oturmayı
terketmiştir. Sadece namazını kılar ve ders verdiği yere dönerdi. Sonra cenazelerde
hazır bulunmaktan da vazgeçmiştir. Cenaze sahiblerine gelir, onları teselli
ederdi. Daha sonra O, bunların hepsini terketmiştir. Camiye ne beş vakit namaz
için ne de Cum'a için gelemez olmuştur. Bu sırada hiçbir kimseyi taziye için de
gelemiyordu. İnsanlar, ölünceye dek ona bakmışlardır. Bâzan kendisine durumu
sorulduğu zaman şöyle derdi: Her insan özrünü söyleyemez.»
İmam Mâlik'in iki
türlü ders meclisi vardı:
1 — Hadîs
dersleri,
2 — Vultû
bulmuş mes'elelerle ilgili dersleri, yâni fetva işleri. O, derslerine evinde
devam ettiği zamanlarda da bu iki türlü
ders meclislerini
yürütüyordu. Bir talebesi,bu konuda şöyle anlatır: «İmam Mâlik, derslerini
evinde vermeye başladıktan sonra, insanlar evine ders için geldiğinde cariyesi
çıkar ve onlara: Hoca, sizin hadîs için mi, yoksa meseleler için mi geldiğinizi
soruyor, derdi. Onlar: Mes'eleler için geldik derlerse, İmam Mâlik çıkar,
onların fetvalarını verirdi. Hadîs için geldik derlerse, oturunUz, der ve
gusülha-nesine girip gusleder, güzel kokular sürünür, yeni elbiseleriyle
tay-lasanını giyer ve sarığım sarardı. Kendisine bir de kürsü hazırlanırdı.
Bundan sonra o, güzel bir kıyafetle, hoş kokular sürünmüş olarak ve huşu
içerisinde derse gelenlerin yanma çıkardı. Öd ağacı yakılır ve hadîs-i şerif
dersini bitirinceye kadar bu öd ağacı buhurlanırdı.»[21]
Kısaca İmam Mâlik,
günlerinin bir kısmını hadîs-i şerife, bir kısmını da mes'ele ve fetvalara
ayırmıştır. Kendisine sorulan mes'eleleri inceler ve cevaplarını yazılı olarak
verirdi. Hem Medine valisine, hem de başkalarına karşı aynı şekilde yazılı
olarak cevap verirdi.
İmam Mâlik, ister
hadîs ister fetva ile ilgili olsun, derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup
lüzumsUz lâflardan tamamen Uzak kalırdı. Bunları, ilim tahsil edenler için şart
koşardı. O, şöyle derdi: «İlim tahsil etmek isteyenlere vakarlı, ciddiyetli,
haşyetli olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin
bilhassa ilmî müzakereler sırasında nefislerini mizahtan Uzak tutmaları gerekir..»
Yine O, şöyle derdi: «Gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken
âdabdandır.» İmam Mâlik, kendisini bu hususta çok sıkı bir şekilde kontrola
tâbi tutmuştur. Hatta onun elli senelik hocalık hayatında, ders verirken bir
defa bile güldüğü bilinmemektedir.
Onun bu tutumu,
yaradılışmdaki katılığın neticesi değildir. Sadece din ilminin edebine
bağlanışından ileri gelmiştir. O, dini ilim meclislerinin dışında sade bir
hayat yaşar, serbest ve mütevazı davranırdı. Bir talebesi onun hakkında şöyle
der: «İmam Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı.
Konuşmalarımıza çok. sade bir şekilde katılırdı. O, bizden daha mütevazı idi.
Hadîs-i şerif anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi; sanki o
bizi, bizde onu tanımıyorduk.»
Yıl içinde İmam
Mâlik'in derslerine Medînelilerden isteyen herkes gelirdi. Dersi ister evinde
ister mescidde vermiş olsun. Fakat derslerini tamamen evinde vermeye
başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen hacıların hepsini evi
almazdı. Bu bakımdan o, önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadîs
rivayetiyle fetva verme işini bitirdikten sonra diğerlerinin içeri girmesine
izin verirdi. Kimi zaman da evinin önü çok kalabalıklaşmca, memleketlerine
göre onları sıra ile içeri alırdı. el-Medarik'te şöyle denilmektedir:
«el-Hasen b. Rabî' der
ki: İmam Mâlik'in kapısında idim, onun münâdisi, önce Hicazlılar içeri
girsinler, diye çağırdı ve yalnız Hicazhlar içeri girdiler. Sonra Şamlılar
girsin, diye çağırdı. Daha sonra da Iraklılar girsin, diye çağırdı. Bu yüzden,
onun yanına en son giren ben oldum. Ebu Hanîfe'nin oğlu Hammad da aramızda
idi.»
İmam Mâlik, ancak vuku
bulmuş mes'eleler hakkında fetva verirdi. Vuku bulmamış mes'eleye, vuku
bulması mümkün bile olsa, İmam Ebu Hanîfe'nin verdiği gibi fetva vermezdi.
Birisi ona vuku bulmamış bir mes'ele sordu. İmam Mâlik de ona: «Olanı sor,
olmayanı bırak.» dedi. Talebesi Îbnu'l-Kâsım derki: «İmam Mâlik, olmamış bir
mes'eleye hemen hemen hiç cevap vermezdi. Talebeleri, öğrenmek istedikleri bir
mes'eleyi, bir adamın ona gelip bunu olmuş bir mes'ele gibi sorması ve onu
hocalarının cevaplandırması için hileye başvururlardı.»
İmam Mâlik, farazi
mes'elelerden kaçınmak suretiyle, bilmeksizin ve bir kısım mes'eleleri
farzederek, hadîs-i şeriflere aykırı bir şey yapmaktan kendisini korumuştur.
Ona göre fetva vermek, âlim için bir imtihandır. Bir âlim, fetva vermeye,
ancak, insanları amelî hayatlarında irşad etmek ve onların İslâmiyet
dairesinden dışarı çıkmamalarını sağlamak için teşebbüs eder.
O, mes'eleler hakkında
fetva verirken yanılmamak için çok titizlik gösterirdi. Bilmediği şeye cevap
vermezdi. Hattâ kesin olarak bilmediği bir mes'ele üzerinde, «Bilmiyorum lâ edrî» demek âdeti idi, bu söz onun
hatâdan korunmak için sığındığı bir kale idi. Rivayet edildiğine göre bir
şahıs ona bir şey sormuş ve kendisinin Mağrib (Kuzey Afrika)'den altı aylık bir
yoldan geldiğini söylemiştir. İmam Mâlik bu şahsa: «Seni, benim bilmediğim bir
mes'ele için buraya kadar kim gönderdi?» demiştir. O şahıs; «Bu mes'eleyi bilen
kimdir?» dediğinde, İmam Mâlik; «Allah kime bildirdiyse odur." demiştir.[22]
Yine Mağribli birisi
ona bir mes'ele sormuş, o da: «Bilmiyorum, böyle bir mes'ele bizim
memleketimizde vuku bulmamıştır. Hocalarımızdan hiçbirisinden de bu konuda bir
şey işitmedik. Fakat, yarın bize tekrar uğra.» demiştir. Ertesi gün adam
gelince îmam Mâlik ona; «Sorduğun mes'eleyi bilemiyorum.» demiştir. O şahıs da;
«Ey Abdullah'ın babası, beni sana gönderen kimse, yeryüzünde senden daha bilgin
birinin bulunmadığını söyledi.» demiştir. Bunun üzerine İmam Mâlik çekinmeden:
«Ben, iyi yapamıyorum.» diye cevap [23]vermiştir.[24]
Bu ilim, o hak ve
hakikat yolundan gidiş, kişinin önce şahsiyet ve karakterinden sonra
hocalarının irşadı ve içinde yaşadığı çağın kendisini besleyen fikir
atmosferinden, daha sonra da şahsî gayretlerinden doğar. İmam Mâlik'in bu
sıfatlarının bir kısmını işaret ettik. Fakat kitabımızın hacmi ile İmamımızın
şahsiyetine uygun bir şekilde biraz daha geniş bilgi vermemiz gerekiyor. Burada
durmak istediğimiz konu, İmam Mâlik'in şahsiyet ve karakteridir. Çünkü bunlar
ağacın kökü durumunda olup, diğerleri bu kökten beslenen dallar mesabesindedir.
Toprağın içerisinde kök olmazsa, elbette ağacın dalları gelişip serpilme
imkânına erişemez.[25]
Allah, İmam Mâlik'e
sağlam bir hafıza, öğrendiklerini unuİmamak için kuvvetli bir arzu vermiştir.
O, İbni Şibab ez-Zührî'den 31 hadîs-i şerif dinlemiş, yazmadığı bu hadîslerin
hepsini sonra hocasına anlatmış ve bunlardan sadece bir tanesini unutmuştur.
îmam Mâlik'in çağında hafıza ve ezber işine son derecede önem ve itimat
gösteriliyordu. İlim, kitaplar vâsıtasiyle değil, bilginlerin ağzından
öğreniliyordu. Peygamber (S.A.V)'in hadîs-i şerifleri de kitap halinde
yazılmamıştı. Hadîs-i şerifler ancak kalblerde ve bilhassa üstadların
hafızalarında bulunuyordu. Dolayısıyla hadîs-i şerifleri öğrenciler, ellerinde
kitap halinde bulunduramıyorlardi; sadece onları üstadlarm ağızlarından
işiterek öğreniyorlardı.
Şüphesiz kuvvetli
hafıza, her ilmî alanda yükselmenin esasını teşkil eder. Çünkü hafıza, âlimin
aklını besler ve onun düşüncesine esaslı bir şekilde yardımcı olur. İşte İmam
Mâlik, güçlü hafızası sayesinde çağının ilk muhaddisi olmuştur. İmam Şafiî,
onun hakkında; «Hadîs gelince İmam Mâlik, sanki ışık saçan büyük bir yıldız
olurdu», demiştir. Hocası İbni Şihab da ona : «İlim Dağarcığı» derdi.
İmam Mâlik, hıfzettiği
hadîsler üzerinde böyle kuvvetli olduğu halde bir maslahat görmedikçe insanlara
hadis-i şerif anlatmazdı. Kendisine, îbni Uyeyne, senden daha çok hadîs
biliyor, denildiğinde şu cevabı vermiştir: «O halde bütün işittiğim hadîsleri
anlatayım mı? O zaman ben bir ahmak olurum ve insanları sapıtmak istiyor gibi
bir duruma düşerim. Benden bâzı hadîsler rivayet edilmiştir. Ben, and olsun
ki, bu hadîslerden her biri için bir kırbaç yemek isterdim de o hadîsleri
rivayet etmek [26]istemezdim.[27]
İmam Mâlik, bu güçlü
aklı ve sağlam hafızası ile birlikte büyük bir sabır ve metanet sahibi idi. O,
ilim tahsili yolunda karşısına çıkan her engeli yenmiştir: İlim tahsil ederken
karşılaştığı geçim zorluğuna ve hocaların hiddetine aldırmamış, yazın kavurucu
sıcağına, kışın şiddetli soğuğuna katlanmış, sıcak ve soğuk demeden hocadan
hocaya koşmuştur. O, talebelerini de ilim uğrunda sabra teşvik ederdi. Ve;
«İlim sahibi olanlar, bunu sabırla elde ettiler», derdi. Bir dersinde
talebelerine şöyle demiştir: «İlim öğrenmek isteyen herkes, fakirliği yenmek ve
ilmi her îıale tercih etmek zorundadır.»
Bu sıfatı, İmam
Mâlik'e güçlü bir irade ve sarsılmaz bir azim vermiştir. O, bu sayede hayatın
her türlü müşkillerini yenmiş, nefsi ve şehevi arzularına hâkim olmuştur. Onu
hiçbir kuvvet ezememiş ve kendisi de hiçbir otorite karşısında zaaf
göstermemiştir. İşte bu sayede İmam Mâlik, her yönüyle ilim tahsilini
başarmıştır.[28]
İmam Mâlik'in kalbini
hikmet nuruyla aydınlatan sıfatı, İhlasıdır. O, ilim tahsil ederken ihlâs ile
çalışmış ve ilmi sırf Allah rızası için tahsil etmiştir. Nefsini, her türlü
garaz ve kötü arzulardan temizlemiştir. Hakikati araştırırken de ihlâstan
ayrılmamış ve hiçbir şekilde sağa sola sapmadan hakîkata yönelmiştir. Ihlâs, fikre
ışık tutar ve bu sayede fikir doğru çizgiden ayrılmaz. Hakikata ulaştıran en
kısa yol doğru olan yoldur. Nitekim iki nokta arasındaki en yakın yol da doğru
çizgidir. Nefsi arzular kadar hiçbir şey fikri bulandırmaz. Zira nefsî-
arzular, bulut gibi hakikatleri örter; aklın onları görmesine engel olur.
İhlâs, ona İlim
nurunun, ancak takva ile ciola olan gönülde bulamayacağını kabul ettirmiştir.
O, şöyle der: «İlim bir nurdur, ancak takva ve huşu sahibi gönülde
yerleşebilir.» İlim tansüindeki fhlftst, kendisini şâz olan fetvalardan
Uzaklaştırmtştır. O, apaçık dtelülere dayanan fetvalar verirdi ve şöyle derdi:
«En hayırlı şey, açık ve seçik olan şeydir. Eğer iki şey arasında şüpheye
düşersen bunlardan en sağlam olanmı al.»
İmam Mâlik, fetva
hususunda teenni ile hareket eder" ve çabucak cevap vermezdi. îbni
Abdilhakem bu konuda şöyle der: «İmam Mâlik, kendisine bir mes'ele sorulduğu
zaman soran kimseye: Sen git, ben bu mes'eleyî inceleyim, derdi. Kendisi de
gider bu mes'ele üzerinde dururdu. Kendisine bu hususta, niçin böyle
yapıyorsun, diye sorduk. Ağladı ve : Ben bu mes'elelerden dolayı çok çetin bir
günle karşılaşacağımdan korkuyorum, dedi.»
