Bu aralık dilimde bir ayet var. Sürekli karşıma anlamını hatırlatan örnekler düşüyor. Psikolojide “algıda seçicilik” diye bir şey var. İnsan sanırım içinde bulunduğu hali başkalarında daha çabuk görüyor. Buna hemhal olmak mı denir, empati mi yoksa farkındalık mı?
Yasin Suresi 68. Ayet: “Kimin ömrünü uzatırsak, yaratılış olarak onu tersine çeviririz. Buna rağmen hala akıllanmayacaklar mı?”
Başımı pencereden dışarı uzattım, aslına rücu eden birçok şey görüyorum. Karşımda çam ağaçlarının daha çoğunlukta olduğu bir park var; onlar öylece yeşil dururken yanı başındaki meyve ağaçları çoktan yapraklarını döküp çırılçıplak kalmışlar. Diyorum ki acaba meyve veren ağaçlar mı yaprak dökmüş?
Mahalleye ilk taşındığımızda köşedeki boş arsada bulunan metruk ev çökmüş, aslına dönmüş; orası yine boş bir arsa olmuş. Toprağa karışmış her şey.
İlk oturduğum evin yanındaki evlerdeki en az on yaşlı teyze ve dedelerin orta yaşlarına, sonra da acziyet ve ölümlerine, sanki bir sırayı takip eder gibi şahit oldum.
Farkında olmak beni yaralasa da her bir yaşlının, gençliğinde nasıl koşarak yürüdüğü, yakıştırarak giydiği, pazara gidip pazar arabasını ağzına kadar doldurup eve yiğitçe getirdiği zamanlarını biliyorum. Çocuklarının ellerinden tutup gezdiği, komşularıyla oturup çay kahve içtiği, gülüp oynadığı, eşiyle mutlu mesut bazen de kavgalı küs olduklarının şahidiyim.
Zamanla yürümelerinin yavaşladığı, gözlük taktıkları, yetmeyip katarakt ameliyatı oldukları, dişlerini, dizlerini yeniledikleri zamanları gözlemledim. Çocuklarının sırasıyla gözyaşları dolu ümitlerle evden çıkışları, sonra sırasıyla torunların eve yalancı olsa da bir gençlik nefesi getirdiği; bununla birlikte en tecrübeli samimiyet dolu sevgiyle nasıl mutlu olduklarına hayretle baktım.
Çocuklar santim santim büyüdükçe anne babaların nasıl santim santim küçüldüklerini fark etmek çok üzdü beni. Kendi çocuklarımın büyümelerini gün gün görmek istedikçe onlar benden habersiz birdenbire büyüdüler sanki.
Yaşlanmalarını bizzat izlediğim teyzelerin, amcaların nasıl eski bir elbise gibi evden çıkarılışlarını, giderken sanki hiç dünyaya gelmemiş gibi yokluklarının hiçbir boşluk bırakmadığını görmenin hüznü içimde büyük acılar bıraktı.
Kaç tanesinin demansına, kaç tanesinin alzheimer olmasına; sanki ellerindeymiş ve bir soytarı oynuyormuş gibi algılanarak gülüşmelere, dalga geçilmelerine bakıp içimden “Ah yalan dünya” sitemlerini yükselttim.
Ah yalan dünya…
Dünya, içinden geçenleri nasıl bir insan değirmeni gibi öğüttüğünün, bir tahta eşya, bir cam bardak, bir saksıdaki çiçek ya da bir makine kadar yerinin sabit olmadığının, değer verilmediğinin, yaşlanmanın kaçınılmaz bir son olduğunun bu kadar gözden, göz göre göre bilinçle kaçırıldığının; sanki yaşayan herkese gelecek bir son olmayacağı yalanına nasıl kandığımızı görmek korkuttu beni.
Her bir azanın zayıfladığını görünce, bir hastalığın bir bedeni nasıl esir ettiğine yakinen şahit olduğumda, ne gariptir ki hep iyileşecekmiş; sanki yerine yenisi gelecekmiş düşüncesini taşıyan dünyanın kadim insanları “Acaba ben de mi böyle olurum?” düşüncesinde bıraktı beni. Çok garip bir şekilde kimse de yaşlılık psikolojisine girmek istemiyor, kabul etmiyor, eksilen azaları görmezden geliyor; bu da bana çok şaşkınlık veriyordu. İzahtan varesteyim.
Yaşlılık psikolojisini okumaya sığındım. Okudukça etrafımdaki cümle yaşlıları anlamaya çalışmanın yorgunluğu yüreğime bir ağır kaya gibi oturdu. Artık onlardan bir değişim beklemiyordum. Ağızlarının ve dillerinin perdesi yoktu. Eşyaları ve paraları çok kıymetliydi. Hayatın son anda değerini anlamış olmaları ve kalan günlerini daha umursuz ve daha rahat yaşama arzusuyla dolup taştıklarını görmek, insan ruhunun asla yaşlanmadığını en gerçek ve yalın haliyle önüme serdi.
Beklentilerinde belki de haklıydılar. Emek verdikleri, ömürlerini verdikleri her şeyden vefa bekleme hakları vardı. İlgilenilsin, aranılıp sorulsun, hediyeler alınsın, ihtiyaçları sorulsun, sevgi gösterilsin, saygılı davranılsın, sarılıp dokunulsun istiyorlardı.
Yolun sonuna gelmiş olmanın telaşı mıydı onları dünyaya bunca bağlayan duygu? Hâlbuki etrafındakilerin de yaşlılardan beklentileri vardı: dua etmeleri, memnuniyet ve kabul duygusu. Ne yazık ki beklenilen hikmet, irfan, hoşgörü, sevgi, merhamet gibi tecrübenin biriktirmesi gerekli duygular da maalesef telefon-tespih değişikliğine kurban gitmişti.
Artık ağzı kıpır kıpır dualı, cebi bozuk para ve şeker dolu dedeler tarih olmuştu; ne acı.
Nesiller arası bağların kopukluğu canımızı çok yaksa da, şimdilik çekirdek ailelere paralel darülacezeler artmaya devam ediyor.
Ah dünya!
Dünyaya çok sevimli bir halde gelen insanoğlu, anne babası ve çevresi tarafından çok sevilip, özenle büyümesi beklenirken, ne yazık ki elden ayaktan düşünce; “Allah elden ayağa düşürmesin, kimselere muhtaç etmesin, kapılara baktırmasın” dönüşüyordu. Çünkü insan yükü ağırdı. Dünya ahiretin tarlası ve belalı bir yerdi. Rahatlık yoktu.
Öyleyse, öleceğiz; ne çare. Mesele sanırım, “Baki kalan bu kubbede hoş bir sada bırakma” meselesi ve dahi, yarın çıkacağımız Mevla’nın huzuruna “onurlu bir kul olabilme” hikâyesi ile gidebilmekti.
Ne diyelim: “Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde, evvel giden ahbaba selam olsun erenler.”
Benim de dikkatimi çok çeker bu döngü topraktan geldik ,toprağa karışacağız. Bedenimizin her zerresinin toprak oluşu, toprağın üzerindeki otlara , ağaçlara karışması dengenin farkındalığı, nizamıa hayranlığımı ve Rabbimin yaratılıcılığının mucizevi şekilde doğum ve ölüm arası döngüde vuku buluşu.
Bahsettiğiniz üzere bir eşyanın topraktan biten ağaç ile yolculuğu ve yine son yolculuğunun bir sebeple toprağa geri dönüşü.
Çıkmaz bir yol gibi , olsa da , iyi ki yol sonunda Rabbime ulaşmak var .
Yüreğinize sağlık.