O yıllarda Rodoslu haydutlar ticaret gemilerini yağmalar, sahil köylerini basarlar. Zahmetsiz kazandıklarını saza, şaraba yatırırlar. Liman kenarındaki batakhaneler eşkıya kaynar. Bu işrethanelere abone olabilmenin tek yolu vardır: Daha fazla soygun yapmak, daha fazla can yakmak.
İşte günün birinde, içinde Ebûl Vefa hazretlerininde bulunduğu hac kafilesi şakilerin saldırısına uğrar. Mübâreğin kaybedecek bir şeyi yoktur. Hepi topu üç beş ölçek hurma, birkaç testi zemzem. Ama korsanlar insan sarrafıdırlar. Müminlerin ona gösterdiği hürmeti gözden kaçırmazlar. Böylesi asil biri para etse gerekdir. Öyle ya, Osmanlı âliminin uğruna neler vermez ki?
ZİNDANI AYDINLATAN NUR
Mübârek
kendisini hapise tıkan zalimlere kızmaz. 'Bunda da bir hayır
olmalı' der, büker boynunu. Hatta acıma duygusu ağır basar. 'Ah!' der,
'Ah bir hakikatleri görebilseler!'.
İnsan haydut da olsa insandır. Nitekim zindancı bu büyük velinin
yüzündeki
şefkati yakalar, veya o şefkate yakalanır. Cezayı göze alır,
zincirlerini
çözer, onu aydınlık bir koğuşa taşır. Uzun kış geceleri ocak başında
sohbet
ederler.
Mübarek kısa sürede Rumca öğrenir, muhafızlarla dost olur. Hastalarını
tedavi eder, dertlerini dinler. Bir muhabbet köprüsüdür kurar
gönüllere.
Şövalyeler bu iltiması görmezden gelirler, zira bu rehineden yüklüce
bir
fidye beklerler.
Kahramanoğlu İbrahim Bey, bir Ebûl Vefa sevdalısıdır. Mübareğin
Rodoslular'ın
elinde olduğunu öğrenince beyninden vurulmuşa döner. İstenen meblâğı
tez
günde denkleştirir, koşar adaya.
RUMLARLA KOMŞULUĞU SEÇEN VELİ
Ebûl Vefa
Hazretlerinin ayrıldığı gün zindancı bir hoş olur. Bu küflü
dehlize böylesi bir bilge gelmemişdir. Ve bundan böyle zor gelir.
Hapiste
geçirdiği günler Ebûl Vefa Hazretleri'ne çok tesir eder. İstanbul'da
Rumların
kesif olduğu bir semte (Vefa'ya) dergahını kurar ve bu insanlara
kapılarını
açar. Bıkıp usanmadan hakkı tebliğ eder. Gülene de anlatır, sövene de.
Kimi dergâha râm olur, kimi aleyhinde konuşur. Mübarek güler yüzlü ve
nüktedandır.
En çetrefil meseleleri basite indirger ve maharetle nakşeder zihinlere.
Ebûl Vefa'nın Fatih'e karşı hususi bir sevgisi vardır. Onu bir kere
bile görmez ama geceler boyu dua eder. Genç Sultan'ı güçlü tasarrufu
ile
kuşatır ve ona manevi zırh olur. Fatih bu himmeti iliklerine kadar
hisseder.
Rüyalarını nur yüzlü veli süsler. Günün birinde dayanamaz, dergahın
kapısını
tıkırdatır. Ancak Ebûl Vefa Hazretleri 'Hayır!' der, 'Görüşmesek daha
iyi.'
Koca sultan
yüzgeri giderken mübârek hıçkırmaktadır. Bir hüzündür çöker
mekâna. Talebeleri muammayı çözemezler. Sıradan Rumlar'ın bile kıymet
verilip,
buyur edildiği bir tekkenin kapısı cihan padişahına neden açılmaz?
Nitekim
içlerinden biri dayanamaz. 'Bağışlayın ama efendim' der, 'Hem hünkârı
üzdünüz,
hem kendiniz üzüldünüz. Bunun bir hikmeti olsa gerek?'
Mübârek 'Doğru söylüyorsun.' der, 'Ama aramızdaki muhabbet
vazifelerimizi
unutturacak kadar fazla. Eğer o, sohbetin tadını alırsa sarayda
duramaz,
sultanlık çelik çomak oyunu gibi basit gelir gözüne. Korkarım tacı
tahtı
bırakır, dervişliğe kalkışır.' (Hatırlayacaksınız Fatih'in dervişliğe
olan
meylini ilk keşfeden ve yüz vermeyen Akşemseddin'dir.)
ASIRLAR SONRA
Ebûl Vefa Hazretleri bulunduğu semtte çok sevilir. Mahalle halkı mübareğin naaşına sahip çıkar, dahası güzel bir camiyle adını yaşatırlar. İşte bu gün bile Unkapanı, Fatih, Süleymaniye arasında kalan muhit onun adıyla tanınır. Esnaf ona Fatiha okumadan dükkan açmaz, çocuklar okul yolunda bir lahza durur, mırıl mırıl dua okurlar.
İnsanın 'şu
işe bakın!' diyesi geliyor, koca koca imparatorlar silinip
gidiyor, Allah dostları hatırlanıyor daima.
Kaynak:
Huzura Doğru