17 C
Bursa
23 Kasım 2024 Cumartesi
spot_img
Ana Sayfaİslamİslam'da Davetin Önemi ve Davetçinin Özellikleri

İslam’da Davetin Önemi ve Davetçinin Özellikleri

GİRİŞ

Hazırladığımız aylık yazı dizisi çerçevesinde okuyucularımıza takdim edeceğimiz konu ‘İslâm’da Davetin Önemi ve Davetçinin Özellikleri’ adlı yazımız olacaktır. Konuya girmeden önce giriş sadedince, davet kavramı ve İslâmî davetin temelleri üzerinde durmamız yararlı olacaktır.

A. Davet Kavramı

1. Sözlük Anlamı:

Talep etme, çağırma, bir şey üzerinde toplanma anlamlarına gelmektedir.[1] Öyleyse davet kelimesi sözlük olarak, bir amel ve hedefi gerçekleştirmek için gösterilen sözlü ve fiilî çabadır.[2]

2. Istılahi Anlamı:

Istılahi olarak davetin birçok tanımları bulunmaktadır şöyle ki:

-“Âlim ve aydın kimselerin, Din ve dünya işleri konusunda güçleri nispetinde toplumu bilgilendirmeleridir.”[3]

-“Dünya ve ahiret saadetine nail olabilmek için insanları hayra ve hidâyete teşvik etmek, onlara iyiliği emretmek ve kötülükten ney etmektir.”[4]

-“İnsanların akıl ve yönlerini onları kurtaracak bir akîdeye veya yararlı olacak bir maslahata sarf nazar ettirmek ya da insanları neredeyse vuku bulacakları bir dalalet ya da neredeyse işleyecekleri bir günahtan sakındırmaktır.”[5]

Bunlar içerisinde en güzel ve şamil olanı şu tanımlamadır:

“İslâm daveti; insanları, ilahî hüküm altında yaşayacakları, Rabbani bir düzeni kaim kılmak için Allah’ın hak Dini olan dosdoğru yola davet edip bunun esas temeli olan doğru bir akîdeye ve Allah’ın Rasûlü’ne vahy ettiği her şeye davet etmektir.”[6]

B. İslâmî Davetin Temelleri

İslâmî davetin gerçekleşebileceği dört tane önemli temeli vardır. Sırasıyla şunlardır:

1. Davet edilecek şey, yani konusu:

Davet edilecek konular öncelik ve önemlilik sırası prensibine bağlıdır. Yani davet edilecek kişinin ihtiyacına göre konular işlenilir. İşlenilecek konulara gelince özet olarak bir Müslümanın dünya ve ahiret saadetini gerçekleştirmek için ihtiyacı olduğu ve İslâm Dini’nin içerdiği akîde, şer‘î hükümler, muamelat ve ahlâka dair her şey buna dahildir.

2. Davetçiler:

Bundan maksat; önce ilim ehli, ilim talebeleri, davet etmesini bilen Dininde basiret sahibi kimseler, evini ıslah etmeğe çalışan her anne ve babadır. Aslında davet görevinde ümmet ve Peygamber’i ortaktır. Çünkü bu görev kendilerine Peygamberlerini ölçü alan kimselere Nebevî bir mirastır. Kısacası; akıl sahibi ve büluğa ermiş Dinini bilen her Müslümanın görevidir. Dolayısıyla şerî bir mazereti olmayan hiçbir Müslümanın bu görevden uzak kalması caiz değildir. Hangi bir topluluk, Allah’a davet etme görevini terk ettiyse illâki başkalarının tahakkümü altında zelil bir şekilde yaşamaya mahkûmdur. Günümüz İslâm toplumların hali buna en güzel örnektir sanırım.

3. Davet Edilenler:

Allah’a davet geneldir ve bütün beşeriyeti kapsar. İslâm davetine muhatap olan önce Müslümanların kendisidir. Buna bütün sosyal tabakalar dahildir statüsü ne olursa olsun ortaktırlar. İmkân ve şartlar dahilinde, hal ve ortama göre davet edilmelidir. Özellikle hak ile batılı karıştırmış birçok cemaat bu davetten geri bırakılamaz. Davet konusunda insanlar arasında ayırım yapılmaz. Çünkü herkesin az çok buna ihtiyacı vardır. Akabinde bu davetin muhatapları gayr-i müslimlerdir. Bundan maksat, Ehl-i Kitâb ve Ehl-i Kitâb olmayanlar. Yani Hristiyanlar, Yahudiler, başka din mensupları ve hiçbir dine inanmayan ateistlerdir.