O, fetva hususunda
kolay ve zor diye bir şey tanımazdı. Ona göre her mes'ele, haram ve helâli
açıklamaya dayandığı için zor bir işti. Kendisine birisi bir şey sormuş ve bu
mes'ele kolaydır, demişti. Bunun üzerine İmam Mâlik kızmış ve şöyle demiştir:
«Kolay mes'ele, öyle mi? İlimde kolay birşey yoktur. Sen Allah'ın «Doğrusu
biz, sana, taşınması ağır bîr söz vahyedeceğiz.»[29]
âyetini işitmedin mi? İlmin hepsi zordur; bilhassa kıyamet günü mes'ul olunan
ilim!»
O, ihlâsı sayesinde
apaçık bir nass bulamazsa, bir şeye haram veya helâldir, de.mezdi Fakat,
herhangi bir re'ye göre istinbat gerekirse yine haram veya helâl demezdi.
Ancak, hoş görmüyorum veya iyi buluyorum, derdi. Çoğu zaman sözüne şu âyet-i
kerîmeyi ilâve ederdi: «Biz ancak zanda bulunuyorUz ve yakinen bilemiyorUz.»[30]
îhlâsı onu, Allah'ın
dininde münakaşa etmekten uzaklaştırmıştır. O, hiç kimsenin Allah'ın dîninde
mücadele etmesini istemezdi. Çünkü mücadele bir nevi savaştır. Allah'ın .çUni
ise müslümanlar arasında savaş alanı olmaktan münezzehtir. Mücadele, çoğu zaman
mücadele edenlerin şuursUzca kendi fikirlerine taassup göstermelerini doğurur.
Taassup ise, mutaassıp insanın görüşünü bir tek yöne mahkûm eder; o da, bu
yüzden ancak tek taraflı düşünür. İmam Mâlik'e göre mücadele alimlerin şeref ve
haysiyetine yakışmaz. Çünkü, dinleyiciler, onlara, birbirini yenmek için söz
yansı yaparken döğüşmekte olan iki horoz nazarıyla bakarlar. Bu hakikati,
Halife Harun er-Heşid'in yüzüne karşı, İmam Ebu Yûsuf da söylemiştir. Hânın
er-Reşid ona: Hadi münazara ve mücadele et, dediği zaman Ebu Yusuf: «İlim,
horoz ve vahşî hayvanlar gibi boğuşma vâsıtası değildir», demiştir.
İmam Mâlik,
mücadeleden nefret ettiği için insanları da bundan çok nehyeder ve şöyle
derdi: «Mücadele, kalbi katılaştırır ve kin tohumlarını eker.» Yine O; «Dinde
münakaşa ve mücadele, kulun kalbinden ilim nurunu götürür», derdi. Kendisine,
sünneti bilen bir insanın sünneti savunmak için münakaşa etmesi doğru mudur?
diye sorulduğunda; «Hayır, ancak sünneti tebliğ eder, muhatabı bunu kabul
ederse ne a'lâ, etmezse susar», demiştir. İmam Mâlik mücadelenin, mücadele
edenleri dînin hakîkatmdan Uzaklaştıracağına kaani idi. O, bu konuda şöyle
derdi: «Bir mücadeleciden daha mücadeleci olan birinin her gelişinde
Cebrail'in getirdiği (Kur'ân) bizi terketmektedir.» îmam Mâlik mücadeleyi
menettiği halde, dayandığı delili açıklamak için ihlâs sahibi bâzı bilginlerle
tartışmalarda bulunurdu.
İmam Mâlik'i, dîne karşı
olan ihlâsı, Peygamber (S.A.)'den çok hadîs rivayet etmekten alıkordu. Yukarıda
da işaret ettiğimiz gibi o, çok fetva vermekten de sakımrdı. Ancak, insanlar
arasında vuku bulan mes'eleler hakkında fetva verirdi.[31]
İhlâs ve temiz
kalbliliği, İmam Mâlik'i kadı ve kadıların verdiği hükümlerle ilgili
mes'eleler hakkında fetva vermeye sevketmiş-tir. Talebesi îbni Vehb der ki:
«İmam Mâlik'e kadıların işi sorulduğunda onun, bu sultanların metaldir,
dediğini işittim!» O, kadıların hükümlerini tenkit etmezdi. İşte o, bu tutumu
ile Ebu Hanîfe'-den ayrılmaktadır. Her ikisi de mesleğinde ihlâs sahibi olduğu
halde, Ebu Hanîfe'yi fıkıh ve dine karşı olan ihlâsı, Kadı Abdurrahman b. Ebî
Leylâ'nın verdiği hükümleri derslerinde tenkit etmeye sevket-miştir. Hattâ İbni
Ebî Leylâ, İmam Ebu Hanîfe'yi vali ve hükümdarlara şikâyet etmek zorunda
kalmış ve derin bir fıkıh bilgini olan Ebu Hanîfe'nin bir müddet insanlara
fetva verme hürriyetini kısıtlayan bir emir bile çıkarılmıştır.
İmam Mâlik'i de
ihlâsı, alenen kadıların verdiği hükümleri tenkit etmemeye sevketmiştir. Çünkü
bu hükümleri alenen talebe ve arkadaşları arasında tenkit etmesi, halkın
kadılara karşı isyanına sebep olacak, bu yüzden de kadıların heybet ve
itibarları sarsılacak, dolayısıyla münazaa konusu olan mes'elelerin önüne
geçilemiyecektir.
İşte ihlâsa dayanan
ayrı ayrı ve birbirine zıt iki tutum... îhlâs birincisini ilim ve hakîkata,
ikincisini de nizam ve insanlar arasındaki ihtilâfları halletme cihetine
sevketmiştir.
Eğer biz, bu iki
tutumdan birini tercih etmek zorunda kalırsak, elbette hicret yurdunun İmamı
olan Mâlik'in tutumunu tercih ederiz. Bilhassa onun kadılara devamlı öğüt
verme, onları daima apaçık hakîkatlara ulaştırmak için irşad metodu çok
önemlidir. Böylece o, verilen hükümleri küçümsemeksizin kadılara, doğru yolu
gösteriyordu.[32]
İmam Mâlik,
mes'elelerin içyüzüne ve insanların ruhlarına nüfUz etmesini sağlayan güçlü
bir firasete sahipti. O, bu sayede insanların davranışları sırasında
ruhlarında gizledikleri şeyleri ve sözlerindeki eğrilikleri bilirdi.
Firaset, öyle bir
sıfattır ki şahısta kuvvetli bir duygu, aklî ve ruhî bir uyanıklık, keskin bir
basîret, organlarla yapılan hareketleri sıkı bir şekilde tetkik ve sağlam bir
akla dayanan zengin tecrübeler sayesinde meydana gelir. İşte bütün bunları,
herşeyi bilen Allah, İmam Mâlik'e lütfetmiştir. O da, bunları gördüğü eğitim
ile kuvvetlendirip geliştirmiştir. İmam Şafiî, îmam Mâlik'in firaseti hakkında
şöyle der: «Medine'ye geldim, İmam Mâlik'le görüştüm, beni dinledi ve bir
müddet iyice bana baktı; onun kuvvetli bir firaseti vardı. Sonra bana: Adın
ne? dedi, ben de; Muhammed'dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah'dan kork,
günahlardan sakın, çünkü senin ileride yüksek bir şanın olacaktır.»
Şahısların ruhlarına
nüfz eden ve onların işlerinin içyüzünü açığa çıkaran firaset, insanları irşad
ve terbiye etmek için ileri atılan kişileri yücelten sıfatlardandır. Çünkü bu
kişiler, o sayede insanların hastalıklarının gizli taraflarını kavrar ve
onlara şifâ verici ilâcı ve hazmedebilecekleri yararlı gıdaları verirler. Bu
suretle ruhun şifâ, selâmet ve kuvveti tamamlanmış olur.[33]
Bütün rivayetler, îmam
Mâlik'in heybetli bir şahsiyet sahibi olduğunda birleşir. Hattâ onun meclisine
gelen bir şahıs, orada bulunanlara selâm verdiği zaman hiç kimse yüksek sesle
onun selâmını alamaz ve herkes, gelen bu şahsa sessizce oturmasını işaret
ederdi.
Geten şahıs, bu durumu
tuhaf bulurdu. Fakat gözü İmam Mâlik'e ilişip onun keskin bakışlarının etkisi
altına girince, öbürleri gibi o da yerini alır ve sessizce otururdu. Sanki
ötekiler gibi onun da bağında bir kuş bulunurdu (yani, kıpırdamadan dururdu.)
Medine valisi, önün
heybetinden korkar ve sadece onun hUzurunda küçülürdü. Halîfelerin çocukları
da îmam Mâlik'ten korkarlardı. Hattâ rivayet edildiğine göre, İmam Mâlik,
Halîfe Ebu Ca'fer el-Mansur'un meclisinde bulunuyordu. Bu sırada bir çocuk
içeriye girip çıkıyordu. el-Mansur, İmam Mâlik'e: Bu kimdir biliyor musun?
dedi. O da: Hayır, diye cevap verdi. el-Mansur: Bu benim oğlumdur, senin
heybetinden korkuyor, dedi. Hattâ halîfeler kendileri bile onun heybetinden
korkuyorlardı. Yine rivayet edildiğine göre Halîfe el-Mehdî onu davet etmişti.
Meclis çok kalabalık ve oturacak yer yoktu. Nihayet îmam Mâlik gelince cemaat
bir tarafa çekilip ona yer verdiler. O da Halîfenin yanına kadar ilerledi.
Halîfe de oturduğu yerden bir tarafa çekilip ayaklarını toplayarak îmam
Mâlik'e yer açtı. îşte Medine fakîhlerînin başı olan îmam Mâlik böyle heybetli
idi. Onun nüfUzu valilerden 'daha fazla idi. Kendisi bir sultan olmadığı halde
onun meclisi, sultanların meclisinden, tesir bakımından, daha kuvvetli idi.
Çağdaşı bir şair onun hakkında şöyle der:
«Ona cevap verilmez,
heybetinden soru sorulmazdı.
Hep eğik olurdu soru
soranların başları.
O, vakarın edebi,
takva sultanının şerefidir.
Boyun eğilmiş ona,
saltanat sahibi olmadığı halde.»
Bu heybetin sun nedir?
Bir şahıs, her ne kadar aklî ve bedeni sıfatlara sahip olursa olsun bunlar,
bizim ona heybet sıfatını ispat etmemize yetmez, insanlardan öyleleri vardır
ki, bütün bu sıfatlara sahip oldukları halde heybet sıfatından yoksundurlar.
Bunun için diyebiliriz ki, bu heybetin sebebi ruhî bir kuvvettir. Allah, bâzı
insanlara başkaları üzerinde öyle ruhî bir tesir vermiştir ki bu tesir,,
onları ruhlar üzerine, hâkim İçilmiştir. Onların sözleri gönüllerde yer eder.
Onlar konuşurken sözleri, sanki ruhlara nakşolunur. Allah İmam Mâlik'e İşte
buvrûhî kuvveti ihsan etmiştir.
îmam Mâlik'in bütün
hayatı onun bu ruhî kuvvetini artırmakta, geliştirmekte ve ortaya çıkarmakta
idi. Akla uygun bir yaşayış, geniş ufuk, ileri görüş, derin ilim, nefse
hâkimiyet, keskin basiret, güzel ahlâk ve az söz, İmam Mâlik'in sıfatları
arasındadır. Çünkü çok konuşmak, inşam hataya düşürür ve hatâya düşmek de heybetin
yansım götürür. Bunlara ilâveten îmam Mâlik, yardakçılık, riyakarlık gibi
huylardan tamamen Uzak olup takva sahibi ve doğru sözlü idi, O, giyim ve
kuşamına çok önem verir ve ev eşyasına da , dikkat ederdi. En güzel elbiseleri
giyer, temizliğe son derecede itinâ gösterirdi. Ona, Allah,. bedenî bir
üstünlük vermiştir. Bedenî yapısı da çok yakışıklı idi. Bir talebesi onu şöyle
tanıtır: «îmam Mâlik, Uzun boylu, iriyarı, büyük kafalı, gayet ak saçlı ve ak
sakallı, iri gözlü, yakışıklı, güzel" ve iri burunlu, geniş ve Uzun sakalı
göğsüne kadar inmişti. O, bıyığını üstten kısaltır ve tamamen kesmezdi. Çünkü
bıyığın tıraş edilmesini sevmezdi. Bıyığının iki yana doğru uçlarını Uzunca
bırakırdı. Bir şeye önem verdiği zaman bıyığını burar ve bu hususta Uz. Ömer'in
bıyığını kıvırmasını delil olarak ileri sürerdi.»[34]
îmam Mâlik'in bedenî
yapısı ve karakteri İşte böyle idi. Ahlâkı ve yaşayışı da heybetini artırmış ve
onu sultanlardan daha yüksek bir heybet sahibi yapmıştır... Endülüslü bir şahıs
yanma gelip onu görünce şöyle demiştir: «Abdurrahman b. Muaviye[35]'den
korktuğum gibi hiç kimseden korkmamıştım. Fakat, İmam Mâlik'in yanma gelince
ondan öyle korktum ki, onun heybetine nisbetle Abdurrahman b. Muaviye'nin
heybeti gözümde çok küçüldü.»[36]
Menkıbe ve
haltercemesi kitapları, îmam Mâlik'in talebelik çağında geçimini nereden
sağladığım ve ailesinin gelir kaynaklarını tam olarak ve açıkça
biîdirmemektedir. Fakat, bize gelen dağınık haberlerin toplamından faydalanarak
tatmin edici olmasa bile, onun gelir kaynaklarını açıklamak mümkündür.
Âlimler, îmam Mâlik'in
babasının ok imalâtçısı olduğunu zikrederler. Fakat oğlu bu sanatta
çalışmamış, amcaları ve kardeşi gibi o da kendisini hadîs rivayetine
vermiştir. Söylendiğine göre kardeşi hem hadis tahsil ve rivayetiyle, hem de
ipek ticaretiyle uğraşmıştır, îmam Mâlik de ona ticarî işlerinde yardım
etmekteydi. Bu, onun ilimle uğraşmasına engel teşkil etmez. Bilginlerin tercih
ettiği görüş, îmam Mâlik'in de ticaretle meşgul olduğu yönündedir. Talebesi
Îbnu'l-Kâsım; «İmam Mâlik'in 400 dinar altını vardı. Bununla ticaret ederdi.
