BİRİNCİ BÂB
Birinci halîfe emîr-ül mü'minîn hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' menâkıbı hakkındadır.
İslâm
dîninin birinci göz bebeğidir. Muhammed Mustafânın 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' refîkidir [arkadaşıdır]. Bu ikisinden,
ikincisidir.
Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' ism-i şerîfleri
Abdüllahdır.
Künyesi Ebû Bekrdir. Babasının adı, Osmândır. Babasının künyesi, Ebû
Kuhâfedir.
Arablar arasında künye ma'rûf ve meşhûr olduğundan, künye ile meşhûr
olup,
nesebi, Ebû Bekr Abdüllah bin Ebî Kuhâfe ibni Âmir bin Amr ibni Ka'b
bin
Sa'd bin Temîm bin Mürredir. Mürre, Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve
sellem' hazretlerinin yedinci babasıdır. Şübhesiz o temîz neseb,
yedinci
atada cem' olur (birleşir).
Ebû Bekrin 'radıyallahü anh' ism-i şerîfleri, önceden Abdülka'be idi.
Fahr-i âlem efendimiz 'sallallahü aleyhi ve sellem' Abdüllah koydular.
Peygamberimizin 'sallallahü aleyhi ve sellem' ilk değişdirdiği ism, Ebû
Bekrin 'radıyallahü anh' ismidir.
Birinci Menâkıb:
Lakab-ı şerîflerinden biri, (Atîk)dir. Bunun sebebi şu idi.
Hazret-i Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek
yüzlerine
nazar edip,
(Bu, Cehennem ateşinden atîkdir) buyurdular.
Ya'nî, Allahü teâlânın nârından [ateşinden] azadlı kuludur, demek olur.
Bundan sonra, bu lakab ile şöhret buldu. Bir lakab-ı şerîfleri de
(Sıddîk)dır.
Ziyâde [çok fazla] inançlı demekdir. Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerini tasdîk etdiği için, bu ism verilmişdir.
İkinci Menâkıb:
Sıddîk kelimesi, lügatda üç ma'nâya gelir.
Birinci ma'nâsı, gâyet doğru söyleyici demekdir. Bu ma'nâ,
(Tâcül-islâm)da
açıklanmışdır. Sûre-i Yûsüfde Sıddîk lafzı, bu ma'nâ ile tefsîr
edilmişdir.
İkinci ma'nâsı, kendi kavlini ameli ile [ya'nî yapdığı işi, sözü ile]
doğrulamak demekdir.
Üçüncü ma'nâsı, dâimî tasdîk demekdir. Bu iki ma'nâ (Sahîh-i Cevherîye)
kitâbında açıklanmışdır. Emîr-ül-mü'minîn Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine Sıddîk söylenmesinde, birinci ma'nâ düşünülse,
o cihetle adlandırılır ki, gâyet doğru söyliyen idi. Demişlerdir ki,
hazret-i
emîr-ül-mü'minîn Alî 'kerremallahü vecheh' hadîs rivâyetini kimseden
yemîn
etmeksizin kabûl etmezdi. Ancak hazret-i Ebû Bekrden 'radıyallahü teâlâ
anh' kabûl ederdi. Eğer ikinci ma'nâ ile düşünülse, yine o cihetle
adlandırılır
ki, açıkdır. Eğer üçüncü ma'nâ düşünülse, o şeklde adlandırılır ki, O
sultânı
tasdîki devâmlı olup, yok olması, şübheye düşme ihtimâli yok idi.
Nitekim, bildirilmişdir ki,
Fahr-i âlem 'sallallahü aleyhi ve sellem' hazretlerine mi'râc müyesser
oldu. O gecenin sabâhında, mi'râc kıssasını anlatıp, buyurdu ki,
(Bu gece, Mekkeden Beyt-i Mukaddese gitdim. Orada, Enbiyânın rûhlarına
imâm olup, iki rek'at nemâz kıldım. Oradan Arşın üzerine yükseldim.
Allahü
teâlâ ile konuşdum. Allahü teâlâ, ümmetime, bir gün bir gecede elli
vakt
nemâz farz etdi. Geri döndüm. Âsûmânda, hazret-i Mûsâ 'aleyhisselâtü
vesselâm'
ile karşılaşdım. Beni geri gönderdi ki, elli vakt nemâza ümmetin tâkat
getiremez. Allahü teâlâya teveccüh etdim. On vakt nemâz bağışladı. Geri
Mûsâ aleyhisselâmın yanına geldim. Henüz çokdur, diye beni geri
döndürdü.
Tekrâr Allahü teâlâya teveccüh etdim. On vakt dahâ bağışladı. Velhâsıl,
beş nöbetde, kırkbeş vakt nemâz bağışladı. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm
yine
dön, dedikde, dedim ki, Rabbimden hayâ ederim. Ben bu beş vaktden
râzıyım,
dedim. Allahü teâlâdan nidâ geldi ki, bu beş vakt, elli vakte bedeldir.
Sonra, Beyt-ül-mukaddese gelip, gece içinde, Mekkeye geri döndüm.) Hâl
budur ki, bu gidip-gelmek, gâyet kısa zemânda oldu.
Rivâyet edilir ki, geldikde, mubârek yatakları henüz sıcak idi.
Kâfirler bu kıssayı işitince, inkâr edip, akla uygun değildir, dediler.
İnkâr eden o gurub, şimdi bununla Ebû Bekri susdurmak iyi olur,
diyerek,
yanına geldiler. Dediler;
- Yâ Ebâ Bekr! Efendinin, nasıl bir konuyu da'vâ edindiğini işitdin
mi? Efendin der ki, bu gece arşa gitdim, geldim.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o durumda, duraklama ve
tereddüd
etmeksizin, tasdîk ve kabûl edip,
- Böyle söyledi ise, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz,
buyurdular.
Ondan dolayı
Ona, (Sıddîk) denildi. Hazret-i imâm-ı Alî 'kerremallahü
vecheh', Ebû Bekr-i Sıddîk adı gökden inmişdir, diye yemîn etmişlerdir.
Gâliba sebebi; meâl-i şerîfi (Doğru haberde gelen ve Onu tasdîk
eden...)
olan âyet-i kerîmede, tefsîr erbâbı, doğru haberde gelenin Resûlullah
'sallallahü
aleyhi ve sellem', Onu tasdîk edenin de Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu
söylemiş
olmalarıdır. İbrâhîm bin Hasen el-cevherî el Hirevî rivâyet eder ki,
hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdular ki;
(Ebû Bekr, anasından dünyâya geldi. Hak sübhânehü ve teâlâ, Cennete
dedi ki, izzim celâlim hakkı için, sana yalnız Ebû Bekri sevenleri
koyacağım!)
Üçüncü Menâkıb:
Rivâyet edilir ki, hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' annesi
Ümmül hayr hâtunun doğan her oğlu, vefât ederdi. Ebû Bekr hazretlerini
doğurdu. Kucağına alıp, Beyt-i şerîfe getirdi. Orada dedi ki, 'Ey,
Beyt-i
harâmın Rabbi! Ey makâmı Mültezemin sâhibi. Senden ricâ ederim ki, yeni
doğmuş bu çocuğu bana bağışlayasın. Ma'mûr edesin. Birdenbire makâmdan
[Beyt-i şerîfden] bir beyâz el çıkıp, Ebû Bekrin eline yapışdı. Bir ses
işitildi ki, (Ey Allahın kulu olan kadın. Kucağındaki çocuk kurtulacak.
Allahü teâlânın Resûlünün dostu olacak. Resûlullahdan 'sallallahü
aleyhi
ve sellem' sonra halîfesi olacakdır) diyordu. Ümmül hayr, bunu işitip,
şükr secdesi yapdı.
Dördüncü Menâkıb:
(Meâliyil ferş-ilâ avâliyil arş) ismli kitâbda anlatılır. Kâdî Ebül
Hasen, Ebû Hüreyreden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bir gün Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' ile oturmuşlardı. Konuşma esnâsında, hazret-i
Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Senin hakkın için ki, ömrümde hiç saneme [puta] secde
etmiş değilim.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh',
- Niçin Resûlullah hakkına yemîn edersin. Bu kadar câhiliyye zemânımız
geçdi, dedi.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh' dedi ki,
- Babam Ebû Kuhâfe, bir gün beni alıp, puthâneye götürdü. Bunlar senin
ilâhındır, bunlara secde eyle, dedi. Beni oraya koyup, gitdi. Ben ileri
vardım. Saneme [puta], karnım açdır, bana yiyecek ver, dedim. Cevâb
vermedi.
Su istedim. Cevâb vermedi. Elbisem yok, bana elbise ver, dedim. Cevâb
vermedi.
Elime bir taş alıp, bu taşı senin üzerine atarım, eğer ilâh isen mâni'
ol, dedim. Cevâb vermedi. Taşı atıp, saneme [puta] vurdum. Yüzü üzeri
düşdü.
Babam gelip, gördü. Bana dedi:
- Ey oğul. Niçin böyle edersin. Elimden tutup, eve götürdü.
Anneme
durumu anlatdı. Annem dedi ki,
- Bunu kendi hâline koyalım. Bunun hakkında, Allahü teâlâ tarafından
bana hitâb gelmişdir. Eseri zuhûr edecekdir. Sonra ben anneme sordum.
- Benim için sana gelen hitâb ne idi. Annem dedi ki:
- Seni doğurmam yakın olduğu gece, ağrı tutup, ızdırâba düşdüm.
Hâtıfdan
bir ses geldi ki, Ey hâtun! Müjdeler olsun sana ki, senden bir vücûd
zuhûra
gelecekdir. Yerde adı (Atîk) ve semâda (Sıddîk) ve hazret-i Muhammede
'sallallahü
aleyhi ve sellem' yâr ve refîk olacakdır, dedi.
Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' der ki,
- Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sözünü temâmladı. Cebrâîl
aleyhisselâm
nâzil olup, hazret-i Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
sâdık
Ebû Bekr, dedi. Ya'nî Ebû Bekr gerçek söyler, diye üç kerre tekrâr
etdi.
Beşinci Menâkıb:
Ehl-i sünnet vel-cemâ'at müttefiklerdir ki, Resûlullahın 'sallallahü
aleyhi ve sellem' eshâbının en üstünü Ebû Bekr 'radıyallahü anh', ondan
sonra hazret-i Ömerdir 'radıyallahü anh'. Ammâ, hazret-i Osmân ile
hazret-i
Alînin efdaliyyetlerinde ihtilâf etmişlerdir. Ehl-i sünnet
vel-cemâ'atden
bir tâife, hazret-i Alînin üstün olduğunu söylediler. (Buhârî)
'rahmetullahi
aleyh' nakl edip, Abdüllah bin Ömerden 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
rivâyet
eder ki, hazret-i Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
zemân-ı
şerîflerinde eshâb birbirinden tercîh olunurlardı. Evvelâ Ebû Bekri,
sonra
Ömeri, ondan sonra Osmânı, sonra Alîyi üstün tutarlardı 'rıdvânullahi
teâlâ
aleyhim ecma'în'. İbni Münzir rivâyet eder ki, hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki, (Bu ümmetin Nebîsinden sonra hayrlısı, Ebû Bekr,
sonra Ömer, ondan sonra Osmândır.)
Altıncı Menâkıb:
Hazret-i Alîden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet edilir. Evvelâ islâma
gelen, Ebû Bekrdir 'radıyallahü anh'. Hazret-i Resûl-i ekrem
'sallallahü
aleyhi ve sellem' ile ilk önce kıbleye durup, nemâz kılan Ebû Bekrdir.
Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' islâma geliş sebebi şöyle idi:
Hazret-i Ebû Bekr önceleri tüccâr idi. Sefer ve ticâret yapardı. Ekserî
Şâma giderdi. Seferde iken, bir gece rü'yâ gördü ki, gökden ay inip,
kucağına
girdi. Ebû Bekr, iki eliyle onu kucakladı ve sînesine basdı. Uyandı.
Yemlîhâ
adında meşhûr bir râhib var idi. Ona varıp, rü'yâsını ta'bîr etdirdi.
Râhib
dedi ki,
- Sen nerelisin?
Ebû Bekr dedi;
- Arz-ı Hicâzdanım.
Tekrâr sordu:
- Ne iş yaparsın.
Ebû Bekr,
- Tüccârım, dedi.
Râhib dedi ki,
- Yâ Arabistanlı kişi. Bu rü'yâda, sana büyük müjdeler vardır.
Ta'bîrini
ister isen, ücretini ver, dedi.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' oniki dînâr çıkarıp, verdi.
Râhib dedi ki:
- O ay ki, gökden sana indi. Âhır zemân Peygamberidir. Yakınlarda zuhûr
edecekdir. Sen Onun hayâtında iken vezîri olursun. Sonra halîfesi
olursun.
Yâ Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber
ver.
Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyâdan gitmiş isem, selâmımı ona
ulaşdırırsın.
Ben Onun dînine girdim ve ümmetinden oldum. Beni âhıretde şefâ'atinden
unutmasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh',
- Bana bir mektûb ver, dedi.
Râhib, oniki satır bir mektûb yazıp, Ebû Bekre 'radıyallahü anh' verdi.
O mektûbun mevzû'u şu idi.
(Esselâmü aleyke yâ Muhammed bin Abdüllah el Mekkî el Medenî el tehamî,
salevâtullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakîkaten sen âhır zemân
Peygamberisin!
Ve Rabbilâlemînin Resûlisin. Bu mektûbu Ebû Bekr bin Ebû Kuhâfe ile
sana
gönderdim. Ma'lûm ola ki, ben sana îmân getirdim ve sana ümmet oldum.
Ebû
Bekr bana gelip, rü'yâsını ta'bîr etdirdi. O rü'yâ delâlet eder ki, Ebû
Bekr senin vezîrin olur, sonra halîfen olur. Eğer ben sağ olup,
hazretine
yetişirsem, gelip önünde gâzâ ve cihâd ederim. Eğer yetişmezsem,
âhıretde
beni şefâ'atinden unutmayasın) diye mektûbu temâm etmişdir.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh'; ey rü'yâyı ta'bîr eden kişiye:
- Eğer ta'bîr etdiğin gibi olursa, yüz altın dahi bende senin emânetin
olsun, dedi.
Şâm seferini bitirip, Mekkeye geldi. Bu hâdiseden oniki sene geçdi.
Hak sübhânehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede 'sallallahü aleyhi ve
sellem'
vahy eyledi. Bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece
yarısında dedi ki: Allahü teâlâya da'vet edenin da'vetini kabûl ediniz.
Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serîr üstünde yatıyordu.
Söylenilenleri
işitdi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden
Resûlullah.
Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' ile buluşdu.
Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki:
- Ne olaydı, islâma geleydin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Peygamber isen mu'cize
gösteresin.
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem', Ebû Bekrin
göğsüne
mubârek ellerini dayayıp, şöyle dıvâra yaslayıp, dedi ki,
- Sana o mu'cize yetmez mi ki, o rü'yâyı gördün. Yemlîhâ râhibe ta'bîr
etdirdin. O zemândan on iki yıl geçdi. Ta'bîr edene on iki dînâr verdin
ve yüz dînâr dahâ va'd etdin. Rü'yâyı ta'bîr eden, on iki satır bir
mektûb
yazıp, sana emânet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttalî olup, mektûbda
yazılan şudur, şudur deyip, takrîr buyurdular.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' işitip, parmak kaldırıp,
- (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah).
Ya'nî sen, o Peygambersin ki, Yemlîhâ râhib senden haber verdi, dedi.
Yedinci Menâkıb:
Huzeyfe ibni Yemân 'radıyallahü anh' rivâyet eder.
Bir gün hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' sabâh
nemâzını kılıp, dönüp, Ebû Bekr-i Sıddîkı 'radıyallahü anh' süâl etdi.
Kimse cevâb vermedi. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
ayağa kalkıp,
- Ebû Bekr nerede, buyurdu.
Ebû Bekr arka safdan,
- Lebbeyk (buradayım) yâ Resûlallah, dedi.
Resûlullah emr buyurdu. Ebû Bekre yol açdılar. Yanına gelip, hazret-i
Fahr-i kâinât buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr nerede idin. Birinci rek'atde bana yetişdin mi.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Birinci safda sizinle tekbîr alıp, Fâtiha sûresini
okumağa başlamışdım. Sonra, abdestimde vesvese oldu. Abdest için dönüp,
mescid kapısına geldim. Birdenbire bir ses işitdim. Ardıma bakdım,
gördüm
ki, altundan bir kab asılmış ve içi dolu su idi. O su, kardan beyâz ve
baldan tatlı idi. Üstünde bir mendil örtülmüşdü. Üzerinde, (Lâ ilâhe
illallah
Muhammedün Resûlullah Ebû Bekr-i Sıddîk) diye yazılmış idi. Mendili
alıp,
önüme koydum. Abdest alıp, mendili geri kabın üzerine koydum. Sonra
gördüm,
kaybolmuş. Sonra gelip, evvel rek'atde size yetişdim, dedi.
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu
ki:
- Müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr 'radıyallahü anh'. Ben nemâzda
kırâ'eti
temâmladım ki, rükû'a gideyim. Dizlerim tutuldu. Sen gelmeyince, rükû
edemedim.
Sana abdest suyu veren Cebrâîl idi. Mendili tutan Mikâîl idi. Benim
dizlerimi
tutan İsrâfîl idi 'aleyhissalâtü vesselâm'.
Sekizinci Menâkıb:
Hazret-i Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Allahü
teâlânın emri ile Mekke-i mükerremeden hicret etmek dilediği zemân,
-Benim ile bu yolda kim hemrâh [yol arkadaşı] olur. Cânına ve başına
kim kıyar, dediği zemân, herkesden önce hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü
anh' ileri atılıp,
- Anam ve babam, mal ve cânım, cümlesi yoluna fedâ olsun; yâ
Resûlallah.
Bu şerefli hizmete ben kulunu kabûl eyle diye ilticâ ve tazarru'
edince,
hazret-i Fahr-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kabûl
buyurdu.
Gece ile berâber, mah [ay] ve keyvan [zuhâl yıldızı] gibi yola
çıkdılar.
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' o Resûl-i Rabbil âlemîn hazretlerini
sakınıp,
kâh ardına, kâh önüne, kâh sağına ve kâh soluna geçer ve kâh, mubârek
ayağı
parmakları üzerine basardı. Düşmânlar izlemesin diye.
Bu esnâda Habîb-i Hudâ hazret-i Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr, ne ızdırâb çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın.
Cevâb buyurdular ki,
- Hâşâ, sümme hâşâ ki, Ebû Bekr bu yolda kendi cânını sakınıp,
kayırsın.Ve
lâkin, yâ Resûlallah! Mubârek cesedinin bir kılına halel gelir diye,
korkarım
ki, benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din serâyının
mi'mârısın.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem',
- Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir!' buyurdu.
Mağaraya geldiler. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bir mikdâr sabr edin. O mağaraya ben kulun gireyim.
Yılan, akreb cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Bekre olsun!
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' izin verdi. Mağara içine
girince, ne kadar mahlûkat var ise, târûmâr olup, herbiri deliğine
girdi.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sırtından mübârek gömleğini
çıkarıp,
parça-parça edip, parçalar ile, o deliklerin temâmını tıkadı. O
deliklerden
biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını
iyice
tıkadı. O büyük sultâna, şimdi se'âdet ile, içeri buyurun diye hitâb
eyledi.
İki cihân serveri de, Besmele söyliyerek, mağara içine girdi. Sabâha
kadar
orada kaldılar. Sabâh oldu. Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh',
- Yâ Resûlallah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini
tıkayıp, şerlerini def' eyledim; dedikde,
Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem',
- Allahım! Ebû Bekri, kıyâmet günü, benim derecemde, benimle berâber
bulundur!, buyurdu.
Dokuzuncu Menâkıb:
Nakl edilmişdir ki, bu esnâda Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem', hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' mubârek
yüzlerinde
değişiklik görüp, süâl etdikde, meydâna gelen hâdiseyi anlatdı.
- Mağarada olan delikleri birbir tıkayıp, lâkin, cübbe parçası bir
deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye tabanımı dayamışdım. Bir
yılan, birkaç def'a tabanımı sokdu. Ayağımı delikden çekmeğe korkdum
ki,
o yılan delikden dışarı çıkıp, zât-ı şerîfine bir elem verip, ızdırâb
eder,
diye cevâb verdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
- Onunla benim aramı aç, bırak çıksın buyurdu.
O an Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' mubârek ayağını delikden
çekdi.
İçeriden görünüşü hüzn ve gam veren zehirli bir yılan çıkdı. Fahr-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem':
- Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrârıma vâkıf olanı,
Allahü teâlâdan korkup, benden hayâ etmedin mi, ayağını sokarak eziyyet
etdin, diyerek hitâb edip, azarlayınca,
Yılan cevâba kâdir olup, dedi ki,
- Yâ Habîbi rahmân! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin âşıkın
sâdece insanlar değildir. Belki hayvân zümresinden kuşlar, yılanlar,
karıncalar,
cemâline âşıkdır. Hattâ ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi
cinsimiz
olan büyüklerimizden yüksek vasflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü
görmeğe müştak ve hayrân ve kendinden geçmiş, şaşkın şeklde ağlıyarak,
mâl ve mülkünü terk edip, âşık divânen olmuşdum. Bu mağarayı
şereflendireceğini
öğrenmişdim. Onun için nice zemândan berî, bu sıkıntılı mağarada
gece-gündüz
demeyip, yolunuzu bekliyordum. Böylece, sizin buraya teşrîfiniz ile,
ayrılık
acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünki, en mes'ûd bir zemânda,
bu karanlık mağarada, arkadaşın [mağaraya girince], sabâh güneşi gibi
zâhir
olup, devlet güneşim doğdu. Ammâ ne var ki, arkadaşın yine perde oldu.
Bu sebeble, korku ve hayâ ben kulundan kalkıp, zarûrî olarak, bu
küstahlık
benden vâkı' oldu; diye özr dileyince,
Seyyid-üs-sekaleyn, dünyâ ve âhıretde bulunanların şefâ'atcisi, yılanın
küstâhâne özrünü kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekrin yarasına, mübârek
ağızlarının
suyundan sürdü. O ânda acısı şifâ buldu.
Onuncu Menâkıb:
O mağarada bir müddet kaldılar. Orada Ebû Bekr 'radıyallahü anh'
hazretleri
aşırı derecede susadı. Harâreti had safhâya gelince, Sultân-ı Enbiyâya
arz etdi. Buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Dışarıya çık. Mağaranın önünden akan nehrden murâdınca
[doyasıya] iç.
Yüksek emrleri üzerine dışarı çıkıp, gördü ki, bir ırmak akar. Kardan
soğuk ve hem beyâz. Baldan tatlı ve kokusu miskden güzel. Arzû etdiği
kadar
içip, geri geldikde, dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu ne hayât suyudur ki, bu dağın başında hâsıl olmuş
ve yaratılanlardan bir fert görmüş değildir.
Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdu:
- Allahü teâlâ hazretleri Cennet ırmağı ile vazîfeli olan meleğe, tâ
Cennet-i firdevsden; akarsuyu getirip, bu mağara önünde akıtsın ve Ebû
Bekr-i Sıddîk kulu, ondan murâdınca içsin diye emr etdi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' bu sözleri işitdiği
zemân çok neşelenip, dedi ki,
- Babam ve anam sana fedâ olsun. Ebû Bekrin Hak sübhânehü ve teâlâ
katında bu kadar mertebesi var mıdır ki, onun için, Mekke dağında,
Cennetden
ırmak akıtır.
Hazret-i şefî'ül müznibîn Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem'
- Evet, yâ Ebâ Bekr, Allahü teâlâ hazretleri katında dahâ ziyâde kadrin
vardır. Beni hak Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
sana
buğz eden kimseler Cennete giremezler. Onların yetmiş yıl kadar ameli
olsa
da! buyurdular.
Onbirinci Menâkıb:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile Ebû Bekr
'radıyallahü
anh' o mağarada üç gün üç gece kaldılar. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' o
mağaranın
tavanında bir kuş gördü ki, yerinden hareket etmeyip, birşey yimez ve
su
içmez.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu kuşa ben hayrânım. Zîrâ, biz bu mağaraya geleliden
beri, bu kuş yerinden hareket etmedi. Bir nesne yimedi. Allahü teâlâ,
kelâm-ı
kadîminde [Kur'ân-ı kerîminde], (Allahü teâlânın rızk vermediği,
yeryüzünde
bir mahlûk yokdur.) buyurmuşdur. Ebû Bekr-i Sıddîk, böyle düşünürken, o
hâlde hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, havâda muallak durup,
dedi
ki,
- Yâ Muhammed! Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki,
Ebû Bekrin hâtırına geleni bilirim. O kuşa emr eyledim ki, Ebû Bekr ile
konuşsun. Ebû Bekre söyle ki, o kuş ile söyleşsin; dedi.
Resûl-i ekrem hazretleri, Ebû Bekre, hazret-i Cebrâîlin sözünü
açıkladıkda,
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' sevinip, ileri vardı. Dedi ki,
- Ey mubârek kuş! Allahü teâlâ hazretlerinin izni şerîfiyle, bana söyle
ki, yiyeceğin ve içeceğin nedir.
O kuş ağlayıp, bir zemân kendinden geçip, yere düşdü. Sonra ayılıp,
kalkdı. Tebessüm ederek dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bana bundan süâl etme! Bu bir sırdır. Hak sübhânehü
ve teâlâ ile benim aramda olan sırrımı kimsenin bilmesini istemem.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi:
- Ey mubârek kuş! Eğer bana söylemeğe me'mûr oldun ise, söyle.
Kuş dedi.
- Ma'lûmun olsun ki, hazret-i Âdem aleyhisselâm yaratılmazdan iki bin
yıl evvel, Hak sübhânehü ve teâlâ beni halk etdi [yaratdı]. Yiyeceğimi
ve içeceğimi iki kelime eyledi. Aç olduğum zemân birisini söylerim; tok
olurum. Susuz olduğum zemân birini söylerim; kanarım.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- O kelime nedir. Kuş dedi, o kelimenin biri budur ki, aç olduğum zemân
sana buğz edene la'net ederim; tok olurum. Susuz olduğum zemân, sana
muhabbet
edene, istigfâr ederim, kanarım.
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', bunu
işitip,
ağladı. Ümmetinden ba'zıları şakâvet edip, hazret-i Ebû Bekre buğz
edeceklerine
mahzûn oldu.
Onikinci Menâkıb:
Rivâyet olunur ki, hazret-i Resûl-i ekremin amcası Ebû Tâlib hakkında
bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
(Şübhesiz ki sen istediğin kimseyi hidâyete kavuşduramazsın. Ve lâkin,
Allahü teâlâ dilediğini hidâyete kavuşdurur.)
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' o mahalde hâzır idi. Cebrâîlden
o da işitip, o bir zemân, kendinden geçdi. Sâlibî şöyle demişdir:
Hazret-i
Cebrâîlden vahyi, Ebû Bekr-i Sıddîkdan 'radıyallahü anh' gayri kimse
işitmemişdir.
Onüçüncü Menâkıb:
Fahr-i âlem 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurmuşlardır ki,
- Mi'râc gecesi, kardeşim Cebrâîle süâl etdim ki, kıyâmet gününde,
ümmetimin cümlesine süâl olunur mu.
Cevâb verdi ki,
Yâ Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem! Ümmetinin
cümlesine
hesâb vardır. Lâkin, Ebû Bekre yokdur. Ona kıyâmet gününde yürü sen
hesâbsız
Cennete var; denilir. O ise, dünyâda beni sevenler, benimle berâber
Cennete
girmeyince, ben Cennete girmem, der.
Ondördüncü Menâkıb:
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî 'rahmetullahi aleyh' yazmışdır.
Birgün sultân-ı kevneyn ve Resûl-i sekaleyn ve habîb-i Rabbilâlemîn
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine bir
gümüş
yüzük hediyye getirdiler. Hazret-i Ebû Bekre verdi.
- Yâ Atîk. Var, bunu bir kuyumcuya götür. Üzerine (Lâ ilâhe illallah),
kazısın [ya'nî yazsın], buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr yüzüğü alıp, kuyumcuya götürdü. Dedi ki,
- Bu yüzüğün üzerine (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah) nakş
eyle. Bunu Sultân-ı Enbiyâ emr etmemişdi. Lâkin, hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh', Allahü teâlânın ism-i şerîfinden, hazret-i Habîbi ekremin
ism-i
şerîfi ayrı olmasını lâyık görmedi. Onun için, kuyumcuya böyle
ısmarladı.
Kuyumcu da, emr-i şerîfleri mûcibince yüzüğün kaşı üzerine kazıyıp,
tekrâr,
Ebû Bekre teslîm eyledi. Onlar da mubârek yüzüğü eline alıp, Fahr-i
kâinâta
getirirken, Allahü teâlâ hazretleri, azamet ve kibriyâsı ile, hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi ki,
- Yâ Cebrâîl! Acele yetiş. Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekrin adını yaz.
Çünki, Ebû Bekr, benim ism-i şerîfimden Habîbimin isminin ayrı olmasını
lâyık görmedi. Ben de lâyık görmedim ki, Habîbimin isminden, Ebû Bekrin
ismi ayrı olsun.
Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm derhâl yetişip, mubârek yüzük Ebû Bekrin
elinde iken ve haberi yok iken, yüzüğün üzerine, hazret-i Ebû Bekrin
ism-i
şerîfini kazıdı. Sonra Ebû Bekr hazretleri o mubârek yüzüğü, sultân-ı
Enbiyâya
teslîm eyledi. Fahr-i kâinât hazretleri, yüzüğün kaşına nazar edip
[bakıp],
gördü ki, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk)
kazılmış. Fahr-i kâinât, bunun hikmeti nedir, diye tefekküre vardı.
Ondan
sonra Ebû Bekre süâl etdi ki, yâ Sıddîk.
- Bu yüzüğün kaşına yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır, diye sipâriş
olunmuş
idi. Sen ziyâde kazdırmışsın. Sebebi nedir.
Hazret-i Sıddîk hicâbından [utancından] mubârek başından ayağına
varıncaya
kadar terledi. Dahâ cevâb vermeden hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip,
dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri sana selâm eder.
Ve buyurur ki, Ebû Bekrin kendi adının yüzüğün kaşında yazıldığından
haberi
yokdur. Ben kazdırdım. Habîbim bundan dolayı huzûrsuz olmasın. Zîrâ Ebû
Bekrin eline yüzüğü verdiğin vakt, yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır,
demişdin.
Ebû Bekr benim ism-i şerîfimden, Habîbimin ismi ayrı olmağı lâyık
görmeyip,
kendisi kuyumcuya kazdırdı. Ya'nî, Ebû Bekr senin adını, benim adımdan
ayırmadı. Ben de senin adından Ebû Bekrin adının ayrı olmasını revâ
görmedim.
Onun için, Cebrâîle emr edip, gönderdim. Senin adının yanına Ebû Bekrin
adını yazdı. Şimdi, eğer âkıl-u dânâ (akllı ve ilm sâhibi) isen,
hazret-i
Ebû Bekrin, dergâh-ı izzetde ne denli mertebesi olduğunu bundan fehm
eyle.
Ayrıca, hakkında bu kadar âyet-i kerîme nâzil olmuş ve hadîs-i şerîfler
rivâyet olunmuşdur.
Onbeşinci Menâkıb:
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurur
ki, arasat meydânında, Hak sübhânehü ve teâlâ emr eyler ki, Cennetden
mahşer
yerine sarı yâkutdan bir taht getirirler. Eni ve uzunluğu yirmi mil
mikdârı
olur. Ondan sonra, o tahtın sağ tarafına bir taht dahâ koyarlar. Eni ve
uzunluğu bunun misâli olur. Ondan sonra sol tarafına ak gümüşden bir
taht
dahâ koyarlar. Eni ve uzunluğu bunlar gibidir. Ondan sonra, sarı
yâkutdan
taht üzerine Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' oturur. Sağ
tarafında
olan altından taht üzerine bir güzel melek oturur. Sol tarafında olan
gümüş
taht üzerine de bir melek oturur.
Sonra, sağ
tarafında oturan melek, ayak üzere durup, yüksek ses ile
seslenir ki, yâ mahşer meydânındaki müslimânlar. Agâh olun ki, Cennet
hazînedârı
Rıdvân benim. Allahü teâlâ bana emr eyler ki,
- Yâ Rıdvân! Cennet kapılarının anahtârlarını al. Habîbim Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine götür ve benim
selâmımı söyle. Habîbim kimden râzı ise, hesâbsız ve azâbsız Cennete
alıp
git.
Ben de Cennetin anahtârlarını alıp, Habîbi Ekreme 'sallallahü aleyhi
ve sellem' götürürüm. Allahü teâlânın emr-i şerîfi mûcibince ahvâli arz
ederim. Server-i Enbiyâ buyurdu ki;
- Yâ Rıdvân! Anahtârları Ebû Bekre götür. Zîrâ, ben ümmetimin
günâhkârlarının
şefâ'atiyle vazîfeliyim. Bu hizmeti Ebû Bekr görsün.
- Bilmiş olunuz ki, hazret-i Ebû Bekre Cennetin anahtârlarını teslîm
ederim ve de emrine mutî' olurum. Her kimden ki, Ebû Bekr râzıdır,
Cennete
alıp, giderim. Kimden hoşnûd değildir, Cennete koymam; der.