4. Davet Metodu ve Yöntemleri:

Davetçinin davet metodunu öğreneceği temel kaynak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü (s.a.v)’in Sünneti ’dir. Ondan sonra Selefî Sâlihîn ve bu ümmetin âlimleri gelmektedir. Başarılı bir davet, davet edilecek kişinin hastalığını ve ihtiyacını tespit etmek, davet edilen kimsenin devayı, yani doğruları görmesini engelleyen şüpheleri izale etmektir. Ondan sonra, talim ve terbiye yoluyla gerekli olan reçete verilir, böylelikle bir fayda ve hayır hasıl olmuş olur. Davet yöntemi, davet edilecek kişilerin statülerine göre değişir. Eğer davet edeceği kimseler idareci durumunda ise, onları yumuşak sözle çağırır. Durum aynen Cenâb-ı Hakk’ın, Mûsâ (a.s)’a buyurduğu gibidir:

﴿اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى. فَقُولاَ لَهُ قَوْلاً لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى.﴾

‘Firavun’a gidin, çünkü o iyiden iyiye azdı. Ona tatlı dille konuşun. Belki o, aklını başına alır veya korkar.’ (Tâhâ 20/43-44)

Davet ve tebliğ vasıtaları pek çoktur. Örneğin; mescitler, merkez ve cemiyetler, çağdaş aletlerden, yayın organı olarak radyo, televizyon internet, sosyal medya veya eserler, gazete ve dergiler…

İslâm’da, insanları Allah yoluna davet, çok önem ar zeden bir alan olmakla birlikte, ne yazık ki çok az Müslüman bununla ilgilenmekte ve bu görevi üstlenmektedir. Tarihe göz attığımızda ilk olarak davet müessesesi, Allah’ın Dinini yeryüzündeki insanlara tebliğ etmek için gönderilen peygamberle başlamış ve Kıyamete kadar devam edecektir. Bu peygamberlerin ilk görevi, insanı insanlara kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul olmalarını sağlamak için Tevhit hakikatini gerçekleştirmekle başlamıştır ki, onlar tarih boyunca davetin en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Dolayısıyla davet ameliyesine peygamber mesleği dersek hata etmiş olmayız. İnsanları İslâm’a davet etme görevi, Allah’ı anlatma olduğu için bundan daha değerli bir görev ve daha güzel bir söz olamaz. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de bu konuda şöyle buyurur:

﴿وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلاً مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحاً وَقَالَ إِنَّنِي مِنْ الْمُسْلِمِينَ.﴾

‘İnsanları Allah’a çağıran, sâlih amel işleyen ve ben Müslümanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?’ (Fussilet 41/33)

Bu ayetle Rabbimiz davetçilerin mertebelerini yükseltmiş ve insanlar nazarında en iyi değere (mevkiye) sahip kılmıştır. Öyle ki Peygamber (s.a.v) davetçileri için şu duada bulunmuştur:

(نَضَّرَ اللَّهُ إمْرَءاً سَمِعَ مَقَالَتِي فبلغها كَمَا سَمِعَهَا.)

“Sözümü işittiği gibi başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ak etsin (ağartsın, nurlandırsın).”[7]
Allah’a davet yolu çok meşakkatli bir yoldur. Birçok zorlukları, çileleri, cilveleri içine alan sürprizler dolu bir yoldur. Bu yüzden davetçiler, kovulurlar, dövülürler, aşağılanırlar ama yine de görevlerinden vazgeçmezler. Çünkü bütün bunlar, Allah hesabına olduğu için tahammül ederler. Yine bütün bunlara rağmen insanlardan bir ecir de talep etmezler. Gelen peygamberler kavimlerine şöyle seslendiler:

﴿وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِي إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ.﴾

‘Ben sizden herhangi bir ecir (mükafat) istemiyorum, benim mükafatım Alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.’ (Şu‘ara 26/127)

Dolayısıyla bu görevi üstlenenlerin ecir ve mükafatları çok büyüktür. Peygamber (s.a.v), Hayber’in fetih günü ‘Ali’ye (r.a) İslâm sancağını verdiği zaman ona şöyle demiştir:

(فواللَّه لأن يهدي اللَّه بك رجلا واحداً خير لك من أن يكون لك حمر النعم.)

“(Ya ‘Alî!) Allah’ın senin elinle bir kimseye hidâyet vermesi, kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.”[8]

İşin en güzel tarafı da bir hayır mekanizması gibi davetçiye uyan ve tabi olan kimselerin ecir ve mükafatı da aynen ona yazılmasıdır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v) bunu haber vermiştir:

(من دعا إلى هدى كان له من الأجر مثل أجور من تبعه لا ينقص ذلك من أجورهم شيئا.)

