İNSAN İLİŞKİLERİNDE BARIŞIN VE ÇATIŞMANIN TEMELLERİ:
KORKU- ÇIKAR- SEVGİ VE ANLAM
Giriş:
İnsan varlığını ve ilişkilerini anlamak ve tanımlamak, hayatın temellerindendir. İnsanın buna yönelik olarak gerek kendi içinde gerekse de dışında gösterdiği çabalar var olduğu günden beri sürmektedir. Varlığının temellerini bulmaya, dayanaklarını sağlamlaştırmaya ve ilişkilerinde bir anlayışa- düşünüşe- ideolojiye- dine bağlı olarak şekillendirmeye çalışır. Nietzche’nin dillendirdiği gibi “İnsanın kendine ait olan her şey kendinden iyice saklanmıştır. Ve bütün gömüler içinde en güç çıkarılan insanın kendi gömüsüdür.” Varlık âlemindeki ilişkileri ile kalp- akıl ve nefs dolanımlarında yaşadığı arayış farklı zeminlerde kendisini ifade etmektedir. İnsanın var olma ve var kılma serüveninde duygu, düşünce ve davranışlarına yön veren içsel ve dışsal temeller vardır. Bu temelleri; Korku, Çıkar, Sevgi ve Anlam olarak ifade edebiliriz. Bu temeller insan hayatında irade- düşünüş- yön- algı kaynağıdır.
Korku:
İnsan varlığının kendine ve çevresine yönelttiği kontrol ve ilişki araçlarından biri korkudur. Korku sözlükte; tehlikeli bir hal, sıkıntı veya bunlarla ilgili düşüncelerin doğurduğu heyecanla yüklü his, kaygı, endişe, tasa ve üzüntü anlamlarına gelmektedir. Bu kavram üç boyutlu olarak ele alınabilir:
- İnsanın kendi benliğindeki korkunun varlığı ve etkisinin boyutu önemlidir. Her insanın varlığında önemli yer tutar. Bu duygunun kalıtımsal etkisi bulunmakla beraber çocuğun yetişme evrelerinde anne-babanın verdiği eğitim ve davranışlarla önemli ilgisi bulunmaktadır. Çocuğun yetiştirildiği ortam etkilidir. Ailenin, çevrenin ve ülkenin bulunduğu şartlar bu duygunun yerleşiminde rol oynar. Çocuk reflekslerinin oluşma başladığı evrelerde davranışı yönlendirmede etkili olan korku, anne- babalar tarafından çok sık kullanmaktadırlar. Korku merkezli bir kontrol mekanizması ile büyüyen çocuk kendi etki alanındaki her objenin tehlike ve korku derecesini ölçmeye çalışmaktadır. Korku sadece duygusal olarak değil yaş ilerledikçe akli melekelerin ortaya çıkardığı ve delillerle desteklediği bir algı olarak hayat içindeki yerini alır.
- Çevre- iktidar- güç bağlamında korku bireysel ve toplumsal yönlendirmede kullanılmaktadır. Devletler- liderler varlıklarını bu korkunun meydana getirdiği etkinin verdiği güçle hareket etmeye çalışırlar. Önce korku duyulacak etkenler ortaya çıkarılır. Yaşam alanındaki bazı özneler tehdit unsuru olarak gösterilir. Bunlar içten veya dıştan olsun fark etmez. Bu korkunun gerçekliğini kabul ettirmek için birçok manipülatif etken devreye sokulur. Birey bu korkuya binaen kendini mevcut kurumsal yapının politikalarına teslim eder. Ve kendisine biçilen rolü oynamaya hazırdır. Korkutulan nesneler değişik dönemlerde değiştirilir. Her dönem farklı korku merkezleri toplum önüne konulur. Korku güvenlik merkezli algıyı besler. Güvenliği sağlayacak güç odaklarının varlığını korumaya çalışır.