Ondan sonra
sol tarafda gümüş taht üzerine oturan Melek ayak üzerine
durup, seslenir ki,
- Cehennem hazînedârı Mâlik benim. Allahü teâlâ hazretleri bana hitâb
eyler ki, yâ Mâlik! Cehennem kapılarının anahtârlarını habîbim Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine götür ve
benden
selâm söyle. Her kimden ki, Habîbim hoşnûd değildir; Cehenneme alıp,
götüresin.
Ben de Cehennem kapılarının anahtârlarını alıp, Sultân-ı Enbiyâya
götürürüm.
Allahü teâlâ hazretlerinin emr-i şerîfi üzere ahvâli açıklarım.
Hazret-i Fahr-i kevneyn 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurur
ki,
-Yâ Mâlik! Âsî ümmetin ahvâli ile meşgûlüm. Hemen anahtârları Ebû Bekre
teslîm eyle. Bu hizmeti onlar görsünler.
Şimdi uyanık olun ki, Cehennemin anahtârlarını hazret-i Ebû Bekre
teslîm
ederim. Ben de emr-i şerîflerine mutî' olurum. Her kimden ki Ebû Bekr-i
Sıddîk memnûn ve râzı değildir. Süâlsiz ve hesâbsız, Allahü teâlânın
emri
ile Cehenneme alıp-götürürüm.
Onaltıncı Menâkıb:
Birgün hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh', hazret-i Fahr-i âlem
seyyid-i
veled-i âdem Nebiyyi muhterem ve habîb-i mükerremin 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' huzûr-ı şerîflerinde, se'âdetle otururlarken; bir bedbaht
kötü
huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız
sözler
söyledi. Hazret-i Server-i kâinât; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik
etdikce;
birşey söylemez, ba'zan da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o
bedbaht
ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zarûrî olarak gadaba gelip,
birkaç
söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kâinât, se'âdetle ve devletle yerinden
kalkıp, gitdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Sultân-ı
Enbiyânın
ardına düşüp, yetişdi ve dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Niçin, bir hayâsız, edebsizlik edip, gönül incitirken,
sükût buyurup [susup], birşey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince,
kalkıp, gitdiniz; sebebi nedir.
Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' buyurdu ki:
- Yâ Sıddîk! O hayâsız ve bedbaht sana dil uzatmağa başladığı zemân,
Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki, o kimseyi karşılayıp, kovacak idi.
Sen, hemen gadaba geldin; söylemeğe başladın. O melek gidip, yerine
iblîs
geldi. İblîs-i la'înin olduğu yerde, ben durmam.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' ondan sonra, vaktli
vaktsiz
söz söylememek için, mubârek ağzına bir taş koyar idi. Ne zemân söz
söylemek
lâzım gelse, evvelâ fikr ederdi. Bir söz söyliyeceği zemân, o sözü
kendi
kendine nice zemân düşünür, tefekkürden sonra, mubârek ağzından o taş
parçasını
çıkarıp, ne söz söyliyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını
mubârek
ağzına alıp, tesbîh ve tehlîl ile meşgûl olurdu. Kimseye, hayrdan ve
şerden
dünyâ kelâmı söylemez, eğer kat'î lâzım ise ve çok efdal ise, söylerdi.
Yoksa, gecede ve gündüzde tesbîh ve tehlîl ile meşgûl idi.
Onyedinci Menâkıb:
Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn, habîb-i Rabbilâlemîn
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem', hazret-i Âişe-i Sıddîkanın 'radıyallahü teâlâ
anhâ' evlerine teşrîf buyurdu. Buyurdu ki,
- Yâ Âişe-i Sıddîka. Hiç yiyecekden bir nesnen var mıdır.
Hazret-i Âişe latîfe ile dedi ki,
- Sultânım, bu gece yatdığınız yerde, niçin tedârik etmediniz. [Oradan
almadınız.]
Fahr-i kâinâtın mubârek gönüllerine bu hoş gelmedi. Huzûrsuz olup,
odadan çıkdılar. Hazret-i Âişe, koşdu. Mubârek eteğine yapışdı;
alakoyup,
yapdığı latîfeden afv dilemek istedi. Sultân-ı Enbiyâ mubârek eteğini
çekip,
dışarı çıkdı. Hazret-i Âişe anladı ki, Fahr-i âlem hazretleri incindi.
Hemen başını secdeye koyup, Allahü teâlâ hazretlerine yalvarmağa
başladı.
Dedi ki:
- Yâ Rabbî! Benim şefî'im [hâlime acıyıp afv edecek] sensin. Senden
başka benim hâlime acıyıp, yardım edecek yokdur. Allahü teâlâ
hazretlerine
hem yalvarır ve hem mubârek gözlerinin yaşı ırmak gibi akar idi.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kemâl-i lütfundan, nihâyetsiz
ihsânından,
hazret-i Âişenin düâsını kabûl edip, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmı,
Habîb-i
Mükerrem hazretlerine gönderdi. Sultân-ı Enbiyâ bir ayağını mescidin
içine
koyup ve diğer ayağını da koymadan, hazret-i Cebrâîl yetişip, dedi ki,
- Yâ Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'! Mescide girme ki,
izn yokdur.
Fahr-i kâinât hazretleri dedi ki,
- Yâ kardeşim Cebrâîl! Sebebi nedir.
Hazret-i Cebrâîl dedi:
- Hazret-i Âişenin gözü ırmak gibi akar. Hak Sübhânehü ve teâlâ der
ki, varıp, Âişenin hâtırını tesellî edesin.
Sultân-ı kevneyn, se'âdetle, hazret-i Âişenin evine geldi. Hazret-i
Âişe karşılayıp, Sultân-ı kâinâtın mubârek ayağının tozuna yüzünü
sürüp,
afv diledi. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' afv buyurdu.
Allahü tebâreke ve teâlâ, hazret-i Cebrâîle emr etdi ki,
"Habîbim ile Âişeyi ben araya girip, barışdırdım. İkrâm da bizden
olsun.
Var Cennet ni'metlerinin çeşidlerinden getirip, hazret-i Fahr-i âlem
ile,
hazret-i Âişenin önlerine koy."
Sonra, Cebrâîl aleyhisselâm Cennetden ni'met getirip, önlerine koydu.
Hazret-i Âişe, bir lokma hazret-i Sultân-ı Enbiyânın mubârek ağzına
koyardı
ve bir lokma kendi yir idi. İki lokma kalınca, Fahr-i âlem buyurdu ki,
- Yâ Âişe! Bu iki lokmayı baban Ebû Bekr için alıkoy.
Zîrâ Sultân-ı kâinâtın Ebû Bekre o mertebe muhabbeti vardı ki, bir
lokmayı onsuz yimezdi. Bir an dahî onsuz olmazdı. Ebû Bekr-i Sıddîkın
bu
ni'metlerden hisse almamış olmasını revâ görmedi. Onun için hazret-i
Âişeye
buyurdu ki, iki lokmayı alakoysun. Bu esnâda kapı çalındı.
Server-i Enbiyâ dedi ki,
- Yâ Âişe! kapıya gelen Ebû Bekrdir. İçeri gelsin.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Habîb-i mükerrem
hazretlerinin,
huzûr-ı âlîlerine yüz sürdükde, buyurdular ki,
- Yâ Sıddîk! Bu iki lokma Cennet ta'âmlarındandır. Size hisse ayırdık.
Hazret-i Ebû Bekr bu iki lokmayı eline alıp, birini Fahr-i kâinâta
ve birini hazret-i Âişeye verdi. Sultân-ı kevnevn buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Niçin bu iki lokmayı kendin yimedin, bize verdin.
Cevâb buyurdular ki,
- Yâ Habîballah! O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah
yokdur.
Sizin yidiğiniz bana kendim yimemden bin kat dahâ hayrlı gelir.
Hazret-i Ebû Bekrin Fahr-i âlem hazretlerine bu kadar kuvvetli
muhabbeti
vardı. Fahr-i âlem hazretleri de ne mertebe riâyet edip, severlerdi ki,
Cennet ni'metini Ebû Bekr-i Sıddîka hisse alıkoymayınca yalnız yimedi.
Fahr-i âlem hazretleri bir ân Ebû Bekrsiz olmazdı ve her ne vakt
Sultân-ı
kâinât hazretlerine buluşmak murâd-ı şerîfleri olsa, mülâkat ederler
idi
[görüşürlerdi]. Server-i Enbiyâ, her ne müşâvere etmek isteseler,
hazret-i
Ebû Bekr ile ederdi. Hiçbir zemân Ebû Bekrden huzûrsuz olup, incinmedi.
O dâimâ Sultân-ı kâinâtın emrine mutî' ve itâ'at ederdi. Aksine bir şey
olmamışdır. Belki, mubârek hâtırlarına bile gelmemişdir.
Onsekizinci Menâkıb:
Hazret-i Fahr-i Enbiyâ Habîb-i Hüdâ Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurur ki,
- Allahü teâlâ, yerleri ve gökleri, ve arş-ı azîm ile kürsîyi ve levh
ve kalemi ve Cennet ve Cehennemi ve insanları ve cinleri halk etmezden
evvel, benim rûhum ile Ebû Bekrin rûhunu güvercin sûretinde halk edip,
aşk meydânında uçun diye emr eyledi. İleri uçup gideniniz Muhammed
olsun,
geride kalanınız Ebû Bekr olsun, buyurdu. Böylece ikimiz uçduk. Ben Ebû
Bekrden, şehâdet parmak ile yanında olan orta parmak arasındaki fark
kadar
ileri geçdim. Hazret-i Ebû Bekr, bu izzet ve bu şerefi, hep Habîbullah
hurmetine bulmuşdur. Zîrâ hâlis ve muhlis dostu ve yâr-i gârı idi.
[Mağara
arkadaşı idi.]
Ondokuzuncu Menâkıb:
(İrşâd-üs-sıddîk) kitâbının sâhibi zikr etmişdir. Bir gün Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki,
(Ebû Bekrin îmânı diğer mü'minlerin îmânı ile ölçülse, Ebû Bekrin
îmânı ağır gelir.) Bir rivâyetde buyurmuşdur ki, (Rü'yâmda gördüm
ki,
kıyâmet kopmuş. Mahşerde terâzî kurulmuş. Bütün mü'minlerin îmânı
tartıldı.
Ebû Bekrin îmânı cümle ümmetin îmânından ağır geldi.)
Yirminci Menâkıb:
Yine aynı kitâbda, ya'nî (İrşâd-üs-sıddîk) kitâbında bildirilmişdir.
Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder:
Birgün gördüm ki Server-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem',
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' ile müsâfehâ edip, buyurdu
ki,
- Müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr. Hak Sübhânehü ve teâlâ, bütün
mahlûklara,
umûmî olarak, tecellî eder. Ammâ, sana husûsî olarak tecellî eder.
Nakl
edilmişdir ki, hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
etmişdir:
Câhiliyye zemânında bir gün, bir büyük ağacın altında otururken, bir
dal başıma eğildi. Bir ses geldi ki,
- Yakın zemânda, Kâ'be-i şerîfede, Benî Hâşîmden, Abdülmuttalib
oğullarından
Muhammed adlı bir Peygamber zuhûr etse gerek. Böyle büyük ve şanlı
Peygamber
dahâ gelmemişdir ve de gelmiyecekdir. Hâtem-ül-enbiyâdır. Sen herkesden
evvel Onun dînine gireceksin. Ona senden yakın kimse olmıyacakdır.
Ben de ağaca dedim ki,
- O Peygamber meydâna çıkdığı vakt bana haber ver.
O ağaç ile anlaşdık. Ne zemân ki Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerine Peygamber olduğu bildirildi, o ağaçdan ses
geldi
ki,
- Ey Ebû Kuhâfe oğlu. Müjdeler olsun sana, o Peygamber zuhûr etdi.
O vakt, hâzır ol, gayret eyle ki, onunla karşılaşıp dînine giresin ki,
senden evvel onun dînine kimse girmez. Sabâhleyin sevinç ile kalkıp,
Fahr-i
âlem hazretlerinin basdığı toprağa yüz sürmek niyyeti ile giderken,
Sultân-ı
Enbiyâya rastgeldim.
Bundan sonrası anlatılmış idi.
Yirmibirinci Menâkıb:
Birgün Server-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mescidde
oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i
Cebrâîl
ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl
görüp,
bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O
sırada
hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' içeri girip, selâm verip, yerine
oturdu.
Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' gelip, selâm verip, yerine
oturdu.
Sonra Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' gelip selâm verdikde, hazret-i
Cebrâîl
aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak
üzerine
kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp,
hepsi
ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden
kimseye
ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden
sordular.
Buyurdular ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl
aleyhisselâm
Ebû Bekr-i Sıddîka ta'zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine
kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta'zîm etdiniz,
diye sordum.
Dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta'zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim
hocamdır. Ben sordum,
- Neden dolayı hocandır.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve teâlâ,
Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zemân, meleklere, hazret-i Âdeme
secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma geldi ki, secde etmiyeyim.
Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun
üzerine
olmağa niyyet eyledim. O zemân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan
bir
kubbe [köşk] içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı.
Bana dedi ki,
- Yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre
tekrârladı.
Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve
inâd
gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl
edip,
Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel'ûn oldu ve ben de ebedî
se'âdete
kavuşdum. Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ebû Bekr bu şeklde
bana hoca olmuşdur, dedi.
Yirmiikinci Menâkıb:
Birgün, hazret-i Fahr-i kâinâtın huzûr-u şerîflerinde, Cebrâîl
aleyhisselâm
bir tarafda oturur idi. Hazret-i Sultân-ı Enbiyâya, Cebrâîl
aleyhisselâm
geldiği zemân eshâb-ı güzînin hepsi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'
ayak üzere dururlar idi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr oturur idi. Fahr-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' istigrakda iken [ma'nevî
dalmış hâlde
iken] hazret-i Cebrâîl ile, hazret-i Ebû Bekr işâretleşip, birbirlerine
bakışıp, tebessüm etdiler. Fahr-i âlem hazretleri, hazret-i Cebrâîlin
hazret-i
Ebû Bekr ile işâretleşdiğini görüp, hazret-i Cebrâîle dedi ki:
- Yâ kardeşim Cebrâîl. Ebû Bekr ile olan mu'âmelenize sebeb nedir.
Hazret-i Cebrâîl dedi ki: yâ Resûlallah! Birşey yokdur. Fahr-i âlem
hazretleri
tekrâr sordular. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ,
yeri ve göğü, arşı, kürsî, Cennet ve Cehennemi yaratmazdan evvel,
Cebrâîl
nâmında yetmişbin melek yaratmış idi. Allahü teâlâ bunlara süâl ederdi
ki, siz kimsiniz? Ben kimim? Bunlar cevâb vermemekle cümlesini helâk
etdi.
Sonra beni yaratıp, bana da süâl edince, ben de cevâb vermeyip, ben
kulunu
helâk etmek üzere iken, hazret-i Ebû Bekrin rûhu yanıma gelip, sen
Hâlıksın,
ben senin bir za'îf mahlûkunum, diye cevâb vermem için bana ta'lîm
eyledi. Yâ Resûlallah! O Allah hakkı için ki, Ondan gayri Allah yokdur.
Ben hazret-i Ebû Bekrin azâdlısıyım, dedi.
Yirmiüçüncü Menâkıb:
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' islâma geldiği vaktde, Hak
Sübhânehü ve teâlâ aşkına ve Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
aşkına, seksenbin altın fakîrlere sadaka eyledi. Kırkbin altın gizli,
kırkbin
altın açıkdan vermişdi. O hâle geldi ki, giyecek elbisesi kalmamış idi.
Sonra eski bir mutâf [keçi kılından dokunmuş elbise] eline geçdi.
Mubârek
arkasına aldı. Sonra nemâz vakti gelince, o mutâfı arkasına alıp, nemâz
kılardı. Nemâz vakti hâricinde mubârek göğsüne kadar tennûr [tandır]
içine
girer. Arkasına mutâfı alırdı. Bu hâl üzere üçgün se'âdethânesinde
[evinde]
oturup, Habîbullah hazretlerinin huzûr-u se'âdetlerine gidemedi.
Dördüncü
gün oldukda, hazret-i Fahr-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem',
sabâh nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mihrâba verip,
sahâbe-i
kirâm hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki:
- Üç gündür, Ebû Bekr-i Sıddîk mescide gelmedi. Acabâ mubârek hâtır-ı
şerîfi nasıldır. Varalım, mubârek hâtırını soralım; diye söylerken,
mubârek
arkasına bir siyâh mutâf giymiş olarak Cebrâîl aleyhisselâm geldi.
Hazret-i
Resûlullah, Cebrâîl aleyhisselâmı bu hâlde görünce, mubârek şekli
değişdi.
- Yâ kardeşim Cebrâîl; bu ne hâldir, diye sordu. Hazret-i Cebrâîl,
dedi ki, yâ Resûlallah! Ma'lûmunuz olsun ki, yedi kat gökde, arş ve
kürsîde
olan bütün melekler, bütün Kerûbîyûn böyle mutâf giydiler. Hazret-i
Resûl-i
ekrem, bu işin aslı nedir, yâ kardeşim, bana açıkla, dedi.
Hazret-i Cebrâîl dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr, Allahü teâlânın aşkına ve senin
dînin uğruna seksenbin altın sadaka verdi. Kırk bini gizli ve kırkbini
açıkdan. Şimdi giyecek elbisesi kalmadığı için, üç günden beri mescide
onun için gelemedi. Nemâzı evinde kıldı. Yâ Resûlallah! Hak Sübhânehü
ve
teâlâ sana selâm edip ve buyurdu ki, hazret-i Ebû Bekre esvâb [elbise]
göndersin.
Hazret-i Fahr-i Enbiyâ, Eshâb-ı güzîne bakıp, dedi ki,
- Her kimin, bir fazla kaftanı varsa, Ebû Bekre versin ki, ben
sevineyim.
Hak Sübhânehü ve teâlâ karşılığında nice nice sevâblar ve dereceler
versin.
Benimle firdevs-i a'lâda komşu olsun.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, aradılar. Hiçbirisinde bulunmadı. Bulunamayınca;
bir sahâbî varıp, bir başka kimsede bir hırka buldu. Hazret-i Ebû Bekre
gönderdi. Hazret-i Ebû Bekr o sahâbîye düâlar edip, o kaftanı giydi.
Hazret-i
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek ayaklarının
tozuna
yüz sürmeden, ya'nî yanına gelmeden hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm
yetişdi.
Dedi ki:
- Yâ Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'! Allahü teâlâ sana
selâm eder. Buyurdu ki, "bütün sahâbîler ile Ebû Bekri ta'zîm ve tekrîm
ile karşılayasın."
Ondan sonra, server-i Enbiyâ, hazret-i Ebû Bekre karşı çıkıp, müsâfehâ
etdi. Cenâb-ı Hakka müteveccih olup, düâlar etdi. Sonra bütün sahâbîler
Ebû Bekr ile müsâfehâ etdiler. Gönülden Ebû Bekre düâlar eylediler
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în'.
Yirmidördüncü Menâkıb:
Bundan sonra, yukarıdakilere ilâve olarak, hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm
dedi ki,
- Yâ Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'! Hak Sübhânehü ve
teâlâ sana selâm eder. Buyurur ki, "Ebû Bekr kuluma benden selâm söyle!
Bu fakîr hâliyle benden râzımıdır; sor? "
Hazret-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', Ebû Bekr
hazretlerine
haber gönderip, beyân buyurduklarında; hazret-i Ebû Bekr, inleyip,
bağırarak,
feryâd ederek, dedi ki:
-Ebû Bekr kimdir ki, kim oluyor ki, Rabbimden râzı olmıyayım. Ben
herşeyi
yaratan Rabbimden râzıyım, râzıyım.
Yirmibeşinci Menâkıb:
(Misbâh) kitâbında anlatılmakdadır.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' der ki;
- Bir gün Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bize,
askeri
donatmak için, sadaka getirin diye, emr etdiler. Benim malımın çok
olduğu
bir zemân idi. Gönlümden geçdi ki, her zemânda, kardeşim Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' sadaka husûsunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Ammâ bu
def'a
ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ömer! Ehl-i beytine [ev halkına] ne alıkoydun.
Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Bu kadarını [ya'nî yarısını] alıkoydum. Bu sırada
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' cümle malını getirip, koydu. Hazret-i Fahr-i
Enbiyâ buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Ehl-i beytine [ev halkına] ne alıkoydun?
Ebû Bekr,
- Yâ Resûlallah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü alıkoydum, deyince,
- İkinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir,
buyurdular.
Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işde, önüne geçme ümmidimi
kesdim.
Rivâyet
edilir ki, o zemân, hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' sadaka getirin diye emr edince, hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' cümle malını ve giyeceklerini, sadaka verip, bir hırka
giydi.
O zemân Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Server-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' gördü ki, Cebrâîl aleyhisselâm hırka giymiş. Ba'zı rivâyetde
gelmişdir ki, bir gün hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
huzûr-ı
şerîflerine bir dilenci gelip, Allah için birşey verin dedikde, vermeye
birşeyi bulunmayıp, sırtındaki gömleği, kapı arkasından dilenciye
verdi.
Kendisi bir eski şal örtündü. İbâdetle meşgûl oldu. Allahü teâlânın
emri
ile Cebrâîl aleyhisselâm üzerine bir şal bürünüp, hazret-i Habîbullahın
huzûruna geldi. Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem' dedi ki,
- Yâ kardeşim Cebrâîl! Bu ne hâldir. Seni bu hâl üzere hiç görmemişdim.
- Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Benim bu şekle girdiğimi
acâib karşılama, ki Hak Sübhânehü ve teâlâ bütün gök meleklerine bu
sûrete
girmeğe emr eylemişdir. Çünki, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh'
şimdi
bu şekldedir.
Yirmialtıncı Menâkıb:
Hazret-i Ebû Bekr ile Ebüdderdâ 'radıyallahü teâlâ anhümâ', ikisi
berâber
giderken, bir dar yola geldiler. Ebüdderdâ önde, Ebû Bekr arkada, o
darlıkda
yürürken, o sırada, Sultân-ı Enbiyâ 'sallallahü aleyhi ve sellem'
karşıdan,
parlak bir ay gibi, göründü. Hazret-i Ebüdderdâ, hazret-i Ebû Bekrin
önüne
geçmiş görünce hazret-i Fahr-i kâinât huzûrsuz olup, Ebüdderdâya hitâb
eylediler ki,
- Yâ Ebüdderdâ! Niçin Ebû Bekrin önünce yürürsün. Bilmez misin ki,
Ebû Bekr senden evveldir. Senden büyük olan kimsenin önünde gitmek
edebi
terk değil midir.
Hazret-i Ebüdderdâ hatâsını anlayıp, tevbe ve istigfâr eyledi.
Şimdi ey mü'minler! Hazret-i Ebüdderdâ gibi bir zât, bir ân hazret-i
Ebû Bekrin önüne geçince, hazret-i Resûl-i ekrem huzûrsuz oldu. Fikr
edin,
ya'nî düşünün. Ayrı i'tikâd üzere olanlardan Allahü teâlâ korusun!
Yirmiyedinci Menâkıb:
Birgün sahâbe-i güzînden 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ba'zıları
Fahr-i kâinâtın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yüksek huzûrlarına
varıp, hazret-i Ebû Bekrden 'radıyallahü anh' şikâyet eylediler.
Dediler
ki,
- Yâ Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr bir oda içine girip, ciğer kebabını
yalnız yir. Kokusunu duyarız. Lâkin bizi da'vet eylemez. Sultân-ı
Enbiyâ 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdu ki,
- Bir dahâ böyle yapdığı vakt, bana haber veriniz; evine varalım.
Birgün yine hazret-i Ebû Bekr, bir odaya girdiğinde, ciğer kebabının
kokusunu duyan Sahâbîler, ciğer kebabı yir diyerek, varıp, haber
verdiklerinde,
Server-i Enbiyâ hazretleri, derhâl kalkıp, hazret-i Ebû Bekrin olduğu
odaya
gitdi. İçeri girdikde, gördü ki, ne ateş var; ne kebab. Sonra süâl etdi
ki, yâ Ebâ Bekr!
- Ciğer kebabını yalnız yir imişsin; revâ mıdır.
Ebû Bekr dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Hâşâ ki ben ciğer kebabını yalnız yiyeyim. Pişen kendi
ciğerimdir.
Hayr-ül-beşer 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', sebebini sordular.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' cevâb verdi ki,
- Yâ Habîballah! Dâimâ hâtırıma gelir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ bana
islâm dînini müyesser eyledi. Ve Habîbinin dostlarından eyledi. Husûsî
olarak bütün sahâbe-i kirâm içinde bu şeklde şöhret buldum. Kıyâmet
gününde;
acabâ ahvâlim ne olur. Allahü teâlânın huzûrunda bu iltifâtı ve bu
riâyeti
[bu ni'metlerin şükrünü yerine getirir miyim] tekmîl eder miyim diye
korkudan
ciğerim kebab gibi pişdiğinin sebebi budur.
Hemen o sâat Cebrâîl aleyhisselâm gelip; hazret-i Ebû Bekrin hakkında
nice müjdeler getirdi. Ondan sonra Eshâb-ı güzînin 'rıdvânullahi teâlâ
aleyhim ecma'în' hazret-i Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh'
muhabbetleri
bir iken bin kat fazla oldu.
Yirmisekizinci Menâkıb:
Hazret-i Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir gün
mescid-i
şerîfinde, Eshâb-ı güzîn arasında, oturuyordu. Hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm
geldi. Sultân-ı Enbiyâ hazretlerine buyurdular ki,
- Ebû Bekrin bir sâat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar.
Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bunlara
cevâb vermeyip, hazret-i Bilâle emr etdi ki:
- Var, Ebû Bekri da'vet eyle.
Hazret-i Bilâl, emri tâat kabûl edip, Ebû Bekrin kapısını çaldı. Dedi
ki, Ebû Bekr hazretlerini Sultân-ı kevneyn 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' çağırır. Hemen o sâat hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh'
yerinden
kalkıp, Server-i kâinâtın bulunduğu yere gitdi. Sultân-ı kâinât
karşılayıp,
Ebû Bekr hazretlerini yanına aldı. Sonra süâl eyledi ki,
- Yâ Sıddîk, hâlâ ne amel üzerinde idin. Cevâb verdiler ki, yâ
Habîballah!
Hâtırıma şöyle geldi ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ iki ev halk etdi.
Birinin
adı Cennet ve birinin adı Cehennem. Elbette takdîr yerini bulup,
ikisini
de dolduracakdır. Birini yaramaz kulları ile, birini sâlih kulları ile.
Yâ Resûlallah! Dedim ki, yâ Rabbî! Bu za'îf kulunun bedenini büyültüp,
Cehenneme koy ki, benim bedenim ile Cehennem dolsun. Senin emrin yerini
bulsun. Bütün âlem, Cehennem korkusundan halâs olsun. Ondan sonra
Eshâb-ı
güzîn hazret-i Ebû Bekrin böyle düâsına ve yüksek himmetlerine hayrân
olup,
cümlesi hayr düâ etdiler 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'.
Yirmidokuzuncu Menâkıb:
Birgün hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer 'radıyallahü anhümâ' bir
husûs için, birbiriyle münâzea etdiler [çekişdiler]. Hattâ, hazret-i
Ebû
Bekr hazret-i Ömere bir mikdâr sert olarak söyledi. Biraz durdukdan
sonra,
hazret-i Ebû Bekr pişmân olup, hazret-i Ömerden özrler diledi. Hazret-i
Ömer iltifât etmedi. Se'âdethânelerine [evine] gitdi. Hazret-i Ebû Bekr
gördü ki, hazret-i Ömer afv etmedi. Bu üzüntü ile, hazret-i
Habîbullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' huzûrlarına vardı. Habîb-i
ekrem gördü ki,
hazret-i Ebû Bekrin şekli değişmiş. Mubârek derisinde değişiklik var.
Süâl
buyurdular ki,
- Yâ Sıddîk sana ne oldu ki, böyle üzüntülüsün.
Hazret-i Ebû Bekrin gözlerinden yaş akıp, dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bir husûs için hazret-i Ömer ile münâzea edip, bir
mikdâr gadab ile, söylemişdim. Onun için hâtırı kırılmış [gücenmiş].
Sonra
hatâmı bilip, afv diledim. Kabûl eylemedi. Yâ Resûlallah, huzûrunuza
geldim.
Benim hâlim nice olur. Kıyâmet gününde eğer Ömer yakama yapışırsa, bana
inâyet, hâlime rahm eyle; deyip ağladı.
Hazret-i Fahri âlem üç kerre düâ eyledi ki,
- Yâ Rabbî! Ebû Bekrin bütün günâhlarını afv eyle; Ömerin bile. [ya'nî
hazret-i Ömerin günâhını da afv eyle!]
Meğer hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' de hazret-i Ebû Bekrin
ricâsını kabûl etmediğine pişmân olmuşdu. Hazret-i Ebû Bekrin evleri
tarafına
gitdi. Kapının önüne gelip, hazret-i Ebû Bekri sordu. Habîb-i ekrem
hazretlerine
gitdi diye cevâb verdiler. Hazret-i Ömer de varıp, Server-i kâinâtın
huzûr-ı
şerîflerine yüz sürdükde, gördü ki, bir tarafda hazret-i Ebû Bekr
oturur.
Bir tarafında hazret-i Ebüdderdâ oturur. Ondan sonra Habîb-i ekrem
hazretleri
buyurdular ki,
- Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni sizlere Peygamber gönderdi.
Cümleniz tekzîb etdiniz [inanmadınız]. Ammâ Ebû Bekr-i Sıddîk tasdîk
eyledi.
Cân ve baş ve bütün mal ve menâl ile, ehliyle ve iyâliyle benim uğrumda
kalben kıyâm gösterip, bir ân ayrılmadı. Neden Ebû Bekrin kıymetini
bilmeyip,
rencîde edersiniz. İnsâf mıdır. Bilmez misiniz ki, Ebû Bekre olan
riâyet
ve hurmet bizedir. Onun hâtırını gözetmek, bizim hâtırımızı gözetmek
gibidir.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' bu [azarlama şeklindeki] kelâmı
işitdikden
sonra, kalkıp, Ebû Bekr tarafına gidip, hazret-i Ebû Bekr de
karşılayıp,
birbiriyle müsâfeha edip, özr dilediler.
Otuzuncu Menâkıb:
Ebûl Ferec el Cevherî, Hasen Basrîden rivâyet eder. O da îmâm-ı Hasen
bin Alîden 'radıyallahü anhümâ' rivâyet eder. Hazret-i Alî
'kerremallahü
vecheh' bir gün hutbe okuyup, halkı gazâ ve cihâda teşvîk etdi. Bir
şahs
ayak üzere kalkıp, dedi ki,
- Yâ imâm! Bana fî sebîlillah cihâdın ve gazâların sevâbından haber
ver.
Hazret-i Alî buyurdular ki,
- Bir gün Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
ile gazâya gidiyorduk. Senin benden süâl etdiğin gibi, ben de hazret-i
Resûl-i ekremden süâl etdim; dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Bize gazâ ve cihâdın sevâbından haber ver.
Hazret-i Server-i kâinât buyurdular ki:
- Bir kavm gazâya niyyet eylese, Hak Sübhânehü ve teâlâ onlar için
Cehennemden kurtuluşuna berat yazar. Kaç kişi sefer için hâzırlansa,
Allahü
teâlâ onlar ile meleklere öğünüp, buyurur ki, görün, benim kullarımı,
benim
yolumda gazâya hâzırlanırlar. Ehline ve evlâdına vedâ' eylerken, evi ve
dıvârları onlar için ağlar. Ve günâhlarından temizlenip, anadan doğmuş
gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıkdığı gibi olurlar. Hak Sübhânehü
ve
teâlâ her adıma kırk bin melek verir. Dört tarafından hıfz ederler.
İşledikleri
her hasene ve her sevâb iki kat yazılır. Ona bin âbid ibâdeti sevâbı
yazılır.
Öyle âbid ki, bin yıl ibâdet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola
girdiği
zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ o kadar sevâb verir ki, dünyâdaki bütün
insanlar
kâtib olsalar, onun hesâbında âciz olurlar. Düşmâna karşı olup da,
harbe
başlasalar, melekler onları çevirip, üzerlerine durup, nusret ve zafer
için, düâ ederler. Arşın altından bir melek, (El-cennetü tahte
zılâl-issuyuf)
ya'nî Cennet kılıçların gölgesi altındadır diye, nidâ edip, çağırır.
Kılınç
dokunup, her şehîd olana, sıcak günde soğuk su içmiş gibi, lezzetli
gelir.
Her kılınç darbesi yiyip, atından yere düşmezden evvel, Hak teâlâ hûrî
gönderir. Sağından ve solundan yetişip, müjde verirler. Hak Sübhânehü
ve
teâlânın onun için, Cennetde hâzır eylediği kerâmâtı (ikrâmları) ve
sevâbı
haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip,
der
ki, 'Merhâbâ ey temiz rûh! Temiz bedeninden çıkdın. Müjdeler olsun sana
ki, Allahü teâlâ senin için Cennetinde o kadar sevâb ve ecrler ve mülk
ve ni'metler hâzırlamışdır ki, ne gözler görmüşdür, ne kulaklar
işitmişdir.
Ne de kimsenin hâtırına gelmişdir. Hazret-i Resûl-i Ekrem 'sallallahü
aleyhi
ve sellem' buyurdu ki,
- Allahü teâlâ o şehîd hakkında buyurdu ki, onun ehline ve evlâdına
halîfeyim. Her kim onu râzı eder, beni râzı eder. Her kim onu incitir,
beni incitir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, şehîdlerin rûhlarını
yeşil
kuşların kursağına koymuşdur. Cennete girip, yemişlerinden yirler.