“Kim insanları doğru bir yola çağırırsa, kendisine uyanların ecrinden aynısını diğerinkinden hiç eksilmeden verilir.”[9]

Davet görevi öyle mukaddes bir görevdir ki, insanlara hayır öğreten davetçiye ve muallime Cenâb-ı Hakk’ın, meleklerin ve dünyadakilerin salât getirip dua ettiklerini Peygamber (s.a.v) haber vermiştir:

(إن اللَّه وملائكته وأهل السماوات والأرض حتى النملة في جحرها وحتى الحوت ليصلون على معلم الناس الخير.)

“Allah ve melekleri, gök ve yeryüzü sakinleri, hatta deliğindeki karınca ve denizdeki balık bile insanlara iyiliği öğreten kimseye salât getirip dua ederler.”[10]

Bu hadis bize, İslâm’a davet görevinin ne kadar değerli ve mübarek bir görev olduğunu anlatmak için yeterli bir delildir. İçimizden, öldükten sonra hayırla anılmasını ve sevaplarının devam etmesini kim istemez ki? Eğer istiyorsak, sahip olduğumuz bilgi kadarıyla az dahi olsa davetle meşgul olalım. Çünkü bu davetin veya iyiliği emredip, kötülüklerden kaçındırmanın bir neticesi olarak bu dünyadan ayrıldıktan sonra bile sevapları devam edecektir. Bu konuda Peygamber (s.a.v)’in hadisi şöyledir:

(إذا مات الإنسان انقطع عنه عمله إلا من ثلاث، إلا من صدقة جارية أو علم ينتفع به أو ولد صالح يدعوا له.)

“İnsanoğlu öldüğü zaman ameli kesilir, ancak üç şey bundan müstesnadır (yani devam eder). Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan bir ilim veya kendisi için dua edecek salih bir evlat.”[11]

Dolayısıyla tarihten günümüze kadar bütün peygamberler, kendisine tabi olanlarla beraber insanların hidâyete kavuşabilmesi için çok hırslı olmuşlardır. Bilhassa Peygamberler’ in sonuncusu, alemlere rahmet olarak gönderilen ve evrensel boyutu olan Rasûlullah (s.a.v) onlar içerisinde davetinde en hırslı olanıydı. Yatıyor, kalkıyor ümmetini düşünüyordu. Onun arkadaşları olan sahabîler her türlü maddî ve manevî zorluklara katlanarak bu daveti üstlenmişlerdir. Özellikle Raşid halifeler çeşitli fetihler yaparak İslâm Dinini davet yoluyla yaymışlardır.

Arkadan gelen tabi‘în ve tebe-î tabi‘în nesli de İslâm davetini ulaştırmak için bütün imkanlarını kullanarak seferber olmuşlardır. Gerek Emevîler, gerek Abbasiler, gerek Selçuklular ve gerekse Osmanlılar döneminde İslâm davetçilerinin, başarılı Müslüman komutanlarının ve mücahit askerlerinin gayretiyle İslam Dünyası büyük bir medeniyete sahip olmuştur.

Bu medeniyet asırlardır böylece devam etmiş hatta 18. yüzyılda Avusturya’nın kapılarına dayanmışlardır. Ama ne yazık ki daha sonra davet müesseseleri zayıflamış, insanlara Allah’ın Dinini anlatan davetçiler tükenmeye başlayınca bu Dinden uzaklaşmalar ve yüz çevirmeler olmuştur. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Müslümanların elinden otorite nimetini almıştır. Bu yüzden Müslümanlar batılıların hegemonyası altına girmek zorunda kalmışlardır. Netice olarak Müslümanlar, 1960 yıllarında bu defa Dini anlatmak için değil bir lokma ekmek talep etmek için batının kapısını çalmışlardır. Dolayısıyla İslam davetinin altında yatan sır budur; davete devam edilirse izzete, bırakılırsa zillete maruz kalınır.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de bu acı gerçeğe şu ayeti kerimeyle işaret etmektedir.

﴿…إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ…﴾

‘Bir toplum kendini değiştirmediği müddetçe, Allah onları değiştirmez, yine Allah bir topluluk için bir ceza dilerse, onu kimse çeviremez.’ (Rad 13/11)

Söz konusu ayetin vermek istediği mesajı iyi anlamaya çalışalım. Biz Allah’ın bu iradesini ve verdiği cezayı hak ettik ve şu an Batılıların ülkesinde birçok Müslüman çalışıyor ve ülkemize yabancılar tarafından hükmediliyor. Ancak İlahi hikmetin gereği, bize bir imkân daha tanındı. Bizi bu topraklara getirerek, bir kısım Batılının bizim elimizle İslâm’a girmesini sağladı. Bu imkânı değerlendiren ne bahtiyardır, bunu değerlendirmeyen de ne bedbahttır.