- Korkunun yöneldiği en etkili güç insanların Kozmos, Allah, Yehova, Huda, Kutsal Ruh, Tin, Büyük Öz nitelendirdiğine yönelik oluşan şekillenmedir. Bütün din ve inanışlarda insanı ve hayatı yaratan Allah’a yönelik bir algı şekillendirilir. Bu duygunun varlığı önemsenir. Allah ile ilişkilerinde insana değişik korkular temelinde din ve inanış şekillendirilir. İnsan varlığının, sahibinin yardım ve merhametinden yoksun kalması ile hayatının varlık amacına ters düşeceğinden bunun yitirmeme çabasına girişmesine yönelik telkinler verilir. Büyük güç sahibinin bu dünyada ve ahirette cezalandıracağı korkusu ile düşünce davranışlarındaki sınırları belirlemesi istenir. İnsanların korku ve ümid arasında bir dengede beklentilerini şekillendirmeleri istenir.
- İnsan için korkuların yöneldiği diğer yön ise gelecektir. Geçmiş yaşanmıştır, bilinmektedir ve hatıralarda varlığını sürdürmektedir. Ancak gelecek muammadır. Geleceğin yaşanan an ile ilişkisini iş- aş merkezli korkular çevrelemektedir. Bedensel açlık sadece fiziki bir süreç olarak öğünlük bir süreç olarak kalmaktan ziyade hayat perspektifini sürekli olarak endişe ve korku içinde bu ihtiyacın giderilmesine yönelik korku üretimleri ile besleyip durur.
Çıkar:
İnsanoğlu fayda, ihtiyaç temelinde yaşamını tanzim etmeye çalışır. Bu faydalar insanın bireysel, ahlaki, sosyal, kültürel ve ekonomik beklentileri çerçevesinde şekillenir. Çevresinde uğraşı verdiği, emek harcadığı ve ulaşmaya çalıştığı şeyleri; çıkarlarını esas alarak elde etme çabasını sürdürür. Bireysel, sosyal çıkarlar diğer insanlarınki ile bazen çatışır, bazen de ortak bir noktada buluşur. Ancak insan öz yapısı itibariyle çıkarcıl- bencildir. Diğer insan ve kurumları ilgilendiren konularda kendi kazanç ve kayıplarını temel alarak tavrını belirler.
Çıkarların benlik aynasındaki yeri farklı farklıdır. Bireysel- toplumsal- siyasal- ekonomik çıkarlar vardır. Bu çıkarların belli bir sınırı yoktur. Elde edilen çıkarların yerine yenileri belirlenir. Bireysel veya kurumsal süreçte çıkar çatışması veya ortak çıkarlara göre tavırlar şekillenir. Ortak çıkarlar, birlikte hareket etme noktasında yönlendirici olurken, bu hedef gerçekleştiğinde birbirinden ayrılır. Çıkar çatışması, kavgalara ve yıkımlara yol açar.
Devletler kendi toplumsal, siyasal ve tarihsel imkânlarını gözeterek çıkarlarını belirler. Bu çıkarlar bazen liderlerin veya yönetici erklerin belirlediği sistem içerisinde de işleyebilmektedir. Bu çıkarların giderilmesi için bazen insanlık tarihinde insanlığa maliyeti büyük sonuçlara varan iş ve eylemlerde bulunulmuştur. Devlet veya ülke çıkarı olarak nitelendirilenler çoğu kez bireysel liderlik ülkülerini tatmin etmek için uydurulmuş idealler olarak önümüze çıkmaktadır.
İnsan- Allah ile ilişkilerinde çıkar- fayda noktasındaki beklentilerde oluşmuştur. Aralarında alan- veren ilişkisi vardır. Allah, insanın fayda esaslı beklentilerini gözetir ve buna uygun bir hayat yörüngesi belirtir. İnsanın beklentilerini karşılayacak vaatleri vardır. Bu vaatler insanın tasavvur edilen düşünce ve imani ilkeleri yaşadığı takdirde onun elde edeceği somut ve soyut kazanımlardır. Hali hazırda Allah insanı kendi çıkar ve faydasına olmayan işlerden de münezzeh kılar. Boş iş, boş söz ve boş amellerden uzak durmasını öğütler. Hayat beklentilerini karşılarken diğer insan ve varlıklara karşı adil olmak zorundadır. Hayat beklentilerini sadece bu dünya değil ölüm sonrası için en büyük mükâfat ve karşılık olarak cennet vardır. Cennet tüm dinlerde ölüm sonrası için beklentilerin ifade edildiği bir yerdir. Cennet tüm müminlerin hayat algısında iş ve eylemlerin tahvil edildiği bir yerdir. Cenneti elde etmenin yolları ve bunların hayat içerisinde bütünleştirilmesi yaşamın bütününü oluşturur.