Şehîde
Cennet-ül firdevsde yetmiş kasr verirler. Her iki kasrın arası San'a
ile
Tehâme arası mesâfe kadardır. O kasrların nûru şark ve garb [doğu-batı]
arasını doldurur. Her kasrın yetmiş kapısı vardır. Altındandır. Her
kapıda
perde asılmışdır. Kapının üstünde bir köşk vardır. Her bir köşkün
içinde
yetmiş çadır vardır. Her çadırda yetmiş kanepe [serîr] vardır. Her
serîrin
ayakları inciden ve yâkutdan ve zeberceddendir. Her serîr üzerinde kırk
döşek vardır. Her döşeğin yüksekliği kırk arşındır. Her döşekde bir
hûrî
ayn ve her hûrî aynın kırk câriyesi vardır. Başlarında inciden tâclar
ve
boyunlarında mendiller ve ellerinde murassa leğen ve ibrik tutarlar.
Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yemîn edip, buyurdu ki,
kıyâmet gününde, şehîdler yerlerinden kalkıp, mahşer yerine gelirken,
yollarında
Enbiyâ aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikde, ayak üzerine kalkarlar.
Şehîdler
gelip, mücevherlerle süslü kürsîler üzerine otururlar. Her şehîd
evlâdından
ve ehlinden ve akrabâsından ve ahvâl ve ahbâbından yetmişbin kişiye
şefâ'at
edecekdir. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' der ki; hazret-i
Server-i
Enbiyâ bunu böyle buyurdular.
Nevfel 'radıyallahü anh' derler bir yiğit, iki oğlunu ve hâtununu
yanında
getirip dedi ki,
- Yâ Resûlallah 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Ben düâ edeyim, Siz
âmîn deyiniz. Böylece düâm kabûl olsun.
Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki,
- Sen söyle, ben âmîn diyeyim.
Nevfel 'radıyallahü anh' el kaldırıp, dedi ki:
- Yâ Rabbel âlemîn! Nevfel kuluna şehâdet müyesser eyle. Bu iki oğlunu
yetîm eyle. Vâlidelerini dul eyle.
Ondan sonra varıp, silâhını kuşanıp, atına binip, düşmâna karşı çıkdı.
Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehîd
etdiler.
Zübeyr bin Avvâm 'radıyallahü teâlâ anh' der ki,
- Ben gelip Fahr-i kâinât hazretlerine Nevfelin şehâdetini bildirdim.
Dedim ki, Allahü teâlâ gazânı Nevfel ile mubârek etsin. Nevfel şehîd
olup,
kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyyi muhteremin
mubârek
gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Eshâb-ı kirâm ile berâber
geldiler.
Sa'd bin Ebî Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıtdı.
Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki:
- Allahü teâlâ sana rahmet etsin; yâ Nevfel! Şübhe yokdur ki, Hak
Sübhânehü
ve teâlâ yarın kıyâmet gününde, nidâ edip, buyurur. Sen Arşın altından
çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskden
güzel kokar. Süâlsiz, hesâbsız Cennete gidersin.
Sonra Abdürrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler.
Sarıp, defn etdiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının
üzerinde yürür idi. Sonra süâl etdiler. O Resûl-i Hüdâ 'sallallahü
aleyhi
ve sellem' buyurdular ki;
- Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Nevfel
üzerine
o kadar melek nâzil oldu ki, meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer
bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona basdım.
Gazâ temâm olunca; hazret-i Resûl-i müctebâ 'sallallahü aleyhi ve
sellem',
hergün varıp, Nevfelin kabrini ziyâret ederdi.
Zübeyr bin Avvâm 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder ki, sayısız
ganîmetler
ile; gazâdan döndük. Mensûr, muzaffer olarak, Medîne-i münevvereye
yöneldik.
Medîneye yaklaşdıkda; Medîne halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya
çıkıp, hâtunlar ve kızlar, def çalar, şi'r okur, hazret-i Serveri medh
ve senâ ederler idi. Tebessüm edip;
- Ensârın hâtunları ne iyidir, derler idi.
Ansızın Nevfelin hâtunu iki oğlu ile gelip, Server-i kâinât
hazretlerine
selâm verip, üzengilerine yüz sürüp, gazânız mubârek olsun, dedikden
sonra,
dedi ki,
- Yâ Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu.
Hazret-i Fahr-i âlemin mubârek gözlerinden yaş revân olup, yanında
olanlar da ağladılar. Zübeyr bin Avvâm, Server-i kâinâtın 'sallallahü
aleyhi
ve sellem' üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki,
- Yâ Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hâtununa söylemeye kim dayanabilir
ki, ben söyliyeyim. Mubârek eli ile ardına işâret edip, geçdi, gitdi.
Ondan
sonra hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Ona da hâtun varıp
dedi.
- Yâ Betûlün [hazret-i Fâtımânın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Alî
'radıyallahü teâlâ anh' ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Ammâr bin
Yâser
yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hâtununa nasıl
söyliyebilirim.
Eli ile ardına işâret etdi; geçdi.
Ondan sonra hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Hâtun Ona
varıp, sordu. Hazret-i Osmân ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O
da
eliyle işâret edip, geçdi, gitdi.
Ondan sonra hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Hâtun ona
da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevâb vermeyip, geriye işâret edip,
geçdi,
gitdi.
Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Mû'az
bin Cebel 'radıyallahü teâlâ anh' der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin,
rikâbında
[üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden
gayri geride kimse de kalmamışdı. Çünki, hâtun onlara da sordu. O yâr-i
gârı Mustafâ [ya'nî Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı
olan
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek sakalını avucuna
alıp,
gönlü perîşân olarak, parmağını dişine dokundurup, Hak sübhânehü ve
teâlâ
dergâhına teveccüh edip, dedi ki;
- Yâ Rabbî! Bir gönül ki, yıkmakdan Habîbi ekremîn sakındı. Hazret-i
Alî, hazret-i Osmân, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda
kaldım.
Eğer ifşâ edersem, ya'nî Nevfelin şehâdet haberini verirsem, Habîbine
muhâlefet
etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru
söylesem
hâtırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki,
yâ Rabbî! Bana da bir söz ilhâm eyle; yâ müşkilimi sen çöz ki,
miskînenin
gönlü tesellî olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergâha yüz tutup, (Yâ
ALLAH)
deyince, o ânda yaydan ok çıkar gibi, kılıncı elinde Nevfel sür'atle
gelip,
hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. - (Buyur) yâ Sıddîk, beni mi istersin,
dedi.
Mubârek elini açıp, Alîye 'radıyallahü anh', sonra Sahâbe-i güzîne
yetişdi ve selâm verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp,
atlarından
düşeyazdılar.
Zübeyr bin Avvâm hazretleri der ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinin âdet-i şerîfleri idi ki, seferden geldikde,
mescide
varıp, iki rek'at nemâz kılardı. Sefere gitmiyenler gelip, selâm verip,
tebrîk ederlerdi. Yine mescide vardı. Otururken kapıda kalabalık oldu.
Kalabalığı gördüler. Nevfel içeri girip, selâm verdi. Resûl-i ekrem
hazretleri
Nevfeli karşılayıp, selâmını alıp, yerine oturtdukdan sonra, kendileri
de oturdu. Buyurdu ki,
- Sübhânallah! Bu bir âyetdir ki, Hak teâlâ açıkladı. Acabâ kimin
eliyle
zâhir oldu; derken, o ânda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Zübeyr
bin Avvâm 'radıyallahü teâlâ anh' der ki:
- Gözüm ile gördüm ve kulağım ile işitdim. Başında Cebrâîlin imâmesi
vardı.
- Yâ Muhammed! Şükr secdesi eyle ki, ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i
Îsâ aleyhissalâtü vesselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yaratdı. Allahü
teâlâ
sana selâm eder. Buyurur ki, benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın
Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' sakalı avucunda iken, bir kerre
dahâ
(Yâ ALLAH) demiş olaydı, izzim-celâlim hakkı için, bütün şehîdleri,
diriltirdim.
Yâ Muhammed! Ebû Bekr kuluma söyle ki, ben ondan râzıyım. O da benden
râzımıdır.
Onun sözünü doğru çıkarmak için, Nevfeli diriltdim. Zîrâ o câhiliyye
döneminde
yalan söylememişdir.
Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekrin sakalını öpüp, Cebrâîl
aleyhissalâtü
vesselâmın verdiği müjde haberini söyleyip, buyurdular ki:
- Yâ Ebâ Bekr! Hakdır ve lâyıkdır ki, Allahü teâlâ sana ikrâm etmişdir.
Şükrler olsun o Allahü teâlâ hazretlerine ki, ben dünyâdan ayrılmadan
evvel,
ümmetimde hazret-i Îsâ aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın izniyle ölüyü
dirilten kimse yaratdı. Ondan sonra Ebû Bekr hazretleri imâmesini
çıkarıp,
başını açıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Hazretinden utanırım. Yoksa
imâmemi
[sarığımı] Cehennem ateşinin üzerine koyardım. Cehennemin ateşini
ümmetinin
büyük günâh işleyenlerinden men' ederdim.
Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömr sürdü. Evvelki oğullarından gayri iki oğlu dahâ oldu. Sonra Yemâme cenginde şehîd oldu.
Ba'zı
rivâyetde hanımı söylenmeyip, fakîr bir annesi olduğu söylenmişdir.
Nevfel, silâhını kuşanıp, atına binip, muhârebeye katılmak üzere geldi.
Annesi, ağlıya ağlıya feryâd ederek, Fahr-i kâinâta gelip, dedi ki:
- Yâ Habîballah! Benim gözümün yaşına merhamet eyle. Hayâtımda, görür
gözüm ve tutan elim budur. Bundan gayri sığınacağım yokdur. Gâyet garîb
ve fakîrim. Benim oğlum gençdir. Harb ahvâlinden haberi yokdur. Naz ile
büyümüşdür. Soğuğa ve sıcağa dayanamaz. Ben zelîl kalırım. Kimse benim
hâlimi bilmez.
Hazret-i Resûl-i ekrem o fakîrin göz yaşına acıdı. O civâna dedi ki,
- Oğlum ben sana kefîl olayım ki, gazâ sevâbını kazanasın. Şehîdlik
mertebesine erişesin. Dertli annenin rızâsını gözet. Bunun yaşlılığı
vaktinde,
göz yaşını akıtdırma. Bu garîb bize şefâ'ate gelmiş iken, ayrılık
ateşiyle
yakma.
İbâdet meydânının pîri, ağlıyarak;
- Yâ Resûlallah! Beni men' etme. İhtiyârım elde değildir. Hak yoluna
gönlüm cân ve baş oynamak [koymak] diler. Nihâyet anneme bir düâ edin
ki,
düânız sâyesinde, önce ona Allahü teâlâ sabr ihsân etsin.
Bunun üzerine Resûl-i ekrem Nevfelin vâlidesine dedi ki, gel bu yiğidi
hayrlı yolundan men' etme.
Çileli annesi, Sultân-ı kâinâtın emrine muhâlefet etmedi. Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Oğlum, nev resîddir, Sefer ahvâlini bilmez ammâ, sana
ısmarladım. Her hâlini gözetesin.
Fahr-i âlem hazretleri,
- Allahü teâlânın izni ile olur, buyurdu.
Bir
rivâyetde sâlim ve ganîmetlerle dönünce, annesi Resûl-i ekremin
huzûruna varıp, o hidâyet şemsi nûr-i nübüvvet ile etrâfı aydınlatıp,
sürûr
ile geldiler. Fakîr kadın rikâb-ı hümâyûna yüz sürüp, iştiyakla, oğlunu
sordu. O şefkat deryâsı, musîbet [kötü] haberi vermekle gönlü kırılır
endîşesi
ile çekinip, hüsn-i edeble cevâb verip, dedi ki,
- Geride kaldı. Gelenlerden süâl edesin.
O derd sâhibi [Nevfelin annesi] bekledi. Hazret-i Alî 'kerremallahü
vecheh' se'âdetle geldikde, süâl etdi. Buyurdular ki,
- Habîbullahdan süâl etmedin mi? Miskîne [fakîr kadın] dedi ki, süâl
etdim. Böyle cevâb buyurdular.
Hazret-i Mürtedâ bildi ki, hazret-i Risâlet penâh, bunun gönlünü
kırmamak
için, musîbet haberini vermemişler. Sultân-ı kevneyne muhâlif
söylemeyip,
aynı şeklde cevâb verdiler. Sonra da hazret-i Osmân, hazret-i Ömer,
böylece
hazret-i Ebû Bekre erişdi 'Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'.
Otuzbirinci Menâkıb:
Hazret-i Bilâl-i Habeşî 'radıyallahü teâlâ anh' bir kâfirin kölesi
idi. Lâkin hazret-i Fahr-i âlemin mubârek ayağının toprağına yüz sürüp;
kalbden müslimân olmuşdu. Bir büyük kilise vardı. İçindeki putlara
hizmet
için, kâfirler bir köylü ta'yin etmişlerdi. Birgün hazret-i Bilâl, o
kiliseyi
tenhâ buldu. İçeri girip, putların yüzlerini kirletdi. Acele ile dışarı
çıkarken o hizmetci köylü, hazret-i Bilâl ile karşılaşıp, içeri girdi.
Putları bu hâlde görünce, feryâd ederek, kâfirlerin oturdukları yere
doğru
varıp, hazret-i Bilâlden şikâyet etdi. Putlarına yapılan durumu bunlara
bildirince, kâfirler Bilâlin efendisi üzerine gitdiler.
- Bir kölenin, bizim putlarımıza böyle ihânet etmesi uygun mudur.
Elbetde
bu kulun [kölenin] hakkından gelmek gerekdir; dediler.
Efendisi de bunlara dedi ki;
- Mâdem ki benim kölem böyle küstâhlık yapdı. Size verdim. Ne yapmak
isterseniz, öyle yapın.
Onlar da Bilâli aldılar. Sıcak kum üzerine çıplak olarak koyup, mubârek
karnı üzerine taş koydular. Sonra iki ellerini ve iki ayağını
bağladılar.
Dediler ki,
- Tâ ki hazret-i Muhammedin dîninden dönmeyince seni bundan
kurtarmayız.
Bunun altında kalırsın.
Hazret-i Bilâl bu taşın altında (Yâ Ehad) ismi şerîfini söylerdi.
Allahü
teâlânın hikmeti, Server-i Enbiyâ yoldan geçerken, hazret-i Bilâli bu
azâbda
yatar gördü. Hem de dili ile (Yâ Ehad) ismi şerîfini söyler. Hazret-i
Fahr-i
Kevneyn 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, buyurdu ki:
- (Yâ Ehad) ismi şerîfi seni kurtarır.
Ondan sonra, se'âdetle devlethânelerine gitdi. Hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' hazret-i Habîb-i Ekrem ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin, ayağının tozuna yüz sürdü [ya'nî
yanlarına
vardı]. Hazret-i Bilâlin ahvâlini Ebû Bekr hazretlerine anlatıp,
buyurdular
ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bilâli kâfir elinden, sen kurtarırsın. Yoksa bir başka
kimse kurtaramaz. Zîrâ Ebû Bekr hazretlerinin dâimâ âdet-i şerîfleri bu
idi ki, kâfirlerin arasında yürürdü. Bir müslimân esîr görse, hesâbsız
para verip, satın alırdı. Aldığı gibi, Hak Sübhânehü ve teâlâ yoluna ve
Habîb-i Ekrem aşkına azâd ederdi. Yine âdet-i şerîflerine binâen
kâfirler
arasına gitdi. Konuşma esnâsında, onlara dedi ki,
- Bilâle böyle azâb etmekden size ne fâide vardır. Gelin bana satın.
Onlar dediler ki,
- Biz Bilâli dünyâ ağırlığı akça da versen satmayız. Eğer Âmir adındaki
kölen ile değişdirirsen olur.
O Âmir Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sebebiyle, kıyâssız mal
edinmişdi.
Meta'ından, yâdigârından, davarından gayri nakid onbin filori vardı.
Hazret-i Ebû Bekr derdi ki,
- Yâ Âmir! Müslimân ol, bütün mâl ile azâd ol. Yanımda, kardeşim
olasın.
Mel'ûn râzı olmayıp, islâm dînini kabûl etmez idi. Müslimân olmadığı
için, hazret-i Ebû Bekr de, huzûrsuz olup, azâd etmezdi. Ondan sonra
kâfirler
dediler ki,
- Kölen Âmir ile Bilâli değişiriz.
Ebû Bekr hazretlerine gâyet hoş gelip, sevindiğinden,
- Âmiri, bütün malı ve davarı ile, hazret-i Bilâl için size verdim,
deyince,
Kâfirler de,
- Hazret-i Ebû Bekri aldatdık. Bu kadar mal ve Âmir gibi köle aldık
diye sevindiler.
Bilâl için olanlardan mel'ûnların haberleri yok idi. Yoksa hazret-i
Ebû Bekrin bütün malını isterlerdi. O da Allah hakkı için acımayıp,
sâdece
sultân-ı Kâinâtın emr-i şerîfleri yerine gelsin diye, verirdi. Ondan
sonra
hazret-i Ebû Bekr, Bilâl hazretlerini, evvelâ taşın altından kurtarıp,
elini eline alıp, hazret-i Habîb-i Ekremin huzûr-ı âlilerine getirip,
ayak
üzerine durup, buyurdular ki,
- Yâ Resûlallah! Bilâli Allahü teâlâ aşkına bugün azâd eyledim.
Fahr-i âlem hazretleri çok sevinip, hazret-i Ebû Bekre düâlar etdi.
O anda hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, hazret-i Ebû Bekr hakkında,
meâl-i şerîfi, (O ateşden Ebû Bekr 'radıyallahü anh' gibi, ziyâde
müttekî
olan sakınıp, kurtulur ki, Allahü teâlâ yanında temiz ve va'dine nâil
olmak
için, malını Allah yolunda hayrâta sarf eder.) olan, Leyl sûresi 17 ve
18.ci âyet-i kerîmelerini getirdi.
Otuzikinci Menâkıb:
Birgün hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
mescidde oturuyorlardı. Bir kimse mescide girip, Server-i kâinât
hazretleri
ile, hazret-i Ebû Bekre selâm verdi. Sonra hazret-i Alîyi görünce,
gâyet
mahzûn olup, yüzü sarardı. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh' o
kimsenin
bu hâline bakıp, te'accüb eyledi [hayret etdi]. Nemâz kıldıkdan sonra,
hazret-i Alîye süâl eyledi ki,
- Yâ Alî, bu kimse mescide girip, seni gördükde, gâyet elem çekip,
mahzûn oldu. Benzi sarardı gitdi, hikmeti nedir?
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Bu kimse bana yirmibin akçe borçludur. Onun için elem çekdi.
Hazret-i Ebû Bekr o kimseyi çağırıp, dedi ki,
- Hazret-i Alîye borcun olan yirmi bin akçeyi niçin vermezsin.
Dedi ki;
- Yâ Sıddîk! Allah hakkı için kudretim yokdur, ki vereyim. Yoksa bir
gün te'hîr etmezdim.
Hazret-i Ebû Bekr, Kur'ân-ı azîme riâyetinden ve kemâli sehâvetinden
[ya'nî kemâl derecede cömertliğinden] o kimseye dedi ki,
- Eğer sûre-i Fâtihayı yarısına kadar okuyup, sevâbını bana bağışlar
isen, borcunu ben öderim.
O kimse de kabûl edip, güzel ses ile Fâtihayı yarısına kadar okudu.
Yine hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki,
- Eğer temâmını okursan, yirmibin akça dahâ vereyim.
O kimse Fâtiha sûresinin temâmını okuyup, hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' da kırkbin akçeyi temâm verdi. Hem de az verdim diye özrler
diledi. İşte Kur'ân-ı azîme ve Furkân-ı kerîme o server ve bütün
Eshâb-ı
kirâm 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' böyle ta'zîm ve tekrîm
ederlerdi.
Şimdiki zemâne adamları ise, Kur'ân-ı kerîmin bir cüz'ine bir akçe veyâ
iki akçe ta'yîn ederler. Bu iş ile güzel derdlenirler. Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretlerinden ve Habîbullah hazretlerinden utanmadan, bu vakfı
edersin
ve eğer hayr ederim diye kasd edersen, belki hayrından zararı fazla
olur.
Akllı olan kimse, buna râzı olmaz. Sultân Süleymân zemânında, Pervîz
efendi
derler bir kâdîasker vardı. Sâlih ve mütedeyyin ve müstekîm kimse idi.
Birgün Bursa kâdîsı bir arz gönderir. Mevzû'u bu ki, bir müslimân bir
güne
dört akçe ayırmış. Günde bir kerre İnnâ a'tayna sûresini okuyup,
sevâbını
rûhuna bağışlıyalar. Pervîz efendi merhûm, bu arzı eline alıp, yanında
bulunan müslimânlara gösterip, dedi ki, işte sahîh vakf. Bu vakf
sâhibi,
Kur'ân-ı azîmüşşânın bir mikdâr kadrini bilmiş. Allahü teâlâ rahmet
eylesin!
Kur'ân-ı kerîmin tam kadrini bilmek, nerede müyesser olur. Ammâ hele
hâline
göre riâyet etmesine gayret eylemiş.
Otuzüçüncü Menâkıb:
(Mesâbîh-i şerîf)de, sadaka bâbı faslında, hazret-i Ebû Hüreyreden
'radıyallahü teâlâ anh' nakl olunmuşdur.
Server-i kâinât aleyhi efdalissalevât hazretleri buyurmuşlardır ki,
- Bir kimse eşyâdan bir çift şeyi sadaka etse, fîsebîlillah Cennet
kapılarından da'vet olunur. Cennet için kapılar vardır. Her kim ki
nemâz
ehlindendir, nemâz kapısından da'vet olunur. Her kim ki cihâd
ehlindendir,
cihâd kapısından da'vet olunur. Her kimse ki sadaka ehlindendir, sadaka
kapısından da'vet olunur. Her kimse ki oruc ehlindendir, reyyân
kapısından
da'vet olunur. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Yâ Resûlallah! Bu kapıların herbirinden çağrılanlara bir müşkilât
yokdur. Lâkin, bu kapıların hepsinden çağrılan kimse var mıdır.
Hazret-i Resûl-i Ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular
ki,
- Evet ümîd ederim ki, sen o kimselerden olursun.
Bu hadîs-i şerîf, sahîh hadîs-i şerîflerdendir. (Buhârî) ve (Müslim)de vardır. Müslim şerhinde beyân olunmuşdur ki, hadîs-i şerîfde bir çift sadaka etse, buyurdular. Bir çiftden murâd nedir. Ba'zıları iki at, iki köle, iki devedir dedi. Ba'zıları dedi ki, altın ile gümüş, yâ dirhem ile elbise, herhangi iki şey olarak açıklanmışdır. Müslim şerhinde beyân olunmuş ki, hadîs-i şerîfde Cennet kapılarının, dörtden fazlasını beyân buyurmadılar. Hem nasıl olduğunu da açıklamadılar. Lâkin ma'lûmdur ki, Cennetin sekiz kapısı vardır. Dört kapısının biri Tevbe kapısıdır. Biri gadabına hakim olanlar ve insanları afv edenler kapısıdır. Biri rızâ gösterenler kapısıdır. Biri Eymen kapısıdır. Buhârî şârihi beyân etmiş ki, bir kimse bu hasletlerden bir haslet sâhibi olsa, o haslet kapısından çağrılsa, o kimseye bir müşkilât olmaz. Zîrâ, murâd Cennete girmekdir. Lâkin cümle kapılardan çağrılmak, ikrâmdır. İstediğinden girmeğe serbestdir. Hangisinden istersen oradan gir, demekdir. Zîrâ cümlesinden girmek muhâldir. Lâkin, adı geçen şerhde demişdir ki, ben derim, ihtimâl var ki, Cennet bir kal'a gibidir ki, onu sekiz sur ihâta eder [çevirir]. Ba'zısı ba'zısından içeri, her bir surun kapısı vardır. O kapıdan çağrılan o iki sûrun arasında kalır. İkinci kapıdan çağrılan, ikinci ile üçüncü arasında kalır. Tâ sekizinci kapıdan çağrılan Cennetin ortasına dâhil olmuş olur.
Otuzdördüncü Menâkıb:
Yine adı geçen kitâbda [Mesâbîhde] o bâbda, Ebû Hüreyre 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden, o hadîs-i şerîfin akabinde rivâyet
edilmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki:
- (Bugün sizin içinizde oruclu olan var mıdır?
Hazret-i Ebû Bekr cevâb verdiler ki,
- Ben orucluyum.
Server-i âlem yine buyurdular ki,
- Sizden bugün kim cenâze hizmetinde bulundu?
- Hazret-i Ebû Bekr cevâb verdiler ki,
- Ben bulundum.
Mefhar-ı mevcûdât yine süâl buyurdular ki,
- Sizden bugün, bir fakîre kim yiyecek verdi?
Hazret-i Ebû Bekr, cevâb verdiler ki,
- Ben verdim.
Yine Seyyid-i veled-i âdem süâl etdiler ki,
- Sizden bugün, kim hasta ziyâretine gitdi.?
- Hazret-i Ebû Bekr cevâb verip,
- Ben gitdim, dedi.
Bunun üzerine Resûl-i rabbil âlemin, buyurdular ki,
Bu hasletler bir kimsede bir arada olunca, o kimse Cennete girer.
Müslim şerhinde açıklanmışdır ki, Cennete girmekden murâd, hesâbsız ve kötü ameller üzerine olan cezâları görmeden Cennete dâhil olmakdır. Aslında sâdece îmân, Allahü teâlânın merhameti ile Cennete girmeğe sebebdir.
Otuzbeşinci Menâkıb:
Yine (Mesâbîh-i şerîf)de, kerâmetin sahîh olması bâbında beyân
olunmuşdur.
Abdürrahmân bin Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anhümâ' haber vermişler.
Eshâb-ı Soffa, fukarâ kimseler idi.
Resûl-i ekrem 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Her kimin yanında iki kimseye yetecek kadar yiyeceği var ise, Eshâb-ı
Soffadan aç olan bir kimse götürsün.
Hazret-i Ebû Bekr üç kimseyi da'vet etdi. Resûl-i ekrem 'sallallahü
aleyhi ve sellem' on kimse aldı. Hazret-i Ebû Bekrin âdet-i şerîfleri o
idi ki, hazret-i Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
huzûrunda
beklerdi. Berâber yatsıyı kılarlar idi. Sonra se'âdethânelerine
[evlerine]
giderlerdi. O âdetlerine binâen o üç kimseyi se'âdethânelerine
gönderip,
kendileri beklediler. Geceden bir mikdâr geçdikden sonra,
se'âdethânelerine
teşrîf buyurdular. Temîz hanımları, hazret-i Ebû Bekre söyledi ki,
- Müsâfirlerinizin yanına gelmekden ne şey size mâni' oldu.
Hazret-i Ebû Bekr buyurdular ki,
- Dahâ yemek vermediniz mi.
Muhterem haremleri, cevâb verdiler ki,
- Yemek verdik. Lâkin, kendileri Ebû Bekr gelmeyince yimeyiz, sabr
ederiz, deyip, yimediler.
Ebû Bekr, gadaba gelip, yemîn etdi ki,
- O yiyecekden ebedî yimem.
Hâtunları da yimemeğe yemîn etdiler. Müsâfirler de yemîn etdiler ki,
yimeyeler.
Hemen Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Bu birbirine uymamak bize şeytândandır.
Sonra yiyeceği götürüp, ortaya koyup, kendileri yimeğe başladılar.
Misâfirler de yimeğe başladılar. Bir lokma alırlardı. Onun yerine bir
lokma
meydâna gelirdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' yiyeceğin bu
fazlalaşmasını görüp muhterem zevceleri Ümm-i Reyhâneye süâl buyurdular
ki,
- Bu yiyeceğin hâli nedir.
Onlar da buyurdular ki,
- Gözümün nûru hakkı için, (Murâd-ı şerîfleri hazret-i Resûl-i ekrem
hakkı için demek idi) bu yiyecek, evvelki hâlinin üç katı olmuşdur.
Aslını
bilemem dedi.
Müsâfirler de doyuncaya kadar yiyip, hazret-i Resûl-i ekremin
huzûrlarına
da gönderdiler. Böyle rivâyet olunmuş ki, Resûl-i ekrem hazretleri de,
o yiyecekden yidiler.
Otuzaltıncı Menâkıb:
Yine Muhyissünne imâm-ı Begavî 'rahimehullahü teâlâ' (Mesâbîh-i
şerîf)inde
nakl etmişdir. Hazret-i Ebû Hüreyrenin 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
etdiği hadîs-i şerîfde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular:
- Bize her ni'meti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik.
Ebû Bekrin iyilik ve ikrâmının karşılığını veremedik. Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri kıyâmetde ona karşılığını verir. Ebû Bekrin malının
fâide
verdiği gibi, bir kimsenin malı bana fâide vermedi. Eğer ben halîl
[dost]
ittihaz edici olsa idim [edinse idim], Ebû Bekri dost edinirdim. Lâkin
bilmiş olun, sizin sâhibiniz, Allahü teâlâ hazretlerinin dostudur.)
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Ebû Bekr bizim seyyidimiz, hayrlımızdır ki, Habîb-i Ekrem
hazretlerine
cümlemizden sevgilidir.
Otuzyedinci Menâkıb:
Rivâyet olundu ki,
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' bütün mal ve mülkünü
fîsebilillah
sadaka verip, bir hırka ile evinde otururken, bir kimse gelip, kapıyı
çaldı.
Hazret-i Ebû Bekr dışarı çıkıp, kapıda duran kimdir diye bakdı.
- Ne istersin, dedi.
O kimse,
- Yâ Ebâ Bekr! Onikibin akça borcum var. Bugün vermemin son günü.
Muhakkak
vermem lâzım. Şimdi, lutf ve kerem edip, benim bu borcumu ödeyip, beni
kurtar, dedi.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ miskin, görmez misin beni, bütün malımı, giyeceklerimi Allahü
teâlâ yoluna verdim. Hattâ arkamdaki elbisemi de bir fakîre verdim.
Şimdi
bir hırka giyip, oturuyorum. Mal ve giyecek kalmadı. Senin borcunu
nereden
ödeyeyim, dedi.
O kişi dedi ki,
- Biliyorum ve işitdim ki, sende mal kaldı. Senin fadlından ümîd ederim
ki, benim bu borcumu ödeyesin.
Hazret-i Ebû Bekrin yapacak bir şeyi kalmadı. Bir yehûdîye vardı.
Onikibin
akçe istedi. Dedi ki,
- İnşâallahü teâlâ yarın öğleden sonra malını vereyim.
O yehûdî dedi:
- Yâ Ebâ Bekr, yarınki gün malımı bulup vermez isen, ne olur.
Ebû Bekr hazretleri,
- Eğer yarın öğleden sonra senin malını bulup, vermezsem, kendimi sana
köle eyledim. Dilersen satıp, parasını al, istersen beni köle gibi
kullanırsın,
dedi.
Bu sözleşme üzerine o yehûdî çıkarıp, hazret-i Ebû Bekre onikibin akçe
verdi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' da o akçeyi o borçlu fakîre
verip, borcunu ver, dedi. Kendisi, oturup, Allahü teâlâ hazretlerine
tevekkül
eyledi. Yarın vaktinde ödemeği va'd etdiğim, bu borcu ben nereden alıp,
ödeyeceğim, diye düşündü. Hiçbir çâre bulamadı. Varıp, o yehûdîye köle
olayım diye kalbinden geçdi. Bu şekilde düşünürken, hazret-i Âişenin
evine
vardı. Selâm verip, dedi ki,
- Yâ kızım Âişe. Bilmiş ol ki, dün bir yehûdîden onikibin akçe alıp,
bir fakîrin borcunu ödedim. Bugün öğleden sonra, akçeleri ödemem lâzım.
Akçeleri bulup, ödemezsem, kendi nefsimi o yehûdîye verdim [kendimi ona
köle eyledim]. Şimdi vâcib oldu ki, kendimi o yehûdîye köle eyliyeyim.
Yâ kızım, âhıret hakkını halâl eyle. Sağ ve asân ol. Ben gidiyorum.
Hazret-i Âişenin 'radıyallahü teâlâ anhâ' kalbi mahzûn olup, ağladı.
İkisi berâber ağladılar. Hazret-i Ebû Bekr kızının yanından ağlıya
ağlıya
çıkdı, gitdi.
Hazret-i Âişe annemiz ağlarken, mübârek gözünden bir damla yaş indi.
Yere düşdü. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin kudretinden bir nûrânî
cevher halk oldu. Hazret-i Âişe bu cevheri görüp, sevindi. Babasını
çağırdı.
Hazret-i Ebû Bekr dönüp geldi. Dedi ki,
- Ne dersin yâ kızım!
Hazret-i Âişe dedi ki,
- Allahü teâlâ bana merhamet eyledi. Gözümün yaşından bir cevher
yaratdı.
Şimdi var, bu cevheri alıp, pazara götür, satıp, borcunu edâ eyle.
Ebû Bekr-i Sıddîk da o cevheri alıp, pazara gitdi.