Yıllar sonra bu bahtiyar davetçilerin eliyle Avrupalı Müslümanlar yeniden kendilerine sahip çıkmağa başladılar. Yabancı ülkelerde yani; Avrupa’da yılmadan çalışarak camiler, cemiyetler, okullar ve merkezler açma gayretini gösterdiler. Böylelikle İslâm’ın nuru Avrupa’da yeniden doğdu, insanlar Allah’ın Dinine fevç fevç girmeğe başladılar. Bu ne büyük ilahî bir hikmettir ki layık olmadığımız halde bize bu nimeti bahşetmiştir.

Çağımızda teknik imkanların genişlemesi nedeniyle, artık sözlü davet veya kitabet yeterli gelmemektedir. İslâm davetini yoğunlaştırmak veya daha kalabalık çevre ve kitlelere hitap edebilmek için ilmî, Dinî ve kültürel faaliyetlerinin yürütülebileceği kompleks türü merkezlere ihtiyaç vardır. İçinde kütüphane, mescit, bilgisayar odası, ders sınıfları, spor salonu, konferans salonu, kafeterya, sohbet lokalleri gibi birimlerle donanmış, gençlerimizin maddî ve manevî her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak ve İslâmî davette hizmet alanı olarak kullanılacak müesseselere şiddetle ihtiyaç vardır. Kaldı ki Batılılar, enstitüler, kütüphaneler, gençlik kulüpleri ve eğitim birimleri açmak suretiyle gençlerimizi kendilerine çekiyorlar.

İslâm hesabına fidanlarımızı ve gençlerimizi koruyarak sahip çıkmak veya onları çeşitli tehlikeli mihraklardan kurtarmak istiyorsak, Dinî Mübin’in bu beldelerde kaim ve daim olmasını arzu ediyorsak benzeri projeleri gerçekleştirmek veya hal-i hazırda olanları geliştirerek değerlendirmek durumundayız. Böylelikle Müslüman gençler boş vakitlerini bu tür yerlerde geçirirler, birbiriyle kaynaşırlar, Dinlerini öğrenirler, çeşitli sorunlarını oralarda çözme imkânı bulurlar ve sosyal ihtiyaçları oralarda karşılanır, ortak bir hayır ve hizmet mekanizması oluşur. Nitekim İslâmî davetin misyonu da budur; Allah’ın razı olacağı ve Rasûlü’nün (s.a.v) yolundan giden Müslüman ve muvahhit oluşumları meydana getirerek Dinîmizi yeryüzüne yaymaktır.

Davetin önemi ve tarihi seyri üzerinde durduktan sonra, bir Müslüman davetçinin sahip olması gerekli olan nitelikler üzerinde durmamız yerinde olacaktır. Ancak söz konusu müspet niteliklerin yanında kaçınması zorunlu olan bazı menfi/olumsuz nitelikler de bulunmaktadır. Öncelikle müspet özellikleri arz edeceğiz, akabinde de menfi özellikleri üzerinde duracağız inşallah.

A. Davetçinin Müspet Özellikleri:

Davetçinin tebliğde başarıya ulaşabilmesi için, işe başlamadan önce şahsında bulunması gerekli olan kuvvetli iman, daveti ulaştırma gayret ve himmeti, doğruluk ve ihlâs (samimiyet), ince anlayış, hikmet ve basiret, şefkat ve yumuşaklık, güzel muamele, iyi geçinme, hoşgörü, cömertlik, iffet ve güçlü şahsiyet sahibi gibi birçok temel nitelikler bulunmaktadır. Zira davetçinin bu çetin ve zorlu yolda, ancak sahip olduğu bu özelliklerle davetinde başarıya ulaşabilir. Yalnız yazımızda bunların tamamını ele almamız mümkün değildir. Biz ancak önemli olanlarını sırasıyla açıklamaya çalışacağız.