Din ve ideolojiler insanın hayat boyu ilişkilerinde çıkar ve fayda esaslı beklentilerini yönlendirir. Adanma, şehadet, karşılıksız verme düşünceleri hayat felsefesinin temellerini oluşturur. Bunların büyük çoğunluğu vaad edilen mükâfat- çıkar- fayda etrafında şekillenir.
Çıkar- fayda beklentileri bireysel hırs- arzu ve istekler çerçevesinde oluşturduğu zaman insanın iç düzenini yitirmesi ve çevresine karşı zulüme varan davranışlara yönelmesi süreci oluşur. Din ve ideolojiler içerisindeki insanlarda da kendi kişisel arzu ve isteklerini dini nosyon içerisinde ifade etme çabası da oluşmaktadır.
Modern zamanlar çıkarların elde edilmesini mümkün kılan her yol ve yöntemi meşru gören anlayış üzerine bina edilmiştir. Ahlaki derinlik, toplumsal sorumluluk, bireysel algı görmezden gelinir. Çıkar hayat ile eşdeğerdir. Bunun içindir ki bireyselleşmiş hayat içerisinde, çevresine güvenmeyen, paylaşmayan, agresif bir kişilik yapısı oluşmuştur. Bu durumun sistem düzeyinde devletler ve toplumlar arasında ortaya çıkardığı sonuçlar ortadadır.
Sevgi:
Sevgi- Aşk yeryüzünde en büyülü sözlerin söylendiği kelime… İnsan- insan ile insan- diğer varlıklar arasındaki ilişkilerde kullanılan temel kavram. Bu söz üzerine nice hikâyeler, destanlar, masallar yazıldı. Kendi ruhunun devinime geçtiği, duyguların en coşkun ve kontrol edilemez hale geldiği, tanımların, sınırların ötesine geçtiği, aklın anlamakta ve yönlendirmekte etkisiz kaldığı bir süreçtir.
Sevgi- Aşk’ın muhatapları değişiktir. Bu muhatapların en önde geleni erkek için kadın, kadın için ise erkektir. Ruhun kendi varlığını bütünleştireceği eşini (Adem- Havva) arayış sürecidir. Bu arayış masallarda çocukluktan başlarken, genel anlamda ergenlikten sonra başlar. Bu devrede kendi algılayış ve kalbi durum insanı birisiyle karşılaştırır. Bunun özel tasarlanmış bir zaman ve zemini yoktur. Bu yoğunluk insanı tutsak yaparken, diğer taraftan bu tutsaklığın esir aldığı akıl kendi geleceğini belirleyemez.
İnsanın ruhsal hallerinden olan ve bunu akıl ve nefis ile destekleyerek en yüksek noktasına ulaştırmaya çalışılan Sevgi- Aşk’ın muhataplarından biri de Allah ve Peygamber’dir. Bu bütün ideoloji ve dinlerde var olup, muhataplarının isimleri değişmektedir. İdeolojiler de ideologlar peygamber- Allah yerine geçer, diğer dinlerde ise tasavvur edilen ilah düşüncesine uygun bir muhatap ile şekillenir.
Hayat membalarını ideolojilerden alanlar için duygusal bağlılıklar önderlere yönelir. Önderler- liderler kişi açısından efsaneleşir. Efsaneleşme onu insanüstü konuma yerleştirir. Bağlılıklar onlara karşı herhangi bir tartışma- eleştiri sürecini engeller. Anlam buharlaşır, varlık ön plana çıkar. Böylelikle ideoloji uğrunda değil ideolog uğrunda teslim oluş süreci yaşanır. Dünya üzerinde ideologlar genel anlamda insanları kendi algısal çerçevesine hapsetmektedirler. Bu çerçevede tarikat- ideoloji ve liderleri olan şeyhler- ideologlar olarak konumlandırılabilir. Müritler tabi oldukları şeyhe aidiyetlerini aşk- maşuk ilişkisi üzerinden ifade etmektedirler.