Hak Sübhânehü ve teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma emr eyledi ki,
"Yâ Cebrâîl, Habîbim ve Resûlüm Muhammed Mustafânın zevcesi Âişenin
göz yaşından kudretim ile bir cevher halk eyledim. Kulum Ebû Bekr o
cevheri,
pazara satmağa gidiyor. Şimdi çabuk var. Cennetde, kudret hazînemden
yirmibin
altın al. Bir nûrdan tabak içine koyup, Ebû Bekrin önüne var. O cevheri
satın al. Bana getir ki, o cevher bana gerekdir. Arşıma o cevheri
koyayım
ki, onun nûru arşımda ışık saçsın. Ve de mü'min kullarımın kabri o
cevher
ile münevver olsun [aydınlansın]."
Cebrâîl aleyhisselâm da yetişip, Cennetin hazînesinden yirmibin altını,
bir nûrdan tabak içine koydu. İnsan sûretinde, hazret-i Ebû Bekrin
pazar
içinde önüne geldi. Dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Elindeki nedir, satar mısın.
Ebû Bekr dedi ki,
- Satarım.
Cebrâîl dedi, kaça verirsin.
Ebû Bekr hazretleri dedi ki,
- Onikibin akçaya veririm.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Bunun değeri onikibin akça değildir. Yirmibin altın vereyim, dedi.
Ebû Bekr hazretleri dedi,
- Eğer o fiyâta alır isen sen bilirsin.
Hazret-i Cebrâîl dedi ki,
- Şimdi aç eteğini.
Ebû Bekr hazretleri eteğini açdı. Cebrâîl aleyhisselâm eteğine
altınları
dökdü. Hazret-i Ebû Bekr alıp, se'âdethânelerine [evlerine] geldi.
Gördü
ki, akça aldığı yehûdî kapı önüne gelmiş. Çağırıp der ki,
- Yâ Ebâ Bekr, gel akçamı ver; yâhud kölemsin; seni hizmetde
kullanırım.
Ebû Bekr hazretleri, ardından varınca; o yehûdî ayak sesini duyup,
arkasına bakdı. Gördü ki, gelen Ebû Bekrdir.
Yehûdîye dedi ki,
- Aç eteğini.
Açdı. O yirmibin altını yehûdînin eteğine dökdü.
Yehûdî dedi ki,
- Bu altın nedir.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk buyurdu ki,
- Yirmibin altındır. Borcuna tut.
Yehûdî dedi ki,
- Senin bana borcun onikibin akçadır.
Hazret-i Ebû Bekr dedi ki,
- Bu altın senin akçenin berekâtıdır.
Sonra o yehûdî altının birini eline aldı. Gördü ki, bir yanında, (Lâ
ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılmış. Diğer tarafında
(Kulhüvallahü
ehad sûresi.) yazılmış. Kudret kalemi ile yazı yazılmış. Yehûdînin
kalbine
bir hâl gelip, hidâyet-i rabbânî yetişdi. Dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bildim ki, senin dînin hakdır, gerçek evliyâsın.
Muhammed
aleyhisselâm da hak Peygamberdir.
Şehâdet kelimesi söyleyip, sadakatle müslimân oldu. O altını din aşkına
cümle fakîrlere dağıtdı. Kendisi ehl-i havâsdan oldu 'radıyallahü anh'.
Ma'lûmdur ki, Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin menâkıbı
ve
keşfi ve kerâmetleri nihâyetsizdir. Had ve hudûdu mümkin değildir.
Otuzsekizinci Menâkıb:
Ebû Bekr Havrânîden rivâyet olunur.
Bir gece Server-i âlem Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerini rü'yâmda gördüm. Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Evliyânın yoluna yapışmak istiyorum. Elhamdülillah!
Size yetişdim. Size bî'at edeyim. Bana tevbe etdirin. [Yol gösterin,
mürşidim
olun!] dedim.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki,
- Ben senin Peygamberinim! Ebû Bekr-i Sıddîk senin gerçek mürşidindir.
Var, Ebû Bekri mürşid edin, ona bî'at eyle.
Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri de orada hâzırlar imiş. Fahr-i âlem
hazretleri,
Ebû Bekr hazretlerine işâret etdiler ki,
- Yâ Ebâ Bekr, buna büyüklerin yolunu göster. Doğru yola irşâd eyle.
Ben de Habîb-i ekremin işâretiyle, hazret-i Ebû Bekrin önüne vardım.
Meşâyih âdeti üzerine, bana tevbe verip, düâ eyledi. Başıma külah ve
arkama
bir hırka giydirdi. Belime bir kuşak bağladı. Gövdemde çıbanlar ve
sivilceler
vardı. Mubârek eli ile arkamı sığadı. Düâ eyledi. Gövdemden sivilceler
ve çıbanlar temâmen gitdi. Hazret-i Ebû Bekrin düâsı ve kerâmeti
bereketi
ile uykudan uyandım. Gördüm, bedenim sıhhat bulmuş. O hırka ve kuşağı
ve
külahı önümde buldum. Bildim ve i'tikâd eyledim ki, Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
anh' hazretleri gerçek evliyâdır ve doğru mürşiddir.
Otuzdokuzuncu Menâkıb:
Fahr-i enâm 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Arafat dağında, Kusvâ
adlı devesine binmiş hâlde dururken, meâl-i şerîfi (Bugün
dîninizi ikmâl etdim. Size verdiğim ni'metleri temâmladım. Din olarak
size
islâm dînini beğendim) olan, Mâide sûresi, 3. âyet-i kerîmesi
nâzil
oldu. Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' sevindiler.
Fekat,
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ağladı. Dediler ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bugün sevinmek günüdür. Bu sevinmek îcâb eden hâle niçin
ağlarsın ki, islâm dîni kemâl buldu. Allahü teâlâ mü'minler üzerine
ni'metini
temâmladı; sevinmek yeridir, ağlamak yeri değildir.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk ârif ve gâyet akllı bir sultân idi. Fahr-i
âlem hazretlerine çok fazla muhabbeti olduğundan, dâimâ ahvâl-i
şerîflerine
dikkatli idi. Ne zemân ki, bu âyet-i kerîme okundu. Bildi ki, her
kemâlin
zevâli var olduğu, dünyâda muhakkakdır. Onun için ağladı.
Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki,
- Arkadaşlar! Her kemâlin zevâli vardır. Her temâmın noksanı vardır.
Zîrâ, bir iş temâm olduğu zemân noksanı vardır. Temâm oldu denildiğinde
zevâli vardır buyuruldu ki, bu âyet-i kerîmede size dînin kemâli
göründü.
Ve lâkin bana Muhammed Mustafânın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
zevâli
[sonu] göründü. Bir yapıcı, bir pâdişâh için, serây yapıp, dört
duvârını
temâm eylese ve üstünü örtse, kapılarını assa, o yapıcıya destûr
verirler.
Ya'nî artık işin bitdi, derler. Hazret-i Muhammed Mustafâ 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' yapıcı idi. Din serâyını yapmağa gelmiş idi. O serây
din serâyıdır ki, beşdir. Birinci dıvârı nemâzdır. İkinci dıvârı
zekâtdır.
Üçüncü dıvârı orucdur. Dördüncü dıvârı hacdır. Kapısı gusldür. Aslı
îmândır.
Tavanı ihlâsdır. Aşağı eşiği tevâzu'dur. Üst eşiği yavaşlıkdır. Sağ
kanadı
tevekküldür. Sol kanadı temellukdur. Kilidi küfrdür. Anahtârı
şehâdetdir.
Derecesi rif'atdır. İçi se'âdetdir. Dışarısı şekâvetdir. Her kim ki
şehâdet
miftâhı [anahtârı] ile islâm serâyı kapısından küfr kilidini kırarak,
içeri
girdi ise, se'âdet onundur. Her kim, Allahü teâlâ korusun, küfr
kilidini
bu serây kapısına vurup, dışarıda kaldı ise, şekâvet onundur. Hazret-i
Resûl-i ekrem ne zemân ki bu islâm serâyını yapıp, kemâline yetişdirdi.
Bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
Bu âyet-i
kerîmenin ağırlığından, Server-i âlemin devesi çöküp, dizine
kadar kuma batdı. O Server-i kâinât hazretleri vedâ haccı yapıp,
Medîne-i
Münevvereye se'âdetle geldikden sonra, seksenüçgün dünyâda kaldı.
Rivâyet ederler ki, evvel nâzil olan âyet-i kerîme İkra' sûresidir.
Ve son olarak yukarıda bildirilen âyet-i kerîme nâzil oldu.
Kırkıncı Menâkıb:
(Tefsîr-i Beydâvî)de, Beydâvî hazretleri 'rahimehullah' buyurmuşdur
ki,
- Bu âyet-i kerîme ki, meâlen (Biz insana,
babasına
ve anasına ihsân etmeği emr etdik ki, onun annesi, onu karnında
zorluklara
katlanarak taşımış, güçlükle doğurmuşdur. Taşınması ve sütden kesilmesi
otuz ay sürer. Sonunda erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca;
Rabbim!
Bana ve anne ve babama verdiğin ni'mete şükr etmemi ve benim hoşnud
olacağım
fâideli bir amel yapmamı nasîb eyle. Bana verdiğin gibi soyuma da salâh
ver. Sana döndüm, ben kendimi Senin yoluna adayanlardanım; demesi îcâb
eder. İşte, işlediklerini en güzel şeklde kabûl etdiğimiz ve
kötülüklerini
magfiret etdiğimiz bu kimseler, Cennetlik olanlar ile berâberdir. Bu,
verilen
doğru bir sözdür) buyuruldu. Rivâyet olunmuşdur ki, bu âyet-i
kerîme
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında nâzil olmuşdur. Zîrâ Ebû
Bekrden 'radıyallahü teâlâ anh' başka, muhâcirden ve ensârdan kendisi
ve babası
ve anası ve zevcesi ve evlâdı islâm nûru ile nûrlanan yokdur.
Kırkbirinci Menâkıb:
(Mesâbîh-i şerîf)de, Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' menâkıbı
bâbında,
sahîh hadîs-i şerîflerde, hazret-i Âişeden 'radıyallahü teâlâ anhâ'
rivâyet
olunmuşdur. Hazret-i Fahr-i kâinât 'sallallahü aleyhi ve sellem', son
hastalığında
bana hitâben buyurdular ki,
- Yâ Âişe, benim yanıma, baban Ebû Bekri ve kardeşin Abdürrahmânı
da'vet
eyle. Tâ ki, ben bir vasıyyet yazdırayım. Zîrâ, benden sonra, bir kimse
çıkıp, söylemeye ki, ben halîfe olayım. Hâlbuki, Hak Sübhânehü ve teâlâ
ve mü'minler, Ebû Bekrden gayrisinin hilâfetini istemezler.
Kırkikinci Menâkıb:
Ebûl'muîn el-Nesefî 'rahimehullahü teâlâ', (Temhîd-i akâid) adlı
risâlesinde
imâmet bahsinde beyân etmişdir ki, imâmet, nass ile sâbit olunmamışdır.
[Ya'nî âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile bildirilmemişdir.] Hazret-i
Alîye 'kerremallahü vecheh' ve evlâdı kirâmlarına, râfizîlerin
söylediklerinin
aksine, nas olmadığına delîl şudur ki, eğer açıkca delîl olsa, sahâbe-i
güzîn hazretleri, ona ittifâk ederlerdi. Onların ittifâkları tâbi'îne,
tâbi'înden de, tebe-i tâbi'îne, onlardan da sâlihine 'rahmetullahi
teâlâ
aleyhim ecma'în', dahâ sonrakilere hattâ bize ulaşırdı. Alîyül mürtedâ
hazretlerine ve evlâd-ı kirâmına imâmetin geçişi ile alâkalı bir haber
yokdur ki, Onlar o haberin naklini gizli tutmuş olsunlar ve eksik
bildirmiş
olsunlar. Görülmezmi ki, Eshâb-ı kirâm bize, naslardan ahkâm istinbâtı
ve ahkâm-ı islâmiyyeden bir cüz'ü naklde eksik bildirmeyip, aynen nakl
etmişlerdir. Bu imâmlığı gizledikleri düşünülemez. Bunun üzerine o
eserde
bildirilir ki, hazret-i Server-i Enbiyâ 'sallallahü aleyhi ve sellem'
fânî
dünyâdan ayrıldıkları zemân, sahâbe-i kirâm hazretleri Benî Sâidenin
sofasında
toplanıp, buyurdular ki,
- Biz işitdik ki, Fahr-i kâinât 'sallallahü aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdu ki, (Bir kimse ölse, hâlbuki zemânının imâmını bilmese, onun
ölümü
câhiliyye devrindeki ölüm gibidir.) O hâlde, bizim üzerimizden bir gün
imâmsız geçmesi câiz olmaz.
İmâmdan
murâd halîfedir. Onun için, kendi zemânında mevcûd olan imâmı
bilmemek büyük günâhdır. Zîrâ, dînin ahkâmından ba'zı şeylerin câiz
olması
imâm ile [halîfe ile] olur. Cum'a ve bayram nemâzları ve yetîmlerin
nikâhı
gibi. İmâmın lâzım olduğunu ve mevcûd olan Halîfeyi inkâr eden bir
farzı
inkâr etmiş gibidir. Farzı inkâr etmek küfrdür.)
Ensârdan bir kimse kalkıp, muhâcirine dedi ki,
- Bizden bir emîr olsun ve sizden bir emîr olsun.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh' ayak üzerine kalkıp, dedi ki,
- Muhakkak ben öyle zân ederim ki, hazret-i Alî 'radıyallahü anh' buna
lâyıkdır. Ben isterim ki ona bî'at edeyim.
Hazret-i Alî ayağa kalkıp, buyurdu ki,
- Kalk yâ Ebâ Bekr! Allahü teâlânın ve Resûlünün halîfesisin. Seni
hazret-i Resûl-i ekrem takdîm etmişdir. Kim seni geride bırakabilir.
Ben
Resûlullah hazretlerinin huzûrunda idim. Bana emr edip, buyurdular ki,
var Ebû Bekre söyle, nâsa imâm olup, nemâz kıldırsın! Resûl-i ekrem
hazretlerinin
râzı olduğu bir kimseden, biz elbette râzı olduk. Resûlullahın
'sallallahü
aleyhi ve sellem' dînimizdeki bir işde râzı olduğu kimseden dünyâlık
bir
iş için râzı olmaz mıyız, dedi.
Resûlullahın
halîfesi diye tesmiye etdiklerine sebeb odur ki, hazret-i
Resûl-i mükerrem, Ebû Bekr hazretlerini kendi makâm-ı şerîflerine ki,
imâmet
makâmı idi, halîfe nasb etdiler. Ömrlerinin sonunda nâsa [müslimânlara]
imâmet edip [imâmlık yapıp], nemâz kıldırdı. Bir rivâyetde yedi gün ve
bir rivâyetde üç gün imâmlık yapdı. Sahâbe-i kirâm hazretlerinin
cümlesi
Alîye 'radıyallahü anh' muvafakat edip, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka
bî'at
etdiler. Bî'at oldukdan sonra, Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerinin defnine meşgûl oldular. Sonra va'z edip, buyurdu
ki,
- Ben sizin üzerinize vâlî kılındım. Hâlbuki, hayrlınız değil idim.
Beni kabûl edin.
Hemen yine hazret-i Alî kalkıp, buyurdular ki,
- Biz seni ne kabûl ediciyiz ve ne kabûllük taleb ediciyiz. Hazret-i
Resûl-i Muhterem seni takdîm etmişdir. Kim ola ki, te'hîr etsin [Ya'nî
Resûlullahın geçirdiği makâmdan kim seni geride bırakabilir.].
Bir gün
gördüler ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk çarşıda bir kadına gömleğini
satıp, ücreti ile yiyecek alır. Dediler ki,
- Sana beytülmâldan nafaka ta'yîn edelim. Sen müslimânların işlerini
gör.
Hergünde veyâ ikigünde iki dirhem ta'yîn etdiler.
Yine kendi buyurdular ki,
- Ben za'îf bir kulum. Yevmiye iki dirhemlik amele kudretim yokdur.
Öyle olunca, iki dirhem bana harâm olur.
Ondan sonra bir dirhem ve iki dank, ta'yîn etdiler. Hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü anh' o bir dirhem ile iki dankı alıp, bir testiye koyardı.
Yine gizliden mal satar kendisine harcardı. Vefâtları yaklaşdığı zemân,
o testiyi istedi ve onda olan akçeyi dökdü. Kerîmeleri Âişe-i Sıddîka
hazretlerine
buyurdular ki,
- Bu akçeyi Ömer bin Hattâb hazretlerine götür. De ki, bu mal
müslimânlarındır.
Bunu müslimânlardan ihtiyâcı olanlarına versin. Âişe-i Sıddîka da o
meblâğı
hazret-i Ömer hilâfet makâmına geçdikde, huzûruna götürüp ve babasının
vasiyyetlerini beyân etdiklerinde, hazret-i Ömer, ağlayıp,
- Ey Sıddîk! Bizi büyük zahmete bırakdın. Ne garîb Ebû Bekr ki,
öldükden sonra yine adâlet etdin. Kim senin yolundan yürüyebilir,
deyip,
mubârek gözlerinden yaş revân oldu.
Rivâyet olunmuşdur ki, Resûl-i ekrem hazretlerinin intikâlinden sonra
[âhıreti şereflendirdikden sonra], Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
hilâfet müddetlerinde, günden güne za'îflediler. Za'îflikleri gün
geçdikce
artdı. Bir gün Âişe-i Sıddîka ona sordular ki,
- Ey benim babam, sana ne oldu ki gün be gün za'îflersin.
Cevâbında buyurdular ki,
- Ey kızım, bilmiş ol ki, Muhammed Mustafâ hazretlerinin ayrılığı beni
za'îf eyledi.
Ey azîzler, bunu fikr edip, kıyâs edin ki, ne şeklde muhabbeti olmak
gerek ki, bu şeklde za'îf olmağa sebeb olsun. Kalbinde böyle bir Hakkın
serverine, (Allahü teâlâ muhâfaza etsin) sûi'zannı olan kimseye
yazıklar
olsun! Allahü teâlâ hazretlerinden nasıl rahmet umarlar. Habîbullah
hazretlerinden
ne yüz ile şefâ'at ümîd ederler.
Kırküçüncü Menâkıb:
Hazret-i Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' der ki, hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîk dünyâdan âhırete göç etdiler. Eshâb-ı kirâm hazretlerinin
hepsi bu serveri nereye defn edelim, diye tereddüd etdiler.
Hazret-i Âişe buyurdu ki,
- Bu tereddüdün aşırı ızdırâbından uyumuşum. Kulağıma bir ses geldi.
(Dostu dosta kavuşdurun!) diyordu. Uykudan uyanıp, bu hâdiseyi Eshâb-ı
kirâma anlatdım. Onlar da,
- Biz de bu sesi işitdik; dediler.
Mescid içinde nemâz kılanlar bile işitdik dediler. Bundan sonra,
müşâvereye
ihtiyâc kalmayıp, şübheleri gitdi. Sonra götürüp, Habîb-i Ekrem
hazretlerinin
yanına defn etdiler. (Şevâhid-ün-nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Kırkdördüncü Menâkıb:
Sahîh hadîs-i şerîf isnâdıyle, Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü anh'
hazretlerinden rivâyet eylediler.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' vefâtına yakın vasıyyet etdi.
- Ben vefât etdikden sonra, beni şu Beyt-i şerîfin kapısına götürün.
Resûl-i ekrem hazretlerinin kabr-i şerîfleri oradadır. O kapıyı
çalınız.
Eğer o kapı size açılırsa, beni oraya defn ediniz.
Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, biz onu alıp, gitdik. O kapıyı
çaldık, dedik ki, işte Ebû Bekr. İster ki, sizin yanınıza defn olunsun.
- O kapı açıldı. Biz o kapıyı kimin açdığını duymadık. İçeri giriniz,
onu defn ediniz, sesini duyduk. Hâlbuki ne bir şahs, ne bir şey gördük.
Kırkbeşinci Menâkıb:
Fahr-il kevneyn 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, âhırete
sefer etdikden sonra, münâfıklar baş kaldırıp, arabların ekserîsi
mürted
oldular. İki vilâyetin ehâlisi islâmiyyetden ayrılmadılar. Mekke ve
Medîne
ehl-i islâmı sakladılar. Mürtedler ittifâk edip, zekât toplıyanları
öldürdüler.
İtâ'atden çıkdılar. Kadınlarının ellerine kına yakdılar. Resûl-i ekrem
hazretleri âhırete sefer etdiği için, defler çaldılar. Nağme ile
şi'rler
okudular. Bu haber Eshâb-ı Güzîne geldi. Çok üzüldüler ve mahzûn
oldular.
Mescîde toplanıp, meşveret etdiler. Ondan sonra kalkıp, hazret-i Ebû
Bekr-i
Sıddîkın evinin kapısına geldiler.
Dediler ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Hazret-i Resûl, sizi yerine halîfe ta'yîn etdi ki, cümle
müslimânların hâline mukayyed olasınız [hâllerini gözetesiniz].
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' âhırete sefer edeliden
beri, dışarı
çıkmadınız ve kimseye karışmadınız. Gece gündüz ağladınız. Lütf edip,
şimdiden
sonra dışarı çıkıp, müslimânların işlerini görüp, mürtedlerin üzerine
varmak
için lâzım olan tedârîki bir gün evvel görmek lâzımdır.
Hazret-i Ebû Bekr, Habîbullah hazretlerinin ayrılığından o dereceye
varmış idi ki, yürüyen meyyit olmuş idi. Lâkin ne çâre ki, din gayreti
Onu yerinde koymadı. Bir münâdi ile seslendirdi ki, nemâza hâzır olun!
Muhâcirin ve Ensârın temâmı bir araya geldiler. Emîr-ül-mü'minîn
hazret-i
Ebû Bekr-i Sıddîk, minber üzerine çıkıp, hutbe okudu. Buyurdu ki,
- Ey mü'minler! Biliniz ki, her kim Muhammed aleyhisselâma taparsa,
Muhammed aleyhisselâm âhıret âlemine göç etdi. Her kim Muhammed
aleyhisselâmın
Allahına taparsa, o Allah diridir, şerîki yokdur. Yine dedi ki, Ey
müslimânlar!
Biliniz ki, münâfıklar, açıkdan fitne çıkardılar. Allahü teâlâ ve
Resûlünün
zekât toplayıcılarını öldürdüler. Eğer biz bu işi basit tutarsak, onlar
kuvvet bulur. İslâmiyyet za'îf olur. Yemîn etdim ki, vallâhi, bugünden
sonra onlar ile harb ederim. Onlar ile benim aramda kılınç vardır.
Sonra Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, ayak üzerine kalkıp,
dedi ki,
- Ey Allahü teâlânın Resûlünün halîfesi. Cümlemiz emrine mutîyiz. Lâkin
Üsâmeye de haber gönderin. Cümle asker ile gelsin. Bu az iş değildir.
Hazret-i
Ebû Bekr buyurdu ki, Üsâmeye ihtiyâcımız yokdur. Burada hâzır olan
asker
kâfî gelir. Allahü teâlâ hazretlerinin fadlı ile ve Habîbullah
hazretlerinin
mu'cizeleri ile mürtedlerin hakkından gelirler. Büyükler demişlerdir
ki,
sultân gönüllü olsa, hiç düşmân onun üzerine zafer bulamaz.
Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Nice büyük sahâbîler ile minber dibinde oturmuşduk. Ceng niyyetine
durduk. Herbirimiz Ebû Bekrin 'radıyallahü anh' emri ile, yüreklenip ve
kuvvetlenip, arslan gibi şâhlandık.
O sâat, gazâ davulları çalındı. Onbin asker silâhlanıp, hâzır oldular.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh' Hâlid ibni Velîdi, hâzır edip,
onbin
askere kumandan ta'yîn edip, cümlesini Allahü teâlâ hazretlerine
ısmarladı.
Mürtedler üzerine gönderdi. Hâlid bin Velîd askeri ile varıp, Hak
Sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile, Resûl-i ekremin 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' zekât toplıyan me'mûrlarını şehîd eden tâifeyi, katl eyledi.
Ondan sonra Hâlid bin Velîd 'radıyallahü teâlâ anh', hazret-i Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin vefâtında
ellerine kına
yakan, defler çalan kadınları getirtdi. Ellerini kestirdi. Başlarını
ateşe
bırakdılar. Bunları siyâset için yapdılar. Ondan sonra bütün mürtedler
gelip, pişmân olup, emân dilediler. Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
huzûruna nâme yazdılar.
- Yanıldık, hatâ işledik. Nemâz kılalım, zekât verelim. Her ne buyurur
isen yerine getirelim. Hemen Hâlid bin Velîdi üstümüzden kaldır. Zîrâ,
damarımızı kurutdu, kökümüzü kesdi, dediler.
Ebû Bekr hazretleri 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, ben
Peygamberimizin
huzûrunda işitdim ki, (Hâlid, Allahü teâlâ hazretlerinin kılıcıdır.
Aslâ
boş yere kan dökmez.) Mâdem ki emân dilediler ve itâ'at gösterdiler,
geri
döndüler, îmâna geldiler, Hâlid bin Velîd onlara zarar vermez. Sonra
onu
geri çağırdı. Çok ikrâmlarda ve ihsânlarda bulundu. Bu haber,
tevârihden
(târîh kitâblarından) alınmışdır.
Kırkaltıncı Menâkıb:
Hazret-i Ömer 'radıyallahı teâlâ anh' buyurdu ki,
- Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' bir gecelik ameline
veyâhud
bir sâatlik ameline, bütün ömrümce işlediğim amelleri mümkün olsa
değişirim.
Sordular ki,
- Yâ Emîr-ül mü'minîn! Ebû Bekrin o günde bir gecelik ameli ne idi.
Buyurdular ki,
- O gece ki, Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
hicret etmek emr oldu. Birçok Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în' arasında Ebû Bekr, Fahr-i âlem hazretlerine yol arkadaşı
ta'yîn
olundu. Hak sübhânehü ve teâlâ huzûrunda ve Habîbullah katında mukarreb
olup, mertebesi yüksek olmasa, bu se'âdete ve bu izzete vâsıl olmaz
idi.
Resûl-i ekrem hazretleri ile Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i münevvereye
teşrîf buyurdular. Bundan büyük devlet-i ebedî ve se'âdet-i sermedî bir
kimseye müyesser olmamışdır. Bundan sonra da müyesser olmaz. Yine o
günde
bir sâatlik amel odur ki, Fahr-i âlem hazretleri âhırete sefer etdikde,
arabların çoğu, mürted oldular. Ben vardım. Hazret-i Ebû Bekre dedim:
- Yâ Resûlallahın halîfesi. Mel'ûnlara bir kaçgün müddet verseniz câiz
değil midir.
Buyurdular ki,
- Yâ Ömer! Muhakkak ki bu islâm dîni kemâl mertebe temâmlanıp,
kuvvetlenmişdir.
Şimdi geri dönüş yokdur. Nitekim Allahü teâlâ azze şânehü kelâm-ı
kadîminde,
Mâide sûresi, 3.cü âyet-i kerîmesinde meâlen (Bugün dîninizi sizin için
ikmâl eyledim. Üzerinize olan ni'metimi temâmladım ve size din olarak
islâmiyyeti
vermekle râzı oldum.) buyurmuşdur.
Şimdi, o Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri ilâh yokdur. Bir an
emân vermeyip, ben onlara kılıç çekip, mürtedler ile kılıçdan gayri
nesne
ile söyleşmem, dedi. Ebû Bekr 'radıyallahü anh', halîm, selîm
tabî'atli,
şefkat ve merhamet üzere iken, bunların hakkında böyle buyurdukları,
îmânının
kuvvetindendir ve yakîninin ziyâdeliğindendir. Bundan sonra dîn-i
islâma
zevâl gelmiyeceğini, kuvvetinin azalmıyacağını bildiği için, böyle
kat'î
cevâb verdi. Kalb-i şerîfleri, Resûlullah hazretlerinin kalb-i
şerîflerine
uygun olup, îmânının kuvveti ve sıdkı, bu mertebe kemâl bulmuş idi ki,
bir kimse bunun derecesine yetişmemişdir.
Şimdi, hazret-i Ömer gibi bir sultân-ı zişân, hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında böyle şehâdet edince, kıyâs eyle ki, hazret-i Ebû Bekrin derecesi, ne yüksek ve âlî, se'âdetli derecedir. Bunlara muhabbet edip, hâlis sevenler dünyâda ve âhıretde inşâallah mahrûm kalmazlar.
Kırkyedinci Menâkıb:
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' son hastalığında
buyurdu ki;
- Hilâfeti kime bırakacağım konusunda, tekrâr istihâre eyledim. Allahü
teâlâdan diledim ki, bana rızâsına uygun olanı versin. Bilirsiniz yalan
söylemem. Hiçbir akllı kimse Allahü teâlâya kavuşma vaktinde [ya'nî
ölüm
ânında] kendine iftirâ yapılmasını arzû etmez ve müslimânları aldatmağı
uygun bulmaz.
Dediler ki,
- Ey Resûlullahın halîfesi. Hiç kimsenin doğruluğunuza şübhesi yokdur.
Ne söyliyecek isen, söyle. Buyurdu ki, gecenin sonunda, uykum bana
gâlib
geldi, uyudum. Resûl-i ekrem hazretlerini gördüm. İki beyâz kaftan
giymiş.
O kaftanların etrâfını [eteklerini] ben tutuyordum. Ne zemân ki o iki
kaftan
yeşil olmağa ve parlamağa başladı. Şöyle ki, bakanların gözlerini
alırdı.
Resûlullah hazretlerinin iki tarafında, iki uzun boylu kimse vardı.
Gâyet
güzel yüzlü idiler. Elbiseleri nûr gibi ve bakanlara sürûr verirdi.
Hazret-i
Resûl-i ekrem bana selâm verip, benimle müsâfehâ ederek, şereflendirdi.
Mûbârek elini benim göğsüme koydu. Bende olan ızdırâb geçdi. Dedi ki,
- Ey Ebû Bekr! Sana kavuşma arzûmuz artmışdır. Vakti geldi ki bizden
yana gelesin.
Ben uyku içinde o kadar ağlamışım ki, ehlim haberdâr olmuşlar. Bana
sonra haber verdiler. Ben de dedim, (
- Ben de sizi özledim, yâ Resûlallah!.
Buyurdular ki,
- Yerine, bu ümmet için ümmetin âdil ve sâdıkı, yerde ve gökde herkesin
rızâsını kazanmış, zemânının temizi olan Ömer bin Hattâbı geçir. Bu iki
kişi senin vezîrlerindir, dünyâda yardımcılarındır, vefâtın zemânında
yardımcılarındır.
Cennetde komşularındır.
Ondan sonra bana haber verdiler ve dediler ki,
- Fikr ve vehmden kurtuldun ve sen Sıddîksın. Gökde melekler içinde
Sıddîksın. Yerde halk içinde Sıddîksın.
Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun. Bu iki kişi kimlerdir
ki, bunların benzerini görmedim.
Buyurdu ki,
- Bu iki kişi Cebrâîl ve Mikâîldir.
Sonra gitdiler. Ben uyandım. Yüzüm göz yaşından ıslanmış. Âile efrâdım
başımın ucunda ağlaşırlardı.
Kırksekizinci Menâkıb:
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' son hastalığında, kendisinin
evlâdını, hazret-i Âişe-i Sıddîkaya ısmarladı. İki oğlan iki kız
vasıyyet
eyledi. Hazret-i Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' der ki, hâlbuki, bir kız
kardeşim var idi.
- Diğer kız kardeşim hangisidir, dedim.
- Hanımım hâmiledir. Öyle zân ederim ki, doğurduğu kız olsa gerekdir.
Sonra, doğum oldu. Kız evlâdı oldu.
Kırkdokuzuncu Menâkıb:
Zemânının kutbu ve bir dânesi, seyyid Mahmûd nakşibendi el-umverî
elmulakkab
bi el'azîz 'kuddise sirruh' ilmi tecridde, kendi te'lîf etdiği (Güzîde)
adlı nefîs risâlesinin yirmidokuzuncu bâbında, beyân buyurmuşdur. Ebû
Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri halîfe oldular. Yemâme
vilâyetinde
Müseyleme adında bir kezzab [yalancı] peygamberlik da'vâsında bulundu.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sahâbe-i kirâmı Yemâme
vilâyetine
gazâya gönderdi. Büyük savaş olup, Müseyleme-i kezzâbı öldürdüler.
Târîhde
şöyle beyân olunmuşdur: Müseyleme cenginde; Eshâb-ı kirâmın mubârek
hâtırlarına
korku geldi. Kur'ân-ı kerîm hâfızları katl olunduğu için, Kur'ân-ı
kerîm
yeryüzünden kalkacak diye korkdular. Allahü teâlâ hazretleri, hazret-i
Ömerin mubârek kalbine ilhâm eyledi ki, Kur'ân-ı azîmi bir araya
toplayıp,
bir mıshaf yazılsın. Hemen kalkıp, Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
huzûruna
vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Sıddîk buyurdular ki,
- Ben bu işte fikr ve teemmüle [ya'nî etrâflıca düşünmeğe] muhtâcım.
Zîrâ Habîb-i ekrem hazretleri, cem' etmediler. Cem' edin diye emr de
buyurmadılar.
O zemân Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin de mubârek
kalbine
Allahü teâlâ ilhâm buyurdu ki, hayr, Kur'ân-ı azîmi toplayıp, bir
mushaf
yazmakdadır.
Zeyd bin Sâbit hazretleri buyurdular ki, bir gün hazret-i Ebû Bekr
beni istemiş. Ben de huzûruna vardım. Gördüm ki, hazret-i Ömer de,
hazret-i
Ebû Bekr de, durumu açıklayıp, Kur'ân-ı azîmi cem' etmeği bana teklîf
etdiler.