Maişetini de buradan sağlardı», der.[37]
Bu haberler ne olursa
olsun, gerçek olan şudur ki, îmam Mâlik tahsil çağında maddî bakımdan biraz
sıkıntı çekiyordu. Nihayet ilim sahibi olduktan sonra durumu, halife ve
valilerce duyulup şöhreti artınca ona bir maişet genişliği vermiştir. O, yalnız
halîfelerin ihsanlarını kabul eder ve ondan aşağı mevkide olanlardan bir şey
almazdı. Kendisine, hükümdarların yaptığı malî yardımı kabul etmek hususunda
sorulan soruya şöyle cevap vermiştir: «Halîfelerden hediye ve ihsan almakta
bir mauzur yoktur. Onlardan aşağı olanlardan almak iyi değildir.»
Bazıları, îmam
Mâlik'in çok hediye kabul ettiğini söylerler. Hat-tâ rivayete göre Harun
er-Reşîd ona üçbin dinar ihsanda bulunmuştur İmam Mâlik'e; «Ey Abdullah'ın
babası, Emîru'l-Mü'minînden üçbin dinar alıyormuşsun?» denildiğinde şöyle
cevap vermiştir: «Eğer âdil bir" hükümdar olup insaflı ve mürüvvet sahibi
ise onun ihsanını kabul etmekte beis görmüyorum,'» Bu ifade gösteriyor ki İmam
Mâlik ancak insaflı ve ikramda bulunduğu kimselerin izzeti nefsini rencide
etmeyen mürüvvet ehlinden hediye kabul ederdi. O, aldığı bu hediye ve
ihsanlarla muhtaçların ihtiyaçlarını giderir ve ilim tahsil etmek için
kendisine sığman talebelerin nafakalarını temin ederdi, îmam Mâlik'in
talebelerinden bir kısmı ona sığınmışlar ve onun gölgesinde tahsillerine devam
etmişlerdir. İmam Şafiî bunlardan biri olup dokUz yıl îmam Mâlik'in
himayesinde okumuştur. Daha önce bâzı sahâbîler, halîfelerin hediyelerini
kabul ederlerdi. Bâzıları bu sahâbîlere, halîfelerin hediyeleri hakkında soru
sorduklarında onlar şöyle cevap vermişlerdir: «Yemesi bize, günahı da onlara
aittir..»
Gerçekte âlimlerin
Beytu'l-Malda hakları vardır. Çünkü onlar, kendilerini ilim ve insanları irşâd
hizmetine vakfetmektedirler. O halde bu ilim adamlarıyla ailelerinin yetecek
kadar rızıklarmı Beytu'1-Maldan temin etmek gerekir. Bununla beraber îmam
Mâlik, halîfelerin hediyelerini kendisi aldığı halde başkalarını bundan
men-ederdi. Çünkü kendisi başkalarında bulunmayan bir niyete sahipti. Ayrıca
o, bu hediyeleri, İslâm ve müslümanlara yapmış olduğu bir hizmet karşılığı
olarak, kabul ediyordu. Başkaları ise hiçbir iş karşılığı olmaksızın hediye
alıyorlardı. Fakat o, bu mesele üzerinde fazla bir şey söylemezdi. Çünkü,
münakaşayı pek sevmezdi. Kendisine hediye hususunda soru soran birisine;
«Alma!» diye cevap vermiştir. O da; «Sen alıyorsun ya!» deyince, îmam Mâlik
şöyle cevap vermiştir: «Sen, benim, hem kendi günahımı, hem de senin günahını
yüklenmemi mi istiyorsun?».
İmam Mâlik'e Allah
güzel ve refahlı bir hayat nasip etmiştir. Bu ni'metin eserleri onun giyiminde,
mesken ve yaşayışında daima göze çarpardı. O, «Allah'ın ni'met verdiği
kimsenin, bilhassa ilim sahibinin üzerinde bu ni'metin eserlerini görmemek,
benim hiç hoşuma gitmiyor», derdi.
İmam Mâlik, yiyeceği
şeylere dikkat ederdi. Kaba saba şeyleri yemezdi. Gıdasız da kalmazdı. Haddini
aşmamak şartıyla güzel gıdalarla beslenirdi. Her gün iki dirhem değerinde et
yemeye önem verirdi. O çağda etin ucUzluğu gözönüne alınırsa, iki dirhem değerindeki
et az değildir. O, yemek hususunda zevk sahibi idi. Her çeşit güzel
yiyecekleri çok iyi seçerdi. Bilhassa muz, çok hoşuna giderdi ve mUz hakkında
şöyle derdi: «Cennet meyvelerine, hiçbir meyve muz kadar benzemez. Kış yaz
demeden bulunca onu yiyiniz. Kur'an-ı Kerîm'de cennet meyveleri hakkında-,
«Yemişleri ve gölgeleri daimdir.»[38]
buyurulur.»
İmanı Mâlik, giyimine
de önem verirdi. Güzel ve beyaz elbiseleri tercih ederdi. el-Medârik'te bu
konuda şöyle denilmektedir: «îmam Mâlik Aden, Horasan ve Mısır işi pahalı
kumoşlardan elbiseler diktirirdi.»[39] O,
aynı zamanda elbiselerinin temiz olmasına çok dikkat ederdi.
Mesken işine de önem
verirdi. Evindeki döşemeler iyi cinsten olup her türlü rahatlık imkânları
mevcuttu. Evinin içerisinde sağlı sollu minder yastıklar vardı. Kureyş, Ensâr
ve eşraftan gelenler bunların üzerine otururdu.
îmam Mâlik, her zaman
güzel bir kıyafetle dolaşırdı. Güzel kokular sürünür ve kendisine lâyık bir
şekilde süslenirdi. el-Medârik'te anlatıldığına göre O, hiçbir zaman pe)mürde
elbise ile halkın huzuruna çıkmazdı. Yine el-Medârik'te şöyle denilmektedir:
«İmam Mâlik, sabahleyin erkenden elbise ve sarığını giyinirdi. Ne ailesinden,
ne de arkadaşlarından hiç kimse onu sarıksız görmezdi. Yine hiç kimse, onun
halkın göreceği yerlerde yiyip içtiğini görmemiştir.»[40]
Birisi şöyle
düşünebilir: Eefah içerisindeki bu hayat, din adamlarının dünyadan yüz çevirme
ve zühd sahibi olma gibi halleriyle bağdaşmamaktadır. Yine bu hayat, din
adamlarının kılık ve kıyafetine değil, hak ve hakikate önem vermesi gerekir,
düşüncesiyle de bağdaşmamaktadır. Bu hayat, daha çok sultan ve hükümdarların
yaşayışına benzemekte, maddeyi değil mânayı, cismi değil ruhu gaye edinen
bilgin ve din adamlarının yaşayışına uymamaktadır. îlk görünüşte bunlar
doğrudur. Fakat, İmam Mâlik'in hayatı ve içinde bulunduğu şartlar yakından
incelenirse anlaşılır ki o, bu yaşayişıyla ziyneti! bir hayat geçirmeyi veya
kibir ve gurur satmayı gaye edinmemiştir. Ancak o, bununla ruhi yüksekliği,
küçük düşürücü şeylerden uzaklaşmayı, fikir ve irşad hayatında böyle bir
yaşayışın kendisine yardımcı olmasını ümid etmiştir.
Çünkü, haddini
aşmaksızm gıda maddelerinden tam olarak istifade etmeyen kişinin âsâb*ı normal
olamaz; aksine o, ruhî ve fikrî sarsıntılar geçirir. Çoğu zaman yanlış düşünme,
kötü beslenmeden ileri gelir. Aynı zamanda Allah, bize helâl kıldığı şeyleri
nefsimize haram kılmamayı emretmektedir. Ziynet de, kibirlilik vâsıtası olmazsa,
aslında güzel bir şeydir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: «De ki,
Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş nzıkları kim haram
kılmıştır?»[41]
Zâhidlerin zahidi Uz.
Muhammed (S.A.) güzel yemekleri tercih eder, açgözlülük ve boğazına düşkünlük
göstermezdi.
Burada şunları da
hesaba katmalıyız: îmam Mâlik, böyle müreffeh bir hayat sürmekle beraber,
eline geçen şeyleri veya kazanç sahibi olduğu günlerdeki gelirlerini, yahut da
halîfelerin gönderdiği ihsanları tamamen ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Hattâ
oturduğu ev kendisinin mülkü olmayıp kiralıktı. Gerçi hayatının ilk devresinde
kendisine miras olarak intikal eden bir evi vardı. Sonra bunu satmıştır.[42]
İmam Mâlik, Emevî
Devletinin parlak devrinde, bu devletin çöküş günlerinde ve Abbasî Devletinin
güçlü olduğu çağda yaşamıştır. Bu devletin her ikisi de hilâfet adı ile hükümet
ediyordu. Fakat aslında, bunların hükümetleri babadan oğula intikal eden birer
saltanat idi. Hilâfetle saltanat arasında büyük fark vardır. Hilâfetin esası
sûra (meşveret) dır, babadan oğula kalan istibdat saltanatında şûranın yeri
yoktur. Fakat îmam Mâlik, ancak bu saltanata benzeyen hilâfet devrine
yetişmiştir. O, ortaya çıkan birçok fitnelere şahit olmuştur. Haricî
fitnelerini, Hişam b. Abdilmelik devrindeki fitneleri, bundan sonra meydana
gelen olayları ve nihayet iktidarın Abbasîlere geçişini görmüştür. O, hayatında
şu iki hususun kendisine bir görüş kazandırdığını mülâhaza etmektedir:
1 — Fitneler
sebebiyle sayısız zulüm ve haksızlıklar meydana gelmektedir. Zira fitne)ler
anarşiyi umumileştirmektedir. Bir saatlik anarşi içerisinde, senelerce süren
istibdat içerisinde işlenmeyen zulüm ve haksızlık işlenmiş olur.
2 — Adaletli
hükümdarlar —şûra ve seçimle işbaşına gelmese bile— maslahata uygun olabilir.
Meselâ; Ömer b. Abdilaziz böyledir. Müstebit hükümdarların istibdatları
arasında onun merhameti, sabâ yeli gibi dalgalanmaktadır. Bu halîfe, zulümleri
yok etmiş, bütün insanlara kendi ailesinin fertleri gibi adaletle hükmetmiştir.
Bunun içindir ki îmam Mâlik, onu âdil idarenin numunesi sayardı, İmam Mâlik'e
ilk Abbasî devrindeki isyan hareketlerinden sorularak halîfeyle mi,
isyancılarla mı savaşmak gerekir? denildiğinde şu cevabı vermiştir: «Eğer
isyancılar Ömer b. Abdilaziz gibi bir halîfeye karşı ayaklanmışlarsa onlarla
savaşmak gerekir. Aksi takdirde onları Allah'a bırakınız. Allah önce bir
zalimden başka bir zalim vasıtasıyla intikam alır. Sonra da her ikisinden
intikam alır.»
Bu yüzden İmanı Mâlik,
fiilî olarak siyasetten uzak kalmış, ne isyancılarla ne de hükümdarlarla birlik
olmuştur. Fitneye asla sebebiyet vermediği gibi zalimi de desteklememiştir.
îmam Mâlik, hükümdarın istibdat ve azgınlık ettiğini görürse bunu halkın durumuyla
ilgili bulurdu. Çünkü halk, âdil olup haklarını bildiği, vazifelerini yerine
getirdiği, hükümdarlarını kontrol ettiği ve iyiliği emredip kötülüğü
yasakladığı halde, başına müstebit ve zalim bir hükümdar geçmez. Onun bu
görüşü umumî ve üstün bir görüştür. Peygamber (S.A.) de; «Nasıl olursanız öyle
idare edilirsiniz.» buyurmuştur. Nitekim Kur'an'da da: «Bir kavim,
nefislerindekini değiştirmedikçe şüphesiz kî Allah da onun durumunu
değiştirmez.»[43] buyurulmuştur.
îmam Mâlik başta olmak
üzere, fakihlerin çoğuna göre, zalim hükümdarlara karşı fitne yaratacak şekilde
ayaklanmak doğru değildir. Fakat, böyle bir hükümdarı değiştirmek için
çalışmak gerekir. Fitne ve anarşi çıkarmaksızm zalim hükümdarı değiştirmek
için çalışmayan ümmet, toptan günahkâr olur. Fitnelerin gürültü ve patırtısı
içerisinde ise gerçeğin sesi işitilmez, nefsi ve şehevî arzulara uyulur, tedavi
edilecek yerlere kılıç darbeleri indirilir. Bu durumda mü'min için kılıcını
alıp taşa çarpmak daha iyi olur.
Bu itibarla, zulmün
hâkim olduğu devirlerde âlimler halkı irşad etmek, ona gerçek dini öğretmek,
onun vicdanını geliştirmek, onu şeref ve izzeti nefis sahibi yapmak cihetine
gitmişlerdir. Ayrıca imkân dâhilinde hükümdarlara doğru yolu göstermek, hakkın
sesi duyulmaz olunca da menfî bir vaziyet almak yönünü tercih etmişler? dir.
Bütün mü'minler zalimlere karşı menfî bir vaziyet alırsa, onlar zulümlerine
devam ve azgınlıklarında ısrar edemezler. Fakat çoğu zaman —hattâ her zaman—
zalimler, kendilerini her yönden destekleyen, zulümlerini adalet,
fesatlıklarını ıslah, halka yaptıkları baskıyı saygı ve i'zaz diye adlandıran
kimseleri bulmakta zorluk çekmezler.[44]
İmam Mâlik,
fitnelerden uzak durmasına ve onları desteklemekten kaçınmasına rağmen
Abbasîlerin İkinci Halifesi Ebu Ca'fer el-Mansur devrinde şiddetli bir mihnete
(işkenceye) uğramıştır. Bütün tarihçiler o büyük âlimin böyle bir mihnete
uğradığını kabul ederler. Râvîlerin ekserisine göre onun başına gelen bu
mihnet, 146 H. -yılında olmuştur. Tarihçiler bu mihnetin sebebi üzerinde ihtilâfa
düşmüşlerdir. Kimisine göre bu mihnetin sebebi şudur: İmam Mâlik müt'a
nikâhının haram olduğuna dair fetva verirdi. Mut'a nikâhı, kişinin bir
kadınla, belirli bir müddet içinde ona muayen bir ücret vermek suretiyle birlikte
yaşamak üzere, yaptığı muvakkat bir akittir. Eğer kadın bu müddet içerisinde
kocasına itaat etmezse, vazifesini yapmayan herhangi bir işçi gibi kocası onun
ücretinden keser. îmam Mâlik, müt'a nikâhının haram olduğuna dair fetva verince,
her türlü fetvadan menedildi. Çünkü, el-Mansur'un dipdedesi olan Abdullah b.