1. İhlâs ve samimiyetin gereği:

İhlâs meselesi, başka bir ifade ile Dinde samimiyet, İslâm davetinin vazgeçilmez prensiplerinden biri olması nedeniyle çok önem arz etmektedir. Çünkü ihlâs Müslüman davetçinin kimliğini oluşturan en önemli unsurlardan biridir. Kaldı ki ihlâs, kalbi amellerin başında gelir. Ayrıca amelin kabul edilmesi için vazgeçilmez şartıdır. İhlâs öyle bir özelliktir ki, küçük bir ameli bile Allah katında büyütür. İhlâs, Müslüman davetçiyi şeytanın desiselerinden ve saptıranların fitnesinden koruyan önemli bir sığınaktır. Birçok Müslüman davetçinin ihlastan uzak olması, amellerinin bereketsiz ve davetinin başarısız olmasına neden olmuştur.

İslâmî davete riyanın karışması, insanlarda o davetin etkisini ve kıymetini yok etmekte ve nurunu söndürmektedir. Dolayısıyla davet yolunun başında olan kimselerin, her amelde olduğu gibi davet görevinde de niyetlerini tashih etmeleri ve ihlasa teşvik edilmeleri gerekmektedir ki, davetteki çabaları zayi olmuş olmasın. Ayrıca ihlâs konusu, Selefî Sâlihîn’in üzerinde en çok durduğu bir husustur. Günümüzdeki birtakım davetçilerinin en önemli sorunlarından birisi, bazen davet işlerine şahsî çıkarlarını karıştırmaları veya öne çıkarmalarıdır. Bu tür hatalar ister istemez ihlâslarını zedelemektedir. Rabbim bizleri her amelimizde olduğu gibi davet yolunda da ihlastan ayırmasın inşallah…

2. Yeterli bilgi:

İnsanları Allah yoluna çağıracak olan Müslümanın elinde en azından iman esaslarını ve İslâm’ın prensiplerini anlatacak derecede bilgi malzemesine sahip olması gerekir. Hiç bilgisi olmayan kimsenin faydalı olması düşünülemez. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur:

﴿ ُقلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنْ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنْ الْمُشْرِكِينَ.﴾

“Deki: ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben ve bana uyanları basiret üzerine Allah’a çağırıyorum, Allah’ı tenzih ederim. Ve ben ortak koşanlardan değilim.’” (Yûsuf 12/108)

İmâm Buhârî Sahîhi’nde:

“İlmin Söz ve Amelden Önce Geldiği Babı” şeklinde bir bab açmış ve buna delil olarak da şu ayeti zikretmiştir:

﴿فَاعْلَمْ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ…﴾

“Bil ki Allah’tan başka ilah yoktur. Ey Muhammed Hem kendinin hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının bağışlanmasını dile…” (Muhammed 47/19)

Cehalet üzerine bina edilmiş bir davetin neticesi; haktan uzaklaştırmak, insanları felaket ve dalalete sürüklemektir. Günümüzde davetle meşgul olan İslâmî cemaatlerin bilgi düzeyini ele aldığımızda; fertlerinin Kur’ân ve Sünnet bilgisinden mahrum oldukları, daha ziyade kulaktan duyma bilgiler olduğu veya belirli bir yazarın ve cemaatin eserlerindeki bilgilerden öteye gitmediği gözlenmektedir. Dolayısıyla bu tür davetçilerin muhatapları, yanlış yönlendirilmekte ve İslâm Dini hakkında mesnetsiz bilgiler edinmektedir. Ayrıca verilen bu yanlış ve çelişkili bilgiler, Müslümanların İslam’ı yanlış anlamalarına ve bölünüp parçalanmalarına neden olmaktadır.

3. Bilgiyle amel:

Yapılan davet her ne kadar gerçek bilgiye ve sağlam temellere dayansa bile uygulanmadığı veya pratik bir değeri olmadığı müddetçe, istenilen başarıya ulaşması mümkün değildir. Çünkü önce davetçinin, davet ettiği konuda örnek olması zorunluluğu vardır. Bunda bir zafiyet ve kusur, davetçinin davetindeki samimiyetsizliğini ve karasızlığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur:

﴿يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لاَ تَفْعَلُونَ. كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللَّهِ أَنْ تَقُولُوا مَا لاَ تَفْعَلُونَ.﴾

“Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız söylemeniz, Allah katında büyük bir gazaba neden oldu.” (Saf 61/2-3)

Dolayısıyla ‘ilim ve amel’ davet yolunda birbirinden ayrılmayan iki önemli unsurdur. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, ilim davetin sesi, amel de onun zinetidir. Cenâb-ı Hak, davet ettiği şeyle amel etmeyen davetçiye üç tane musibet vermiştir.

Birincisi: Davetin semeresini göremez,

İkincisi: Allah’ın azabına düçar olur,

Üçüncüsü: Yüce Allah, insanlar nazarında onun itibarını sıfırlar.

Cenâb-ı Hak bizleri bunlardan masum ve mahfuz kılsın.