Bu iş dağlardan ağır geldi. Bir nice gün sonra, Allahü teâlâ hazretleri
benim kalbime de ilhâm eyledi ki, hayr, Kur'ân-ı kerîmi cem' etmekde,
bir
araya toplamakdadır. Ben ise hazret-i Peygamberin zemân-ı şerîflerinde
vahy kâtibi idim. Cebrâîl-i emîn hazret-i Peygambere kırâet
etdiklerinde,
son kırâetlerinde bile hâzır idim. Sonra Kur'ân-ı azîmi o tertîb üzere
toplamağa teveccüh edip, tahtalarda ve kâğıdlarda, taşlarda ve
ağaçlarda
yazılanları ve Eshâb-ı kirâmın hâtırlarında mahfûz olanları toplayıp,
Resûl-i
ekrem hazretlerinden son zemânında dinlediğim tertîb üzere yazdım.
Sûre-i
Berâenın sonuna varınca; 127.ci âyet-i kerîmesinden sonra, sûre sonuna
kadar hâtırımdan gitdi. [Son iki âyet.] Ba'zı kimselere sordum. Sonra
Huzeymetebni
Sâbit el ensârî hazretlerinin yanında buldum. Yerine yazdım. Sonra
Sûre-i
Ahzâba kadar yazdım. Ahzâb sûresinin 23.cü âyetini hazret-i Resûl-i
Ekremden
işitmiş idim. Kaybetdim. Onu taleb eyledim. Yine Huzeyme-i Ensârî
hazretlerinin
yanında buldum. Yerine yazdım. Nihâyet Mushafı temâmladım. Halîfeye
götürdüm.
Ona (ilk Mushaf) diye ad koydular. Hazret-i Alî, hazret-i Ebû Bekr
hakkında
buyurdular ki,
- Hazret-i Ebû Bekr, insanlar arasında en büyük sevâba kavuşmuşdur.
Kur'ân-ı kerîmi, levhâlardan toplu hâle ilk getiren odur.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın hilâfeti zemânında bu Mushaf, onun yanında kaldı. Hazret-i Sıddîk-ı ekber, âhırete göçdükden sonra, hazret-i Ömerin yanında durdu. Hazret-i Ömer âhırete göçdükden sonra, Resûlullah hazretlerinin muhterem zevceleri, hazret-i Ömerin kızı Hafsanın 'radıyallahü teâlâ anhâ' yanında durdu. Hazret-i Ebû Bekrin hilâfet müddeti iki sene oldu. Eksik ve fazla rivâyet de vardır. Ömrleri altmışüç senedir. Hicretin onüçünde, mubârek cemâzil evvelin yirmiikisinde akşam ile yatsı arasında vefât etdiler.
Ellinci Menâkıb
İmâm-ı Begâvî, (Meâlimüttenzîl) adlı tefsîrinde, Lokmân sûresinde,
meâl-i şerîfi (Tevhîd ve tâatim yoluna gidenlere tâbi' ol ki, onlar
Peygamber
aleyhisselâm ve Eshâbıdır) olan, onbeşinci âyet-i kerîmenin tefsîrinde,
Atâdan nakl buyurmuşlardır ve o ibni Abbâs hazretlerinden nakl
etmişdir.
Buyurdular ki, âyet-i kerîmedeki kimseden murâd Ebû Bekr-i Sıddîkdır
'radıyallahü
anh'. Bunun açıklaması odur ki, Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh'
islâma
geldiği vakt, hazret-i Osmân, Talha ve Zübeyr ve Sa'd bin Ebî Vakkâs ve
Abdurrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ aleyhim ecma'în' yanına
geldiler.
Dediler ki,
- Sen bu şeklde tasdîk edip, îmân getirdin mi.
- Evet. O doğru sözlüdür. Siz de îmân getirin, dedi.
Sonra hepsini alıp, hazret-i Habîb-i ekremin huzûr-u şerîflerine
götürdü.
Müslimân oldular. Bunların müslimân olmaları hazret-i Ebû Bekrin irşâdı
ile oldu. Allahü teâlâ onun medhinde buyurdu: (Bana dönen kimsenin
yoluna
tâbi' ol.) Ya'nî Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' yoluna tâbi' ol,
demekdir.
Ellibirinci Menâkıb
(Ravda-tüş-şekâyık) kitâbında, Ömer bin Hattâbdan 'radıyallahü anh'
rivâyet olunmuşdur. Buyurdular ki,
Hazret-i Resûl-i ekremin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
âhıreti şereflendirdikleri zemân, hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh',
bir acâib rü'yâ gördü. Uykusunda öyle şiddet ile ağladı ki, kapısı
önünden
geçerken ağlamasını işitdim. Merâk edip, kapısını çaldım. Hazret-i
Sıddîk
uyandı. Kapıyı çalmam sebebi ile kalkıp, benim için kapıyı açdı.
Gözlerinin
yaşı, şakaklarının üzerinden akardı. Sordum.
- Yâ Ebâ Bekr, niçin bu kadar ağladınız.
- Benim için Eshâb-ı Güzîni topla. Gördüğüm rü'yâyı onlara haber
vereyim,
dedi.
Ben de Sahâbe-i kirâmı topladım. Cümlesi huzûrlarında hâzır oldular.
Hazret-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Gördüm ki, kıyâmet kopmuş. İnsanlar hesâb yerine sevk olunur. Bir
bölük mevki' sâhibleri gördüm. Minber üzerinde, yüzleri parlak, yaldız
gibi parlar. Bir meleğe sordum.
- Bunlar kimlerdir.
Dedi ki,
- Bunlar Peygamberlerdir. Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hazretlerine
muntazırlardır [onu beklerler]. Zîrâ şefâ'at dizgini Muhammedin
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' yedindedir.
- Hazret-i Muhammed aleyhisselâm nerededir, diye sordum.
Dedi ki,
- Arşın kenârındadır.
Dedim ki,
- Beni hazret-i Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şerîflerine götür.
Ben Onun hizmetcisi ve arkadaşıyım. Ben Ebû Bekr-i Sıddîkım.
Melek beni Resûlullahın huzûruna götürdü. Gördüm ki, mubârek başı açık.
İmâmesini [sarığını] arşın önüne koymuş. Rıdâsı ile belini bağlamış.
Sağ
eli arşın kenârında. Sol eli Cehennemin kapısının halkasında.
İstigâse edip, derdi ki,
- Yâ Rabbî! Ümmetime merhamet buyur. Ümmetim içinde ülemâ var, Evliyâ
var. Sülehâ var. Mücâhidler var. Hâcılar var.
Allahü teâlâdan nidâ geldi ki,
"Yâ Muhammed! İtâ'at edenleri söylersin. Âsileri zikr etmezsin.
Fâsıkları, şerâb içenleri ve zâlimleri, fâiz yiyenleri, zîna yapanları,
kan dökücüleri zikr etmezsin".
Muhammed aleyhisselâm,
- Yâ Rabbî! Onlar Senin buyurduğun gibidir. Lâkin onlarda müşrik
ve sana oğul isnad edici ve saneme ibâdet edici [puta tapan] ve
tevhîdden
dönücü yokdur. Ümmetim üzerine şefâ'atimi kabûl et. Gözlerimden
akan
yaşlara acı, deyip, yalvarmağa başladı.
Ben Habîbullah hazretlerine aşırı muhabbetimden ve acıdığımdan, dedim
ki,
- Yâ Resûlallah! Niçin bu kadar ağlıyor ve yalvarıyorsunuz, kendinizi
çok yoruyorsunuz.
Mubârek başını kaldırdı. Sol eli, Cehennemin kapısının halkasında idi.
Cehennem kapısını bağlayıp, buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Rabbimden ümmetimi sordum. Yalvarmam aşırı olduğu için,
Rabbim teâlâ şânına uygun olarak, ümmetimi bana bağışladı. Benim
ümmetim
üzerine üzüntümü kaldırdı.
Ben irâde etdim ki,
- Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlâ sana ba'zısını mı, bağışladı,
yoksa hepsini mi diye söyliyecekdin. Sormadan önce sen kapıyı çaldın yâ
Ömer. Uyandım.
Hazret-i Ebû Bekr bu sözü söylediği ânda, evin içinden, bir ses
işitdik:
- Hepsini, hepsini bağışladı yâ Ebâ Bekr. Yalnız bir mü'mini kasd
ile öldürenleri bağışlamadı. Onlar Cehennemde sonsuz kalacaklardır,
buyurdu.
Hepimiz kalkıp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd etdik ki, böyle bir
Peygamberin ümmetinden eyledi. Raûfdur, rahîmdir, şefâ'ati bizim
hakkımızda
kabûl olundu. Böylece maksadına vâsıl oldu, kavuşdu.
Elliikinci Menâkıb
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfetleri zemânında,
Medîne-i
Münevverede gezerken, bir evin kapısı önüne geldi. O evin içerisinden
ağlama
sesi işitdi. Bir kadın şi'r okuyup, gözünden yaş akıtır. O şi'rin
ma'nâsı
budur:
Ey ay yüzlüm
Sen aydan dahâ fazla güzelsin.
Parlak ay yüzün ile
Güneşi alt edersin.
Dâyem (Dadım) henüz ağzıma südü koymadan önce.
Senin yâkut dudaklarını hâtırlayıp
Kan içdim.
Bu şi'rin
okunuşu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın mubârek kulaklarına
te'sîr etdi. Kapıyı çaldı. Ev sâhibi dışarı çıkdı. Ondan süâl
buyurdular
ki,
- Hür müsün, rakîkmisin [köle misin]. Bu beyti kimin için okursun.
Kimin için ağlıyorsun.
Kadın dedi ki,
- Yâ Resûlullahın halîfesi. O ravda-i münevvere hakkı için, bunu benden
sorma.
Buyurdular ki,
- Gönlün sırrını duymayınca bu makâmdan adımımı atmam.
Câriye, içden bir âh çekerek, Benî Hâşim gençlerinden birisini söyledi.
Sıddîk hazretleri mescide vardı. O câriyenin sâhibini bulup, parasını
ödeyip
aldı ve âzâd etdi. Sevdiği gence nikâh etdi veyâ bağışladı. Hazret-i
Molla
Câmî (Bahâristân) kitâbında, bu hikâyeyi rivâyet buyurmuşlar ve bu
şi'ri
söylemişlerdir: (Ey gönül! Cihânın bütün maksadlarını bir tarafa
bırakmış
olan kimseden başkası, seni sevdiğin ile birleşdiremez. İş, maksad
[arzû]
derdi ile hâsıl olur. Eğer derdin yoksa, inle ki, bir gönül ehli sana
acısın
da murâdına kavuşdursun!)
Elliüçüncü Menâkıb
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' için bildirilen âyet-i
kerîmeler
hakkındadır. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
sonra, hak üzere halîfe Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
olduğu icmâ' ile sâbit olmuşdur.
1'
Yukarıda zikr olunduğu minvâl üzere, Hak sübhânehü ve teâlâ
hazretleri Kur'ân-ı azîmde haber vermişdir ve buyurmuşdur: (Sizden îmân
edip de, sâlih amel işleyenlere, Allahü teâlâ şöyle va'd buyurdu: Yemîn
olsun ki, kendilerinden evvel gelen İsrâil oğullarını nasıl kâfirlerin
yerine getirdi ise, onları da kâfirlerin arâzîsine getirecek (hâkim
kılacak),
onlara kendileri için seçdiği islâmı kuvvetlendirip, icrâ imkânı
verecek,
onları korkularının arkasından muhakkak emniyyete kavuşduracakdır.
Allah,
müslimânların düşmanlarını helâk edecekdir. Böylece bana hiçbir şeyi
ortak
koşmıyarak, hep bana ibâdet edeceklerdir. Kim bundan sonra nankörlük
ederse,
işte onlar asıl fâsıklardır.)
[Nûr sûresi ellibeşinci âyet-i kerîme meâli.]
Âlimler
buyurdular ki:
Allahü teâlâ, îmân getirip, iyi ameller işleyen kimselere va'd etmişdir
ki, onlardan elbette yeryüzünde halîfeler yapar. Nitekim o kimseler ki,
onlardan evvel de halîfe oldular. Ya'nî benî İsrâilin dinleri ki,
beğenilmişdir.
Onlara elbette bedel verir. Onlara korkudan sonra emînliği verir. Tâ ki
ibâdet ederler, Allahü teâlâya hiç birşeyi şerîk eylemezler. Her kim ki
bir ni'mete ondan sonra küfrân getirirse, onlar fâsıklardır.
Peygamber 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ve Eshâb-ı
kirâm Mekke-i mükerremede müşriklerden korkuda idiler. Medîne-i
münevvereye
gitdikden sonra, yine korku fazla idi. O vakt emîn oldular ki, Allahü
teâlâ
dînini her yere yaydı ve onları düşmân üzerine gâlib getirdi. Bu âyet-i
kerîmede; Ebû Bekr 'radıyallahü anh' hazretlerinin ve diğer halîfelerin
hilâfetlerinin doğruluğuna delîl vardır. 'Rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'.
Ondan dolayı ki, Allahü teâlâ hazretlerinin, va'dinden dönmek ihtimâli
yokdur.
2' (Dîni
kuvvetli, malı çok olanlar, fakîr akrabâsına, Allah
yolunda hicret edenlere mal vermemeğe yemîn etmesin. Onların
kusûrlarını
afv edip, bağışlasınlar. Böylece, Allahü teâlânın sizi afv etmesini
istemez
misiniz. Allahü teâlâ gafûrürrahîmdir.)
[Nûr sûresi yirmiikinci âyet-i kerîmesinin meâli.]
Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi şu idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh', Mıstaha nafaka vermemeğe yemîn etdi. Çünki o, hazret-i Âişe hakkında yakışıksız sözler söylemiş idi. Bu Mıstah fakîr bir kimse idi. Muhâcir idi. Ehl-i Bedr cümlesinden idi. Ebû Bekr-i Sıddîkin teyzesi oğlu idi. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Hazret-i Habîb-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', bu âyet-i kerîmeyi okuyunca, hazret-i Sıddîk 'radıyallahü anh' (Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile nafaka vermediğim için beni bildiriyor. Bundan sonra kimsenin nafakasını kesmiyeceğim,) buyurdu.
3'
(Ey îmân edenler! Sizden kim dîninden dönerse, Allahü teâlâ,
başka bir kavm getirir. Allahü teâlâ onları sever. Onlar da Allahü
teâlâyı
severler. Mü'minlere tevâzû' ederler. Kâfirlere karşı şiddetlidirler.
Allah
yolunda cihâd ederler. Ayblanmakdan çekinmezler. Bu Allahü teâlânın bir
ihsânıdır. Dilediği kullarına verir. Allahü teâlânın fadlı çok
genişdir,
bu fadla lâyık olanları bilir.)
[Mâide sûresi ellidördüncü âyet-i kerîmesinin meâli.]
Bu âyet-i kerîme de Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' şânı hakkındadır.
4' (Emr
ve yasaklarda Allahü teâlâya ve Resûline itâ'at edenler,
Allahü teâlânın kendilerine ni'met verdiği Peygamberler, Sıddîkler,
şehîdler
ve sâlihlerle berâberdir. Onlar ne güzel arkadaşdır. Bu üstünlük Allahü
teâlâ tarafından verilir. Allahü teâlâ üstün kullarına mükafât
verilmesini
bilir.)
[Nisâ sûresi 69 ve 70.ci âyet-i kerîmelerin meâli.]
Bu âyet-i kerîmelerde delîl vardır ki, hazret-i Habîbullah ile hazret-i Ebû Bekrin arasında vâsıta yokdur. Bütün müslimânlar Ebû Bekr hazretlerine Sıddîk derler. Bir şehâdetde, yarısı ile âdil, yarısı ile zâlim olmak lâyık olmaz. Vâcib odur ki, Resûlullah hazretlerinin derecesi ile hazret-i Ebû Bekrin derecesi arasında başka bir derece yokdur. Râfizîlerin söyledikleri yanlışdır. Hem bu âyet-i kerîmelerde delîl vardır ki, Allahü teâlâ hazretlerinin ni'meti bu tâife üzerine kendi fadlındandır. Yoksa onlar bu ni'mete, ibâdetleri ile kavuşmuş değillerdir. Kaderiyye fırkasının kavlinin aksine, Allahü teâlâ (Bu Allahü teâlânın fadlındandır) buyurduğunu görmez misiniz. Bu âyet-i kerîmelerde açıklandı ki, Rafizîlerin bâtıllığı imâmet bâbında, Kaderiyyenin bâtıllığı inâyet bâbındadır.
5'
(Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Sizden olan
emîrlere itâ'at ediniz!)
[Nisâ sûresi ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinin meâli.]
İkrime 'radıyallahü anh' hazretleri der ki, Ülûl-emrden murâd, Ebû
Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül-Fârûk hazretleridir. Ondan dolayıdır ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu; (Benden sonra,
Ebû Bekr ve
Ömere tâbi' olunuz. Onlar benim yanımda, vücûdda baş gibidir.)
6'
(Eğer siz harbe gitmiyerek Resûlüme yardım etmezseniz, Allahü
teâlâ ona yardım eder. Allahın Resûlünü kâfirler Mekkeden çıkardıkları
zemân onun yanında Ebû Bekrden başka kimse yokdu. İkisi mağarada
berâberdiler.
Resûl-i ekrem, arkadaşı Ebû Bekre, mahzûn olma, Allahü teâlânın yardımı
bizim ile berâberdir, derdi. Allahü teâlâ ona [hazret-i Ebû Bekre]
kalblere
rahâtlık veren sekînesini indirdi. Sizin görmediğiniz ordu ile onu
kuvvetlendirdi.
[Ya'nî melekler ile onu korudu.] Kâfirlerin küfre da'vetini veyâ şirki
alçak kıldı. Tevhîdi veyâ dînine da'veti yüksek oldu. Allahü teâlâ Azîz
ve Hakîmdir.)
[Tevbe sûresi kırkıncı âyet-i kerîme meâli.]
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' hazretlerinin o mağarada endîşesi, kendi üzerine korkusundan değildi. Lâkin ümmet üzerine şefkatinden idi. Zîrâ, hazret-i Peygamber-i zîşâna dedi ki, eğer beni öldürürlerse, ne olur. Bir adam öldürmüş olurlar. Ammâ, eğer mubârek cism-i latîfinize bir elem erişir ise, ümmet helâk olur. Hazret-i Resûlullah buyurdular ki, (Niçin düşünürsün o iki kimsenin hâlini ki, onların üçüncüleri, Allahü teâlâ hazretleridir.) Üç gün mağarada durdular. Hazret-i Ebû Bekrin birkaç koyunu vardı. Âmir bin Füheyre güderdi. Hergün o koyunları, o mağara yanına götürürdü. Onlardan süt içerlerdi. Resûlullah hazretleri mağaradan çıkmak niyyet etdi. Abdürrahmân bin Ebû Bekr-i Sıddîk, iki deve getirdi. Binip gitdiler. Dört kişi oldular. Hazret-i Resûl-i ekrem, Ebû Bekr-i Sıddîk, Âmir bin Füheyre, Abdüllah bin Âmir bin Abdülleys. Sonraki ahvâlleri dahâ önce anlatılmışdır.
7' (...
Allahü teâlâdan ancak âlim kulları korkar. Şübhesiz ki,
Allahü teâlâ azîzdir ve gafûrdur.)
[Fâtır sûresi yirmisekizinci âyet-i kerîmesinin meâli.]
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe 'rahmetullahi aleyh', Allah lafzının (h)sini ötüre ile, ulemâ kelimesinin hemzesini üstün ile okudu. Allahü teâlâ hazretlerinin haşyeti, burada ilm ma'nâsına olur. Ma'nâsı böyle olur ki, ilm ehlinin hâtırını ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlü o oldu ki, Ebû Bekr hazretlerinde bir korku hâsıl olmuş idi. Mubârek yüzünde belirtisi anlaşılırdı. Hazret-i Server-i kâinât, hazret-i Ebû Bekr ile bu konuda konuşurdu. Allahü teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu.
8'
(Muhâcîrin ve ensârdan, en önce îmân edenlerden ve onlara
iyilikde tâbi' olanlardan Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü
teâlâdan
râzıdır. Onlar için Allahü teâlâ Cennetler hâzırlamışdır. Altından
ırmaklar
akar. Orada ebedî kalırlar. Bu çok büyük bir kurtuluşdur.)
[Tevbe sûresi 100.cü âyet-i kerîmesinin meâli.]
Resûlullah hazretlerine önce îmân getiren kimse hakkında müfessîrin ihtilâf etmişdir. Bir kısmı dediler ki, en önce îmân getiren Hadîce-i kübrâdır 'radıyallahü teâlâ anhâ'. Bir kısmı dediler ki, hazret-i Ebû Bekrdir 'radıyallahü teâlâ anh'. Bu kavl dahâ kuvvetlidir. Zîrâ hazret-i Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Eğer Ebû Bekrin îmânı, bütün mü'minlerin îmânları toplamı ile tartılsa, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.) Ondan dolayıdır ki, bir kimse, iyi bir iş işlese, bir başka kimse de, o işledikden sonra o işi işlese, bu ikincinin ecri evvelki kişinin terâzîsine konur. İkinci kişinin ecrinden bir nesne eksilmez. Yine Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Ebû Bekrin sizin üzerinize üstünlüğü, nemâz ve orucunun çokluğu ile değildir. Onun sizin üzerinize üstünlüğü, onun gönlünde olan şey iledir.) Devâmlı üstünlük, Allahü teâlâ hazretlerinin ma'rîfetinden dolayıdır. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' marîfetullah ciheti ile hepsinden üstündür. Bir başkası, marîfetullahda Ebû Bekr-i Sıddîkdan üstün olsa idi, üstünlük onun hakkı olurdu.
9'
(Ey îmân edenler! Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerden sakınınız
ve sâdıklar ile berâber bulununuz!)
[Tevbe sûresi 119.cu âyet-i kerîmesinin meâli.]
Sa'îd bin Cübeyr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurur ki, bu âyet-i kerîmedeki sâdıklardan murâd Ebû Bekr ve Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretleridir. Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü anh' Ensâr üzerine fazîletini bu âyet-i kerîme ile istidlâl etdiler. Ensâr muhâcirine dediler ki, bizden bir imâm olsun, sizden bir imâm olsun. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü anh' minbere çıkdı. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine senâ etdi. Buyurdu ki, ey Ensâr! Mü'minlersiniz. Allahü teâlâ hazretleri bize sıdk vermişdir o yerde ki, diyerek, meâl-i şerîfi (... onlar [muhâcirler], Allahü teâlâdan fadl ve rızâ talebi ile ve Allahü teâlânın dînine ve Resûline nusret ile mülklerinden ve memleketlerinden ihrâc olundular. O muhâcirler kavl ve fi'l ile dîni islâmda sâdıkdırlar) olan, Haşr sûresi 8.ci âyet-i kerîmesini okudu. Ensârın temâmı kabûl edip, kendilerinden bir halîfe olması da'vâsından vazgeçdiler.
10' (Doğruyu
(Kur'ânı) getiren (Peygamber aleyhisselâm) ve onu
tasdîk eden (mü'minler) ise, işte bunlar takvâ sâhibi kimselerdir.)
[Zümer sûresi, 33. âyet-i kerîmesi meâli.]
Alî bin Ebî Tâlib hazretleri buyurdu ki, Sıdk ile gelen kimse hazret-i Muhammed aleyhisselâtü vesselâm ve onu tasdîk eden, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'radıyallahü teâlâ anh'.
11' (Mekke-i
mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd
eden kimseye, fethden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden dahâ büyük
derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va'd etdi.)
[Hadîd sûresi 10.cu âyet-i kerîmesi meâli.]
Kelebî, bu âyet-i kerîmenin Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' hakkında indiğini ve onun üstün olduğunu açıkca bildirdiğini söylemişdir. Hazret-i Sıddîkın fazîleti gayrilerden üstündür. En önce o müslimân oldu. Haberde gelmişdir ki, Ebû Emâme, Amr bin Enis hazretlerine dedi ki, niçin kuvvetli müslimân olduğunu iddia edersin. Amr dedi ki, bunun sebebi şudur: Ben halkı dalâletde gördüm. Bunlarda hak üzere hiç kimse görmedim. İşitdim ki, Mekke-i mükerremede bir zât Peygamberlik da'vâsı eder. Vardım, gördüm ki, kavmi Onun üzerine gâlib, kendi mağlûb, O mert kimseye dedim ki, sen nesin. Dedi ki, Nebîyim. Dedim, Nebî nedir. Dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlüdür. Seni niye göndermiş, dedim. Dedi ki, Onun birliğini bilmek, şerîk getirmemek, putlara tapınmamak, sıla-ı rahm etmek için gönderdi. Dedim ki, senin ile kim var. Bunun üzerine dedi ki, bir hür, bir köle. Bakdım, Ebû Bekr ile Bilâl idi. Ben de müslimân oldum. Onun için ki, üçüncü müslimân oldum. Abdüllah bin Mes'ûd hazretleri buyurur ki, kılıcı ile müslimânlığı ilk açığa çıkaran, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ve Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'radıyallahü teâlâ anh'. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurur, İslâmda herkesden evvel olan Resûlullahdır 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', ikinci Ebû Bekrdir 'radıyallahü anh', üçüncü Ömerdir 'radıyallahü anh'. Yine buyurdu; bir kimse ki, beni Ebû Bekr ve Ömerden 'radıyallahü anhüm' üstün gösterir ise, ona had cezâsı vururum. Ve şâhidliğini kabûl etmem.
12' (Onlar
için nedir ki, Rablerine da'vet olundukda, icâbet
edip, emr ve nehyinde itâ'at ederler. Nemâzı şartları ve erkânı ile
devâmlı
kılarlar. Emrlerinde meşveret ederler. Verdiğimiz rızkdan fakîrlere ve
hayra verirler.)
[Şûrâ sûresi 38.ci âyet-i kerîme meâli.]
Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin şânını bildirmek için nâzil olmuşdur. Zîrâ bütün malını fakîrlere dağıtdı. Ne kadar, kötülediler. Kötüliyenlere iltifât etmedi. Bu hükm bütün mü'minler hakkında müşterekdir.
13'
(Yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi ve sellem'! Hudeybiyeden
geri dönenlere de ki, siz, şiddetli cengci bir kavm ile harbe da'vet
olunursunuz
ki, tâ, onlar islâma gelinceye kadar veyâ onlardan cizye kabûl
olununcaya
kadar muharebe olunur. Onlar müşrikler veyâ Peygamber aleyhisselâmdan
sonra
mürted olanlardır. Eğer siz o cengde hulûs ile harb ederseniz, Allahü
teâlâ
size dünyâda ganîmet ve âhıretde Cennet verir. Eğer bundan önce
Hudeybiyede
i'râz etdiğiniz gibi, o muhârabede de i'râz ederseniz, Allahü teâlâ
sizi
şiddetli azâb ile azâblandırır. İş bu i'râz hakkında olan va'd ve azâbı
müslimânların za'îf ve âcizleri işitdikde, bizim hâlimiz nice olur
derler.)
[Feth sûresi 16. cı âyet-i kerîme meâli.]
Râfi' bin Hadic 'radıyallahü teâlâ anh' der ki: Biz bu âyet-i kerîmeyi dâimâ okurduk. Fekat bu vak'anın ne zemân olacağını bilmezdik. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri müslimânları; Yemâmede Müseylemetülkezzâbın eshâbı, benî hanîfe üzerine harbe gönderdi. Anladık ki, kasd edilen onlardır. Bu âyet-i kerîmede mülhidler ve mübtedîler üzerine iki hüccet meydâna çıkmışdır. Birincisi, mülhidler üzerinedir. Bu âyet-i kerîmede gaybdan haber vardır. Bir zemân sonra bu haber meydâna gelmişdir. Mülhidlerin kavlinin hilâfına, bu mu'cize meydâna çıkmışdır. Bu âyet-i kerîmede mübtedîler için de tenbîh vardır. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin halîfeliğinin doğruluğuna delîl vardır. Bundan dolayıdır ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, (Da'vet olunursunuz!) ya'nî yakın zemânda, siz da'vet olunursunuz bir gürûha ki, be's-i şedîd sâhibidir. Eğer o da'vet ediciye itâ'at ederseniz, size ecr verilir. O da'vet ediciye itâ'ati vâcib kıldı. Onları, şiddetli zarar sâhibi olan kavm üzerine da'vet eden Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'radıyallahü teâlâ anh'. Onları acem ve rûm harbine o koydu. Bütün müfessirlerin kavlleri üzerine, bu kavm, bu iki gürûhdan hâli değildir. Eğer Benî hanîfe olursa, O da'vet eden Ebû Bekr hazretleri olur. Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' imâmeti [halîfeliği] doğrulukda, hazret-i Ömerin de 'radıyallahü teâlâ anh' imâmetinin [halîfeliğinin] doğruluğu olur. Eğer maksad pers [İrân] ve rûm [Bizans] olur ise, hazret-i Ömer olur. İmâmlığın hak olduğuna delîl olur. Onun imâmeti doğrulukda hazret-i Ebû Bekrin de imâmeti sâbit olur. Bu iki şeklden başka dürlü söyliyen azdır. Gaybdan haber veren açık bir delîlin doğruluğu bu âyet-i kerîme ile açığa çıkdı. Orada buyurdu ki, (Da'vet olunursunuz!). Her iki halîfe için buyrulan öyle vâki' oldu. Zîrâ Kur'ân-ı azîmüşşânın îcâzı vechlerindendir ki, gaybdan haber verir. Tafsîli ile habere mutâbık ve muvâfık vâkı' olur. Allahü teâlâ hazretleri o kimseye basîret verir ise, bunu bilmeğe muktedîr olur.
14' (O kimse ki, malından Allah için harcar, şirk ve isyândan sakınıp ve ihsân olan kelîme-i şehâdeti, yâhud infâk etdiği malın mukâbili va'd-i ilâhiyi tasdîk ede. Biz ona âsân ve râhata sebeb olucu ve Cennete girmeğe sebeb olan yolunu kolaylaşdırırız.) [Leyl sûresi 5, 6, 7.ci âyet-i kerîme meâli.]
Demişlerdir ki, bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' şânı hakkında nâzil olmuşdur. Her ne eline geçse halka dağıtırdı. Bunda da Allahü teâlânın buyurduğu üzere iş yapmasından dolayı onu medh buyurdular. Demişlerdir ki, Hüsnâ, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin sevâb vermeği va'd etmesidir.
15'
(O ateşden [Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' gibi] ziyâde
müttekî olan ictinâb edip, kurtulur ki, Allahü teâlâ yanında temîz ve
va'dine
nâil olmak için, malını Allah yolunda hayrâta sarf eder.)
[Leyl sûresi 17., 18.ci âyet-i kerîme meâli.]
Hişâm; babası Urveden rivâyet eder: Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' yedi köle satın alıp, azâd etdi. Müşrikler onlara müslimân oldukları için azâb ederler idi. Birisi Bilâl 'radıyallahü anh' hazretleridir. Dahâ önce anlatılmışdır. Biri Âmir bin Füheyre ve onun kızı Hindiyye idi. Müslimân oldu ve a'mâ oldu. Müşrikler dedi ki, lât ve uzza, görmesini ondan geri aldı. O dedi ki, ben lât ve uzzaya inanmam. Allahü teâlâ tekrâr görmesini nasîb etdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' oradan geçerken, o değirmen çekerdi. O evin hanımı olan kişi, ona dedi ki, 'ben seni, senin bu sâhiblerin azâd etmeyince azâd etmem.' Hazret-i Ebû Bekr bunu işitip, buyurdular ki, bu câriyeyi kaça satarsın. O dedi, bu kadar gümüş. Hazret-i Sıddîk, dediğin akçaya aldım, buyurdu. Abdüllah bin Zübeyr 'radıyallahü teâlâ anh' minber üzerinde dedi ki, Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, za'îf kulları [köleleri] satın alıp, azâd ederdi. Babası ona dedi ki, niçin kuvvetli köle satın almazsın. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, za'îf köleleri satın alıp, azâd ederim ki, Allahü teâlâ bu za'îf kulunu Cehennemden azâd etsin. Hak sübhânehü ve teâlâ; meâl-i şerîfi (Şirk ve günâhlardan sakınan kimseler, Cehennemden uzaklaşmış olurlar) olan [Leyl sûresi 17.ci] âyet-i kerîmeyi gönderdi. Sûrenin sonuna kadar hep Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' hazretlerine işâretdir. Mü'minler, Ebû Bekre 'radıyallahü anh' halîfe dedi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' halîfe dedi ve buyurdu ki, 'Ebû Bekr, Allahın dîni üzerine benim halîfemdir'. Allahü teâlâ ona halîfe dedi. (... onları yer yüzüne halef kılacağına....) buyurdu. Râfizîler la'net etdiler. Kendileri la'nete müstehâk oldular. Allahü teâlâ ve Resûlü ve mü'minler ona halîfe diyorlar. Râfizîler muhâlefet etmiş oluyorlar. Allahü teâlâ hazretleri; Nîsâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Kendisine tevhîd ve doğru yol bildirildikden sonra, Resûlullahın doğru yolundan sapan ve i'tikâd ve amelde mü'minlerden ayrılan kimseyi, âhıretde kâfirler ile birlikde Cehenneme sokarız.) buyurdu. Allahü teâlâ hazretlerine ve Resûlüne, râfizîler gibi muhâlefet eden yokdur. Allahü teâlâ buyurur; Ebû Bekr dînin büyüğüdür. Râfizîler, hâşâ münkir idi, diyor. Allahü teâlâ; fâdıl idi, buyuruyor. Râfizîler bâtıl idi diyor. Allahü teâlâ münfık [malını dağıtan] idi buyuruyor. Râfizîler, Allahü teâlâ muhâfaza etsin, münâfık idi, diyor. Haberde gelmişdir ki, bir gün hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin yanında oturmuş idi. Ebû Bekr-i Sıddîk için Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bizim yanımızda Ebû Bekr, yerdekiler yanından dahâ meşhûrdur. O senin hayâtda vezîrin, vefâtından sonra halîfendir.