Abbas'm mut'a nikâhını helâl saydığı rivayet ediliyordu, îleri sürülen bu
sebep, bizce yerinde değildir. Çünkü el-Mansur'un mut'a nikâhını mubah
saydığına dair hiçbir şey bilinmemektedir. Ayrıca râvîlerin çoğuna göre
Abdullah b. Abbas da bu husustaki görüşünden, amcası oğlu Uz. Ali'nin kendisini
kınaması üzerine vazgeçmiştir.
Kimisine göre de îmam
Mâlik'in mihnetinin sebebi, Uz. Osman' Uz. Ali'den üstün tutuşu ve alevîlerin
onun bu tutumunu halîfeye gizlice bildirmeleridir. Bizce bu sebep de yerinde
değildir. Çünkü îmam Mâlik işkenceye uğradığı zaman, Medine'de Muhammed en
Nefsü'z-Zekiyye'nin, Bağdat'ta da kardeşi İbrahim'in 145 H. yılındaki
ayaklanmaları üzerine çıkan olaylar yüzünden alevîler, el-Man-sur'a karşı
dargın ve kızgın idiler.
Bizim mâkul olarak
kabul ettiğimiz sebep şudur: îmam Mâlik, «İkrah karşısında kalan kimsenin
yemini muteber değildir.» hadîs-i şerifini sık sık tekrarlıyordu. Alevîler ve
Muhammed en-Nefsü-z-Zekiyye ile ayaklananlar, el-Mansur'a yapılan bîat'ın ikrah
ile olduğunu söylüyorlar ve bu hadîs-i şerifi bîat'ı iptal etmek için delil
olarak kullanıyorlardı. Medîne Valisi, el-Mansur adına îmam Mâlik'i bu hadîsi
rivayet etmekten menetmiş, sonra da hile yaparak biri vâsıtasiyle bu hadisi ona
sordurmuş, İmam Mâlik de, herkesin içerisinde mezkûr hadîsi tekrar etmiştir.
Hicret yurdunun İmamı Mâlik için böyle hîle düşünenler, bu suretle onun
el-Mansur ve devletinin aleyhinde olduğunu yayma imkânı bulmuşlardır. îmam Mâlik'in
bu hadîsi rivayet edişi, iki şekilde yorumlanmıştır:
1 —
Siyasiler ve her zaman siyasîlerin etrafını çeviren münafıkların gözü ile:
Onlar, îmam Mâlik'in bu hadîsi aleyhlerine bir propaganda olarak rivayet
ettiğini, isyancıların ayaklandığı bir sırada onu kasten sık sık tekrar
ettiğini zannetmişlerdir.
2 — İmam
Mâlik'in gözüyle : O, kendisine isorulduğu için bu hadîsi rivayet etmektedir.
Çünkü, onu rivayet "etmekle Peygamberin sözünü herkese duyurmakta, böylece
ilmi açıklamakta ve onu gizlemekten kaçınmaktadır. îmam Mâlik, bu konuda
hiçbir şeye aldırmazdı. Çünkü herhangi bir hadisi rivayet etmekten kaçınırsa,
Peygamber (S.A.)'in sözünü gizlediği için kendisini günahkâr sayardı ki, bu
takdirde Allah ona lanet ederdi. Zira Allah, ilmi gizleyeni lânetlemiştir.
İmam Mâlik'e kırbaç
vurmakla işkence yapılıyordu. Hattâ bir kolu da çekilmek suretiyle omUzundan
çıkarılmıştır. Medînelilerle kendisine ilim tahsili için gelmiş olan
talebelerinin ruhunda bu işkenceler, çok kötü bir tesir bırakmıştır. Onlar
görüyorlardı ki hicret yurdunun büyük fakih ve İmamı, sebepsiz yere bu
işkencelere uğruyordu. Halbuki o, hiçbir fitneyi tahcik etmemiş, haksız bir şey
söylememiş ve fetvasında haddini aşmamıştır. Mâlik, onların aldıkları bu
mânevi yaraları işkenceden sonra da hak bildiği yolda yürümekle tedavi
etmiştir. Yani o, yarası şifâ bulur bulmaz yine ders vermeye başlamıştır. Yine
o, hiç kimseyi fitne çıkarmak için kışkırİmamış ve fesat çıkmasına sebep
olmamıştır. Bu suretle Medînelilerle İmam Mâlik'in talebeleri, idarecilere kin
beslemişler ve onlara buğuz etmişlerdir. Gönülleri de o zâlimlere karşı esef ve
elemle dolmuştur.
Bir müddet sonra
idareciler, yaptıklarının acı ve ıstırabını duymuşlar veya en azından
açtıkları yaraları tedavi etmek istemişlerdir. Bilhassa kurnaz bir halife olan
el-Mansur, fırsat bulunca suçunu örtmeye çalışmıştır. Görünüşte İmam Mâlik'e
kırbaç vurduran o değildir. Kırbaç vurulması için emrettiği veya rıza
gösterdiği de tesbit edilmiş değildir. Bu itibarla, hac maksadıyla Hicaz'a
gelince, İmam Mâlik'e haber gönderip özür beyan etmek için onu yanma çağırmıştır.
İmam Mâlik'in ilmi, heybeti ve diğer meziyetlerindeki azameti, gibi,
nıüsamahasmdaki azametini de görmek için bu durumu kendi ağzından dinleyelim:
«Ebu Ca'fer
el-Mansur'un yanma girdim. Beni o, hac mevsiminde yanma çağırmıştı. Bana şöyle
dedi: Kendisinden başka hiçbir Tanrı bulunmayan Allah'a and olsun ki olup
bitenleri ben emretmedim, bilmiyorum da. Sen aralarında bulundukça Harameyn
ehli (Mekke ve Medîneliler) hayır içindedirler. Ben onların azaptan korunmaları
için seni eman olarak görüyorum. Allah büyük bir felâketi senin sayende
onlardan Uzaklaştırmıştır. Çünkü onlar, insanların fitneye en süratli
olanlarıdır. Sana yapılan işkenceden sonra, vallahi valinin derhal yerinden alınmasını
ve zindana atılıp cezalandırılmasını emrettim. Mutlaka ben, onu, sana
yaptığından kat kat fazla cezaya çarptıracağım. Bunun üzerine ben de şöyle
dedim: Allah Emîr'ul-Mü'minîni affeylesin ve işini rasgetirsin. Resûlullâh'ın
akrabası olduğu için ben onu bağışladım. Halife de: Allah seni de affeylesin
ve rızasına erdirsin, dedi.»
İşte böylece îmam
Mâlik, mihnetten, şerefli bir şekilde kurtulmuştur. Bu mihnet, onun halîfe ve
halk nazanndaki ftibarını daha da yükseltmiştir. Halîfe, ona, bu şekilde tarziyede
bulunmakla beraber, îmam Mâlik'ten hem nefsiyle ilgili, hem de halkın yararına
olan hususları kendisine yazmasını istemiş ve böylece halka karşı reva görülen
herhangi bir zulmü ortadan kaldıracağını bildirmiştir. Ayrıca halîfe, İmam
Mâlik'e büyük bir vazife havale etmiştir. O da, Peygamber (S.A.)'in
hadislerini, sahâbîlerin hüküm, fetva ve eserlerini, halka kanun olarak tatbik
etmek üzere, toplaması işidir.
Halk nazarında ise
İmam Mâlik'in mevkii eskisinden daha fazla yükselmiştir. Hattâ ona vurulan
kırbaçlar, Allah katında şeref ve i'tibarınm yüksekliğinin şehâdeti olmuştur.
Böylece İmam Mâlik, daima yükselmiş ve asla alçalmamıştır.[45]
O büyük İmam şeref,
vakar ve heybetle yaşamıştır. Peygamber (S.A.)in mescidine gelen herkes, îmam
Mâlik'in hUzuruna varır, onu dinler, ondan Peygamber'in hadîslerini nakleder ve
karşılaştığı olaylar hakkında fetva sorardı. îmam Mâlik'in otoritesi ders
hududunu geçmiş, hattâ o, vatandaşlar arasında adaletin bekçisi olmuştur...
Halîfe el-Mansur, uğradığı işkenceden sonra ona şöyle demiştir: «Medine, Mekke
veya Hicaz'daki herhangi bir validen şahsın veya başkaları hakkında şüpheye
düşersen, yahut vatandaşlara bir kötülük yapıldığım sezersen bana yaz, ben
onlara müstahak oldukları cezayı veririm.» Bu sebepten İmam Mâlik, valilere
öğüt verir, haksız yere biri için tavassutta bulunmaksızın ve işlerine
müdahale etmeksizin, onlara doğru yolu gösterirdi.
îmam Mâlik'in öğütleri
valilere münhasır kalmaz, hattâ halifelere kadar varır. Onun, bunlara vermiş
olduğu güzel ve değerli nasîhatlarını tarihler yazmaktadır.
Bu büyük insan,
hayatının birçok kısmını hastalıkla geçirmiştir. Fakat, onun hastalığını kimse
bilmezdi; ancak, bu hususta bâzı kimseler çeşitli zanlarda bulunurdu. Fakat o,
hastalığını söylemezdi, îmam Mâlik, önce mescidde ders verirdi. Sonra
hastalığının şiddetlenmesi yüzünden dersini evinde vermeye başladı. O, sadece
Cum'a ve Bayram namazlarını kılmak için dışarı çıkar, hastalan ziyaret eder ve
cenazelerde hazır bulunurdu. Sonra hastalık ve mazereti arttığı için evine
çekildi, cemaata çıkamaz oldu. Daha sonra cenaze namazlarına da gelemez oldu.
Sadece taziye ile yetiniyordu. Bir müddet sonra da bütün bunlardan mahrum
kaldı. O,'hastalığını hâlâ söylemiyordu. Kendisine hastalığı sorulduğunda;
«Her insan özü-rünü söylemez.» derdi. Ölüm döşeğine düşünceye kadar hastalığını
söylemedi ve ancak öleceği anlarda onu açıklarken şöyle dedi: «Eğer hayatımın
son günleri olmasaydı, size bildirmeyecektim. Benim hastalığım idrarımı
tutamamamdır. Peygamber'in mescidine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim.
Rabbim'e şikâyet olmasın, diye de hastalığımı kimseye söylemedim.»
îşte O büyük ve
fazilet sahibi İmam, kılık ve kıyafeti güzel olduğu halde, hastalıklı bir
hayat yaşıyordu. Fakat inleyip sızlamadan ve halka durumnu bildirmeden en iyi
şekilde sabrediyordu. Allah, hem ondan razı olsun, hem de onu razı [46]kılsın.[47]
îmam Mâlik büyük bir
hadîs bilgini olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fakîh idi. Yani O, hem hadîs
hem de fıkıhda İmamlık mertebesine ulaşmıştı. Fakat O, fikrî tartışmalarla
çalkalanan bir çağda yaşıyordu. Bu çağda hem siyaset hakkında, hem de akide
konusunda birçok sapık fikirler mevcuttu. Meselâ, bâzıları, insan, fiillerini
cebren yapmakta ve hiç bir ihtiyar tirade) sahibi değildir, diyorlardı. Bir
kısımları da, büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylüyordu. Bu arada
kimisi de daha ileri gidiyor ve; nasıl küfürle tâat fayda vermiyorsa, İman
bulunduktan sonra mâsiyet de zarar vermez, diyordu. Ayrıca çeşitli fırkalardan
siyasî konularla uğraşan bir gurup: hilâfet, Hz. Ali ve onun Fâtıma'dan doğan
oğullarına mahsustur, diyordu. Başka bir grup da; İmamet (hilâfet) in Hz. Hüseyin
evlâtlarına münhasır olduğunu söylüyordu. Üçüncü bir gurup ise, hilâfetin ne
herhangi bir Arap kabilesine, ne herhangi bir Arap soyuna, ne de herhangi bir
hanedana mahsus olduğunu ileri sürüyordu... Şüphesiz bu durumda hicret
yurdunun İmamı Mâlik, halkı irşad ederek onları bu keşmekeş ve sapık
düşüncelerden kurtaracak ve onlara Allah'ın dosdoğru yolunu gösterecekti. Bu
yol hakkında Allah Kur'an-ı Kerîm'inde, «Şüphesiz ki bu benim dosdoğru
yolumdûr. O halde ona uyun, başka yollara tâbi olup gitmeyin. Sonra bu sizi
O'nun yolundan ayırır.»[48]
buyurmaktadır.
îmam Mâlik bu
meselelerde de fıkıh ve hadîsde uyguladığı metoddan hareket etmiştir. O,
sünnete ve selef-i sâlihin yoluna uymanın zarurî olduğuna inanır ve daima
şairin şu beytini terennüm ederdi:
«İşlerin en hayırlısı
sünnet olandır,
En kötüsü de uydurma
ve bid'at olandır.»
îmam Mâlik, Ömer b.