4. Sabır ve tahammül:

Sabır ve tahammül özelliği, davetçinin en önemli sıfatlarından biridir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de Allah yoluna davet eden peygamberlerine hep sabırlı olmalarını tavsiye etmiştir. Örneğin:

﴿…فَاصْبِرْ إِنَّ الْعاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ.﴾

‘…sabırlı ol, elbette ki hayırlı sonuç takva sahiplerinindir.’ (Hûd 11/49)

Allah yolunda çekilen zorluklar, çile ve engeller, insanların kınamaları davetin cilveleridir. Bunlara karşı sabırlı olmak, tahammül etmek davetçiyi olgunlaştırır. Geçmiş Peygamberler’ in, Resûlüllah (s.a.v) ve sahabesinin çektiği sıkıntılar ve eziyetler buna en büyük örnek olarak gösterilebilir. Bazı kimseler ise, davetlerini belirli bir amaca bağlayarak çalışıyorlar. Belirli bir müddet çalıştıktan sonra amaçlarına ulaşamayınca ve bekledikleri neticeyi elde edemeyince İslâm Dini için çalışmaları duraklıyor, zayıflıyor veya vazgeçiliyor. Halbuki davetçinin görevi İslâmî metotlara uygun bir şekilde insanlara Dini anlatmasıdır. Hidâyet ise, Allah’ın elindedir. Bir kişiye hidâyetin ne zaman verileceği, Allah’ın bileceği bir husustur.

Hiçbir kimse insanların kalbini yarıp da imanı kalplerine yerleştirmeye gücü yoktur. İnsanların hakikatleri anlamaları birden olmaz, bunun gerçekleşmesi için zamana ihtiyaç vardır. Peygamberler bile görevlerini en güzel bir şekilde yerine getirdikleri halde, bazılarının hidâyetine vesile olamamışlardır. Bazı Peygamberler de ancak birkaç kişinin hidâyetine vesile olabilmişlerdir. Örneğin; Nûh (a.s) 950 yıl yaşamasına rağmen, bütün gücünü kullanarak gece gündüz kavmini davet etmesine rağmen, bir rivayete göre 80, diğer bir rivayete göre de 8 kişinin hidâyetine vesile olduğu söylenmektedir. Fakat bizler sabırsızlanıyoruz. Birkaç kere ona buna nasihat etmekle veya orada burada ders anlatmakla ya da arada sırada konferans vermekle hemen çalışmamızın neticesini görmek istiyoruz. Böyle bir beklentide bulunmak elbette doğru değildir. Çünkü Allah bizleri, gücümüzün yetmeyeceği şeylerle mükellef kılmamıştır. İşte davetçi bunları idrak eder ve görevini yaptıktan sonra sabırla neticeyi Cenâb-ı Hak’tan beklerse, zaferi elde eder inşallah.

5. Hikmet ve tedricilik:

Hikmet, bir şeyi yerli yerine koymak ve zamanında yapmaktır. Buradaki hikmetten kastımız, davetçinin tebliğde hikmetli bir şekilde hareket etmesi, muhataplarına en son söyleyeceği sözü baştan söylemesi, kaş yapayım derken gözü çıkarmasıdır.

﴿ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ…﴾

‘Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla mücadelenin en güzel olanı yap…’ (Nahl 16/125) ayetinde buyurulduğu gibi özelikle davetçinin insanları hakka çağırırken aşağılamaması, bilmedikleri şeyler yüzünden onları ayıplamaması, bıktırarak nefret ettirmemesi, zorlaştırıcı değil kolaylaştırıcı olması gerekir.

Nitekim bu konuda Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyururlar:

“يسروا ولا تعسروا، وبشروا ولا تنفروا”.

“Zorlaştırmayınız kolaylaştırınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.”[12]

Bir de davetçinin en önemli niteliklerinden olan tedricilik prensibini elinden bırakmaması gerekir. Yani muhatapların durum ve ihtiyaçlarını dikkate alarak onlara anlatacağı öncelikli meselelerin tespitini yapmak suretiyle hareket etmesi gerekir. Bulundukları seviyelerine göre belirli bir dozaj düzeyinde ve sırasıyla konuları işlemeye çalışır. Hikmetli hareket etmek budur. Önce iman, tevhit ve şirk konularını anlatır. Yeterli derecede faydalı olduğu kanaati hasıl olunca, ondan sonra muhatabında eksik gördüğü ameli konuları Sünnet’te geldiği şekliyle öğretir. Hatalı gördüğü amelleri de tashih etmeye çalışır.