Nükte: Eshâb-ı Kehfin köpeği, o civânmert olan Eshâb-ı Kehf ile dünyâda birkaç adım yürüdüğü için, mağarada onlar ile berâber oldu. Yatmakda onlar ile oldu. Kıyâmetde ve Cennetde onlar ile olur. Acâib olan odur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'hazretleri, Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, sohbetinde bulundu. Mihnetde Onun ile oldu. Da'vetde Onun ile oldu. Seferde Onun ile oldu. Hazarda Onun ile oldu. Mağarada Onun ile oldu. Yolda ve hicretde, cân ve mal vermekde Onunla oldu. Kabrde, şefâ'atde, Onunla olur. Makâm-ı Mahmûdda, Cennetde, Allahü teâlâyı görmekde, Onunla olur. Zikr olunan âyet-i kerîme ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın şânı ile alâkalı olduğunu tefsîrde gördük, işitdik ve yazdık. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında nasıl kötü düşünülebilir? [Eshâb-ı Kehfin köpeği, o mertler ile birkaç adım gitmekle kıymetleniyor da; Ömrü Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yanında geçenler kıymetlenmez mi?]
Ellidördüncü Menâkıb
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' için haber verilen hadîs-i
şerîfler hakkındadır:
1' Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ ve an ebîhâ' buyurdular ki;
- Bir gece benim nöbetim idi. Seyyid-i âlem hazretleri benim hücreme
[odama] geldi. Ben dedim: Bana, babam Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında birşey
söyle.
Buyurdular ki:
- Yâ Âişe. Bana Cebrâîl aleyhisselâm Allahü teâlâdan haber verdi ki;
Allahü teâlâ rûhları yaratdı. Cümle rûhlar arasından Ebû Bekrin rûhunu,
Peygamberler ve mürsellerden sonra seçdi. Toprağı Cennetdendir. Suyu
âb-ı
hayâtdandır. Allahü teâlâ Cennetde, Ebû Bekr 'radıyallahü anh' için,
yâkutdan
bir köşk halk eyledi. O köşk (kasr) içinde, inciden çok serâylar halk
etdi.
Allahü teâlâ onun hakkındaki düâlarımı kabûl etmişdir. Ondan ma'siyyet
[kötülük] meydâna getirmez. Tâatlar kapısını üzerine bağlamaz. Kabrde
komşum
ve benden sonra halîfem Ebû Bekrdir. Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm
Ebû
Bekrin hilâfetine berâberce bî'at ederler. Gökler ehli ve yerler ehli,
şeytânlardan ba'zısı, bir mikdâr cinler onu bilirler. Bu kadar meşhûr
Ebû
Bekri 'radıyallahü teâlâ anh' bilmeyen ve hurmet etmiyen benden
değildir.
Ben de ondan değilim.
2' Abdüllah
ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu.
- Bir kimse vardır ki, Cennete girdiği zemân, köşklerde, serâylarda,
odalarda bulunan herkes ona merhabâ, merhabâ derler. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü anh' dedi ki,
- Biz o kimseyi, o kasrlarda görür müyüz! Resûlullah aleyhisselâm
buyurdu
ki, Evet, yâ Ebâ Bekr, o mert sensin.
3' Esâd bin
Zürâh 'radıyallahü teâlâ anh' diyor ki:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini hutbe
okurken
gördüm. Ebû Bekre iltifât edici şeyler söyledi.
- Nerede Ebû Bekr, buyurdu. Cebrâîl aleyhisselâm bana şimdi haber verdi
ki, Ümmetin hayrlısı, Senden sonra Ebû Bekrdir 'radıyallahü teâlâ anh'.
4' Abdüllah
ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder. Resûlullahın
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûrunda, Ebû Bekr-i Sıddîk zikr
olundu.
Hazret-i Server-i âlem buyurdular ki,
- Ebû Bekrin misli gibi kimse olamaz. İnsanlar beni tekzîb ederken,
ya'nî yalanlarken o beni tasdîk etdi ve bana îmân getirdi. Herkes
benden
kaçarken, o bana kızını tezvîc etdi. Malını bana fedâ etdi. Benimle zor
kaldığımız sâatde ve gecede berâber mücâhede etdi. Âgâh olun ki, Ebû
Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıyâmet gününde Cennet develerinden bir
deveye binmiş olarak gelir. Eğeri yeşil zebercedden, yuları inciden,
kendisi
de sündüs ve istebrakdan yeşil iki elbise giymiş olduğu hâlde, bana
anlatır,
ben de ona anlatırım. Kıyâmet ehli derler ki, bunlar kimlerdir. Allahü
teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâm ve Ebû Bekr-i Sıddîkdır
'radıyallahü
teâlâ anh', diyeler.
5' Hazret-i
Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdular ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin son
hastalığında
ağrısı artdı. Buyurdular ki:
- Ebû Bekre emr edin, nâsa imâm olup, nemâz kıldırsın.
Ben dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Ebû Bekr sizin makâmınıza geçince, ağlamasından sesini
kimse işitmez. Ömer bin Hattâbı emr edin, kavme imâmet eylesin.
Resûlullah hazretleri yine buyurdu ki,
- Ebû Bekre söyleyin, kavme imâmet eylesin.
Yine ben dedim,
- Yâ Resûlullah! Ebû Bekr, sizin makâmınızda durmağa tâkat getiremez.
Yine buyurdu ki,
- Ebû Bekre söyleyin. Kavme imâmet eylesin.
Âişe hazretleri yine buyurdu ki,
- Hafsaya varıp, dedim ki, sen Resûlullah hazretlerine söyle ki, babam
Ebû Bekr imâmet makâmında durursa, ağlamakdan kimse sesini işitmez.
Hafsa 'radıyallahü teâlâ anhâ' da söyledi. Yine Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki;
- Ebû Bekre söyleyin, kavme imâmet eylesin. Siz kardeşim Yûsüf
aleyhisselâmı
sıkıntıya düşüren kimseler değil misiniz. Ben Ebû Bekr diyorum. Siz
Ömer
diyorsunuz.
Hafsa 'radıyallahü teâlâ anhâ' üzülüp, Âişeye 'radıyallahü teâlâ anhâ',
- Beni mahzûn etdin diyerek gitdi.
6' Abdüllah
ibni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' buyurdu: İzâcâ'e sûresi
nâzil olduğu vaktde, hazret-i Abbâs, hazret-i Alînin yanına geldi. Dedi
ki,
- Yâ Alî! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
vefâtlarını haber veren âyet gelmişdir. Bizler bilmeyiz, kendilerinden
sonra kim halîfe olur, hangi kimsede karâr verir? Varalım Resûlullahın
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûruna süâl edelim. Eğer bu işi
bize
tevdî buyurursa, Kureyşin bizim ile düşmânlığı olmaz. Eğer bizden
gayriye
buyurur ise, ricâ ederiz ki, o kimseye, bizim hakkımıza riâyet etmesi
için
vasiyyet buyursun.
Abbâs 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardı. Süâl etdi;
- Yâ Resûlallah! Sizden sonra kim halîfe olur.
Cevâb buyurdular ki,
- Yâ Abbâs! Yâ Resûlallahın amcası. Allahü teâlâ, benim halîfeliğimi
Ebû Bekre vermişdir. Din üzerine kendi vahy eyledi. Benden sonra halîfe
Ebû Bekr olur. Ebû Bekrin her söylediğini kabûl edin, necât ve felâh
bulursunuz.
Ona mutî' olun, doğru yolu bulursunuz.
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' dedi ki,
- Onlar Ebû Bekr hazretlerine mutî' oldular; doğru yolu buldular. Her
kim ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü anh' hilâfetini hak bilip,
bütün
sahâbe-i kirâmı dost tutar, doğru yolu bulur ve emîn olur.
7' Câbir bin
Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdular
ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerinde idik. Kays kabîlesinden bir gürûh geldi. İleri-geri ba'zı
sözler söyleyip, sorular sordular. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerine
müteveccih olup, buyurdular ki,
- Söylediklerini, duydun mu?
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
- Duydum, yâ Resûlallah! dedi.
- Şimdi, o hâlde onlara cevâb ver, buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr onlara gâyet güzel cevâblar verdi. Resûlullah
hazretleri
buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr, Allahü tebâreke ve teâlâ sana Rıdvân-ı Ekber versin.
Sahâbe-i güzînden birisi dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Rıdvân-ı Ekber nedir?
Buyurdular ki;
- Allahü teâlâ âhıretde cümle kullarına umûmî tecellî eder. Ebû
Bekre 'radıyallahü anh' husûsî tecellî eder.
8' Ebû
Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki;
Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine geldi. Çok zemân yanında kaldı. Vahy söyledi. O esnâda Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' geldi, geçdi. Resûl-i ekrem
hazretleri,
Cebrâîl aleyhisselâma buyurdu ki,
- Yâ Cebrâîl, siz semâda Ebû Bekri bilir misiniz?
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Evet. Seni halka Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki,
Ebû Bekr gökde yerdekinden dahâ çok meşhûrdur. Göklerdeki adı Halîmdir.
9' Abdüllah
ibni Abbâs 'radıyallahü anhümâ', Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden rivâyet eder. Resûl-i ekrem
hazretleri
buyurdular:
- Beni mi'râca götürdükleri gece, Allahü teâlânın huzûrunda durdum.
Bana buyurdu. "Yâ Ahmed! Ehlini kime ısmarladın."
Dedim,
- Ebû Bekr-i Sıddîka.
Allahü teâlâ buyurdu:
"O benim kullarımın, senden sonra, en sevgilisidir. Benden ona selâm
götür."
10' Ebû
Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu:
- Ben, mi'râca çıkdığımda, Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra
halîfe, Alî ibni Ebî Tâlib olsun.
Melekler muzdarîb olup, dediler:
- Allahü teâlâ dilediğini yapar. Halîfe senden sonra Ebû Bekr-i
Sıddîkdır 'radıyallahü teâlâ anh'.
11' Huzeyfe 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu: Her kim rü'yâda beni görmüşdür. Muhakkak beni görmüşdür. Zîrâ şeytân benim sûretimde görünmez. Her kim, Ebû Bekri uykuda görür. Ebû Bekri görmüşdür. Zîrâ şeytân Ebû Bekrin sûretinde de görünmez.
12' Alî ibni
Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' dedi.
Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' işitdim, buyurdu:
- Semâya yükseldiğim gece [Mi'râc gecesi], Rabbim azze ve celle bana
Ebû Bekrin sesi ile hitâb buyurdu. Benim gönlümden geçdi ki, bu ses Ebû
Bekrindir. Hak sübhânehü ve teâlâ kalbimden geçen endîşeyi bilip,
buyurdu: 'Yâ Ahmed! Mûsâ bin İmrân ile konuşurken, onun gönlünü gördüm
ki, kavminin
hepsinden Hârûnu dahâ çok sever. Ona Hârûnun sesi ile hitâb etdim.
Senin
gönlünü gördüm ki, Ebû Bekri çok seversin. Sana Ebû Bekrin sesi ile
hitâb
etdim.'
13' Rivâyet
edilmişdir ki, bir gün öğle nemâzından sonra, Cebrâîl aleyhisselâm
yetmişbin melek ile gelerek, En'âm sûresini getirdi. Resûlullah
hazretleri
o gece bütün Eshâb-ı kirâmı Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin
evinde topladı. Çırağ yakıp, Sûre-i En'âmı okudular. Çırağ ışıksız
oldu.
Resûlullah hazretleri Ebû Bekr hazretlerine buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr, çırağı ışıklandır.
Bir sâat sonra yine karardı. Hazret-i Resûl-i ekrem yine buyurdu.
- Yâ Ebâ Bekr, çırağı rûşen et. Hazret-i Ebû Bekr, çırağı [kandili]
rûşen etmek [ışığını çoğaltmak] için kalkdı. Bakdı ki kandilin yağı
tükenmiş.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Kandilde yağ kalmamış. Bu gece yağ almak imkânımız
da yokdur. Kandil bize lâzımdır, kelâm-ı Rabbilâlemîni okuyalım.
Hazret-i Resûlullah buyurdular ki,
- Bir mikdâr kendi ağzının tükrüğünden kandile damlat.
Âişe-i Sıddika hazretleri buyurur ki,
- Babam bir mikdâr ağzının suyunu, Resûlullah hazretlerinin emr-i
şerîfi
ile kandile damlatdı. Kandilin ışığı çoğaldı. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin emr ve fermânı ile şiddetli bir ışık oldu ki, Eshâb-ı
kirâmın
gözlerini kamaşdırdı.
Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu
ki:
- Bu kandili söndürmeyiniz!
Kırk gün kırk gece o kandil, Âişe-i Sıddîka hazretlerinin evinde yandı.
Bir münâfık hazret-i Âişenin evine geldi. O kandili gördü.
- Ne acâib kandil, kırkgün kırk gecedir sönmez, dedi.
O sâatde o kandil söndü. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi:
- Yâ Muhammed! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurur: "Ben çeşm-i
bed [fenâ bakışlı] kullar da yaratdım. Eğer o münâfıkın gözü
olmasaydı,
kıyâmete kadar o kandil; Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' ağzının
suyunun
bereketi ile sönmez idi."
14' Nakl
eylemişlerdir ki, bir gün Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi:
- Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana selâm söyler. Yâ Resûlallah! Allahü
teâlâ yetmiş dünyâ büyüklüğünde bir âlem halk etmişdir. Onun zemîni
beyâz
misk ile döşelidir. Orası, arşdan bir iğne atsan, zemîne düşmiyecek
şeklde
melekler ile doludur. Allahü teâlâ o melekleri yaratdığı günden beri,
tesbîh
ve tehlîl ederler. Sevâbını Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
muhiblerine (sevenlerine) bağışlarlar.
15' Doğru
rivâyet ile rivâyet olunmuşdur: Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, buyurdu:
- Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri annesinden doğduğu gün, göklere bir
şenlik geldi. Allahü tebâreke ve teâlâ, Adn Cennetine nidâ buyurdu ki,
"İzzetim ve celâlim hakkı için, sana yalnız Ebû Bekri sevenleri
koyarım.
Cehenneme nidâ buyurdu ki, izzim ve celâlim hakkı için, sende Ebû
Bekrin
düşmânlarından ziyâde kimseye azâb etmem."
Kıyâmet kopup, nidâ gelir ki,
"Yâ Ebâ Bekr! Ben ki Cebbâr-ı âlemim. Senin dostlarını, senin istediğin
yere koyacağım."
Bu rivâyet onun üzerine delîl olur. Her kim ki, Ebû Bekr hazretlerini
düşmân bilirse, onun îmânı onun ile pâyidâr olmaz [devâm etmez]. Her
kim
ki, hazret-i Ebû Bekri dost tutar. Onun küfrü onunla pâyidâr olmaz
[devâm
etmez].
16' Enes bin
Mâlik ve Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anhümâ',
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden rivâyet
ederler.
Buyurdular ki:
- Allahü teâlâ hazretlerinden dünyâya veyâ
âhırete
âid bir isteği olan kimse, gece kalkıp, gusl edip veyâ abdest
alıp, iki rek'at nemâz kılsa, her rek'atinde bir Fâtiha ve üç kerre
sûre-i
İhlâs okusa, selâmdan sonra başını secdeye koyup, Yâ Rabbî, benim
isteğimi
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' hurmetine yerine getir, diye düâ
etse;
Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîk hurmetine isteğini verir.
17' Doğru
rivâyet ile, Fahr-i âlem hazretlerinden gelmişdir. Buyurdular
ki:
- Beni Mi'râca götürdükleri gece, Cennet-i a'lâda karşıma gelen bir
hûrî gördüm. Cebrâîl aleyhisselâm da yanımda idi. Cebrâîl elini gözü
üzerine
koydu. Yâ Cebrâîl, niçin elini gözünün üzerine koydun ve yüzünü bu
hûrîden
döndün, dedim.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bana destûr [izn] yokdur, o hûrîye bakayım.
- Hûrî benim yanıma geldi ve bana selâm verdi. Cevâb verdim. Bana dedi
ki,
- Yâ Resûlallah! Benim hâcem [efendim] nasıldır.
Ben dedim ki,
- Senin efendin kimdir.
Dedi ki:
- Benim efendim o kimsedir ki, sana evvel îmân getiren o oldu. Sonra
malını ve cânını sana fedâ etdi. O Ebû Bekr-i Sıddîkdır.
Ben dedim ki,
- Yâ hûrî, sen Ebû Bekr-i Sıddîk için misin.
- Evet yâ Resûlallah, dedi.
- Sen Ebû Bekr-i gördün mü?
- Evet gördüm, eğer istersen şimdi de onu sana göstereyim, dedi.
- Göster, dedim. O sâat elinin ayâsını açdı. Ayâsında hazret-i Ebû
Bekrin sûretini gördüm 'radıyallahü teâlâ anh'.
18'
Ömer-ibnül-Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu:
- Beş kimseden başkası için ayağa kalkmayınız. Anneye, babaya,
size Kur'ân-ı azîmüşşân ta'lîm eden hocaya, âlime, ki
ilme
hürmet için. Şerefleri dolayısı ile seyyidlere ve adlinden
dolayı
âdil
sultâna.
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü anh' der ki,
- Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bu hadîs-i şerîfi
buyurduğu zemân Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' meclis-i se'âdete
geldi.
Peygamber hazretleri onun için ayağa kalkdı. Hazret-i Ebû Bekr
oturmayınca,
kendileri de oturmadılar.
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri dediler ki,
- Yâ Resûlallah! Bize buyurdunuz ki, bu beş kimseden başkası için ayağa
kalkmayınız. Siz Ebû Bekr için ayağa kalkdınız.
Buyurdular ki,
- Cebrâîl aleyhisselâm gelip, önümde oturmuş idi. O sırada Ebû Bekr
mescide girdi. Hazret-i Cebrâîl dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr geldi.
Ben dedim,
- Yâ Cebrâîl! Ebû Bekri tanır mısın.
Dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr, melekler yanında meşhûrdur ki, senin
yeryüzünde
tanıdığın gibi, onu tanırlar.
Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîk önünde ayağa kalkdı. Ben de
kalkdım.
- Yâ Ömer, bir yerde ki, Cebrâîl aleyhisselâm ayağa kalkar, ben kalkmaz
mıyım! Ebû Bekre hürmetinden ötürü, hazret-i Ebû Bekr oturmayınca,
hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm oturmadı. Ben de oturmadım.
19' Doğru
rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' buyurdu:
- Allahü teâlâ hazretleri, beni kendi nûrundan halk etdi. Ebû Bekri
benim nûrumdan halk etdi. Âişeyi Ebû Bekrin nûrundan halk etdi. Mü'mine
hâtunları, Âişenin nûrundan yaratdı. Her kim ki, bu büyükleri sever.
Allahü
teâlâ o kimsede bir nûr halk eder ki, onun ışığında, kabrin ve
kıyâmetin
karanlığından o kimseye necât verir. O ışık ile, Cennât-i Adna gider.
Her
kim ki, onları sevmez. Allahü teâlâ hazretleri o kimsede asla nûr halk
etmez. [Allahü teâlâ bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz.]
20' Hazret-i
Enes 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bir vakt
hastalandı. Hastalığı uzadı. Bir sabâh hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ziyâretine
gitmiş idi.
Zîrâ, her işi herkesden evvel yapmağı severdi. Bu âdet-i şerîfesi idi.
Varıp gördü ki, Resûlullah hazretleri evinde yatmış, mubârek başını
Dıhye-i
Kelbînin 'radıyallahü teâlâ anh' dizine koymuşdu. Hazret-i Ebû Bekr,
Dıhye-i
Kelbîye selâm verip,
- Resûl-i ekremin hâli nasıldır, dedi.
Dedi ki,
- Hayrdır ey halîfe-i Resûlillah!
Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki;
- Allahü teâlâ sana hayr versin. İyi karşılıklar versin. Bu müjdeyi
bana verdin.
Dıhye 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! O Allahü teâlâ hakkı için ki, Ondan gayri Allah yokdur,
ben seni gayrilerden, herkesin sevdiğinden çok severim. Senin benim
yanımda
hediyyelerin vardır, Sana ulaşdırayım. Sen Allahü teâlânın Resûlünün
halîfesisin.
Enbiyâ ve Mürsellerden sonra, Âdemoğullarının seyyidisin 'aleyhissalâtü
vesselâm'. Sana tâbi' olan ve seni seven felâh bulur.
Arâbî lugatında, bütün hayrlar, iyilikler, felâh kelimesinde
toplanmışdır.
Felâh; dünyâ ve âhırete âid isteklerin yerine gelmesine derler.
Denilmişdir
ki, felâh dört şeydir: Bir bekâ ki, fenâsı olmıya. Bir gınâ [zenginlik]
ki, fakîrliği olmıya. Bir izzet ki, zelîlliği olmıya. Bir ilm ki, cehli
olmıya. Seni sevmiyen ve sana uymayan ziyân etdi. Her kim ki seni dost
tutar, Resûlullah hazretlerinin dostluğu ile dost tutar. Her kim sana
buğz
eder. Resûlullah hazretlerine buğzu olmak sebebi ile sana buğz eder.
Senin
dostun hakîkatde Allahü teâlâ hazretlerinin ve Resûlünün dostudur.
Senin
düşmânın, hakîkatde Allahü teâlâ ve Resûlünün düşmânıdır. Her kim ki,
seni
düşmân tutar. Muhammed Mustafânın şefâ'ati o kimseye vâsıl olmaz. Her
kim
ki, Muhammed Mustafânın şefâ'atinden mahrûm olur. O kimse Allahü
teâlânın
rahmetinden de mahrûm kalır. Yâ Ebâ Bekr, sen bunun için iyi ve
azîzsin;
yakın gel.
Yakın geldiği ânda, Dıhye gayboldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' de uykudan uyandı. Buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Bu süâl-cevâb şeklindeki konuşma nedir?
Ebû Bekr hazretleri de Dıhye ile yapdığı musâhabatı haber verdi.
Resûlullah
aleyhissalâtü vesselâm, buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr! O Dıhye değil idi. O Cebrâîl-i emîn idi. Sana haber
verdi o ismlerden ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri onları sana
tesmiye
etdi [sana verdi]. Cebrâîl, senin muhabbetini mü'minlerin kalbine
saldı.
Buğzu da, kâfirlerin kalbine saldı.
21' Ebû
Sa'îdil Hudrî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular:
- Kıyâmet günü olunca, Allahü tebâreke ve teâlânın emri ile arş önünde
kırmızı altından üç kürsî konulur. Mahşer meydânı onların nûru ile
nûrlanır,
aydınlanır. Biri bir kenârda, biri öbür kenârda, biri ortada kurulur.
İbrâhîm
aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emri ile bir kenârdaki minber
üzerine
oturur. Ben de (Muhammed aleyhisselâmım); öbür kenârdaki minber üzerine
otururum. Orta yerde olan minber boş kalır.
Bir münâdî, seslenir ki,
- Ebû Bekr-i Sıddîk nerededir.
Ebû Bekr-i Sıddîkı durduğu yerden ta'zîm ile getirirler. Ortadaki
minber
üzerine oturturlar.
Sonra bir münâdî seslenir ve der ki,
- Halîl ve Habîb arasında Sıddîkın bulunması ne hoşdur, ne güzeldir.
Sonra Allahü teâlâ hazretleri üçünden hicâbı kaldırıp, tecellî eder,
dîdârını
gösterir. Ben, baş gözü ile, Allahü teâlâyı müşâhede ederim. İbrâhîm de
müşâhede eder, Ebû Bekr de müşâhede
eder.
22' Ebû
Ubeyde bin Cerrâh 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki:
- Mi'râc gecesi, Arşa vardığım zemân, bir nidâ edici, Arş-ı a'lâdan,
" Yâ Muhammed, yâ Muhammed", diye nidâ etdi.
Ben dedim ki, buyur,
- Buyur yâ Rabbî.
İkinci kerre,
" Yâ Muhammed, yâ Muhammed, Ebû Bekre muhabbet eyle ki, Ebû Bekr-i
Sıddîkı ben severim", diye seslendi.
Sonra Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek elini
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin omzuna koyarak,
buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Bekr! Kullar, Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna dağlar
misilli
günâh ile çıksalar, kalblerinde senin muhabbetin olsa, Allahü
teâlâ
onların günâhlarını afv eder.
23' Haberde
gelmişdir ki, Bedr gazâsında, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' ve hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' çadır
gibi
bir arşın altında gölgelenip, oturmuşlardı. Müslimânlar kâfirler ile
mukâtele
[muhârebe] ederlerdi. Bir arab, muharebe meydânından arşın (çadırın)
kapısına
geldi. Dedi ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Kalk dışarı gel, muhârebe eyle ki, eshâbın bir bölüğü
şehîd oldular.
Resûlullah hazretleri o araba mâni' olup, buyurdu ki,
- Allahü teâlâ, Ebû Bekri, Resûli için enîs, dost, vezîr, arkadaş
eylemişdir.
Arab, döndü ve:
- Hâlin ne hoşdur, ey Ebû Bekr, dedi.
24' Diğer
bir haberde gelmişdir. İslâm askeri Tebük gazâsında idiler.
Şiddetli gazâ oluyordu. İki tarafın da askerleri kuvvetli idi. Temmuzun
sıcağında öğle vakti, toz cihânı kaplamış idi. İslâm askeri ile, küffâr
birbirine girmişdi. Şiddetli muhârebe ile meşgûl idiler. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' yedi yâri ile ki, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Ebû
Zer,
Talha, Sa'd, Sa'îd 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleridir,
berâber kumanda mevki'inde oturmuşlar idi. Muhârebe şiddetlendi. İslâm
askeri bir mikdâr za'îf oldular. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' Sa'd ve Sa'îde buyurdular ki,
- İmdâda varınız.
İkisi de kalkıp, muhârebeye gitdiler. Sonra, Ebû Zer ile Talhaya
buyurdular
ki,
- Siz de varınız. Onlar da vardılar. Sonra, Ömer ve Osmân hazretlerine
buyurdular ki,
- Siz de imdâda varınız.
Onlar da vardılar. Bir sâat geçdi. Hazret-i Ebû Bekre de muhârebeye
gitmek şevki gâlib oldu. Kılınç çekip, atının dizginini çekdiği gibi,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, hazret-i
Sıddîkin bileğinden
tutdu. Buyurdu ki;
- Sen savaşa gitme yâ Ebâ Bekr, ya'nî, yâ Ebâ Bekr, senin işin muhârebe
etmekde değil, buradadır. Sen burada, gönlümüzü ve gözümüzü cemâlin
müşâhedesi
ile şâdümân [ziyâde sevinçli] tut. Yâ Ebâ Bekr, dünyâda her eziyyet ve
derd ki, bedenime ve kalbime erişiyor. O eziyyet ve derd, senin
cemâlinin
müşâhedesi ile, benim üzerimden kalkıyor.
Bu habere
benzeyen başka da bir haber gelmişdir.
Bedr gazâsında, Ramezân-ı mubârekin onyedinci Cum'a günü idi. Bu
haberin
râvisi, Abdüllah bin Mes'ûddur 'radıyallahü teâlâ anh'. Der ki, o
gazâda
ben de hâzır idim. Benden âciz kimse yokdu. Lâkin Ebû Cehlin başını ben
kesdim, getirdim. İki asker birbirine erişdi. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini, Muhammed Mustafânın 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' huzûr-u şerîfinde gördük. Hazret-i Sıddîk kendi oğlunu kâfirler
safında gördü. Gayret ve hamiyyet-i dîniyyesi galebe gelip, din gayreti
ile ortaya çıkıp,
- Yâ Resûlallah bana izn ver, tâ kâfirler ile muhârebe edeyim. Onların
kalblerine vurayım. Oğlumun başını kendi elim ile keseyim, dedi.
Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem',
- Yâ Ebâ Bekr! Harbe katılma. Benim yanımda, gözüm ve kulağım gibi
olduğunu bilmiyor musun, buyurup, hazret-i Ebû Bekri; Allahü teâlânın
selâmını
ve kelâmını işiten mubârek kulaklarına ve Allahü teâlâyı bilmediğimiz
şeklde
gören mubârek gözlerine benzetdiler. Server-i âlem Resûl-i ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek başlarından kadem-i
şerîflerine
kadar herbir a'zâsı güzel idi. Velâkin mubârek gözleri ve kulakları
cümle
a'zâlarından dahâ güzel idi. Doğudan-batıya bütün müslimânlar, muvâfık
ve muhâlif hepsi bilirler ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
çok kerre, kulağından ve gözünden dolayı düâ buyurmuşdur.
- Ey benim Allahım! Beni kulağım ve gözüm ile fâidelendir. Benim gözümü
ve kulağımı benden sonra ümmetime mîrâs bırak. Allahü teâlâ bu iki
düâya
icâbet etmişdir. Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerini
hayâtda Ebû Bekr ile fâidelendirmişdir. Vefâtlarından sonra, Ebû Bekri
mîrâs tutucu halîfe etmişdir. Bu iki düâ, o iki düâya benzer ki, Ebû
Bekr
hazretlerine buyurmuşlar idi:
- Allahü teâlâ, sana, hayâtımda ve vefâtımdan sonra, benim tarafımdan
en iyi karşılıklar versin!
Bu düâların temâmını Allahü teâlâ kabûl buyurmuşdur. Zîrâ, islâm dîni
önce ve sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri ile
karâr tutdu. Mâlik bin Enes, Ebû Hüreyreden 'radıyallahü teâlâ anh'
rivâyet
etmişdir ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurmuşdur:
- Eğer Ebû Bekr olmasa idi, Allahü teâlâ hazretlerine ibâdet olunmaz
idi. Önce kimse müslimânlığa gelmezdi. Sonra da kimse müslimânlık üzere
kalmaz idi.
Her kim ki, o islâm dînine geldi; ki Allahü teâlânın tevfîki ile
geliyordu.
Lâkin Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin islâma gelmesi
bunlara
sebeb idi. İyi düşünürsen, istersen, bu sözlerin doğru olduğunu
anlarsın,
bilirsin.
25'
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, son
hastalığında,
vefâtları yaklaşdı. Cümle halk [ya'nî Eshâb-ı kirâm] hüzünlü ve telâşlı
idiler ve muzdarib oldular. Lâkin Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
temâm ilmi, sekînesi ve hilmi ve fadlı, aklı ve tedbîri sebebi ile, o
fitnelerde
ve âfatlarda, hilâf ve ihtilâflarda, halka dermân olurdu. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' vefât etdiler. İhtilâf oldu. Hazret-i Server-i
âlem, dâr-ı bekâya [âhırete] irtihâl etdikde [göçdükde], bir kısm dedi
ki, vefât etdi, bir kısm dedi ki vefât etmedi. Her iki kısm toplanıp,
kılınçlar
çekildi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, hücre-i se'âdete
girdi. Rıfk ve karârlılık ile, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin, yasdığı yanına geldi. Mubârek yüzünü kıble tarafına
yöneltip,
üzerine bir çarşaf örtmüşler idi. Mubârek yüzünden örtüyü açıp, bakdı
ki,
dünyâ âleminden, âhırete göçüp, yok olmıyan mukaddes rûhlarının Allahü
teâlâ katına ulaşdığını anladı. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' böyle
gördükde, durduğu yerden dizleri üzerine düşdü. Bir sâat mikdârı,
yüzünü,
gözünü Resûlullah hazretlerinin mubârek eline ve ayağına, yüzüne sürdü.
Nûrlu yüzüne bakarak, gözyaşlarını nisân yağmuru gibi dökdü. Buyurdu
ki,
- Anam-babam sana fedâ olsun. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
sana yazdığı ölümden acı çekdin ve şiddeti tatdın. Bundan sonra acı
çekmezsin.
Hiç mihnet dahî bulmazsın.
Kalkıp evden dışarı geldi. Minbere çıkdı. Elhamdülillah, Vessalâtü...
okudukdan sonra,
- Yâ kavm! Her kim, sizden hazret-i Muhammede 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' taparsa, hazret-i Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
vefât etmişdir. Her kim sizden Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
taparsa,
Allahü sübhânehü ve teâlâ ölmez, dedi.
Eshâb-ı kirâm arasındaki ihtilâf kalkdı. Sâkin ve râhat oldular. Sonra
da, hangi mekâna defn edelim diye ihtilâf etdiler. Muhâcirler dediler
ki,
- Mekke-i Mükerremeye götürelim.
Ensâr dediler,
- Medîne-i münevverede defn edelim.
Bir kısmı dedi,
- Şâma götürelim.
Bir kavm dedi ki,
- Yemene götürelim.
Söz uzadı. Husûmet zuhûra gelecek idi. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri buyurdular ki,
- Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden
işitdim.
Buyurdular ki:
- Peygamberler, rûhları kabz olundukları mekâna defn olunurlar!
Bütün sahâbîler, bu kavle râzı olup, sâkin oldular.
