RÜ’YÂ
Devindi ayaklarım eğildim bir meskene,
Yavaş yavaş ellerim duvarları okşadı.
Adımlarım aheste bir o kadar da ürkek…
İndim merdivenleri, bu âlem bir başkaydı.
Bakındım eşyalara, mâziyi izledi bu gözler,
Yokladım bir bir, zamanın eskittiği devrânda,
Güldü bir çehre, mukaddes bir bedenden:
Gülşene çık dedi, bu diyârda ne ararsın,
Aleme mazhâr olan bir bendeyi mi yoklarsın?..
Âkıbeti ömrünün bu gidişle yakındır;
Sen ölmeden öl de gör o gülşene varırsın.
Saatin kuytusunda akrebi bir dakika sendeledi,
Ve fotoğraflar ansızın karşımda çevrelendi.
Gülen çehreler sezildi, eski defterler açıldı,
Sandık lekesi bezenmiş örtüler ortalığa saçıldı.
Dile geldi duvarlar, rutubetini kustular mâzinin
Sokak kapısı eşiğine tünedi, köhne dedikodular…
Kehribar yeşili perdeler rüzgârla oynaşırken,
Sen o zaman bak da gör, gülşen bir rü’yâ imiş ancak.
ÂLEM
Dünyada gördüklerin yalnızca bir desen,
Duydukların bir çetrefil oyundan ibâret;
Yalnızca bir esinti tenine dokunan, lâkin,
Her şey bir an, o anda uyanırlar uykudan.
Gaflet kuyusunda zaman yıl yıl geçerken,
Şimdi çağırsam bilmem ki hangi bahr-i ummândadır,
Âleme mazhâr iken uğrar mı bir beldeye.
Eğilerek güllere bülbül gibi, hep gülşende uçardım,
Tutuldum tuzaklara, ben de düştüm nâgehân,
Dikenlere devrildim, yaralarım derinden,
Hoyratça kanat açar, kanatırım durmadan,
Oysa yurdum la-mekândı, Kaf dağına sürüldüm.