Davette tedricilik konusunda Rasûlullah (s.a.v)’in Mekke ile Medine’deki davet metodunun esas alınması gerekir. Kaldı ki ‘Âişe (r.a) dan gelen hadiste:

(أمرنا رسول اللَّه أن ننزل الناس منازلهم.)

“Rasûlullah (s.a.v) bize insanları bulundukları seviye göre muamele etmemizi emretmiştir.”[13]

B. Davetçinin Menfi/Olumsuz Özellikleri

Davetçiyi tebliğinde başarısızlığa sevk eden bazı menfi nitelikler bulunmaktadır. Bunları sırasıyla zikretmek istiyoruz:

  1. Çalışma bahanesi
  2. Rızık endişesi
  3. Yaşlılık bahanesi
  4. Programsız hareket etmek
  5. Başkalarını sürekli eleştirmek
  6. Tenkit ve kınamaya karşı alıngan olmak
  7. Korkmak
  8. Uyumsuz ve geçimsiz olmak
  9. Hayalperest olmak
  10. Semereyi görmeden aceleci olmak
  11. Salihlerden uzak durmak
  12. Günahlara düşmek
  13. Çekememezlik/haset etmek
  14. Liderlik sevdasında olmak
  15. Kendini temize çıkarmak
  16. Daveti belli bir kesimle sınırlandırmak
  17. Bencil ve kibirli olmak
  18. İnsanlardan karşılık beklemek
  19. Kırıcı olmak
  20. Başkalarını aşağılamak
  21. Nefsi çıkarları ön planda tutmak
  22. Katı yürekli olmak
  23. Davet edilen insanlar konusunda ayırımcılık yapmak
  24. Davetten bıkmak
  25. Daveti başkalarına yüklemeye kalkışmak
  26. Davette tembellik etmek
  27. Davet etmeyi sevmemek
  28. Davette neme lazımcılık yapmak
  29. Muhatabına konuşma hakkı vermemek
  30. Davet ettiği şeyi uygulamamak

Davetçinin müspet ve menfi özelliklerini arz ettikten sonra davetçinin nasıl olması konusunda somut bir örnek olması açısından davetçi olan sahabî Mus‘ab b. ‘Umeyr’i (r.a) anlatmamız yararlı olacaktır.

Hicretten önce Rasûlullah (s.a.v) Mus‘ab b. ‘Umeyr’i (r.a) davet için Medine’ye göndermişti. Kendisi Medine’ye geldiğinde Es‘ad b. Zurare’nin (r.a) evinde kalıyordu. Onlara namaz kıldırıyordu. Es‘ad b. Zurâre (r.a) ise Medine’deki Müslümanlara ilk Cuma namazı kıldıran kimsedir.

Bir gün Es‘ad b. Zurare (r.a) ve Mus‘ab b. ‘Umeyr (r.a), ‘Abdu’l-Eşhel oğullarına gitmek için çıktılar. Sa‘d b. Mu‘âz söz konusu oğulların lideri ve Es‘ad b. Zurare’nin (r.a) dayısının oğlu olup hala kavminin dini üzerine idi. Oraya vardıklarında Hazreçliler’den bir toplulukla Benî Zufer’in bahçesinde oturmuşlardı. Daha önce Müslüman olanlar da yanlarına oturdu. Kavmin ileri gelenlerden Sa‘d b. Mu‘âz (r.a) ile Useyd b. Hudayr (r.a) da dinlemek üzere yakın bir yere yerleşmişti. Sa‘d b. Mu‘âz (r.a) gelenlerin niyetini anlayınca İbn Hudayr’i (r.a) onları kovmaları için gönderdi. Süngüsünü çıkarıp, yanlarına varınca:

“Neden siz buraya gelip, fakirlerimizin beynini çeliyorsunuz, eğer sağ kalmak istiyorsanız hemen buradan ayrılın” dedi. Mus‘ab (r.a) ona:

“Oturup dinleseniz, şâyet hoşunuza giderse kabul edersiniz, hoşunuza gitmezse uzak durursunuz” dedi.

İbn Hudayr (r.a):

“İnsaflı davrandın” diyerek, süngüsünü yerine koydu ve yanlarına oturdu. Mus‘ab (r.a) ona İslâm’ı anlattı ve Kur’ân okudu. Onun yumuşadığını konuşmadan önce diğerleri fark ettiler ve onun yüzünde İslâm’ı gördüler. Sonra Useyd b. Hudayr (r.a):

“Bu ne güzel sözlerdir” diyerek Müslüman olduğunu ilan etti ve:

“Arkamda öyle birisi vardır ki eğer Müslüman olursa, kavminden kimse geriye kalmaz ona uyar ve onu şimdi size yollayacağım” dedi. Daha sonra Sa‘d b. Mu‘âz (r.a) da geldi ve aynı şekilde o da Müslüman oldu ve kavmine dönerek Allah ve Rasûlü’ne (s.a.v) iman edinceye kadar onlarla konuşmayacağını yemin etti. Gece bitmeden ‘Abdu’l-Eşhel oğulları Müslüman oldu.

