Hazret-i
Muhammed Mustafâ 's.a.v' Allahü teâlânın emri ile Mekke-i mükerremeden
hicret etmek dilediği zemân,
- Benim ile bu yolda kim yol arkadaşı olur. Cânına ve başına kim kıyar,
dediği zemân, herkesden önce hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh' ileri
atılıp,
- Anam ve babam, mal ve cânım, cümlesi yoluna fedâ olsun; yâ
Resûlallah.
Bu şerefli hizmete ben kulunu kabûl eyle diye ilticâ ve tazarru'
edince,
hazret-i Fahr-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kabûl
buyurdu.
Gece ile berâber, ay ve zuhâl yıldızı gibi yola çıkdılar. Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' o Resûl-i Rabbil âlemîn hazretlerini sakınıp, kâh ardına,
kâh
önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mubârek ayağı parmakları
üzerine basardı. Düşmânlar izlemesin diye.
Bu esnâda
Habîb-i Hudâ hazret-i Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr, ne ızdırâb çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın.
Cevâb buyurdular ki,
- Hâşâ, sümme hâşâ ki, Ebû Bekr bu yolda kendi cânını sakınıp,
kayırsın.Ve
lâkin, yâ Resûlallah! Mubârek cesedinin bir kılına halel gelir diye,
korkarım
ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din serâyının
mi'mârısın.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem',
- Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir!' buyurdu.
Mağaraya geldiler. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bir mikdâr sabr edin. O mağaraya ben kulun gireyim.
Yılan, akreb cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Bekre olsun!
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' izin verdi. Mağara içine
girince, ne kadar mahlûkat var ise, târûmâr olup, herbiri deliğine
girdi.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sırtından mübârek gömleğini
çıkarıp,
parça-parça edip, parçalar ile, o deliklerin temâmını tıkadı. O
deliklerden
biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını
iyice
tıkadı. O büyük sultâna, şimdi se'âdet ile, içeri buyurun diye hitâb
eyledi.
İki cihân serveri de, Besmele söyliyerek, mağara içine girdi. Sabâha
kadar
orada kaldılar. Sabâh oldu. Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh',
- Yâ Resûlallah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini
tıkayıp, şerlerini def' eyledim; dedikde,
Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem',
- Allahım! Ebû Bekri, kıyâmet günü, benim derecemde, benimle berâber
bulundur!, buyurdu.
Bu esnâda Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', hazret-i
Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' mubârek yüzlerinde değişiklik
görüp,
süâl etdikde, meydâna gelen hâdiseyi anlatdı.
- Mağarada olan delikleri birbir tıkayıp, lâkin, cübbe parçası bir
deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye tabanımı dayamışdım. Bir
yılan, birkaç def'a tabanımı sokdu. Ayağımı delikden çekmeğe korkdum
ki,
o yılan delikden dışarı çıkıp, zât-ı şerîfine bir elem verip, ızdırâb
eder,
diye cevâb verdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
- Onunla benim aramı aç, bırak çıksın buyurdu.
O an Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' mubârek ayağını delikden
çekdi.
İçeriden görünüşü hüzn ve gam veren zehirli bir yılan çıkdı. Fahr-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem':
- Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrârıma vâkıf olanı,
Allahü teâlâdan korkup, benden hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyyet
etdin, diyerek hitâb edip, azarlayınca,
Yılan cevâba kâdir olup, dedi ki,
- Yâ Habîbi rahmân! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın
sâdece insanlar değildir. Belki hayvân zümresinden kuşlar, yılanlar,
karıncalar,
cemâline âşıkdır. Hattâ ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi
cinsimiz
olan büyüklerimizden yüksek vasflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü
görmeğe müştak ve hayrân ve kendinden geçmiş, şaşkın şeklde ağlıyarak,
mâl ve mülkünü terk edip, âşık divânen olmuşdum. Bu mağarayı
şereflendireceğini
öğrenmişdim. Onun için nice zemândan berî, bu sıkıntılı mağarada
gece-gündüz
demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrîfiniz ile,
ayrılık
acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünki, en mes'ûd bir zemânda,
bu karanlık mağarada, arkadaşın [mağaraya girince], sabâh güneşi gibi
zâhir
olup, devlet güneşim doğdu. Ammâ ne var ki, arkadaşın yine perde oldu.
Bu sebeble, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zarûrî olarak, bu
küstahlık
benden vâkı' oldu; diye özr dileyince,
Seyyid-üs-sekaleyn, dünyâ ve âhıretde bulunanların şefâ'atcisi, yılanın
küstâhâne özrünü kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekrin yarasına, mübârek
ağızlarının
suyundan sürdü. O ânda acısı şifâ buldu.
Kaynak:
Menakıb-i Çihar Yar-i Güzin