Abdilaziz'in şu sözlerinden çok hoşlanırdı: «Peygamber (S.A.) ve O'ndan sonra
işbaşına gelen ulü'1-emr, bir kısım sünnetler koymuşlardır. Bu sünnetlere
bağlanmak, Allah'ın kitabına uymak, Allah'a taatı tamamlamak ve O'nun dîninde
kuvvetli olmaktır. Hiç kimse bu sünnetleri değiştiremez. Bunlara aykırı olan
şeyleri .yapamaz. Bu sünnetlere sarılanlar hidâyete erer, bunlardan yardım
isteyen kazanır, kim bunları terkederse Allah'ın şu âyetine muhatap olur: «Kim
mü'minlerin yolundan başkasına oyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız, onu
cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir yerdir.»[49].
tşte İmam Mâlik,
böylece hem akîde, hem de fıkıh üzerine yaptığı çalışmalarda sünnetten
ayrılmamıştır. O, insanların akideyi, Allah'ın Kitabı ve O'nun Elçisi'nin
Sünnetinden almalarını, şeriatın ne usûlünde, ne de fürûunda akla aykırı bir
şey bulunmamakla beraber, akideyi, mücerret akim hükümlerinden çıkarmamalarını
söylerdi.[50]
İmam Mâlik, îmanın söz,
inanç.ve amel olduğunu söyler ve bu görüşünü Kur'an ve Hadîslerin nass'larmdan
çıkarırdı. O, inancın arttığını kabul eder ve eksildiğine dair bir şey
söylemezdi. Çünkü Kur'an-ı Kerîm, îmanın artacağını bildirmekte, azalacağına
dair herhangi bir beyanda bulunmamaktadır. İşte o, akîde konusunda böyle nakle
dayanır ve kişiyi sapıtan aklî faraziye ve düşüncelerin peşine düşmezdi.[51]
İmam Mâlik, hayır ve şerri
ile kadere inanır, insanın hürriyet ve ihtiyar sahibi olduğunu, hayır veya şer
olsun, yaptığı her şeyden sorguya çekileceğini kabul ederdi. O, bu kadarla
yetinir ve insan fullerinin Alââh'ın ona verdiği bir kudretle veya takdir
neticesinde meydana geldiğini söylemezdi. Bu konuda o şöyle demiştir:
«Kade-riyecilerden kimi gördümse o bayağı, şaşkın ve düşük kimsedir.» îmam
Mâlik bu görüşüne, Ömer b.. Abdilaziz'in şu sözünü delil olarak gösterirdi:
«Allah isyan edilmesini istemeseydi. İblis'i yaratmazdı. Çünkü o, bütün
fenalıkların başıdır.» İmam Mâlik, buna ilâveten, “Kaderiyecilerin hallerini
şu âyetti kerime ne güzel açıklıyor, derdi: «Eğer biz dileseydik herkesi
elbette hidâyete erdirirdik. Fakat benden (sâdır olan): Cehennemi mutlaka bütün
cinlerle ve insanlardan (niçeleriyle) dolduracağım, sözü [52]gerçekleşecektir.[53]
İmam Mâlik'in büyük
günah (Kebîre) işleyenler hakkındaki görüşü şöyle idi: Büyük günah işleyenler
günahları kadar azap görecekler. Ancak Allah dilerse bunları affeder. Çünkü
Kur'an-ı Ke-rîm'de: «Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını yarlığamaz.
Ondan başkasını, dilediği kimseler için yarlığar.»[54]
buyurulmuştur. İşte bu, Ebu Hanîfe'nin görüşüdür. Ebu Hanîfe'nin oğlu Hammad,
babasının bu görüşünü açıkladığı zaman, îmam Mâlik ona katılmıştır, İmam Mâlik
bu konuda şöyle der: «Kul, Allah'a şirk koşmaksızın, bütün büyük günahları
işlese, sonra bu kötü hallerden vazgeçse umarım ki o, Cennetin yüksek
derecelerine erebilir. Büyük günah, kul ile Rabbi arasında bir şey olup kul
bunun afvını dileyebilir. Afvı istenilmeyen her sapıklık ise, sahibini cehennem
ateşine [55]sürükler.[56]
îmam Mâlik zamanında
Kur'ân-ı Kerim'in yaratılmış (mahlûk) olup olmaması meselesi ortaya atılmıştı.
Bu meseleyi ortaya atan Ca'd b. Dirhem idi. O, bu meseleyi Yahudi asıllı olan
ve İslâm akidesini bozmak isteyen bir kimseden almıştır. Müslümanlardan bir
kısmi; Kur'ân yaratılmıştır; diğer bir kısmı da, yaratılmamıştır, diye ısrar
etmişlerdir. Hatâya düşmekten sakınan müslünıanlar, bu meselenin bir fitne
doğuracağını anlamışlar ve bu konuya dalmaktan kendilerini alıkoymuşlardır.
İmam Mâlik de bunlar arasında idi. İmam Mâlik'e göre, müslümanları dinlerinde
fitneye düşürmek için kendilerini vakfetmiş olan kimselerin ortaya attıkları
meselelerin arkasına düşüp cedelleşmek doğru değildir.[57]
Mu'tezilîler de, kıyamet
günü Allah'ı görmenin mümkün olup olmayacağı meselesini ortaya atmışlar, bu
meseleyi aklî esaslara göre inceleyip Allah'ın görülemiyeceğini ileri
sürmüşlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'deki «Yüzler vardır o gün ter-ü tazedir, Rablanm
görecektir.»[58] âyeti gibi nass'lan da
te'vil etmişlerdir. Fakat İmam Mâlik, Allah'ı görmenin mümkün olduğunu,
nass'lann zahirlerine sarılarak ve bunları te'vil etmeksizin kabul etmiştir.
Lâkin Allah'ı görme olayının keyfiyetini ve bizim dünyadaki görme fiilimize,
benzeyip benzemediğini izah etmemiştir. Allah'ı görme işinin, O'nun yarattıklarından
hiçbirine benzemeyen Yüce Zât'ma lâyık olacak bir şekilde gerçekleşeceğini,
Kur'ân'da, «Onun benzeri yoktur. O hakkıyla işiten, kemâlile görendir.»[59]
buyurulduğunu söylemiştir.
îşte İmam Mâlik, akâid
hususunda sünnet ve sünnetin metodundan hareket etmiş, îslâm akîdes.ai bozmak
isteyenlerin veya akâid meselelerinde müslümanlar arasında tefrika doğurmaya
çalışanların yolundan gitmemiştir. Zira, bu yolun ötesinde fikrî ve ruhî bir çöküntü
vardır.[60]
İmam Mâlik, siyaset
konusunda Hulefâ-i Râşidîn'in tatbikatını kabul ederdi. Ona göre adaletin
yerine getirilmediği ve Peygamber (A.S.)in sahâbîlerine sövülen bir memlekette
oturulmaz. O, bu konuda; «Peygamber'in sahâbîlerine söven bir kimsenin dünyada
yeri yoktur.» ve «Haksız iş yapılan ve geçmişlere sövülen bir memlekette
oturmak caiz değildir.» derdi.
İmam Mâlik, hilâfetin
sadece Hâşimi ailesine veya Hz. Ali evlâtlarına mahsus olduğunu -kabul
etmezdi. Çünkü Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Osman gibi ilk büyük halîfeler, ne Haşimî
ne de Hz. Ali evlâtlarmdandır. O, Hz. Ebu Bekr'in halîfe seçildiği gün
sözkonusu olan ve hilâfetin Kureyş'e ait olduğunu açıklayan hadis-i şerifi
rivayet etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki kendisi de bu meseleyi böyle kabul
ediyordu.
îmanı Mâlik'e göre,
sahâbilerin Hulefâ-i Râşidîn'i seçtikleri usûl, en sağlam yoldur. Bu itibarla
O, hürriyet içerisinde ve herhangi bir zorlama olmaksızın bî'at edilmek
şartıyla halîfenin yerine geçmek üzere birini tavsiye etmesini meşru görmüştür.
Nitekim Ebu Bekr (R.A), Uz. Ömer'i yerine halîfe olarak tavsiye etmiştir. İmam
Mâlik, önceki halîfe tarafından tâyin edilen belli miktarda şahısların teşkil
edeceği şûrayı da kabul etmiştir. Yâni İmam Mâlik, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Âli'nin
halifelik makamına getirilmelerinde sahâbîlerin yaptığı gibi önceden tâyin
edilen şûrayı yerinde bulurdu.
îmam Mâlik'e göre
Mekke ve Medine'deki müslümanların biati kâfidir. Mekke ve Medîneliler dâhil
olmazsa diğer ülkelerdeki müslümanların biati yeterli olmaz. Onun bu şekildeki
anlayışı, tamamen sahâbîlerin usûlüne uygundur.
İmam Mâlik, kendi
gücüyle halifelik mevkiine gelen ve daha sonra halkın kendi rızasıyla bîat
ettiği adaletli kimseyi meşru bir halîfe sayardı. Çünkü, halkın rızasıyla bîat
etmesi, onun halifeliğini meşrûlaştırmış olup bunda müslümanların menfaati
vardır.
îmam Mâlik, siyasî
görüşlerinde dâima maslahat ve adaleti esas alırdı. Fesat ve zarara sebep olan
şeyleri caiz görmezdi. Adalet ve maslahata götüren şeyleri caiz görürdü.
İstemedikleri şeyleri yaptırmak için insanları zorlamak (ikrah)'da maslahat ve
adalet yoktur. Halife el-Mansur'a karşı ayaklananlardan biri —belki bu,Muhammed
en-Nefsü'z-Zekiyye'dir —Ona; «Bana Mekke ve Medîneliler bîat ettiler, sen Ebu
Ca'fer el-Mansur'un zulmünü görüyorsun İşte I» demiştir. İmam Mâlik de; «Sen,
Ömer b Abdilaziz'i, kendinden sonra iyi bir kimseyi velîahd olarak tâyin
etmekten alıkoyan şey nedir biliyor musun?» diye sordu. O da; «Hayır» dedi.
İmam Mâlik, bunun üzerine şöyle söyledi: «Yezid b. Abdilmelik'e bîat yapılmıştı.
Ömer b. Abdilaziz, başkasına bîat edildiği takdirde adı geçen Yezid'in karışıklık
çıkarıp insanları öldüreceğinden ve maslahata aykırı işlere başvuracağından
korkmuştur.»[61]
İşte burada görüyorUz ki
İmam Mâlik, halife seçimindeki örnek şekillere değil, gerçeklere ve
müslümanların içinde bulunduğu duruma göre düşünmektedir. îmam Mâlik'e göre
mevcut maslahatların dâima gözönünde tutulması, insanları tâat veya muhalefet
etmeye teşvik edenlerin hu maslahatları değerlendirmesi gerekir. O hu prensipten
hareket ederek, sükûn ve hUzurun, isyan ve anarşi den; fitnelerden uzak
durmanın, fitneye sebep olacak davranışlar dan üstün olduğu neticesine varır.
Ayaklanmaksızm hükümdar-doğru yola sevkedecek şekilde irşâd etmek, maslahat
îcabı olup, fesat ve zarara meydan vermez.
Hükümdar zalim olursa
sabırlı olmak ve onu irşâd etmek gerekir. Buradaki sabır, zulme boyun eğen
zavallı insanın sabrı değil halkın maslahatını gözönüne alan kimsenin sabrıdır.
Fesat, dâims isyan hareketleriyle birlikte çıkmaktadır. Zalim hükümdarı güzel
öğütlerle ve ona dînin emirlerini hatırlatmak suretiyle adaletli olmaya
sevketmek lâzımdır. Bu vazifeyi olgun bir yol gösterici (mürşid) yerine
getirir. Eğer o, zalim hükümdarın hışmına uğrar ve güzel öğüt verme yolunda
öîdürülürse şehid olur; çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur: «Şehidlerin
en hayırlısı Abdülmuttalib'in oğlu Hamza ile zalim sultana karşı hakikati
söylediği için öldürülen kimsedir.» Eğer müslümanlar, îmam Mâlik'in bu görüşüne
uysa, müslüman âlimleri öğüt ve irşâd vazifesini yerine getirse ve ikiyüzlü
dalkavuklar bulunmasa, hiçbir istibdat ve hiçbir zalimin azgınlığı sürüp
gitmez.[62]
Yukarıda da
söylediğimiz gibi İmam Mâlik hem muhaddis, hem de fakih idi. O, hadîs rivayet
ettiği râvîleri iyice süzgeçten geçirirdi. Belki de O, rivayeti'esaslı şekilde
bir disipline bağlayan ilk muhaddistir. Kendisinden sonra gelen talebesi îmanı
Şafiî, bu işe son derecede önem vermiştir. îmam Mâlik'in Peygamber (S.A.)'den
yaptığı rivayet, rivayetlerin en sağlamı ve altın halkaları sayılır. Buhârî;
«En sağlam rivayet İmam Mâlik'in Nâfi' vasıtasıyla Abdullah b! Ömer'den yaptığı
rivayetlerdir.» demiştir.
îmam Mâlik'in
hadîsteki yerini, ilk hadîs mecmuası sayılan «el-Muvatta'» adlı kitabından söz
ederken anlatalım. Şimdi burada onun fıkhını ele alalım...
Bütün âlimler, İmam
Mâlik'in büyük bir fakîh olduğunu kabul ederler. Ayrıca îbni Kuteybe, onun
ayiıı zamanda ve'ye dayanan fakîhlerden olduğunu söyler. Bâzı âlimler, Yahya b.
Said'de.n sonra re'ye dayanan fakîh kimdir? diye sormuşlar ve; İmam Mâlik'tir,
cevabını almışlardır. İmam Mâlik'in fıkhı istinbat sahasında kendine has bir
metodu vardı. Fakat, rivayet konusundaki bâzı metodlannı yazdığı halde,
istinbat metodunu yazmamıştır. . Bununla beraber, onun bir kısım ifadelerinden
bu metodunun anahatlan belli olmaktadır. Yani kendisinden intikal eden fer'î
fıkıh meselelerinden, onun istinbat metodunu çıkarmak mümkündür. Nitekim Mâliki
Mezhebinin fakîhleri, bu işi yapmışlar ve İmam Mâlik'in, fıkhını bina ettiği
metod ve prensiplerini kitap halinde toplamışlardır.
Kıd Iyaz: «el-Medârik»
te İmam Mâlik'in istinbat konusundaki metod ve dayandığı esasları anlatır.
Ayrıca Mâliki fahîklerinden Râşid b. Ebî Râşid de, «el-Behce» de bunları
anlatmıştır.