Siyer eseri müellifi İbn Hişâm şöyle der:

“Mus‘ab b. Umeyr (r.a) İslâm’a çağırmaya öyle devam etti ki, Ensâr’ın evlerinden hiç bir ev yoktu ki, içinde kadın ve erkek olarak İslâm’a girmiş olmasın.”[14]

Bu olay bize Mus‘ab b. Umeyr’in (r.a) davetteki etkisini ve üslubunu göstermek için güzel bir örnektir.
Yazımızda davetin kavramı ve İslâmî davetin temelleri üzerinde durulmuş, akabinde davetin önemi ve tarihi seyrini anlatılmıştır. Bunun yanında davetle uğraşan kimselerin takınması gerekli olan özellikler bahsedilmiş ve davetçiyi başarısızlığa sevk eden menfi nitelikler belirtilmiştir. Günümüz davetçilerine örnek olacak nitelikte meşhur davetçi sahabî Mus‘ab b. ‘Umeyr’in (r.a) davetinden bir tablo aktarılmaya çalışılmıştır.

İyi bilinmelidir ki davet; okunan bir ayet, rivâyet edilen bir hadis, öğretilen bir ders, yazılan bir kitap, okunan bir hutbe, etkili bir vaaz, yayınlanan bir dergi, hazırlanmış bir program, yönlendirici bir nasihat, okunan bir zikir, yaygınlaştırılan bir ilimdir. İyiliğe çağırma ve kötülükten sakındırmadır. Hak ve hayır yollarında girişim ve yarıştır. Öyleyse, Allah’ın Dinine davet; iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma her Müslümanın görevi olup üzerine farzdır. Kim ki Allah’ın Kitabı’ndan bir ayet veya Resûlüllah’ın (s.a.v) Sünnetinden bir hadis öğrenir de onu başkalarına aktarır ve öğretirse, davet görevini yerine getiren bahtiyar bir Müslümandır. Kim de bunları öğrenmiyor veya öğreniyor da başkalarına öğretmiyorsa, davet görevini yerine getirmeyen bir bedbahttır.

Cenâb-ı Hak’tan hepimizi, İslâm’a hizmet eden davetçiler kılmasını diler. Biz Müslümanların vesilesiyle ülkemizde, Dini Mübîn’in yüceltmesini niyaz ederim.

Okuyup, anlayan ve anladığını yaşayan Müslüman kardeşlerimize selam olsun…


[1] Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhit (Dua ve Davet maddesi).
[2] Ahmed Gallûş, ed-Da‘vetu’l-İslâmiyye, Usûluha ve Vesâ’iluha s. 10.
[3] Ebû Bekr Zikrî, ed-Da‘vetu’l-İslâmiyye s. 8.
[4] Muhammed el-Hıdır Huseyin, ed-Da‘vetu ‘ilâ’l-İslâh s. 17.
[5] Adem ‘Abdullah el-Elurî, Târîhu’d-Da‘veti beyne’l-Emsi ve’l-Yevm s. 17.
[6] Muhammed Hayr Yûsuf, ed-Da‘vetu’l-İslâmiyye s. 16.
[7] Müslim Sahîh’inde rivayet etmiştir.
[8] Buhârî Sahîh’inde rivayet etmiştir.
[9] Müslim Sahîh’inde rivayet etmiştir.
[10] Tirmizî Sünen’inde rivayet etmiştir.
[11] Müslim Sahîh’inde rivayet etmiştir.
[12] Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
[13] Buhârî Sahîh’inde rivayet etmiştir.
[14] Daha tafsilatlı bilgi için bkz. İbn Hişâm, es-Sîretu’n-Nebeviyye, 1/435-437.

YAZARIN DİĞER MAKALELERİ

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

SOSYAL MEDYA

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
4,338TakipçilerTakip Et
- Reklam -spot_img

Yeni İçerikler

Son Yorumlar

Hatice yorumladı Yalan Dünya
Sümeyye yorumladı Yalan Dünya
Başak koçoğlu yorumladı Gençlik ve Din
Yunus yorumladı Gençlik ve Din
Levent Ateş yorumladı Gençlik ve Din