Erkek- kadın ilişkileri aşk üzerinden tanımlanır. İnsanın genel olarak ergenlik- gençlik döneminde ağırlıkla yaşadığı bu illüzyon, tüm hayat içerisinde var olması beklenen duygu halidir. Bu süreçler genel olarak birlikteliği ifade etse de çoğu kez çatışmayı ifade eder. Bu çatışma önce kendi içinde, sonra çevresiyle yaşanır. Âşıkların hayat tasarımları ile çevrenin onlar için beklentileri çoğu kez çatışır. Hiçbir gerçeklik zemini olmayan bu süreç âşıkları kendi varlık alanlarına yabancılaştırır. Çoğu kez evlilikle sonuçlanmayan ilişkiler derin hayal kırıklıkları ve buhranlar ile sonuçlanır. Her tanışıklık ve ilişki aşk merkeze alınarak tarif edilmeye çalışılır. Bu artık çevreye karşı bir üstünlük ve gurur unsuru olarak ön plana çıkar. Çevrelerinin onlar için yaptıkları telkinler, engellemeler âşıkların daha çok bağlanma sürecine götürecek teşviklere dönüşür. Bazen de aşıkların birbirini yok etmeye dönüştürecek bir hal üzerine dönüşümüne de sebep olmaktadır.
“Aşk” en büyük sömürü aracına dönüşmüştür. “Sevgililer Günü” zırvalıkları üzerinden kapitalizmin pazar işgali kalplerin sömürüsünden başlamaktadır. Modern zamanlar duyguların en basit reklâm araçlarına ve sermaye merkezli algılayışlara dönüştürüldüğü zeminlerden beslenmektedir. Hemen herkes âşık olmayı teşvik etmektedir. Çocukların mahrem alanlarına kadar sirayet ettirilen bu süreç duygular üzerinden yeni sömürü mekanizmalarının devreye girmesine sebep olmaktadır. Diziler, reklâmlar ve magazin dünyası başta olmak üzere hayatın her alanında insanın karşısına çıkmaktadır. Tüm tanımlamalarını aşk üzerine kurgulayan zihniyet kalbi ve akli iğfallerine yenilerini eklemektedir. Aşk; sadakatten, sevgiden, merhametten, fedakârlıktan üstün konuma yerleştirilmektedir.
İnsanlar duygusal varlıklarını Aşk üzerine temellendirmeye zorlanmaktadırlar. Bunu en çok zorlayanlarda şairler olmuştur. İnsansı bir hal olan bu durumu genel bir durum gibi insanlara dayatan ve duygusal iklimini bunun üzerinden yansıtmaya zorlamışlardır. İçsel sesin duyarlılığını yansıtan şairler ile ilahi çağrının sesi olan Peygamberler bu noktada birbirinden ayrılmışlardır. Şairler aşka, peygamberler ise sevgiye davet etmişlerdir. Sevginin temeli sağlam iken, aşkın temeli kalıcı ve asli olmadığı için hiçbir zaman oluşmamaktadır. Bu defa insanlar bir türlü ulaşamadıkları ve olmayan duygusal zenginliği yakalamak için birbirini harcamaktadırlar. İnsanlar sevgi üzerine bir tasavvur kuramadıkları için hayal kırıklıkları sürekli derinleşmektedir. Aşkın duygusal illüzyonundan kurtuldukları zaman kendi gerçekliklerinde varlığını bulamamaktadırlar. Sevgi ve aşk arasındaki ilişkiyi yorumlayan Ali Şeriati’nin şu tesbitleri önemlidir: “Aşk, görme engelli coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağ. Sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk, görme engelli coşku, görmezlikten kaynaklanan bir bağ. Sevgi, bilinçlice bir bağ; apaçık, duru bir görmenin sonucudur. Aşk, genellikle içgüdüden su içer, içgüdüden kaynaklanmayan başka bütün olgular değersizdir. Sevgi, ruhun içinden doğar, bir ruhun yükselebileceği en yüksek yerlere, sevgide onunla birlikte doruğa tırmanır. Aşk, denizin içinde boğulmaktır. Sevgi, denizin içinde yüzmektir. Aşk, görme duyumunu alır. Sevgi, verir. Aşk, kabadır, şiddetlidir. Sevgi, tatlıdır, yumuşaktır. Aşk hep kuşkuyla bulunur. Sevgi baştan başa kesin inançlıdır. Aşktan içtikçe kanarız, Sevgiden içtikçe susarız. Aşk korundukça eskir. Oysa sevgi yenilenir. Aşk, büyük, güçlü kandırmacadır. Sevgi, sonsuz, salt, dosdoğru, içten bir doğruluktur. Aşk, içgüdünün tuzağında tutsak olmaktır. Sevgi, isteklerin baskısından kurutulmaktır. Aşk, gövdenin görevlisidir. Sevgi ruhun elçisidir. Aşk, tat aramaktır. Sevgi sığınak aramaktır. Aşk, kendinden yanadır. Bencildir kendisi için ister. Sevgi, sevilenden yanadır, sevilencidir.”