Bu iki bilgin ile
diğerlerinin anlattıklarını özetliyecek olursak şöyle diyebiliriz: Hicret
Yurdu'nun îmamı olan Mâlik, önce Allah'ın kitabına sarılırdı. Kitapta bir nass
bulamazsa sünnete yönelirdi. Ona göre Peygamber'in hadîsleri, sahâbilerin fetva
ve hükümleri ile Me-dinelilerin ameli sünnete dâhildir. Sünnetten sonra bütün
çeşitleriyle Kıyas gelir. Kıyas, hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir
meseleyi, hükme esas teşkil eden ve aralarında müşterek olan bir illet
sebebiyle hakkında nass bulunan bir meseleye bağlamaktır. Kıyasla birlikte
maslahat, seddü'z-zerayi', örf ve âdetler yer alır.
Bu esasları ayrı ayrı
kısaca görelim:[63]
İmam Mâlik, Kitab
(Kur'ân)'ı bütün delillerin üstüne kor. Çünkü Kitab, bu şeriatın aslı ve
anayasasıdır. Kitabın içine aldığı hükümler kıyamete kadar bâki'dir. İmam
Mâlik, Kitab'ı Sünnet ve diğer delillerin başına kor... Dolayısıyla İmam
Mâlik, Kitab'ın te'vil kabul etmeyen sarih nassına sarılır. Eğer bizzat
şeriat'ta nassın te'vil edilmesini gerektiren bir delil bulunmuyorsa, nassın te'vil
kabul eden zahirini de olduğu gibi alır. O, mefhum-ı muvâfakat'a göre de hareket
eder. Mefhum-ı muvafakat ise, sözün ihtiva ettiği ma'nâya uygun düşen hükümdür
ki, buna fahvây-i kelâm denir. Şöyle ki: Herhangi bir hüküm üzerinde Kur'an'm
bir nassı bulunur ve aklî bir gayret göstermeksizin doğrudan doğruya bu nass'ın
ifade ettiği hükümden daha ağır bir hüküm çıkarılabilir. Meselâ yetim mallan
ve bu malları yiyenler hakkında Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: «Yetimlerin
mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak ateş yemiş olurlar. Onlar
çılgın bir ateşe gireceklerdir.»[64]
Bu nass'dan, yetim
mallarının boş yere saçılıp savrulmasının ve bu malları korumada kusur
edilmesinin yasaklanmış olması hükmünü kolayca çıkarabiliriz.
İmam Mâlik, mefhum-i muhâlefet'i
de alır. Bu da, nass'ın bir vasıf veya benzeri bir şeyle mukayyet olarak hüküm
ifade etmesidir. Nass'daki vasıf veya kayıt bulunmadığı takdirde hükmün aksi
anlaşılır. Meselâ; «Sâime'de zekât vardır.» hadîs-i şerifi böyledir. Çünkü bu
nass'dan anlaşıldığına göre-safine olan devenin —ki bu, umumî otlaklarda
yayılan hayvandır— zekâtı verilecektir. Bunun mefhum-i muhalefetine göre
içeride yemlenen deve için zekât verilmez. Gerçi İmam Mâlik, içeride yemlenen
deve (ma'lûfe) ye zekât düştüğünü başka delillerle isbatlamıştır.
O, hükmün illetine
yapılan «tenhih» ile de amel ederdi. Meselâ; Kur'ân’ı Kerîm'de: «De ki: Bana
vahyolunanlar arasında bir kimsenin yiyeceği içinde haram edilmiş bir şey
bulamıyorum. Yalnız ölü, veya dökülen kan veya domUz eti —ki bu şüphesiz bir
murdardır— veya Allah'dan başkasının adına boğazlanmış olan hayvan müstesnadır.»[65]
buyurulmaktadır. Bu âyetten anlaşıldığına göre buradaki
şeylerin haram
edilmesinin sebebi, pis ve kötü bir yiyecek oluşudur. Bu vasıfları taşıyan
benzeri şeyler de haramdır.
İmam Mâlik, sarih bir
nass olsun, işaret olsun, tenbih olsun, mefhum olsun Kitap'tan anlaşılan
şeylerin hepsini 1 delil olarak alır. O, Kitab'ı, Hadîs ve diğer delillerin
başına kor, bâzı hadîsi senediyle rivayet eder, sonra da Allah'ın Kitabı'na
muhalif ise reddederdi. Meselâ; «Köpek, birinin kabına batarsa o bunu, biri
temiz toprakla olmak şartıyla, yedi kere yıkasın.» hadîsini rivayet etmiş,
sonra bu hadîs'e göre amel etmemiştir. Çünkü onu sahih ve sabit saymamıştır.
Zira Kur'an-ı Kerîm şu âyetiyle köpeğin avladığı hayvanın yenilmesini mubah
kılmıştır: «Kendilerine hangi şeylerin helâl edildiğini sana sorarlar. De ki:
Bütün iyi ve temiz rızıklar size helâl kılınmıştır. Allah'ın size
öğrettiğinden öğretip yetiştirdiğiniz avcı köpeklerin size tutuverdiklerinden
de yeyin ve üzerine besmele çekin.»[66].
îmam Mâlik, köpek
necis ise avı nasıl mubah oluyor? diye itirazda bulunmuştur. O, çocuğun
vekâlet almaksızın babası veya annesi adına haccetmesini caiz kılan haberi de
kabul etmemiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır; «Gerçekten
insan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur. Hakîkaten çalıştığı
ileride görülecek, sonra ona, tam bir mükâfat [67]verilecektir.[68]
Sünnet, Kitap'tan sonra
gelir ve ikinci mertebede yer alır. İmam Mâlik, mütevâtir olan sünneti delil
olarak kabul eder. Mütetâtir sünnet ise, yalan üzerinde birleşmesi imkânsız
olan bir topluluğun ittifakla rivayet ettiği ve bu rivayet-senedini Peygamber
(S.A.)'e kadar ulaştırdığı hadîstir. İmam Mâlik, meşhur sünneti de kabul eder.
Meşhur sünnet de; Peygamber'den bir, iki veya daha çok sahâbînin rivayet ettiği
ve tevatür derecesine ulaşmayan hadîstir. Bu hadîsi, daha sonra, yalan üzerinde
birleşmeleri mümkün olmayan birçok sahâbî rivayet etmiştir. Yahut da, bir veya
daha çok tâbiî'nin rivayet ettiği ve daha sonra yalan üzerinde ittifak
etmiyeceklerinden emin olunan birçok tabiîn'in rivayet ettiği hadislere «meşhur
hadîsler» denir. Bu hadîslerin, tabiîler veya teba-i tabiin devrinde meşhur
olması şarttır. Daha sonraki devirlerde meşhur olmak bir şey ifade etmez.
Meşhur hadîsler, istidlal bakımından mütevâtir hadîslere yakındır.
îmam Mâlik, âhâd
haberleri de kabul eder. Âhâd hadîsler, tabiîler ve teba-i tabiîn devirlerinde
mütevâtir veya meşhur olmayan hadislerdir. O, Medînelilerin amelini bu âhâd
haberlere tercih eder. Kendi mezhebine mensup olan bâzı fakihlerm istinbatma
göre İmam Mâlik, kıyası da bu haberlere tercih ederdi. Bu hususu ileride açıklayacağız.
Kadı İyaz ve «el-Mukaddemâtu'l-Mümehhedât»da Büyük İbni Rüşd[69],
İmam Mâlik'in kıyası âhad haberlere tercihi konusunda iki türlü rivayet
zikrederler: O, bir rivayete göre, âhad haberi kıyasa, başka bir rivayete göre
de, kıyası âhad habere tercih ederdi.
îmam Mâlik'den
birtakım meseleler rivayet edilmiştir ki o, bu meselelerde rivayet ettiği âhad
haberleri re'y ile terketmiştir. Meselâ; Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiği
alım-satımdaki meclis muhayyerliğini ifade eden hadîsi reddetmiştir. Bu hadîs
şudur: «Alıcı ve satıcı, birbirinden ayrılmadıkça muhayyerdirler.» Yani alici
ve satıcı birbirinden ayrılmadıkça yaptıkları akdi feshetme hakları vardır.
İmam Mâlik bu hadîsi; «Elimizde bu hususta belli bir smır ve tarif yoktur.»
diyerek reddetmiş ve akidden sonra feshetme hakkım iptal etmiştir. Çünkü
meclisin (akit yapma oturumunun) müddeti belli değildir.
İmam Mâlik, taksim
edilmeden önce ganimet olarak alman deve veya koyun eti pişirilmiş olan
tencereleri Uz. Peygamber'in ters çevirdiği haberini de reddetmiştir. Rivayete
göre Peygamber (S.A.), taksimden önce ganimet hayvanlarının eti pişirilen
tencereleri ters çevirmiş ve eti toprakta yuvarlamıştır. İmam Mâlik, bu haberin
Peygamber'e nisbetini inkâr etmiştir. Çünkü tencereleri ters çevirip içindeki
eti toprakta yuvarlamak, lüzumsUz yere maslahata aykırı ve zararlı bir
davranıştır. Zira Peygamber'in vazifesi menetmektir. Bundan fazlasını yapmak
onu ilgilendirmez.
İmam Mâlik, Peygamber
(S.A.)'den vârid olan ve Ramazan Bayramının ikinci gününden itibaren başlayan
altı günlük Şevval orucu hakkındaki haberi de kabul etmemiştir. Çünkü bu haber,
Ramazan orucunu artırmaya sebep olmaktadır.
Böyle birçok fürû'
meselelerinde İmam Mâlik, maslahat veya kıyası tercih ederek, âhâd haberleri
reddetmektedir. Yâni İmam Mâlik, istinbat. ile elde edilmiş de olsa, herkesçe
bilinen bir nass (asi)'a aykırı düşen âhâd haberleri bırakır ve bunların Hz.
Peygamber'e nisbetini reddederdi. Ancak böyle haberleri, kesin olan başka bir
nass (asi) desteklerse kabul ederdi.
Bu açıklamalarımızdan
anlaşılacağı üzere İmam Mâlik, yalnız hadis taraftan bir fakîh değil, aynı
zamanda re'ye de değer veren bir fakîhtir. Gerçi O, talebesi Şafiî'nin deyişi
ile hadîste «Işık saçan büyük bir yıldız» idi. Allah, ikisinden de razı olsun.[70]
Ancak Peygamber'den
nakledildiği düşünülebilen Medînelilerin amelini, îmam Mâlik hüccet sayardı.
Hocası Rabîa b. (Ebî) Abdirrahman gibi o da; «Bin kişinin bin kişiden rivayeti,
tek kişinin tek kişiden rivayetinden daha üstündür.» derdi. Bu itibarla O,
re'ye dayanan Medînelilerin amelini âhâd haberlere tercih eder, Medînelilerin
amelini delil olarak tanımayan ve onlara muhalefet eden her fa-kihi kınardı.
îmam Mâlik, Leys b. Sa'd'e yazdıığ risalesinde bu hususu şöyle anlatır:
«Bana gelen haberlere
göre sen, bizim bulunduğumUz bu memleketteki cemaatın bağlı olduuğ şeylere
aykırı olarak halka çeşitli fetvalar veriyormuşsun. Sen emanet ve fazilet ehli
oluşuna, senden öncekilerin sana olan ihtiyacına ve senin söylediklerine
itimat, etmelerine rağmen— nefsini tehlikeye atmaktan korkmalısın. Ve uyduğun
takdirde seni kurtuluşa götürecek olan şeylere bağlı kalmalısın. Çünkü
Kur'an'da Allah şöyle buyurmuştur: «...O halde sözü dinleyip en güzeline uyan
kullarımı mü)dele!»[71].
Zîra insanlar, Kur'an'ın nazil olduğu Medine ahâlisine tabidirler.»
Medînelilerin ameli, îmam
Mâlik'den önce de revaçta idi. Hattâ kadılar, Medînelilerin amelini Peygamber
(S.A.V.)'den nakledilmiş olarak kabul ederlerdi. Rivayete göre, Kadı Muhammed
b. Ebî Bekr'e verdiği bir hüküm dolayısıyla şöyle denilmiştir: «Bu hususta
şöyle bir hadîs yok mudur?» O; «Evet, vardır.» demiştir. Kendisine; «O halde
niçin buna göre hükmetmiyorsun?» denildiğinde; «İnsanlar, bu hadîs karşısında
nasıl davranmışlardır?» diye cevap vermiştir. Yani Medine'deki sâlih kimseler,
bu hadîs üzerinde ittifak etmemişlerdir. Dolayısiyle O, Medînelilerin amelini,
Uz. Peygamber'den nakledilmiş olması itibariyle daha kuvvetli görmüş ve
nisbeten zayıf olan bir haberi ondan kuvvetli olan bir amel ile reddetmiştir.[72]
İmam Mâlik, sahâbinin
fetvasını, amel edilmesi vacip olan bir hadis olarak kabul ederdi. Bunun
içindir ki O, haccm bir kısım vecîbelerini yerine getirirken, bâzı sahâbîlerin
fetvalarına göre amel edip Peygamber (S.A.V)'den bu hususta rivayet edilen bir
ameli terketmiştir. Çünkü bu sahâbîlerin, hac sırasında Peygamber'in emri
olmaksızın herhangi bir fiili yapması imkânsızdır. Zira hac ile ilgili
ibâdetler nakle dayanır ve başka türlü bilinemez. İşte îmam Şafiî, bu gibi
konularda hocası İmam Mâlik'i tenkit etmiş ve hocasının asl'ı fer'i mevkiine, fer'i.de
asi mevkiine koyduğunu söylemiştir... Çünkü, Peygamber (S.A.V.)'in sözü
asl'dir, sahâbinin sözü ise, ona dayanan feri'dir. Öyleyse feri' nasıl olur da
asi üzerine tercih edilir?
Lâkin îmam Mâlik,
sahâbinin sözünü, ancak nakil ile bilinebilecek olan bir meselede delil olarak
alırdı. Buradaki çatışma iki asi arasındadır, asi ile feri' arasında değildir.
O halde, îmam Mâlik, iki asl'dan hangisi kuvvetli ise onu tercih ederek,
İslâm'ın umumî hükümlerine uygunluk bakımından en kuvvetli olanı alıp ikincisini
reddetmiş ve onun Peygamber (S.A.V.)'e nisbetini sabit saymamıştır.