Bir kerre de, hilâfet ahvâli için ihtilâf etdiler. Muhâcirler dediler, halîfe bizden olsun. Ensâr dediler, halîfe bizden olsun. Bir kısm da dedi, halîfe iki olsun. Biri Ensârdan olsun, biri muhâcirden olsun. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kalkıp, minbere çıkdı. Hamd, senâ ve salât ve selâm etdikden sonra, buyurdu ki, (imâmet ve hilâfet işi şirketle olmaz. Zîrâ iki kılınç bir kında olmaz. Bir evde iki sâhib olmaz. Bir mescidde iki muhtelif kıble doğru olmaz. İmâm Kureyşden olur. Her kim Kureyşden değildir, imâmlığı [halîfeliği] olmaz. Bunları Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' işitdim.) Muhâcir ve Ensâr, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin sözünü işitdiler ve hepsi kabûl etdiler. İhtilâf kalkdı 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'.
Bir de Üsâme 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında
ihtilâf etdiler. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem'
hazretleri
hayâtlarında, sekizbin yiğit kimseyi, Şâm tarafına gönderip, Üsâmeyi
'radıyallahü
teâlâ anh' onların üzerine emîr ta'yîn buyurmuşdu. Kendi mubârek eli
ile
Üsâmeye bir alem [bayrak] vermişlerdi. Onlar ile meşgûl olmakdan
kurtulmuşlar
idi. Lâkin, Üsâme hazretleri Medîneden çıkmadan, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' âhıret âlemine göçdüler. Muhâcir ve Ensâr
ittifâk
etdiler ki;
- O askeri Şâm tarafına göndermiyeler. Böyle bir zemânda yehûdîler
ve hıristiyanlar bir yandan, mürtedler ve münâfıklar bir yandan rencîde
ederlerdi. Eğer bu zemânda, bu kadar askeri kendimizden uzak tutarsak,
sonra bizim hâlimiz nice olur.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdular ki,
- O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan başka Allah yokdur, eğer
kırlardaki
kurtlar gelseler, ortalık boş olduğu için, evlâd ve ıyâllerimizi
evlerimizden
dışarı çekseler de, o alemi [bayrağı] ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri mubârek eli ile bağlamışdır, geri
döndürmem.
O sâatde Üsâmeyi askeri ile Şâm tarafına gönderdi. Yehûdîler ve
diğerleri
bunu gördüler. Kalblerine korku düşdü. Düşündüler ki, eğer islâm dîni
doğru
olmasa idi, böyle zemânda, bu kadar askeri kendilerinden uzağa
göndermezlerdi.
Bundan dolayı, Ebû Zer ve Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anhüm' ve
imâm-ı
a'zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Mâlik, imâm-ı Şâfi'î gibi imâmlar dediler ki:
- Eğer Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri olmasa idi,
kimse önce îmâna gelmezdi. Eğer Ebû Bekr hazretleri olmasa idi, sonunda
kimse islâm dîni üzere kalmazdı.
Doğru rivâyet ile gelmişdir: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ve Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh', ikisi Mekke-i Mükerremeden hicret buyurdular. Her ikisi birbirine refîk, şefîk, musâhib oldular. Medîne-i münevvereye yaklaşdılar. Yolun sağ tarafına doğru bir mikdâr döndüler. Tâ Benî Âmir ve Benî Avf hurmalığı yanına geldiler. Develerden indiler. Develerin dizlerini bağladılar, oturdular. Haber Medîneye erişdi. Halk sürûr ve ferâhla ziyârete geldiler. Hizmet-i şerîflerine erişdiler. Gördüler ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ve Ebû Bekr-i Sıddîk, iki ay ve güneş gibi, hilye-i şerîfleri [görünüşleri] birbirine benziyen iki zât gibi gördüler. Hangisinin Resûlullah olduğunu bilemediler. Ebû Bekre selâm verdiler. Medh ve senâ etdiler. Hizmetinde ayak üzere durdular. Süâl sormağı edebsizlik kabûl etdiler. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' nas [insanlar] ile söyleşmekde, nasihât vermekde, hizmet etmekde iken, Resûlullah hazretleri, vekâr ile sessiz oturuyordu. Lâkin kimse ikisini birbirinden fark edemezlerdi. Tâ ki, güneşin harâreti hazret-i Resûlullahın üzerine geldi. Hazret-i Ebû Bekr kalkıp, ridâsını çıkarıp, eli ile Resûlullah hazretleri üzerine gölgelik etdi. O zemân Medîne ehli, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini bildiler.
Ellibeşinci Menâkıb
Ey azîzler. Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' hidâyet ve
riâyeti, evvelki menâkıblarda anlatıldı, işitdiniz. Sonra da kifâyet ve
inâyeti, sonraki menkıbelerde anlatıldı, işitdiniz. Ebû Bekr-i Sıddîkın
fadl ve kadrinden, şeref ve fahrinden ve cemâl ve câhinden önce ve
sonra
söylenenleri işitmişsinizdir. Tatlı ve şirin ibâre ile bir de benden
işitiniz.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Cebrâîl
aleyhisselâmı ilk gördüğü esnâda, ondan birşey işitmedi. Hazret-i
Cebrâîl
aleyhisselâm kırmızı yâkutdan bir taht üzerinde Hirâ dağında göründü.
Hazret-i
Habîbullah onu görünce korkdu. Hemen oradan acele ile geri dönüp,
hazret-i
Hadîcenin 'radıyallahü teâlâ anhâ' se'âdethânesine geldi. Buyurdu ki:
- Yâ Hadîce! Ben bilmem ki bana ne oldu. Çabuk Ebû Bekri bulup, yanıma
getirin. Gördüğüm nesneyi Ebû Bekre söyliyeyim. Biraz sükûnet ve
râhatlık
bulayım.
Hazret-i Hadîce varıp, hazret-i Ebû Bekri çağırdı.
- Dedi ki, yâ Ebâ Bekr, Muhammed, seni ister.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' kalkıp, geldi.
- Yâ Muhammed 'aleyhisselâm'! Sana ne oldu ki, sen kendi hâlinde
değilsin,
sende değişiklik olmuş, dedi.
Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr! Ben Hirâ dağının başında idim. Havada yâkut kursî
üzerinde
oturan bir şahs gördüm. Melek mi, cin mi, insanoğlu mu bilmedim.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' bir müddet düşündü. Sonra
dedi ki,
- Yâ Muhammed 'aleyhisselâm', ben eve gidiyorum. Sen Hadîceyi yanına
çağır. Yanında otursun. O görünen her kim ise, yine evvelki gibi gelip,
görünür. Siz onu gördüğünüzde, o vakt, Hadîceye buyur, başını açsın.
Eğer
o kimse, Hadîcenin başının saçına bakarsa, bil ki, İblîsdir. Eğer
bakmaz
ise, bil ki, Cebrâîldir.
Ey
müslimânlar işidin ve fikr edin. O vakt ki, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri de, kendi işinde sâkin olmamış idi.
Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Server-i kâinâta sükûnet verdi. La'net ve
toprak
o la'înlerin başına olsun ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka 'radıyallahü
teâlâ anh' çirkin şeyler söylerler. Bunun benzeri o haber, Emîr-ül
mü'minin
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin rivâyeti ile
oldu.
Bedir günü idi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
kendi eshâbının azlığını gördü ki, üçyüzonüç kimse idiler. Küffârın
çokluğunu
gördüler, bin kişiye yakın idi. Mübârek yüzünü kıble tarafına dönüp ve
iki ellerini yukarı kaldırıp,
- İlâhî! Bize va'd etdiğin zaferi nasîb et. Yâ ilâhî! Eğer,
küffâr
bugün müslimânlar üzerine gâlip olsalar ve bu kavmimi burada helâk
etseler,
bir dahâ kıyâmete dek, dünyâda kimse Seni bir bilip, birliğini zikr
etmez,
buyurdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' öteden gelip, Resûlullah
hazretlerine mülâzemet edip, dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bundan sonra, Allahü teâlâ hazretlerine, bu derece
korkarak, kendinizi üzerek düâ etmeyiniz. Zîrâ, Allahü tebâreke ve
teâlâ
va'dinde durup, Size zafer nasîb eder, küffârın şerrini Sizden
uzaklaşdırır.
Hemen Cebrâîl aleyhisselâm nâzil olup, beşbin melek, kendisi ile
berâber
kâfirler ile harb etmek üzere geldi. Dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekrin bu sözleri söylemesi üzerine, biz
silâhlarımız
ile geldik ki, senden bu şerri def' edelim, buna kâfiyiz.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Hadîcenin 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin se'âdethânesinde üzüntülü iken, hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Cebrâîl aleyhisselâmın yol göstermesi ile müjde verdi. Resûlullah aleyhisselâtü vesselâm Bedr gazâsında ağlardı. Ebû Bekr hazretleri ona, Hak Sübhânehü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin yardımı ile zafer bulacağı müjdesini verdi. Bu cümleyi onun için söylerim ki, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretlerine, kulak ve göz menzilesinde olmuşdur. Zîrâ, bedenin bütün organlarından önce, bir sesi kulak işitir. Görülecek bir şeyi, bedenin bütün organlarından evvel göz görür.
Cebrâîl
aleyhisselâm, Hadîce 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin
se'âdethânesine bir dahâ gelince, hazret-i Hadîce mubârek başını açdı.
Hazret-i Cebrâîl yüzünü döndürdü. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi
ki,
- Yâ Muhammed! Bu o nâmûsu ekberdir. Ya'nî Cebrâîl aleyhisselâmdır.
Hazret-i Âdem aleyhissalâtü vesselâm vaktinde hazret-i Âdeme, hazret-i
Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm vaktinde, hazret-i Mûsâya geldi.
(İşâret):
O Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ki, Hadîcenin
başının saçını, hazret-i Cebrâîlin mubârek gözünden korudu. Çirkin
iftirâya
tutulan Âişeyi, kullarından muhâfaza edemez mi idi ki, muhâfaza etdi.
(Nükte): İnsan vücûdunda başdan ayağa dek, hiçbir uzv, kulakdan
ve gözden fazîletli değildir. Bütün Peygamberlerin 'aleyhimüsselâm'
ümmeti
arasında da Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden üstün ve
fazîletli
kimse yokdur.
Ebû Bekr-i Sıddîk hazretleri pazara vardı. Dükkânını açdı. Şaşırmış
olarak, âşık ve başı dönük, şaşkın beklerdi. Resûlullah 'sallallahü
aleyhi
ve sellem' Hirâ dağına gitdi. Cebrâîl aleyhisselâmı bekliyor idi.
Cebrâîl
aleyhisselâm İKRA' sûresini getirdi.
- Dedi ki, hemen şimdi, geri dön ve halkı dîne da'vet eyle! Yâ
Muhammed!
Eğer bu sâatde bir kimse müslimân olursa, kıyâmete kadar dünyâ
selâmetde
kalır. Eğer bu sâat, insanların ileri gelenlerinden bir kimse müslimân
olmaz ise, geri gel, seni kanadım üzerine alıp, Kabe kavseyne
götüreyim.
Tekrâr gelip, yer ehlini helâk edip, intikâm alayım.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Hirâ
dağından
geri, Mekke-i Mükerremeye geldi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' da Mekke-i Mükerremeden çıkıp, Hirâ dağına doğru gitmeğe
başladı.
Yolda birbiri ile karşılaşdılar. Muhabbet ile sarıldılar. Server-i âlem
buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr, nereye gidiyorsun.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh',
- Sizin huzûr-ı şerîfinize geliyordum, yâ Muhammed 'sallallahü aleyhi
ve sellem', Siz nereye gidiyorsunuz, dedi.
Sultân-ı Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular:
- Senin yanına geliyordum.
Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki:
- Hangi maksad için geliyordunuz.
Resûlullah, buyurdular ki:
- Ben Allahü tebâreke ve teâlânın Resûlüyüm.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' dedi ki:
- Delîlin nedir.
Resûlullah buyurdu:
- O vâkı'a [rü'yâ] ile ki, sen onu Şâmda gördün.
Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki;
- Doğru söyledin, şimdi ne buyurursun.
Resûlullah buyurdu:
- Onu derim ki, müslimân olmalısın. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki, müslimân
oldum. Ne buyurursun.
Resûlullah oradan hemen Hirâ dağına vardı. Hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâmı
gördü. Dedi ki;
- Yâ Cebrâîl! Müjdeler olsun sana ki, Ebû Bekr müslimân oldu.
Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm da dedi:
- Yâ Muhammed! Sana da müjdeler olsun ki, dünyâ; kıyâmete kadar helâk
olmakdan ve zevâlden emîn oldu [kurtuldu.]. Yâ Muhammed! Kıyâmete kadar
her kim dirlik bulur, o Ebû Bekrin dirliği bereketi iledir. Kıyâmete
kadar
her kim müslimân olursa, o da Ebû Bekrin islâmı bereketi iledir. Yâ
Resûlallah!
Hak sübhânehü tebâreke ve teâlâ hazretleri kıyâmet gününde emr eder,
mahlûkların
evvelinden sonuna kadar hepsini Arasat meydânına toplarlar. İyi
olanları
Arşın sağ tarafında dururlar. Bedbaht olanları sol tarafında dururlar.
Ondan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, bana, buyurur, senin elini tutup,
Arşın üstüne götürürüm. Sonra Ebû Bekr-i Sıddîkın da elini tutup, Arşın
üstüne götürürüm. Sonra, onsekiz bin âlemin halkı ve yüzyirmidört
binden
ziyâde olan ümmet arasında, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi kimse yokdur diye,
seslenirim.
Ellialtıncı Menâkıb
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu:
- Allahü tebâreke ve teâlâ o günde, İsrâfîl aleyhisselâm hazretlerine,
sûra üflemesi için emr eder. İsrâfîl aleyhisselâm, ayakları yerde, başı
Arş-ı a'lâda bir melekdir. Allahü teâlânın onu yaratdığı günden beri,
sûru
ağzına almış, bir ayağı ileri, bir ayağı geri, gözlerini Arş tarafına
dikip,
emre hâzır beklemekdedir. Ne zemân sûra üfürmek için emr olunur ise, o
zemân sûra üfürür. İsrâfîl aleyhisselâm sûra üflemeye başlayıp, nefesi
sûru dolduruncaya kadar kırk yıl geçer. O sûr bir borudur. Hak
sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinin yaratdığı canlıların adedince, o sûrda delik
vardır.
Her canlının rûhu, kendine mahsûs deliklerden dışarı gelip, kendi
kalıbına
[bedenine] girer. Hiç yanlış yola gitmez. Eğer bir bedenin başı doğuda
ve ayağı batıda olsa, Allahü tebâreke ve teâlânın emri ile, hâzır olup,
toplanırlar. Rûhların temâmı yanılmadan sûrdan çıkıp, kendi bedenine
girer.
Fekat, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin mukaddes
rûhu sûrdan dışarı gelmez. İsrâfîl aleyhisselâm içeride rûh var diye
bir
kerre dahâ üfürür. Yine Ebû Bekr-i Sıddîkın rûhu sûrdan çıkmaz. Allahü
teâlâdan hitâb gelir:
"Yâ İsrâfîl, sen sâkin ol. Ben onun ile konuşayım. Hüdâ-i azze ve celle
nidâ buyurur ki,"
(Ey, mutma'inne olan nefs! Sen Rabbinden râzı olduğun hâlde, Rabbin
de senden râzı olduğu hâlde, Rabbine dön. Benim sâlih kullarımın yanına
ve Cennete gir.)
[Fecr sûresi 27, 28, 29, 30. âyet-i kerîmelerinin meâli.]
Hemen Ebû Bekr hazretlerinin nefs-i mutma'innesi [rûhu] dışarı gelir.
Görür ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' merkad-ı
mübârekelerinden
[asl yerlerinden] gelip, hâzır durur.
Nükte:
Eğer, kıyâmet günü mevtâların kabrlerinden nasıl çıkdıklarını
bilmek istersen, behâr mevsiminde kırlara git. Bitkiler Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin emr-i şerîfi ile, nice yerleri yarıp, toprakdan
dışarı çıkdıklarını gör. Bir mikdâr toprak da başı üzerinde kalmışdır.
Böylece, kıyâmet günü mevtâlar da kabrden dışarı gelirler. Herkes, başı
üzerindeki toprağını silkerek kalkar. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
teâlâ
anh' kabrden dışarı geldiği gibi, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerini kabr üzerinde durmuş görür. Der ki,
- Yâ Resûlallah, bugün ne gündür.
Resûlullah hazretleri buyurur:
- Yâ Ebâ Bekr! Bugün Arz günüdür.
Ebû Bekrin elini tutup, Arş önüne kadar, berâber giderler. O vakt,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretinden nidâ eder. Nûrdan üç kürsî
getirirler.
Birisini arşın sağına koyarlar. Birisini arşın önüne koyarlar. Birisini
arşın soluna koyarlar. Nidâ eder ki, İbrâhîm Halîli, Muhammed Habîbi,
Ebû
Bekr-i Sıddîkı getirin. Melekler, İbrâhîm aleyhisselâm hazretlerini,
elbise
giymiş, başına tâc konmuş olarak getirirler. Arş karşısında
durdururlar.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini de
elbise
giymiş ve tâc başında olarak getirirler. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini getirirler. Başında örülü tâc vardır. Hitâb-ı
izzet
gelir:
"İbrâhîm Halîli arşın sağında oturtun. Cenneti de arşın sağında tutun."
Yine hitâb-ı izzet gelir:
"Mustafâ Habîbi arşın solunda oturtun. Cehennemi de arşın solunda
tutun.
Ebû Bekri arşın önünde oturtun."
Melekler hayret ederler.
- Yâ ilâhel âlemin. Biz böyle bilirdik ki, hazret-i Muhammed Mustafâ
senin katında İbrâhîm Halîlden azîzdir, üstündür. Muhammed Mustafâ
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' seyyid-i Enbiyâdır. İbrâhîm aleyhisselâmı,
arşın
sağına Cennet tarafında buyurdun, Muhammed Mustafâ hazretlerini arşın
soluna
Cehennem tarafına buyurdun,
Nidâ gelir ki,
"İbrâhîm benim Halîlimdir. Muhammed Mustafâ benim Habîbimdir, seyyidil
evvelin vel âhırîndir. Bugün onun her dileğini ben de dilerim. Bugün o
gündür ki, İbrâhîmin şefâ'ati olmaz. İbrâhîmi arşın sağında tutun.
Ümmet-i
Muhammedden afv etdiklerimi, Cennete gönderirim. Cennete giderken onu
görsün.
Muhammed arabîyi arşın sol tarafında tutun ki, onun ümmetinden,
Cehenneme
gönderdiklerime, o şefâ'at eder. Onun
ümmetinin
ba'zısını rahmetimle afv ederim. Ba'zısını Onun şefâ'ati ile afv ederim."
Sonra: (Merhabâ Halîl, Habîb, Sıddîk) diye nidâ-i izzet gelir. İbrâhîm
aleyhisselâm,
- Gökleri ve yeri; aydınlık ve karanlığı yaratan Allahü teâlâya hamd
olsun!, buyurur.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurur:
- Bizden üzüntüyü gideren Allahü teâlâya hamd olsun. Rabbimiz elbette
şükr edilen ve afv edicidir.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' buyurur:
- Bize, va'dinde sâdık olan Allahü teâlâya hamd olsun!
Halîl ve Habîb 'aleyhimessalâtü vesselâm' ve Sıddîk 'radıyallahü teâlâ
anh' hamd etmeleri ile halk birbirine girerler. Nitekim dünyâda koyun
kuzudan
ayrılıp, geri karışır. Feryâd ve figân halkdan kalkar. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' halkın ürkmesini ve feryâdını görüp, minber
üzerine
çıkar. Mahşer tarafına bakar. Bir melek görür. Yediyüzbin başı vardır.
Her başında yediyüzbin dili vardır. Her dil bir lügat ile Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerini tesbîh eder. Hiç bir lügât birbirine benzemez.
Allahü
teâlâ hazretlerinin kudreti ile onun burnundan bir duman çıkar. Mahşer
halkının etrâfını çevirir. Mahşer halkı ondan korkarlar. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bu hâli görüp, mûbarek başını
secdeye
koyup, der ki
- Yâ Rabbî, selâmet ver!.
O melek, o heybetiyle, Resûlullahın huzûruna gelir. Selâm verir ve
der ki,
- Yâ Muhammed, beni tanır mısın.
Sultân-ı Enbiyâ buyurur ki,
- Bbilmiyorum.
Der ki,
- Cehennem meleğiyim. (Mâlikim.) Allahü tebâreke ve teâlâ bana emr
etdi ki,
"Cehennemi azâblar ile Arasat meydânına koy."
Ben de koydum. Buyurdu ki,
"Cehennemin yedi kapısını bağla. Ben de bağladım."
Buyurdu ki, "Cehennemin anahtârlarını Muhammed Mustafânın 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' önüne götür. O da Ebû Bekr-i Sıddîka versin.
Sen
Cehennem kapısında otur. Ebû Bekr-i Sıddîk kimi gönderir ise, onu
Cehenneme
al."
Ondan sonra Resûlullah buyurur:
- Yâ Ebâ Bekr-i Sıddîk! Cehennemin anahtârlarını al.
O da alır. Mâlik, Cehenneme geri döner. Bir melek de sağ tarafından
gelir. O melekden [Mâlikden] bin kat büyük, aydan ve güneşden nûrlu,
misk
ve kâfûrdan ziyâde kokulu, tesbîh ederek; Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine gelir. Der ki,
- Esselâmü aleyke yâ Muhammed! Beni tanır mısın.
Habîbullah hazretleri buyurur;
- Hâyır tanımıyorum!
O der ki,
- Ben Cennet Rıdvânıyım. Allahü teâlâ bana emr etdi ki,
"Cenneti Arasata getir."
-Bütün ni'metleri ile berâber, ben de arasata getiririm. Emr eder ki,
"Cennetin anahtârlarını Muhammed Mustafânın huzûruna getir. Tâ ki,
Ebû Bekr-i Sıddîka versin. Sen Cennetde yerine otur, buyurur. Ebû
Bekr-i
Sıddîk kimi diler ise, Cennete göndersin. Sonra, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bana buyurur. Al, Cennetin
anahtârlarını
Ebû Bekre ver."
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri de, anahtârları alır.
Cennet
Rıdvânı geri döner.
Bir melek
dahâ zuhûra gelir. Resûlullah hazretlerine selâm verir. Otuz
basamaklı kürsî üzerine çıkar. Yüzünü mahşer halkına döndürür. Der ki;
- Yâ mahşer ehli. Ben sizin Rabbinizin elçisiyim. Hak sübhânehü ve
teâlâ buyurur:
"Biliniz yâ dostlar ve düşmânlar ki, bu günde ev ikidir. Biri Cennet,
ve biri Cehennem. Benim de hükmüm ikidir. Biri adl, biri fadl. Adl
düşmânlara
ve fadl dostlaradır. Fadl evi, ebedî Cennetdir. Adl evi, ebedî
Cehennemdir.
Biliniz yâ dostlar ve düşmânlar ki, Cennetin ve Cehennemin
anahtârlarını
Ebû Bekr-i Sıddîka verdim. "
- Sizden bir kimse, yerden göğe kadar günâh işlemiş olsa [îmânı ehl-i
sünnet i'tikâdına uygun ise] ve o kimse Ebû Bekri severse, Allahü teâlâ
onun cümle günâhlarını Ebû Bekr-i Sıddîka bağışlar. Onun huzûruna varın
ve onun ile Cennete dâhil olun. Hudâ-i azze şânehü Cehennemi Ebû Bekr-i
Sıddîkın dostlarına harâm etmişdir. Her kim ki sizden çok ibâdet etmiş
olsa, o kimse Ebû Bekr-i Sıddîka buğz ederse [îmânı ehl-i sünnet
i'tikâdına
uygun değilse], Allahü teâlâ o kimseden bîzârdır. Onun makâmı
Cehennemdir
ve nârdır. Allahü teâlâ hazretleri Cenneti ona harâm etmişdir.
Bir nidâ gelir ki,
"Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkı götürün."
Yediyüzbin saf melek Arş önünde durmuş olurlar. Her safın uzunluğu
meşrıkdan magribe kadar, genişliği de o kadardır. Cümlesi Ebû Bekr-i
Sıddîkın
huzûruna gelirler. Minberden alıp, burak üzerine bindirirler,
götürürler
ve derler ki
- Ebû Bekri karşılayın!
Arş altına kadar varır. Allahü teâlâ hazretlerinden nidâ gelir ki,
"Yâ Ebâ Bekr! Bana yaklaş."
Ya'nî bana yakın ol. Bir kerre dahâ nidâ gelir ve üçüncü kerre de
"İleri gel, ileri gel" diye, nidâ gelir.
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' buyurdu ki, o kadar
yaklaşdırırlar ki, Arşa yakın olur. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinden
nidâ gelir ki,
"Yâ Ebâ Bekr-i Sıddîk! Elini arşın üzerine uzat. Kendi defterini al.
İstersen oku. İstersen okuma. Bugün evvelîn ve âhırîn halkı [bütün
insanlar]
onu taleb ederler ki, bugün senin sevdiklerin için ne istersen
yaparım."
Sonra emr eder ki, Ebû Bekr-i Sıddîkı Cennet tarafına götürürler. Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' nidâyı işitir. Burakdan aşağı
iner.
Başını secdeye koyar. Der ki:
- Yâ Rabbî! İzzetin ve celâlin hakkı için, bugün, tâ ki, mahşer yerinde
bulunan bütün beni sevenleri, bu kuluna bağışlayıncaya kadar ayağımı
Cennete
koymam.
Nidâ gelir ki,
"Ebû Bekri, dostları ile ve muhibleri ile Cennete iletiniz."
Emîr-ül mü'minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve emîr-ül mü'minîn Ömer-ül Fârûk
ve emîr-ül-mü'minîn Osmân-i zinnûreyn ve emîr-ül-mü'minîn Alî-yül
Mürtedâ 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' Cennete girerler. Dostları
ve muhibleri,
onların ardınca Cennete girerler. Beyâz incîden bir köşk getirirler.
Ebû
Bekr-i Sıddîk, bu beyâz incîden köşkde oturur. O köşkün yetmiş kapısı
vardır.
İstediği her kapıdan Allahü teâlâyı bilinmeyen bir şeklde müşâhede
eder.
Elliyedinci Menâkıb
Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretleri rivâyet eder:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, bir gece
mubârek başını, benim yanıma koymuşdu. Mubârek gözlerini yıldızlara
dikmişdi.
Ben aya bakdım ki, Resûlullah hazretlerinin mubârek yüzü aydan güzel
idi.
Bir damla su [gözyaşı] benim gözümden mubârek yüzü üzerine düşdü.
Benden
tarafa bakıp, buyurdu ki:
- Yâ Âişe, ne oldu sana.
Dedim:
- Ben senin yüzüne ve aya bakdım. Senin yüzün aydan dahâ nûrlu olduğunu
gördüm. Vay o kimseye ki [ya'nî o kimseye acınır ki] kıyâmet günü senin
yüzünü görmesin ve senin şefâ'atinden mahrûm kalsın.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki,
- Yâ Âişe! Hüdâ-i azze ve celle güneşin ve ayın nûrunu benim nûrumdan
yaratdı. Niçin teaccüb edersin [hayret edersin], benim yüzümün nûruna
ki,
yıldızları ve levhi ve kalemi ve onsekizbin âlemi benim nûrumdan
yaratdı.
Ben dedim;
- Yâ Resûlallah! Sen yıldızlara niçin bakardın.
Buyurdu ki,
- Yâ Âişe! Benim Eshâbım arasında, bir recül [mevki' sâhibi] vardır
ki, hergün yıldızlar adedince, onun tâ'atini göğe götürürler. Ben
yıldızlara
bakdım ki, adedini Allahü teâlâ hazretlerinden başka bir ferd bilmek
ihtimâli
yokdur.
Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' zan etdi ki, nenim babamı murâd ederler.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! O recül [mevki' sâhibi] kimdir.
Buyurdular:
- O Ömer bin Hattâbdır 'radıyallahü teâlâ anh'. Ömer bin Hattâbın
'radıyallahü
teâlâ anh' tâ'ati ise babanın tâ'ati yanında, deryâdan bir damla
gibidir.
Haberde
gelmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri,
Cebrâîl aleyhisselâm hazretlerine buyurdular ki:
- Bana Ömer bin Hattâbın fazîletlerinden haber ver.
Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu ki:
- Yâ Muhammed! Nûh aleyhisselâmın Peygamberliği müddeti olan
dokuzyüzelli
sene seninle otursam, Ömer bin Hattâbın fazîletlerini beyân etsem, bir
cüz'ünü beyâna kâdir olamam. Ömerin fazîleti [üstünlüğü], Ebû Bekrin
fazîleti
yanında, yıldızlar arasında bir yıldız gibidir.
Âlimlerden
ba'zısı derler, her kim ki, hazret-i Bilâlin fazîletlerini
anlatırım der ise, anlatamaz. Hâlbuki Bilâl-i Habeşî, Ebû Bekr-i
Sıddîkın
azâdlısı idi. Bendenin [kölenin] fazîleti bu kadar olur ise, hâcenin
[efendinin]
fazîleti ne kadar olur, düşünmek gerek. Haberde gelmişdir ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki,
- Mi'râca vardığım gece, Cebrâîl aleyhisselâm ile arş altında, bir
na'lın sesi işitdik.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Bu Bilâl-i Habeşînin 'radıyallahü teâlâ anh' na'lını sesidir ki,
seher vaktinde onun ile mescide gider.
Ellisekizinci Menâkıb
(Allahü tebâreke ve teâlâ şânühû hazretlerinin üstün kulları ol
kimselerdir
ki, yer yüzünde tevâzu' ile yürürler. Tâ ki, canlı karıncayı
incitmeyeler.)
[Furkân sûresi 63. âyet-i kerîmesinin meâli.]
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' yolda yürür iken bir canlıyı
ezmemek için, ayağı önüne bakardı. Bir vakt yolda yürürken, yol
üzerinde
karınca gördü. Ayağı ile üzerine basmamak istedi. Bir mert (genç)
geldi.
Hazret-i Sıddîkı söz ile meşgûl etdi. Unutup, ayağını o karınca üzerine
basıp öldürdü. Sonra, hazret-i Sıddîk bakıp, onu gördü. Üzüldü. Ne
yapacağını
düşünmeye başladı. Tam o sâat, Allahü teâlâ o karıncaya hayât verdi ve
konuşmağa başladı:
- Esselâmü aleyke yâ halîfe-i Resûlillah! O sâat beni öldürüp,
üzüldünüz.
Sizin üzülme sebebinizden dolayı, Allahü teâlâ ben za'îf kulunu
diriltdi.
Konuşdurdu.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Yâ Ebâ Bekr, sana halîfe diyen kimse karıncadır. Sana buğz eden ve
düşmân olan kimseler karıncadan âdi olur.
Ellidokuzuncu Menâkıb
Doğru haberlerde gelmişdir. Cebrâîl aleyhisselâm dedi:
- Yâ Rabbel âlemîn! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne mikdâr ve ne kadar
olduğunu
bilmek isterim.
Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kıymetli
ve gösterişli elbise giymiş ve otuz altınlık bir şal omuzuna almış idi.
Cebrâîl aleyhisselâm a'mâ sûretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya
Ebû
Bekr-i Sıddîk geldi. Ona yaklaşdı. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ afv etsin o kimseyi ki, Muhammed Mustafâ
dostluğuna [onun hâtırına] bana birşey versin.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' o sözü işitdi. Mubârek omuzundan
ridâsını
[şalını] çıkarıp, ona verdi.
Buyurdu ki,
- Bir def'a dahâ söyle. Bir def'a dahâ söyledi.
Ebû Bekr-i Sıddîk kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i
avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide
na'lınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilâli
'radıyallahü
anh' çağırdı ve Ona buyurdu:
- Yâ Bilâl. Âişenin evine var. Birşey getir.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerine rast gelip, buyurdular ki,
- Nereye gidersin, yâ Bilâl! Sen mi söylersin, ben mi söyliyeyim.
Bilâl 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Resûlallah, siz buyurun.
Buyurdular ki:
- Yâ Bilâl! Bil ki, o a'mâ Cebrâîl-i emîndir. Allahü tebâreke ve teâlâ
onu bu şeklde gönderdi ki, Ebû Bekr-i Sıddîkın bana muhabbeti ne
kadardır
anlasın.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' Bilâli bekler idi. Hazret-i
Bilâl elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk o elbiseyi giydi.
Hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem'
huzûr-ı
şerîflerine gelip, dedi ki,
- Yâ Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddîkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim
işime yaramaz. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' Cebrâîl
aleyhisselâmın
getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddîka getirdi. Ebû Bekr 'radıyallahü
teâlâ anh':
- Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana
gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.
Altmışıncı Menâkıb
Hadîce-i Kübrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerini, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine verecekleri zemân [evlenecekleri
zemân],
hazret-i Hadîce, bir şahsı gizlice Server-i kâinâtın huzûruna gönderdi.
O kişi gelip, dedi:
- Müşrikler bize ta'n ederler ki, kendi şöhretli hâlinle, bir fakîre
varıp, zevceliği kabûl etdin. Şimdi bir mikdâr çeyiz gönderin, az da
olsa,
ben onu çoğaltıp, halka gösteririm. Ayblıyanların ayblaması,
kötüliyenlerin
kötülemesi def' olur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri mütefekkir
ve mütereddid kalkıp, gitdi.
- Ben kimden borç isteyeyim ki, bana borç verir, diyordu.
Yine kendi kendine,
- Bâri vefâkâr Ebû Bekrin dükkânına varayım deyip, pazara geldi.
