Altı şubat gecesi yaşanan felaket ile birlikte insanların pek çoğunun kendine, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeye gayret ettiğini fark ettim. İnsanlar namaz kılmaya, Kuran-ı Kerim okumayı öğrenmeye ve dinin gerekliliklerini daha titiz bir şekilde yerine getirmeye çalışmaya başladılar. İtiraf etmeliyim ki ben de öyleyim ve şuna eminim ki siz de öylesiniz.
Covid-19 virüsü yayılmaya, her geçen gün nice insanın can vermesine sebep olmaya başladığı zamanlarda ve aslında yaşadığımız bütün felaketlerde olduğu gibi bu felaketten sonra da çevremdeki insanlardan hep şu sözleri işittim:
“Tesettüre gireceğim.”
“Namaz kılmaya başlıyorum.”
“Kuran okumayı öğreneceğim.”
İşte bu sözleri işitmemin ciddi manada sıklaştığı bir günde oturup uzun uzun düşündüm. Bu düşünme epeyce bir saat sürdü ve öyle içime dokundu ki, en sonunda göz yaşlarımı tutamadığımı da söylemeden geçemeyeceğim.
Yaratıcımızı fark etmemiz için ille de böyle felaketlere mi tanık olmamız gerekiyordu? Özümüze dönmek, İslam’ın gerekliliklerine uyma hususunda hassas davranmak, yalnızca kendimizi değil başka insanları da düşünmek için on binlerce insanımızın can vermesi mi gerekiyordu? O yirmi günlük bebeklerin, üç yaşlarındaki çocukların, bin bir çeşit hastalığa sahip ihtiyar insanların günlerce enkaz altlarında kalması mı gerekiyordu? Bebeğinin doğacağı günü dört gözle bekleyen gebe kadınların o taş duvarlar, kolonlar altında ezilip de yavrularını kaybetmeleri mi gerekiyordu? İnsanların evlerinin başlarına yıkılması, bütün bir hayatlarını, varlarını yoklarını bir dakikalık bir sarsıntıda kaybetmesi mi gerekiyordu? İçecek su, yiyecek yemek, giyecek kıyafet bulamamaları, başkalarından yardım istemeleri mi gerekiyordu?
Bu liste uzar gider.
Gerçekten bunlara gerek var mıydı?
Ben HAARP falan bilmem. Tetiklenmiş bir deprem mi yoksa doğal bir olay mı bilmiyorum. Hangi siyasi ne yaptı, depremle ilgili ne söyledi, şu parti bu parti felaketten etkilenen insanlarımıza ne kadar destek oldu bilmiyorum. Açıkçası umurumda da değil. Bu büyük felaketin öncesi ve sonrasında getirdiği yıkımların hesabını da ondan bundan değil, ilk önce kendimizden sormamız gerekmiyor mu sizce de?
Yaratıcı bize nefes alalım diye ağaç verdi, kestik. Çiçek verdi, ezdik. Karnımızı doyuralım diye milyon çeşit meyvenin sebzenin yetiştiği bağ bahçe bostanlar verdi, üzerlerine betondan binalar diktik. Yoksulları görmedik, ihtiyacı olanı gözetmedik, “Allah versin!” deyip görmezden geldik. Enflasyonu bahane ederek akla gelebilecek her ürünün fiyatını kat kat arttırdık, ölçüde tartıda hile yaptık, meyvenin sebzenin çürüğünü başkalarının poşetine doldurduk, dünya malıyla, dünya nimetleriyle gözümüzü doyurduk. Eee, bütün bunları yaparken Yaratıcımızı unuttuk, bin bir türlü bahaneler uydurduk, “Yanar çıkarız!” deyip durduk. Ya hu o büyük felaketin ikinci gününde temel ihtiyaç ürünü sayılan battaniyelerin, eldivenlerin şapkaların fiyatı yüzde bilmem kaç arttı ya. Üstelik ortada hiçbir gerekçe yokken. Pes vallahi, pes…
Yaşadığımız felaketlerin sebebini elbette öğrenmek isteyeceğiz. Tabii ki tetiklenmiş bir deprem olabilir, tabii ki yapay bir felaket olabilir. Bu da bir ihtimaldir ve asla gözden kaçmaması gerekir. Ancak azıcık vicdan, sizce de felaketleri yalnızca kötüye kullanılan teknoloji mi tetikledi? Bende, sizde, hepimizde… Bizde hiç mi kabahat yok?
“Allahü Teâlâ, depremleri iyilere öğüt, müminlere rahmet, kâfirlere ise azap kılar.” [İ.Asakir]
Bizler yaşadığımız bu felaketlerden ders alanlardan olalım İnşallah. Kendimizi, içinde bulunduğumuz çağın hoş görülen sapkınlıklarına değil, doğruluklarına layık görelim. Ölüm gelinceye değin dosdoğru olmayı ilke edinelim. Ben topluma damardan, en yakından hitap edebilen sanat dalına mensup biri olarak bütün bu sözleri kullanmayı kendime bir borç biliyorum.
Bir canımızı daha kaybetmemek için hemen bugün kendimize çeki düzen vermeye başlasak iyi ederiz. İnanın tövbe edip kurtuluşa ermek için hâlâ geç değil.
Felaketlerde canından olan bütün vatandaşlarımızın ruhları şad olsun.