Rivayet edildiğine
göre İmam Mâlik, büyük tabiîlerin fetvalarını da delil olarak alırdı. Fakat
bunları, sahâbîlerin sözlerinin derecesinde görmezdi. Tabiatıyla, tabiîlerin
fetvalarını da Peygamber'e nisbet edilen hadîslerin derecesinde görmezdi.
Ancak, tabiîlerin fetvası üzerinde Medînelilerin icma'ı hâsıl olmuşsa, İmam
Mâlik bu fetvayı delil sayardı.[73]
îmam Mâlik, kıyas'ı
kabul ederdi. Ona göre kıyas sözü, kıyasın ıstılahî mânasına şâmildir. O da,
hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, hükme esas teşkil eden
ve aralarındaki ortak bir illet sebebiyle, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne
bağlamaktır.
İstihsan:
Cüz'î maslahatın hükmünü, kıyasın hükmüne tercih etmektir. Kıyasa göre hakkında
nass bulunmayan meselenin hükmünü, hakkında nass bulunan bir meselenin hükmüne
bağlamak gerektiği halde, cüz'î maslahat bunun aksini icap ettirmektedir. İşte
İmam Mâlik, bu maslahata göre hükmetmekte ve buna «îstihsan» adını vermektedir.
Bu, istihsanm ıstılahî mânâsıdır. Fakat İmam Mâlik, istihsanı bütün
maslahatları içine alacak şekilde tamim etmiştir.Ona göre istihsan, nass
bulunmayan yerde maslahatın hükmüne uymaktır. İsterse bu konuda kıyas bulunsun,
isterse bulunmasın. Öyle anlaşılıyor ki îmam Mâlik'in istihsan tâbiri, hem
ıstılahi mânada istihsanı, hem de masâlih-i mürseleyi içerisine almaktadır.
Masâlih-i mürsele[74]: Hakkında müsbet veya menfî özel bir delil bulunmayan
maslahatlardır. Dolayısıyla herhangi bir nass bulunmazsa bu maslahatlara göre
hareket edilir. Ancak burada güçlüğün kldırılması, nazarı dikkte alman
maslahatların îslâmiyetin muteber saydığı maslahatlardan olması şarttır.
îmam Mâlik,
maslahatlara göre hareket etmeyi, biraz önce işaret ettiğimiz gibi, istihsan
sayardı. Ve: «İstihsan ilmin onda dokuzudur» derdi. Nass bulunmazsa kıyasa
göre hareket etmek, bazan sıkışık bir durum meydana getirir. Bunun içindir ki
İbni Vehb; «Kıyasa fazla dalan hemen hemen sünnetten ayrılmış olur.» demiştir.
Hulâsa, İmam Mâlik,
herhangi bir Kur'an veya Hadis nassı bulunmazsa maslahatın hükmüne uyardı.
Çünkü şeriat, saddce insanların maslahatlarını temin için gelmiştir. Şer'î her
nass, şüphesiz bir maslahatı ihtiva eder. Nass bulunmazsa Allah'ın şeriatının
amaçlarına uygun olan hakiki maslahata göre hareket edilir. Şâtıbî, bu hususta
şöyle der:
«îmam Mâlik, masâlih-i
mürseleye göre hüküm verirken şeriatın amaçlarına riayet ederek, maslahatın
mânâsını derinlemesine kavrayan bir kimse olarak hareket etmiş, şeriatın
amaçlarının dışına çıkmadığı gibi, onun herhangi bir esasına da aykırı
davranmamıştır... Fakat, çoğu zaman âlimler, onun masâlih-i mürsele
anla-yaşını tenkit etmiş ve onun daha ileri giderek teşri' (yasama) kapısını
açtığını sanmışlardır... Heyhat!. Rahmetli, bundan ne kadar Uzaktır. Hattâ
fıkıhta öncekilere uymaya razı olan odur. O derecede ki, bâzıları, onun
kendisinden öncekileri taklit ettiğini sanmıştır. Lâkin O, Allah'ın dîninde
basiret sahibi [75]idi.[76]
Seddü'z-zerâyi', İmam
Mâlik'e göre aslî bir delil teşkil eder. Ondan rivayet edilen birçok fürû'
meselelerinde bunun esas teşkil ettiği görülür. Bu prensibe göre, harama
götüren şey haramdır, helâ-la götüren şey helâldir. Maslahata götüren şey de
matluptur. Mef-sedet (zarar) 'e götüren şey ise haramdır. Mefsedet'e sebep olan
şeyler dörde ayrılır.
1 — Kesin
olarak mefsedet'e götüren şey; meselâ, içeri giren kimsenin düşmesine sebep
olacak şekilde kapının arkasına kuyu kazmak böyledir.
2 — Ekseriya
mefsedet'e götüren ve bu hususta galip zan hâsıl olan[77] şey;
üzümü, şarap yapan kimseye satmak gibi.
3 — Nâdir
olarak mefsedet'e sürükleyen şey; kimseye zararı olmayan bir yerde kuyu kazmak
gibi.
Birinci ve ikinci
kısma giren şeyler, İmam Mâlik'e göre kesin olarak haramdır. Üçüncü kısma
girenler ise, haram değildir. Çünkü, nâdir şeyler üzerine hükümler bina
edilmez.
4 — Ekseriya
mefsedet'e sebep olan, fakat bu hususta galip zan hâsıl olmayan şey; veresiye
satış böyledir. Çünkü bu türlü satışlar, bazan faize sebep olmakta ve bâzı
kimseler de bu yola başvurmaktadırlar. Burada iki husus birbiriyle
çatışmaktadır. Biri esas olan izin hususu ki, buna göre veresiye satış
helâldir. Diğeri de faize sebep olan husus ki, buna göre de veresiye satış
haramdır. Bu itibarla Mâlîkîler, veresiye satışın sahih olduğunu kabul
ederler. Yani faiz maksadının bulunup bulunmadığını satıcının niyetine
bırakırlar. Eğer satıcı faiz kastediyorsa gönahkâr olur ve cezası Allah'a
aittir. Faiz kasdetmiyorsa günah işlemiş olmaz.
îşte îmam Mâlik,
îslâmî hükümler için geniş bir kapı açmış ve buna göre birçok meseleleri
çözmüştür. Bu yüzden onun mezhebi çok verimli olmuş ve fıkhı, şeriatın
esaslarıyla insanların maslahatlarını birbirine bağlayan maslahatı koruyucu
bir renk [78]kazanmıştır.[79]
Bize İmam Mâlik'in
çeşitli risaleleri intikal etmiştir. Talebeleri, onun her türlü fikirlerini
rivayet etmişler ve bunları kitap haline getirmişlerdir. Abdullah b. Vehb (öl.
197 H.3) hocası İmam Mâlik'in derslerinde dinlemiş olduğu takrirlerini toplamış
ve «el-Mücâselât» adı ile bir kitap meydana getirmiştir. Bu kitap, büyük bir
cilt teşkil etmek? olup İmam Mâlik'in rivayet ettiği hadis, eser, terbiye ve
âdâb-ı muaşeretle ilgili meseleleri içine almaktadır. Fakat, bunu kitap haline
getiren îbni Vehb'dir. İmam Mâlik'in kader hakkında da bir risalesi vardır.
Bunu, talebesi îbni Vehb'e göndermiştir. Onu da rivayet eden İbni Vehb'dir.
Bâzı kadılar için yazdığı kazâî hükümlere dair bir risalesi daha vardır. Bunu
da, kendisinden bâzı talebeleri rivayet etmiştir. Fetva hakkındaki risalesi de
böyledir.
Bu kitapların İmam
Mâlik'e nisbeti tartışma konusu edilmiştir. Fakat ona nisbetini kabul eden
görüş tercihe lâyıktır. îmam Mâlik'e nisbetinde şüphe edilmeyen kitap
«el-Muvatta» adlı [80]esridir.[81]
İmam Mâlik tarafından
yazılan bu kitap, konusunda tedvin edilmiş ilk eserdir. Bu eserde hadîs
rivayetleri toplanmıştır. Bundan önce müslümanlar, zihin ve hafızalarına
güveniyorlardı. Öte yandan birçok râvîler, yazı yazmayı ve eser telifini bilmiyorlardı.
İmam Mâlik devrinde tedvin ve telif başlamıştı. Daha önce Ömer b. Abdilaziz,
hadîslerin toplanmasını düşünmüş; fakat, onun bu isteği gerçekleşememişti.
Daha sonra Ebu Ca'fer el-Mansur, bütün halkı bir kanun üzerinde toplamak
fikrini ortaya atmıştır. Onun istediği bu kanun Medine'deki fıkıh ve oradaki
râvüerin rivayet ettiği hadisleri ihtiva edecekti. Bu hususta el-Mansur'a
çeşitli teklifler yapılmıştı? Bu arada Abdullah b. el-Mukaffa', sahâbüer
hakkında yazdığı risalede bu konuya halîfenin dikkatini çekmiş ve bütün kazâî
hükümlerin tek esasa bağlanmasını ve bu konuda hiçbir memleketin diğerinden
farklı olmamasını el-Mansur'a arzetraişti.
Elbette, el-Muvatta'm
tedvinini gerektiren çeşitli sebepler vardır. İmam Mâlik, bu eseri Ebu Ga'fer
el-Mansur devrinde (onun teklifi üzerine) yazmaya başlamış, fakat el-Mansur'un
sağlığında bunu tamamlayamamıştır. Ancak el-Mehdî devrinde tamamlayabilmiştir.
Fakat onun bu eseri, bütün memlekete şâmil bir kanun olmamıştır. Çünkü İmam
Mülik, buna müsaade etmemiştir. Harun er-Reşîd, bu eseri kanun olarak kabul
etmek ve bir nüshasını bütün halka öğretmek için Ka'be'ye asmak teşebbüsünde
bulunmuştur. Lâkin îmam Mâlik, buna da razı olmamış, insanlara kazâî
hükümlerinde kolaylık sağlamak için bundan sarfınazar etmiştir.
el-Muvatta', bir hadîs
ve fıkıh kitabıdır. Hadisler, îmam Mâlik'in içtihad ettiği fıkhı mevzuların
içerisinde zikredilir. Sonra Medî-nelilerin icmâ' üzere olan amelleri, bundan
sonra da İmam Mâlik'in karşılaştığı tabiîlerin re'yleri ve kendisinin yetişemediği
sahâbilerle Said b. el-Müseyyib gibi tabiîlerin re'yleri anlatılır. Medine'deki
meşhur re'yler ve îmam Mâlik'in hadîs, sahâbilerin fetva ve hükümleri ve bâzı
tabiîlerin re'y ve fetvalarına dayanarak ileri sürdüğü ictihadlar bu kitapta
yer almaktadır. Bunun içindir ki İmam Mâlik'in fıkhî re'yi, tahric edilmiş ve
öncekilere uyan bir re'ydir. Yeni ve icat edilmiş bir şey değildir. îmam Mâlik
der ki: «Kitaptakilerin çoğu re'ydir. Andolsun ki aslında onlar re'y değildir.
Ancak, bir çok ilim ve fazilet sahiplerinden ve kendilerinden ilim tahsil
ettiğim büyük İmamlardan işitilmiştir. Bu İmamlar, Allah'dan korkan kimseler
idi. Bunları, o İmamlara nisbet etmekten çekindiğim için «re'ydir» dedim.
Onların re'yleri, yetiştikleri sahâbîlerin re'yleri gibidir. Ben de onları bu
re'ylere bağlı buldum. İşte bu, asırdan aşıra zamanımıza kadar intikal eden
bir mirastır. Yani bu, öngeki İmamların teşkil ettiği bir topluluğun
re'yidir.»
İşte el-Muvatta', hem
sünneti, hem de İmam Mâlik'in sünnet üzere bina ettiği şeyleri ihtiva
etmektedir.
el-Muvatta'daki
hadîslerin miktarı râvîlerine göre değişmektedir. Çünkü el Muvatta'ı rivayet
eden râvîler değişik olduğu için zaman zaman yapılan rivayetler de daima
değişik şekilde tesbit edilmiştir. el-Muvatta'm en meşhur iki rivayeti vardır:
1 — Biri
Yahya b. el-Leysi el-Endelüsî (öl. 234 H.)nin rivayeti,
2 — Öteki de
îmam Ebu Hanife'nin talebesi Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (öl. 189 H.)nin [82]rivayetidir.[83]
Usûlündeki zenginlik
ve kaynaklarının çeşitliliği sayesinde Mâliki Mezhebi'nin fürû'u çok gelişmiş
ve tefekkür ufku oldukça genişlemiştir. İmam Mâlik'ten sonra bu mezhebi temsil
edenler, kendileri için geniş bir düşünce sahası ve çok çeşitli içtihatlarda
bulunacak bir fikir atmosferine sahip olmuşlardır. Bütün bu gelişme
imkânlarının yanında, Mâliki Mezhebi'nin metod ve prensipleri çeşitli ve zengin
olduğu gibi, İmam Mâlik'in talebeleri de kendisinden sonra hocalarının
prensiplerini tatbik hususunda düşünce sahasını genişletmişlerdir. Mâliki
Mezhebi bir çok memleketlerde yayılmıştır. Bu mezhebin fakîhleri arasında
derin bir fıkıh ile felsefe ve hikmeti birleştiren şahsiyetler vardır.
Avrupalılara Aristo felsefesini tanıtan ve filozoflara hücum ettiği için
Gazzâli'nin eser ve görüşlerini sert bir dille reddeden filozof İbni Rüşd
el-Hafid (öl. 1198 M.), büyük bir Mâlîkî fakîhi idi. İbni Rüşd'ün
karşılaştırmalı fıkıh üzerinde «Bidâyetü'l-Müctehid ve Nihayetü'l-Muktasıd»
adlı değerli bir eseri vardır.