Hulle-i şerîfi omuzunda çekerek ve göklerin melekleri nazar ederek
giderken, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' uzakdan gördü ki,
Sultân-ı
kâinât hazretleri, se'âdet ve izzetle teşrîf buyurur. Sevincinden
şaşırmış
olarak kendi kendine dedi ki,
- Eğer benim dükkânıma teşrîf ederse, her ne ister ise vereyim.
Hazret-i risâletpenâh 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' doğru Ebû
Bekr-i Sıddîkın dükkânına geldi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
anh' da karşılayıp, dedi ki,
- Yâ Muhammedül-emîn! Babam ve anam sana fedâ olsun. Niçin üzüntülüsün.
Fahr-i âlem buyurdular ki,
- Yâ Atîk, yâ hakîm-i Kureyş. Bana bir mikdâr şey gerek ki, Hadîceye
ceyiz götüreyim.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Muhammedül-emîn! Yetmiş devem, Şâma ticârete gitmişdi. Bugün müjde
getirdiler ki, sâlim ve ganîmet ile geldiler. Kerem edip, karşılayın.
Kervân
başı olan şahsa durumu bildirin. O kervânın başındaki şahsa sağ ve
sâlim
geldiğinde, azâd edeceğimi, yüz altın vereceğimi, Ebû Bekrin bunu va'd
etmiş olduğunu söyleyin.
Hazret-i Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', çok
sevinip, kervânın önüne geldi. O kervân başı şahsa [kula] dedi ki:
- Efendin Ebû Bekr-i Sıddîk bu develeri yükleri ile, eşyâları ile bana
hibe etdi. Sana nîşân vereyim dedikde, kervanbaşı kul,
- Ben senden nişân istemem. Ben ve develer, sana fedâdır deyip,
develeri
Hadîce-i kübrâ hazretlerinin serâyı tarafına sürdüler. Pazar ortasına
vardılar.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri bir kimse gönderdi
ki,
- Muhammedül-emîn hazretlerine söyle, Develeri getirip, bu aradan
geçirsinler.
Getirdiler. Dedi ki,
- Yâ Muhammedül-emîn, bir mikdâr durun.
Hizmetci gönderip, kendi se'âdethânesinden renkli-ipekli kaftanlar
getirtip, herbirini bir devenin yükü üzerine çekdiler. Renkli ipekli
kumaşlar
ile çeyizleri iletirler. Tâ ki, Muhammedül-emîn hazretlerinin,
kötüleyenleri,
zemmedenleri, hased edenleri, üzüntülü, gamlı olsunlar. Bütün Mekke-i
mükerreme
ehline, ma'lûmdur ki, Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
malı yokdur. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' malını ve
mülkünü
hazret-i Muhammede 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' fedâ etmişdir. O
develeri, üzerlerinde ipekli-renkli kumaşlar ile örtülü olarak, sesli
olarak
Mekke-i mükerremeyi dolaşdırarak, Hadîcenin 'radıyallahü teâlâ anhâ'
se'âdethânesine
iletdiler. Cümleye ma'lûm oldu ki, bu hazret-i Hadîcenin çeyizidir.
Muhammedül-emîn
getirmişdir. Sıddîk-ı Ekberin bunun gibi, hizmet-i şerîfleri ve i'âne-i
haseneleri, sayısızdır 'radıyallahü teâlâ anh'.
Altmışbirinci Menâkıb
Enes bin Mâlik 'radıyallahü anh' rivâyet edip, buyurdular ki;
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden, Ebû
Bekrin 'radıyallahü
teâlâ anh' o kadar üstünlüğünü işitdim ki, hayretde kaldım. Server-i
âlem
hazretleri, bu dünyâdan, öbür âleme göç etdiler. Bir gece Sultân-ı
Enbiyâyı
rü'yâda gördüm. Önüne bir tabak hurma koymuşlar.
- Yâ Resûlallah! Hak sübhânehü ve teâlânın sana verdiği o nesneden
bana da ver! dedim.
Bana bir hurma verdi. Dedim
- Yâ Resûlallah! İhsânınızı artdırınız.
Böyle böyle dokuz hurma verdi. Yine yâ Resûlallah, tekrar ver dedim.
Uykudan uyandım. Bakdım, dokuz hurmayı elimde buldum. Bilâlin
'radıyallahü
teâlâ anh' ezân sesini işitdim. Abdest alıp, mescide geldim. Sabâh
nemâzını
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin arkasında kıldım.
Nemâzdan
sonra bir sâat başımı önüme salıp, tesbîh çekdim. Başımı kaldırdım.
Hazret-i
Sıddîkı gördüm. Mubârek arkasını mihrâba vermiş. O rü'yâmda, Resûlullah
hazretlerinin önünde gördüğüm hurma tabağını şimdi, hazret-i Sıddîkın
önünde
konulmuş gördüm.
Dedim ki:
- Yâ halîfe-i Resûlillah! Allahü teâlânın sana verdiği ni'metlerden
bana da ver. Bana bir hurma verdi.
Dedim,
- Artdır. Bir hurma dahâ verdi. Dokuz hurmaya dek bana verdi.
Ben dedim:
- Yâ halîfe-i Resûlillah, artdır.
Buyurdu ki:
- Yâ Enes! Eğer gece Resûlullah hazretleri ziyâde verse idi, ben de
ziyâde verirdim.
Altmışikinci Menâkıb
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' buyurur ki;
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini gördüm. Dilini
parmağı ile tutup ovar idi. Dedim:
- Yâ halîfe-i Resûlillah, ne yapıyorsun!
Buyurdu ki;
- Bu beni çok işlere uğratmışdır.
Hem bir büyük kimseden işitdim ki, Ebû Bekr hazretleri yedi dirhem
ağırlığındaki bir taşı, yedi sene ağzında tutdu. Bir söz söyliyeceği
zemân,
eğer o söz, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zikrinden gayri olsa
idi, sol eli ile dilini tutup, sağ eli ile o taşı dili üzerine sürerdi.
Der idi ki:
- Ey dil. Bir dahâ söylemiyesin o sözü ki, Allahü teâlâ hazretlerinin
mardîsi olmıya [sevdiği şey olmıya].
Hüccet-ül-islâm
İmâm-ı Gazâlî 'rahimehullahü teâlâ' (Kimyâ-i se'âdet)
adlı kitâbında bildirmişdir:
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' yedi lokma ta'am yir idi.
Fazla arzû eder ise, dokuz lokma yir idi. Şimdi, yüzbin rahmet olsun,
hazret-i
Sıddîk üzerine ki, bütün işleri bu yol üzerine idi. O pâk din ve doğru
i'tikâd senin üzerine olsun ki [ya'nî doğru i'tikâdlı olasın ki], Ebû
Bekr
hazretlerini, Ömer ve Osmân ve Alî hazretleri ile 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
berâber sevesin. La'net ve gadab o mübtedî ve râfizî üzerine olsun ki,
bu din büyüklerine ve bu yer ve gök ehlinin güzîdelerine çirkin söz
söylerler.
Nükte: Hudâ-i azze ve celle kâfiri düşmân tutdu. [Kâfirler Allahü teâlânın düşmânıdır.] Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dostluğunu da'vâ etdiler. [Ya'nî biz Allahü teâlânın dostuyuz dediler.] O kimse, Allahü teâlânın dostunu düşmân tutdu. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu o kimsenin küfr içinde olmasına fâide vermedi. Belki, içinde bulundukları durumu haber verdi. Allahü teâlâ buyurdu, Ben Ebû Bekri severim. (O onları sever, onlar da onu severler). Râfizî, Allahü tebâreke ve teâlânın ve Resûlünün, dostluğunu da'vâ etdi ve Ebû Bekr-i Sıddîkı düşmân tutdu. Hak sübhânehü ve teâlânın dostunu düşmân tutdu. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu fâide vermedi. Belki, râfizînin kötü hâlini haber verdi.
Altmışüçüncü Menâkıb
Haberde gelmişdir ki, Kûfede bir râfizî var idi. Adı Abdülmecîd bin
Abdülgaffâr idi. Ca'fer-i Sâdık 'kuddîse sirrûh' hazretlerinin hûzuruna
vardı. Dedi ki,
- Esselâmü aleyke yâ Resûlullahın torunu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir. Ca'fer-i
Sâdık
buyurdu ki:
- Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'radıyallahü teâlâ anh'.
Râfizî:
- Böyle olduğunu nereden biliyorsun.
Ca'fer-i Sâdık:
- Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahdan sonra, ikinci
buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar
şeref olamaz (Bundan üstün şeref olmaz).
Râfizî:
- Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden korkmadan
yatmadı
mı?
Ca'fer-i Sâdık:
- Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?
Râfizî:
- Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha haber verdi
ki, Ebû Bekre korkma, dedi.
Ca'fer-i Sâdık:
- Onun korkusu, ondan idi ki, kâfirler onların nerede olduğu hakkında
bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi üzerler. Görmezmisiniz Ebû
Bekr-i
Sıddîk, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hattâ yılan onu kaç
def'a
ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak
için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehrlenerek, cânını
Resûle
fedâ etmezdi.
Râfizî:
- Mâide sûresinde, (Rükû'da iken sadaka verirler) meâlindeki
ellisekizinci
âyet-i kerîme ile medh olunan Alîdir.
Ca'fer-i Sâdık:
- Bu âyetden önce, bir âyet-i kerîme vardır ki tahsîs rakamı ondan
ziyâdedir. O Sıddîk şânındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihâd eden
bir kavm getirir. Allahü teâlâ bunları sever) meâlindeki âyet-i kerîme,
Ebû Bekr Sıddîk içindir ve dahâ çok yükseltmekdedir. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra,
arablar, dedi ki, biz nemâz kılarız. Ammâ zekât vermeyiz. Ebû Bekr
'radıyallahü
anh' buyurdu ki, Resûlullah hazretlerine edâ etdikleri zekât malından
bir
deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile
toprak
ve kum sayısınca olsalar da muhârebe ederim.
Râfizî:
- Yâ Ca'fer. Hazret-i Alînin şânı için, meâl-i şerîfi, (Mallarını,
gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Bekara sûresinin
ikiyüzyetmişdördüncü
âyeti gelmemiş mi?
Ca'fer-i Sâdık:
(Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddîkın şânında nâzil olmuşdur. Şânını
çok yükseltmekdedir. Zîrâ Ebû Bekr-i Sıddîk kırkbin altın verdi.
Kendisine
bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki,
Allahü
teâlâ buyurdu ki, ben Ebû Bekrden râzıyım. O benden râzı mıdır? Ebû
Bekr-i
Sıddîk, ben Allahü teâlâdan râzıyım, râzıyım, râzıyım, dedi.
Râfizî:
Meâli şerîfi (Hâcılara su vermeği ve Mescid-i Harâmı binâ etmeği, îmân
etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hâyır,
böyle
değildir) olan Tevbe sûresinin yirminci âyet-i kerîmesi hazret-i Alînin
şânını bildirmek için nâzil olmadı mı?
Ca'fer-i Sâdık:
Meâl-i şerîfi (Mekkenin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile,
fethden sonra veren ve cihâd eden bir değildir. Önce olanın derecesi
dahâ
yüksekdir) olan Hadîd sûresinin onuncu âyet-i kerîmesi ile Ebû Bekr-i
Sıddîk
medh olunuyor. Ebû Bekrin muhârebe etmesi önce idi ki, Ebû Cehl,
Resûlullah
hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ebû Cehle mâni' oldu.
Râfizî:
Alî, hiç kâfir olmadı.
Ca'fer-i Sâdık:
Öyledir, lâkin, Allahü tebâreke ve teâlâ hiç kimsenin, îmânını, Ebû
Bekrin îmânı gibi medh etmedi. Meâl-i şerîfi (Muhâcir ve Ensârın önce
gelenlerinden
Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennetde sonsuz ni'metler vardır) olan
Tevbe
sûresi yüzbirinci âyetinde ve meâl-i şerîfi (Doğru haber ile gelen ve
Ona
inanan için Cennetde istedikleri herşey vardır) olan Zümer sûresi
otuzüçüncü
âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh'
îmânını
medh etmekdedir. Her ne vakt ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' vahy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi.
Ebû Bekr-i Sıddîk hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah,
derdi.
Râfizî:
Meâl-i şerîfi (Uhud gazâsında, şeytâna uyup, dağılanlar) olan İmrân
sûresi yüzellibeşinci âyetinde, Allahü teâlâ şikâyet etmiyor mu?
Ca'fer-i Sâdık:
Âyet-i kerîmenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusûrlarını afv etdim)
buyuruyor.
Râfizî:
Hazret-i Alînin dostluğu farzdır. [Hazret-i Alîyi sevmek farzdır.]
Kur'ân-ı azîmüşşânda, Şûrâ sûresinde, yirmiüçüncü âyetinde meâlen (Size
islâmiyyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık
beklemiyorum.
Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki, bunlar, Alî, Fâtıma,
Hasen
ve Hüseyndir.
Ca'fer-i Sâdık:
Ebû Bekre 'radıyallahü teâlâ anh' düâ etmek ve Onun dostluğu [Onu
sevmek]
farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde onuncu âyetinde meâlen
(Muhâcirlerden
ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü'minler, yâ Rabbî! Bizi afv
et
ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi [ya'nî Eshâb-ı kirâmı] afv et
derler)
buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki, Eshâb-ı
kirâmdan 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' birini sevmiyen kimse, bu
âyetde bildirilen
mü'minlerden olmaz. Bu düâdan mahrûm olur).
Râfizî:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' (Hasen ve Hüseyn, Cennet
gençlerinin üstünüdür. Babaları dahâ üstündür) buyurmadı mı?
Ca'fer-i Sâdık 'radıyallahü teâlâ anh':
Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed
Bâkırdan
işitdim. Ceddim İmâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûrunda idim. Başka
kimse yok idi.
Ebû Bekr ile Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' geldi. Server-i
âlem
ve Seyyid-i veledi âdem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem': (Yâ Alî!
Bu
ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)
Râfizî dedi:
Yâ Ca'fer! Âişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?
Ca'fer-i Sâdık:
Âişe 'radıyallahü anhâ' Resûlullah hazretlerinin zevcesi idi. Onunla
berâber olur. Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazret-i Alînin zevcesi
idi.
Onunla berâber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin gadabı ve la'neti o
râfizî
ve mübtedi' üzerine olsun ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin, mü'minlerin annesi olan ezvâc-ı tâhirâtına 'rıdvânullahi
teâlâ aleyhinnâ ecma'în' ta'n eyler.
Râfizî:
Âişe Alî ile muhârebe etdi. Cennete girer mi?
Ca'fer-i Sâdık:
Allahü teâlâ Ahzâb sûresi, elliüçüncü âyetinde meâlen; (Resûlullahı
incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız.
Bunların
ikisi de büyük günâhdır.) buyuruyor. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde
diyor
ki, bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' vefât etdikden sonra da, ona saygı göstermek için,
zevcelerine
saygı lâzımdır.
Râfizî:
Ebû Bekrin hilâfetini, Kur'ân-ı azîmüşşânda bana göstermeğe kâdir
misin?
Ca'fer-i Sâdık:
Gösteririm. Hem Kur'ân-ı kerîmde, hem Tevrâtda ve hem de İncîlde
gösterebilirim.
Kur'ân-ı kerîmde olan şudur: En'âm sûresi yüzaltmışbeşinci âyetinde
meâlen;
(Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halîfe yapdı) buyuruldu. Nûr sûresi
ellibeşinci
âyetinde meâlen; (Îmân eden ve emrlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim
kılacağımı söz veriyorum. İsrâîloğullarını halîfe yapdığım gibi, sizi
de
birbiriniz ardı-sıra halîfe yapacağım) buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî
diyor
ki, bu âyet-i kerîme gaybdan haber verip, Kur'ân-ı kerîmin, Allahü
teâlânın
kelâmı olduğunu ve dört halîfesinin 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'
meşrû;
haklı olduğunu göstermekdedir.
Tevrâtda ve İncîlde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah
ve onunla birlikde olanlar, birbirlerini her zemân ve çok severler ve
her
zemân kâfirlere düşmân olurlar!) bütün Eshâb bildirilmekde ve Ebû
Bekrin
şerefine işâret edilmekdedir. Bu âyetin sonunda meâlen, (Eshâbının
misâlleri
Tevrâtda ve İncîlde bildirildi) buyuruyor. Babam, ceddim Alî bin Ebî
Tâlibden 'radıyallahü anh' ve onun da Resûlullah hazretlerinden
bildirdiği hadîs-i
şerîfde, (Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana
verir. Kıyâmetde mezârdan önce kalkarım. Allahü teâlâ dört halîfeni
çağır,
buyurur. Onlar kimdir, yâ Rabbî, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer
yarılıp,
herkesden önce Ebû Bekr mezârdan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osmân, sonra
Alî kalkar) buyuruldu. Peygamberimiz 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
buyurdu: Ben yer şak olup, dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü
teâlâ
bana kerâmetlerden verir. O nesne ki benden önce Nebîlerin bir ferdine
vermemişdir. Sonra Allahü teâlâ buyurur. Yâ Muhammed, yakın getir o
halîfeleri
ki, senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû
Bekr-i
Sıddîk. Benden sonra yer şak olup, Ebû Bekr kabrden dışarı gelenlerin
evveli
olur. İki hulle giydirirler. Tâ gelip, Arş önünde durur. Ve hesâbın az
görürler. Ve arş önünde ayak üzerine dururlar. Ondan bir münâdî
seslenir;
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' nerededir. Onu getirirler.
Cerâhetden
kan revân olduğu hâlde gelir. Diye ki, yâ Ömer, bunu sana kim etmişdir.
Mugîre bin Şûbenin kölesi yapmışdır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde
durur. Hesâbını görürler. İki yeşil hulle giydirirler. Sonra Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini getirirler. Damarlarından kan revân olduğu
hâlde
gelir. Derler ki, bunu sana kim yapdı. Der ki, filân yapdı. Arş önünde
durmasını buyururlar. Hesâbı da kolay olur. İki yeşil hulle
giydirirler.
Râfizî bunları işitince,
Yâ Ca'fer, bunlar Kur'ân-ı azîmde var mıdır.
Ca'fer-i Sâdık, buyurur,
Evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler
ve bunların şâhidleri, hesâb için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi
69.cu âyet-i kerîmesi meâli]. Yâhud şehîdleri getirilir, denildi. Ya'nî
Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alîyi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
getirirler.
Râfizî dedi ki,
Yâ Ca'fer! Bu zemâna kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişmân
oldum.
Eğer tevbe edersem, Allahü teâlâ kabûl eder mi?
Ca'fer-i Sâdık 'kuddise sirrehül'azîz' buyurdu ki,
Çabuk tevbe et ki, se'âdetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun,
o i'tikâd üzere dünyâdan gitmiş olsaydın, senin dînin boşa giderdi.
Altmışdördüncü Menâkıb
(Tenbîh-ül gâfilin) kitâbında Ebülleys 'rahimehullahü teâlâ', Zeyd
bin Erkamdan 'radıyallahü anh' haber vermişdir. Hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü anh' hazretlerinin bir kölesi vardı. Ömrünün
sonlarında her
akşam iftâr vaktinde yemek getirirdi. Âdet-i şerîfleri öyle idi ki,
nereden
ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun san'atı ve mesleği ne
olduğunu
o köleden sormayınca o yemekden bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle bir
gece yine yemek getirdi. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' süâl
etmeden, mubârek elini uzatıp, bir lokma yemekden aldılar.
Köle dedi ki:
- Ey Efendi. Ne oldu ki, bu akşam sormadan yemeğe el uzatdınız.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' hazretlerinin mubârek gözleri yaş
ile dolup, buyurdu:
- Yâ Gulâm. Açlık bana sıkıntı verip, sabırsızlandırdı. Böylece bu
hâl başıma geldi. Şimdi bana haber ver ki, bu akşam yemeği nereden
getirdin.
Köle dedi ki:
- Câhiliyye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks etdim.
Onlara hoş geldi. Bana dediler ki, şimdi bir nesnemiz yokdur. Va'd
etmişlerdi
ki, elimize birşey geçdikde sana iyilik ederiz. Ben bugün gördüm ki,
onların
elleri doludur. Ben va'dlerini hâtırlatdım. Yiyeceği bana verdiler.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' bunu işitdi. Çok üzüldü.
Ağladı. Yemeği önünden atdı. Parmağını boğazına o kadar sokdu ki, kay'
etdi. O lokma karnından dışarı geldi. Kendine eziyyet verdi. Mubârek
yüzü
göğerdi ve karardı. Mubârek yüzünün şeklinin değişikliğini görenler,
bir
mikdâr su içmesini ve bu üzüntüden halâs olacağını söylediler. Sıcak su
getirdiler. İçdi, bir kerre dahâ kay' etdi. Rahâtsız oldu. İnceledi ki,
karnında bir şey kalmadı.
Dediler ki,
- Yâ Sıddîk, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı
mıdır. Buyurdu ki, evet. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden işitdim.
Buyurdular ki,
- Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, yidiği harâm olan kimselere
Cenneti harâm etmişdir.
Sonra başını yukarı kaldırıp,
- Yâ ilâhel âlemîn! Yidiğim lokma için elimden geleni yapdım. O
lokmaları
kay' etdim. O lokmadan damarlarımda birşey kaldı ise afv et. Bu za'îf
kulun,
Cehennem azâbına dayanamam diye, düâ buyurdu. Bu o Ebû Bekrdir ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, (Ebû Bekr
benim gözüm ve
kulağım gibidir) buyurdu.
Süâl:
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' hazretleri, niçin fîsebîlillah
malının temâmını verdi. Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' niçin
malının
yarısını verdi.
Cevâb: Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' adâleti temsîl
ediyordu. Adâlet eşitliği muhâfaza etmekdir. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' sıdkı temsîl ediyordu. Sıdk odur ki, elinde ne var ise
hepsini
vermelisin. Eğer, hazret-i Ömer, malının temâmını verip, çoluk-çocuğuna
bırakmasa idi, âdil olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr malının yarısını verip,
yarısını bıraksa idi, sâdık olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr için adl,
hazret-i
Ömer için de sıdk var idi. Lâkin birisinde sıdk cibillidir. Ve
birisinde
adl hâldir. Adl, hazret-i Ömerin hâlidir. Bir sıfat kişinin
cibillisinde
var ise, hâlinde de vardır. Ebû Bekr-i Sıddîk dedi ki: Cümle malını
ver.
Hiç bir şeyi koyma. Eğer halâl ise onun hesâbından kurtulursun. Eğer
harâm
ise azâbından kurtulursun. Hazret-i Ömerin adli dedi ki, malının
yarısını
dağıt. Yarısını ehl-i ıyâline bırak. Hazret-i Ebû Bekr bütün malını
verdiği
için, hazret-i Ömer ne kadar mal verirse de, hazret-i Ebû Bekre uymuş
olur.
Altmışbeşinci Menâkıb
Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' anlatır:
Bir bedevî a'râbî, bir kırmızı deve üzerinde, hazret-i Alînin
'kerremallahü
vecheh ve radıyallahü teâlâ anh' huzûruna gelip, deveden inip, dedi ki:
- Esselâmü aleyke, yâ emîr-el mü'minîn! Çabuk bana haber ver, Ebû
Bekrden
ki, o Cennetde midir.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bundan dolayı üzülüp, buyurdu
ki,
- Yâ a'râbî, keşki, anan seni doğurmamış olsa idi. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin hayâtında ve vefâtlarından sonra,
bu sözü hiç kimse söylemedi. Sen söyledin. Muhâcirîn ve Ensâr
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' arasında, şübhe yokdur ki, hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk,
Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
hayâtında vezîri idi. Vefâtından sonra halîfesi idi. Ondan sonra her
kimin
i'tikâdı bunun üzerine olmaz ise, o dalâletdedir. Ey a'râbî! Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Ebû Bekr-i Sıddîkı
babası
yerinde tutardı. Hazret-i Ebû Bekr Cennet ehlini, tıpkı, gökyüzündeki
bir
yıldızın, yeryüzünün ehlini aydınlatdığı gibi aydınlatır. Ebû Bekr
Cennetde,
bir köşkden bir köşke, bir kasrdan bir kasra gider. Cennetde hiçbir
kasr
ve bir serây, bir oda, bir bağçe, bostân olmaz ki, illâ hazret-i Ebû
Bekrin
nûrundan aydınlanmasın. Cennet ehli köşklerden başlarını çıkarıp,
derler
ki, yâ Rıdvân! Bu nûr nedir? Rıdvân der ki; Bu Ebû Bekrin yüzünün
nûrudur
ki, kasrdan kasra ve odadan odaya gider.
Alî 'radıyallahü anh' sözüne devâmla dedi ki: yâ a'râbî! Ebû Bekr-i
Sıddîk hazretleri, vefâtı ânında bana dedi ki, benim cânım, benim
gözümün
nûru ve benim dostum ve benim azîzim. Benim vefâtım yakınlaşdı. Ömrüm
sonuna
yaklaşdı. Beni o, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerini
yıkadığın mubârek ellerin ile yıka. Kefene sar ve tabut üzerine koy.
Cenâzemi
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin Ravda-i
mukaddeselerinin
kapısına koy. Ve de ki, yâ Resûlallah! Ebû Bekr kapıdadır. İçeri girmek
için izn ister. Eğer kilit anahtarsız açılırsa, beni Seyyid-i âlemin
mubârek
arkası yanına defn edin. Eğer kilit açılmaz ise, beni Bakî'
kabristanına
götürüp, garîbler kabristanına defn edin. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu ki, yâ a'râbî, o halîfe-i Resûlullah olan Ebû Bekr-i
Sıddîk
dünyâdan göçdü. Vasiyyetini yerine getirip, techîz eyledim. Ravda-i
mukaddese
kapısına götürdüm. İzn istedim. O sâat kilit kendiliğinden açılıp, bir
ses işitdim ki, (Habîbi habîbe kavuşdurun. Habîbini çok özlemişdir)
diyordu.
Altmışaltıncı Menâkıb
Emîr-ül-mü'minîn Alî bin Ebî Tâlibin 'radıyallahü teâlâ anh', Ebû
Bekr-i
Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' vefâtı sırasında söylediği sözler
şöyle
rivâyet olunmuşdur.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' bu fânî âlemden, bâki âleme
göç etdiler. Mubârek yüzünü ve bedenini bir çarşaf ile örtdüler.
Medîne-i
Münevvere; Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin,
öbür âleme göç etdikleri gibi, inleme ve ağlama sesleri ile dolmuş idi.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' işitip, ağlıyarak, (İnnâ lillah ve
innâ ileyhi râciûn) diyerek geldi. Söylediği sözlerin ma'nâsı budur:
Nübüvvet
hilâfeti bugün bitdi. Geldi, o evin kapısında durdu. Ebû Bekr-i Sıddîk
hazretleri odada idi. Buyurdu:
- Yâ Ebâ Bekr. Sen Resûlullahın 'sallallahü aleyhi ve sellem' dostu
ve musâhibi ve mûnisi ve sırdaşı ve müşâviri idin. En evvel islâmı sen
kabûl etdin. Senin îmânın cümle kavmin îmânından kuvvetli ve güzel
oldu.
Senin yakînin dahâ kuvvetli, Allahü azîmüşşân hazretlerinden korkun
büyük
oldu. Herkesden zengin, herkesden dahâ cömerd, sen idin. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' üzerine en şefkatli, en yardımcı sen idin.
Senin
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile sohbetin, hepimizin
sohbetinden dahâ iyi idi. Hayr sâhiblerinin birincisi sensin. Senin
iyiliklerin,
hepimizinkinden çokdur. Her iyilikde ileridesin. Hazret-i Muhammed
Mustafânın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerinde,
senin derecen
en yüksek oldu. Ona en yakın sen oldun. İkrâmda, ihsânda, güzel
huylarda,
boyda, yaşda, başda, ona en çok benziyen sen oldun. Allahü teâlâ sana,
çok mükâfât versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken, sen, doğru
söylüyorsun,
inandım, dedin. Sen onun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni,
Kur'ân-ı
kerîmde (sıdk) ile şereflendirdi. Resûlullaha en sıkıntılı zemânlarında
yardımcı oldun. Herkes Ondan kaçarken, sen Onun ile sohbet etdin.
Seferlerde
ve sıkıntılı yerlerde halîfesi idin. Onun ümmetinin halîfesi ve dîninin
koruyucusu oldun. Câhiller dinden çıkarken, sen dîn-i islâma kuvvet
verdin.
Herkes şaşırdığı zemân sen kükremiş arslan gibi ortaya çıkdın. Herkes
dağılırken,
sen Muhammed Mustafânın yolunu tutdun. Eshâbın az konuşanı ve en
belîği,
edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temiz idi.
Gönlün
herkesden kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu
önceden
görür, geri kalmışları islâma sokarak aydınlatırdın. Mü'minlere
şefkatli,
afv edici baba idin. İslâmın ağır yükünü taşıdın. İslâmın hakkını
herkes
elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgârların oynatamıyacağı
bir
dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilm idi. Sözün mertçe doğruyu
bildirmek
idi. Gerici düşüncelerin ve bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dînin
ağacını dikdin. Müşkilleri, müslimânlara kolaylaşdırdın. Küfr ve
mürtedlik
ateşini söndürdün. Rahmânın dînini sen doğrultdun. İslâma, îmâna sen
kuvvet
oldun. Göklerde, melekler arasında senin derecen çok büyükdür. Senin
ölüm
musîbetin ve yeryüzünde, muhâcirîn ve ensâr arasında, senden ayrılık
yarası
çok derindir, dedi. 'İnnâ lillah...' okuyarak çok ağladı. Mubârek
gözlerinden
kanlı yaş akdı. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin her kazâsına râzı
olduk. Verdiği elemleri kabûl etdik. Yâ Ebâ Bekr! Müslimânlara,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ayrılık acısından
sonra, hiç senin
ayrılık acın gibi bir acı vâki' olmadı. Sen mü'minlere sığınak ve
dayanak
ve gölge idin. Münâfıklar üzerine çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ
hazretleri, seni Muhammed Mustafânın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
huzûruna kavuşdursun. Bizi senin ecrinden ve bereketinden mahrûm
eylemesin.
Senden sonra bizi azgın hâle koymasın. Sahâbe-i güzînin 'rıdvânullahi
teâlâ
aleyhim ecma'în' hepsi sessizce dinlemişler idi. Hazret-i Alînin
'radıyallahü
teâlâ anh' kelâmı bitdi. Cümle yer ehli ve gök ehli ağlamağa
başladılar.
Doğru söyledin yâ Resûlullahın damâdı, dediler.
Muhammed bin Cerîr-i Taberî, Tefsîrinin, Ankebût sûresini tefsîrinde buyurmuşdur ki, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine zehr verdiler. O zehr sebebi ile vefât etmişdir. Açıklaması budur ki, hazret-i Sıddîk-ı ekberin hilâfeti günlerinde, Hayber yehûdîlerinden bir yehûdî, Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini, kendi evine da'vet etmişdi. Hâris bin Kelde adlı arab tabîb de hazret-i Sıddîk ile berâber idi. Bir tabak pişmiş pirinci sofra üzerine koydular. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' Hârise buyurdu ki, ileri gel. Kendileri el uzatıp, bir lokma alıp, mubârek ağızlarına koyup, yidiler. Sonra Hâris de el uzatıp, bir lokma alıp, ağzına koyduğu gibi lokmayı dışarı atdı ve dedi ki, bu yiyecek zehrlidir. Bu zehr bir yıldan sonra insanı öldürür. Te'sîrini bir yılda gösteren zehr katılmışdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' işitip, üzüldü. Kendi kendi ile, bundan böyle âhıret azığını gördü. Hilâfetde ayık ve uyanık olup, nefsini ölmüş bilip, göz açıp kapayıncaya kadar Allahü teâlâ hazretlerinin ta'âtından ve zikrinden hâli olmadı [ihmâl etmedi]. Dâimâ ağlar idi. Ve der idi: Allahümme ente veli fiddünyâ vel âhıreti teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. [Yâ Rabbî! Sen benim, dünyâda ve âhıretde velîmsin, sâhibimsin. Bana müslimân olarak ölmeği nasîb et ve sâlih kullarının arasında bulundur.] Bir sene temâm oldu. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' o bir lokma zehrli yemekden hasta olup, onbeşgün yatdı. Dünyâdan âhırete göç etdi. Cemâziyilâhirin yedinci pazartesi günü idi. O gün Abbab bin Es'ed de Mekke-i Mükerremede vefât etdi. Mekke-i mükerremenin emîri idi. Hazret-i Resûl-i ekrem onu emîr dikmiş idi. Ona da zehr vermişlerdi.
Ülemâdan ba'zıları derler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' vasıyyet etdi ki, beni, benim ehlim Esmâ binti Amr yıkasın. Oğlum su döksün. Bana eski bir peştemâl ve eski (köhne) bir kefen sarın. Zinhâr (sakın) bana yeni kefen sarmayın. Yeni elbise diriye lâyıkdır ki, onun ile ibâdet etsin. Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdular ki: Eğer ben bilseydim ki, hâtunlar erlerini yıkaması revâdır [câizdir], Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini bir gayri kimseye vermeyip, gasl ederdim. [65.ci menâkıbda; Alî 'radıyallahü anh' hazretlerinin yıkadığı yazılıdır. Burada hanımına vasıyyeti yazılıdır. Bu vasıyyetini değişdirmiş veyâ ictihâdı değişmiş olduğu anlaşılmakdadır.]