İnsanın temel varlığını belirleyen duygusal hareketliliklerin hepsinin temiz ve insana yarar getirdiği söylenemez. Duygunun en saf, temiz, insani olanı sevgidir. Sevgi dışındakiler içinde nefsanî ve akli aşırılıkların katıldığı, insanı kendi kendine yabancılaştıran, diğer insanları da kendi benlik zindanlarına hapsederek düşünce, ruh ve anlamdan yoksunlaştıran bir konuma getirmektedir. İnsanın öz- fıtri yaratılışındaki hislerini tanıması, anlamlandırması ve asli olana yöneltmesi noktasında bilinç- anlam merkezli bir algı yerleştirilmelidir. Aksi halde insanı kendi varlık arayışında karşılığı olmayan yeni maceralara sürüklenerek kendi kendine ihanete götürecektir.
Anlam:
Varlığın her nesnesinin bulunduğu konum itibariyle bir hedef üzerinde bulunmaktadır. Varlıklar arasında koparılmaz bağlar vardır. Bu bağlar ve ifade ettikleri şeyler onların hayat yönelişlerini belirler. Her varlık yaptığı, düşündüğü, hissettiği her durum için belli bir altyapı ve gerçekleştirmek istediği bir amaç çerçevesinde hareket eder. Varlığını bulunduğu konum içerisinde yerleştiren taşıdığı anlam bütünlüğüdür.
Anlam; varlıkların kendini ve çevresini tanımlamasıdır. Bu tanımlama anlam üzerine bina edilmiştir. Bu anlamın idrak edilebilmesi ve yaşam bütünlüğü içerisinde ifade edilebilmesi için akıl, kalp ve nefis vermiştir. Bunların idrak sorunu olduğunda bu noktalarda uyarıcı olabilmeleri için elçiler seçmiştir. Elçiler anlamın bulunması ve tekrardan dirilmesi için mücadele ederken, farklı anlam ve yorumlara kendilerini teslim etmiş insanlar bu sürece yabancı durmuşlar ve engellemeye çalışmışlardır.
İnsan anlam verebilen tek varlıktır. Anlam derinliğini ve çerçevesini sürekli genişletir. Her an şahit olduğu olay, kişi, durum ve düşünce için bir anlam çerçevesi oluşturmaya çalışır. Bu anlam arayışı hayat boyunca devam eder. Anlamı yitirdiği ve üretemediği anda varlık krizi baş gösterir.
İnsan anlamı kelimelerle ifade eder. Kelime anlam coğrafyasının işaretleridir. Yönleri belirtmek için kelime üretebildiği ölçüde kendine yol bulur ve yürüyüşünü devam ettirir. Anlamı sadece kendi varlığıyla değil âlem içerisindeki şahitlik ettiği her nesne üzerinden bulmaya çalışır. Anlamı bulduğu zaman mutludur. Arayış boyunca devamlı huzursuzdur. Anlamı bulmak için büyük mücadele ve çaba gerektirir. Anlam insanı, insan anlamı arar. Birbirlerine vazgeçilmez olarak muhtaçtırlar. Anlamsız kalan ruh büyük acılar içerisindedir. Yitirdiğini bulmaya, sorduğunu cevaplamaya mahkûmdur.