Mâliki mezhebinin
birbirinden Uzak çok çeşitli ülkelerde yayılışı ve ictihad sebeblerinin
bolluğu, metod ve prensiplerinin zenginliği bu mezhebdeki görüşlerin artmasına
sebep olmuştur. Mâliki fıkhını araştıran kimse, bu çok zengin görüşler
sayesinde çeşitli fikir ürünlerini, muhtelif çevrelere ve bu çevrelerin örf ve
geleneklerine uygun ve elverişli fıkhî anlayışları bulur. Bilhassa örf ve
âdetin, Mâliki fıkhında istinbat bakımından, büyük bir yeri vardır. Bu sayede
müftî, eğer kendisini, mezhebin kesin prensiplerine bağlanarak ictihad yapacak
bir mevki'de görmezse, mevcut olan değişik fikirler arasında kolayca
tercihlerde bulunabilir.
Bu hususta el-Hattâb
şöyle der: «Bu zamanda fetva veren kimse, en azından mezhebin görüşlerini
nakil hususunda mezhebin bütün rivayetlerini ve mezheb üstadlannın
tefsirlerini, aralarındaki ihtilâfları nasıl izah ettiklerini, meseleleri
birbirine nasıl teşbih ve mukayese yaptıklarını, akla yakın veya uzak olan
meseleleri birbirinden nasıl ayırdıklarını tam olarak bilmelidir. Ayrıca o,
Karavîlerden[84] müteahhirin (sonraki
âlimler)'in kitaplarındaki meseleleri, îmam Mâlik'in bunlardan önce yaşıyan
talebelerinin eser ve rivayetlerini de bilmek [85]mecburiyetindedir.[86]
Mâliki Mezhebi birçok
ülkelere yayılmıştır. Mantıkî olarak düşünürsek, bu mezhebin doğduğu ve
geliştiği Hicaz ülkesinde daha çok yayılmış olması gerekirdi. Çünkü o, Hicaz
çevresinden beslenerek meydana gelen bir eserdir. Fakat öyle zaman olmuştur ki
bu mezhebin durumu Hicaz'da çok değişmiştir. Bâzan ülkeye hâkim olmuş, bâzan
da burada tamamen sönmüştür. Hattâ Medine'de bu mezhebin uzun zaman adının dahi
unutulduğu ve 793 H. yılında buraya kadı tâyin edilen İbni Ferhun sayesinde
yeniden canlandırıl-dığı anlatılır.
Mâliki Mezhebi,
Mısır'a İmam Mâlik'in sağlığında girmiştir. Bu mezhebi Mısır'a ilk olarak
sokan, İmam Mâlik'in talebelerinden Abdurrahman b. el-Kâsım, Osman b. el-Hakem,
Abdurrahman b. Hâlid, Eşheb ve Mısır'a yerleşen onun diğer talebeleridir.
Mâliki mezhebi, Mısır'ın hâkim mezhebi idi. Nihayet Şafiî mezhebi bu ülkeye
gelince, her iki mezheb arasında hâkimiyet mücadelesi başlamıştır. Bugün bile
Mısır'da, bilhasa ibâdet bakımından hâkim olan bu iki mezhebdir[87].
Tunus ve civarında da
Mâliki mezhebi hâkim bir duruma gelmiştir. Ancak Esed b. el-Furat'ın nüfUzlu
olduğu devirde Hanefi mezhebi, Mâliki mezhebini yenilgiye uğratmıştır. Adı
geçen Esed b. el-Furat, aslında Mâliki idi. Sonra Irak'a gelip İmam Muhammed b.
el-Hasen eş-Şeybânî'den Hanefi fıkhını okumuş ve Hanefî mezhebini kabul
etmiştir. Daha sonra el-Muizz b. Badis, Tunus ve çevresini tekrar Mâliki
mezhebine sokmuştur. Hâlâ bu ülkelerde ibâdetler, Mâliki mezhebine göre .edâ
edilmektedir.
Endülüs'te de Mâliki
mezhebi büyük bir otoriteye sahip idi. Söylendiğine göre, Endülüslüler bir
müddet Şam'ın fakihi olan İmam Evzâî'nin mezhebine bağlanmışlardır. Nihayet
Mâliki mezhebi gelip .buraları istilâ etmiştir. Endülüs Emîri (Hakem b.
Hişam)'nin katında büyük bir mevkii olan Yahya b. Yahya, kadılık mevkiine
getirilince, Mâliki mezhebi devletin otoritesinden çok faydalanmıştır. Abbasî
Devletinin başkadılığma tâyin edilen Ebu Yusuf, nasıl kadılık makamlarına
sadece Hanefî mezhebi mensuplarını tâyin etmişse, Yahya b. Yahya da, aynı
şekilde kendi mezhebine bağlı olanları işbaşına getirmiştir. Bu konuda İbni
Hazm el-Endelüsî şöyle demiştir: «İki-mezheb devletin otoritesine dayanarak
bidayette yayılma imkânına kavuşmuştur: Doğuda Hanefî mezhebi, Endülüs'te de Mâliki
mezhebi.»
Mağrib'de de Mâliki mezhebi
aynı şekilde yayılmıştır[88].
İşte Mâliki mezhebi İslâm ülkelerinin batı kısımlarında bu şekilde yayıldığı
halde, doğu kısımlarında, Irak ve daha ilerilerde pek az yayılma imkânı
bulmuştur. Bunun sebebi şudur: İmam Mâlik'in talebelerinin çoğu Mısır ve
Tunus'a yerleşmiş olup Mâliki mezhebi bu iki üike vasıtasıyla daha çok o
çevrelere [89]yayılmıştır.[90]
[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/253.
[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/255.
[3] Fethu'I-Bârî Şerhu'l-Buhârî, c. IV, s. 80.
[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/255-256.
[5] Şenf, erkek çocukların kulakları üzerinden takılan bir
çeşit küpedir. Mütercim Asım Efendi, Kamus Tercemesînde buna «askıküpe»
demektedir. Çeviren.
[6] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/257-258.
[7] ed-Dibâc el-Müzehheb, s. 117.
[8] Tertib u'I-Medârik, yazma, Dâr u'1-Kütüb el-Mısriyye,
varak : 121. (Müellif Kadı İyaz'ın bu eserini umumiyetle «el-Medârik» diye
zikretmektedir. Çeviren.
[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/258-259.
[10] İbni Abdilberr, el-Intikâ; Suyutî, Tezyîmıl-Memâlik;
Kadı tyaz, Tertîbul-Medârık.
[11] İbni AbdÜberr, el-tntDtâ'.
[12] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/259-261.
[13] el-Medârik, varak: 210.
[14] Adı geçen eser, varak: 187.
[15] Adı geçen eser, varak : 141.
[16] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/261-264.
[17] Huccetullah el-Baliga, c. I, s, 144.
[18] Adı geçen eser, c. I, s. 145.
[19] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/264-266.
[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/266-267.
[21] el-Medârik, varak : 171, ed-Dibâc, s. 23.
[22] el-Medârik, varak: 159.
[23] Adı geçen eser.
[24] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/267-270.
[25] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/271.
[26] el-Medârik, varak : 164.
[27] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/271-272.
[28] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/272.
[29] Müzzemmil, 5.
[30] Câsiye, 32.
[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/272-274.
[32] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/274-275.
[33] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/275.
[34] İbni Ferinin, ed-Dibac el-Müzehheb, s. 18.
[35] Bu, Abdurrahman ed- Dahil diye de anılan I.
Abdurrahman olup Abba» silerin iktidara geçip Emevilere karşı baskılarını
artırmaları özerine, 750 M. yılında Endülüs'e kaçmış ve 756 M. yılında
Kurtuba'da Endülüs Emevî Devletini kurmuştur. Meşhur Kurtuba Camiini yaptıran
bu zattır. O, bir ara Abbasî Halîifesi el-Mansur'u sıkıştırmış olup Fransa
Kralı Şarlmanla da savaşmıştır.
[36] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/275-277.
[37] Adı geçen eser, s. 19.
[39] el-Medârik, varak : 106,
[40] el-Medârik, varak : 112.
[41] A'râf Sûresi, 32.
[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/278-281.
[43] Ra'd Sûresi, 11.
[44] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/281-282.
[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/282-285.
[46] İmam Mâlik, 179 H. yılında Medine'de vefat ettiği
zaman 85 yaşını geçmiştir. Baki' mezarlığına defnedildi Cenaze namazım cebrin
valisi Abdullah b, Zeyneb kildırmıştır. Çeviren.
[47] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/285-286.
[48] En'âm Sûresi, 15.
[49] Nisa Sûresi, 115.
[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/287-288.
[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/288.
[52] Secde Sûresi, 13.
[53] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/288-289.
[54] Nisa Sûresi, 48.
[55] el-Medârik, varak : 207.
[56] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,
Hisar Yayınevi: 2/289.
[57] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/289.
[58] Kiyâme Sûresi, 22, 23.
[59] Şûra Sûresi, 11.
[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/289-290.
[61] el-Medârik, varak : 149.
[62] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/290-292.
[63] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/293-294.
[64] Nisa' Sûresi, 10.
[65] En'am Sûresi, 145.
[66] Mâide Sûresi, 4.
[67] Necm Sûresi, 39-41.
[68] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/294-295.
[69] Bu zat, Ebu'l-Velid İbni Rüşd el-Kebir (450-520
H./1058-1126 M.) olup ünlü İslâm filozofu İbni Rüşd el-Hafîd (1126-1198) M.)'in
dedesidir.Çeviren.
[70] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/295-297.
[71] Zumer Sûresi, 17, 18.
[72] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/297-298.
[73] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/298.
[74] Buna göre istidlale «Istıslah» denir ve bilhassa
Mâliki Mezhebi İle Hanbelî Mezhebinde mühim bir yer işgal eder. Hanefi Mezhebi
ile Şafiî Mezhebinde de bu prensibin bir yeri varsa da, talî derecede kalır.
Buna mukabil Hanelilerde istihsan, Şâfiilerde de kıyas, MâÜkîlerdeki istıslalım
yerini tutar. Çeviren.
[75] Şatıbî, el-İ'tisâm, c. II, s. 311.
[76] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/298-299.
[77] Büyük bir ihtimalle, zarara veya kötülüğe sebep olduğu
tahmin edilen. Çeviren.
[78] İmam Mâlikin istinbat konusunda dayandığı başka
deliller de vardır. Bunlardan biri «İstishab»dır. Bu da; bir şeyin
değiştirilmesini icabetti-ren müsbet veya menfî bir delil yoksa o şeyin eski
hali üzere devam etmesidir.
İşte İmam Mâlik'in,
îmam Ebu Hanîfe'ye muhalefet ettiği noktalardan biri de budur. Gerçi Hanefîlere
göre de «Berâet-i asliyye» esastır. Fakat istisbab her hususta bir hüccet
değildir. Çeviren.
[79] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/300.
[80] İmam Mâlik'ten rivayet edilen fetvaları içine alan
«el-Müdevvene» adlı bir eser vardır. Bunu, talebesi Abdurrahman b. el-Kâsım
(Öl. 191 H.)'dan Esed b. el-Furat vasıtasıyla Abdusselâm Sahmm rivayet
etmiştir. Bu eser, Mâliki Mezhebinin ana kitabını teşkil eder. (Bak Muhammed
Ebu Zehra, el-İmam Mâlik, Kahire 1952, s. 246.)
Süyûtî, «Tezyin
el-Memâlik»'inde Kadı Iyaz'ın «Tertîb el-Medarik» adlı eserinden naklen imara
Mâlik'in birçok risalelerini zikreder; bu arada yıldızlar (Nücûm)'a dair bir
kitabı ile Harun er-Resid'e yazdığı bir risalesi üzerinde durur. Harun
er-Reşîd'e yazdığı bu risale, Mısır'da basılmış olup öğüt ve âdâb-ı muaşeret
konularım ihtiva etmekte ve vaizlerin elinden düşmemektedir. (Bak, M. E.
Zehra, el-İmam Mâlik, Kahire 1952, s. 201.) Çeviren.
[81] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/301.
[82] el-Muvatta', iki cilt halinde Mısır'da 1348 yılında ve
müteakip yıllarda müteaddit defalar basılmıştır. Çeviren.
[83] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/301-302.
[84] Fas (Mağrib)'da 172-363 H. yıllarında hükümran olan
îdrisiler zamanında (248 H.) inşasına başlanılan Gâmiu'I-Karaviyyin, daha
sonraları bir üniversite haline gelmiş ve birçok bilgin yetiştirmiştir. İşte
metindeki «Karavîler»den maksat, burada yetişmiş olan Mâlik! bilginleridir.
Çeviren.
[85] Şerhul-Hattâb alâ Muhtasaril-HalÜ, c. I, s. 33.
el-Hattab bu pasajı, el-Mâzerî'nin Şerhu't-Telkin'inden almıştır. Ayrıca Bak.
Şeyh Ulleyş, Fetâyâ, c. I, s, 59.
[86] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/303-304.
[87] Mısır ve KUzey Afrika Fâtımîlerln eline geçince Maliki
Mezhebi büyük bir ihmale uğramış; fakat, Fâtımîler ortadan kalktıktan sonra,
bilhassa Eyyûbîler ve Kölemenler zamanında yeniden canlanarak eski yerim
almıştır. Çeviren.
[88] Bir ara Endülüs ve Mağrib'de Mâliki Mezhebi müşkü bir
duruma düşmüştür. Şöyle İd : Muvahhidî Emirî Yakub b. Yusuf b. Abdilmü'min,
Zahirî Mezhebini benimsemiş ve Mâlikî Mezhebine karşı baskıda bulunmuştur.
Hattâ bir ara îmam Mâlik'in el-Muvatta'ı hariç, Mâlikî Mezhebine göre yazılan
bütün kitapların yakılmasını emretmiştir. Fakat adı geçen emîr Ölünce Mâliki
Mezhebi yine eski haline dönmüştür. Çeviren.
[89] Mâlikî, Mezhebi, bugün genel olarak Afrika müslümanlannca
takip edilen bir mezhebdir. Metinde zikredilmeyen Sudan ve diğer Müslüman
Afrika'da yaygın olan mezheb budur.
Bilhassa Hicaz'a
haccetmek için gelenler vasıtasıyla Hicaz ve çevrelerinde, Bağdat, Basra,
Horasan, Nisabur ve Kazvin gibi Doğu İslâm memleketlerinde de yayılmış olan
Mâlikî Mezhebi, buralarda fazla tutunamamıştır. Çeviren,
[90] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu
Zehra, Hisar Yayınevi: 2/304-305.