Akıl, anlam arayışının temel parametresini teşkil eder. Varlık âlemindeki objeler akıl süzgecinde anlam kazanır. Bu anlamın varlığa tekabülünü kalp- duygu planında yerini ve isabetliliğini bulmaya gayret eder. İnsanın mümin vasfı kazanması için gereken İmanın oluşması için “marifet”(bilgi) esastır. “Marifet”in oluşması ve insani dönüşüme katkı yapabilmesi için bunun akli- kalbi süreçlerden geçerek anlam kazanması gerekir. Bu anlamın insanın arayışına verdiği karşılık ölçüsünde hayat belli bir yön- irade kazanır.
Anlam sürekli yenilenen ve çoğalan karakterdedir. Anlam keşfi yeni bir yolculuğa çıkmayı mecbur kılar. Anlam ruhu arayışının temelidir. Ruh bununla mutmain olur. “Mutmain olmuş nefs” anlamını bulmuş ve bunu yaşayabilmiş olandır.
Dünya üzerinde her insan varlığı anlam arayışındadır. İdeal anlam yoktur. Aranılan, tanımlanan anlam vardır. Her insan varlığının ifadelendirdiği anlamları önemsemek gerekir. Anlamsız olan hiçbir şey bulunmamaktadır. Söylenen her sözün, atılan her adımın, verilen her tepkinin muhakkak bir sebebi vardır. Anlamın coğrafyası, ülkesi, sınırları, dini, ideolojisi ve milliyeti yoktur. Anlam insan varlığından başlar çevresine tekabül eden her şeyi etkiler. Oysa insanlar anlama coğrafya, milliyet ve din sınırları içerinde hapsetmeye çalışırlar. Tekeller oluşturulur, çerçeveler çizilir. Bu anlam dışına çıkmak sapkınlık olarak nitelendirilir.
Anlam üzerinde iktidar mücadelesi verilir. Kendi bulduğunu iddia ettiğini diğerlerine dayatmaya ve kabul ettirmeye çalışır. Anlam uğruna savaşlar çıkar, kavgalar verilir. Anlam savaşının ana mekânı akıl ve kalptir. Ve zamanla coğrafyalara sıçramaktadır.
İnsan ilişkilerine anlam verebildiği ölçüde kendi varlığını bulmaya başlamıştır. İnsan ilişkileri sevgi, korku ve çıkardan öte anlam merkezli inşa muhtaçtır. En üstün ve derinlikli olan anlam üzerinde kurulanlardır. Birbirini anlayabildiği ölçüde bir gelecek var edilebilir. Anlamdan yoksun olanlar çözülmeye ve kaosa mahkûmdur. Oysaki anlam en çok ihmal edilen ve önemsenmeyen ilişki biçimidir. Bölesi bir zemin üzerinden insanlar bir yerde buluşmayı denemezler. Korkular üretir, çıkarlar keşfedilir ve sevgi denilen duygusal komplikasyonlarla insanlar birbirine mahkûm olurlar. Ve bunu da anlam üzerinden ifadelendirmeye çalışırlar. Hâlbuki iddia ettiği anlam insanların anlam üzerinden sürdürdüğü çıkar mücadelesinin bir parçasıdır.
Sonuç:
İnsan; akıl, kalp ve nefis ile müteşekkil olduğu için bu unsurlar birbirinden bağımsız bir yapıda değillerdir. Bu unsurların her birisinin kendi özelinde ürettiği algılar ile yaşamını şekillendirmeye çalışır. İlişkilerini dayandırdığı korku, çıkar, sevgi ve anlam temellerini kendi içindeki yansımaları farklı farklıdır. Dil, düşünce, ruh, beden, hayat, gelecek, mutluluk, başarı gibi ömür boyu yaşamına şekil veren unsurları bu dört temelden hareket ederek pratize eder. Bu pratikleştirme süreci şuura vardığı veya yaklaştığı ölçüde hedefine varmış olacaktır. Bu varlık tanımlamaları insanlar arası çatışmanın- mücadelenin dili, imkânı ve zemini olabilmektedir.