İKİNCİ BÂB
İkinci Halîfe Emîr-ül mü'minîn Ömer-ül-Fârûkun 'radıyallahü teâlâ anh' menâkıbı hakkındadır.
Künyesi Ebül
Hafs, neseb-i şerîfleri Ömer bin Hattâb bin Nefyel bin
Abdül'uzza bin Rabah bin Abdüllah bin Revâh bin Adî bin Ka'bdır.
Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine dokuzuncu
dedesinde
birleşir ki, o da Ka'bdır. Hazret-i Ömer, hazret-i Ebû Bekrden
'radıyallahü
anhümâ' Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir derece
yakındır.
Zîrâ hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk Mürrede birleşir. Mürre Ka'bın oğludur.
Hazret-i Resûl-i ekrem hazret-i Ömerden onüç yaş büyükdür. Vâlideleri
Halîmedir.
Ebû Cehlin kız kardeşidir ve Hîşamın kızıdır. Otuziki yaşında islâma
geldi.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' îmâna geldiğinde, meşhûr rivâyet
üzere mü'minler, ricâlden [erkeklerden] otuzdokuz idi. Bunun ile kırk
temâm
oldu. O gün bu âyet-i kerîme nâzil oldu:
(Ey Peygamberim 'aleyhisselâm'! Sana yardımcı olarak Allahü teâlâ ve
mü'minlerden sana tâbi' olanlar yetişir.)
[Enfâl sûresi altmışdördüncü âyet-i kerîme meâli.]
Birinci Menâkıb
Hazret-i Resûl-i ekrem ve nebiyyi muhterem 'sallallahü aleyhi ve
sellem'
hazret-i Ömere, Fârûk lakabını takmışlar idi. Sebebi o idi ki, hakkı
bâtıldan
fark etdi [ayırdı]. Dîn-i islâmı kabûl etdi. Din onlar ile kuvvet
buldu.
Fârûk lakabı almasına bir başka sebeb de budur:
Bir münâfık ile bir yehûdî, bir husûsda anlaşamadı. Yehûdî da'vâyı
hâlletmek için, Sultân-ı Enbiyâ hazretlerinin meclis-i şerîflerine
gelmek
istedi. Münâfık da yehûdîlerin re'îsi Ka'b bin Eşrefe gitmek istedi.
Sonunda,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' katına geldiler.
Da'vâyı
yehûdîye hükm buyurdular. Münâfık o hükme râzı olmayıp, hazret-i Ömerin
'radıyallahü teâlâ anh' huzûruna da'vâyı halletmesi için geldiler.
Yehûdî,
mâcerâ ve da'vâyı hazret-i Resûlullahın huzûruna varıp, Resûlullah
hazretlerinin
kendisine hükm eylediğini, münâfıkın ise buna râzı olmadığını anlatdı.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o münâfıkdan, anlaşmazlığı süâl
buyurdular
ki,
- Bu yehûdînin anlatdığı gibi midir.
Münâfık,
- Evet, öyledir. Ammâ ben Peygamberin hükmüne râzı olmayıp, geldim
ki, sen hükm edesin, dedi.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu:
- Siz yerinizde durunuz. Gelip, sizin için hükm edeceğim.
Varıp, evlerinden kılıncını aldı. Geldi ve münâfıkın boynunu vurdu.
Buyurdu ki:
- Allahü teâlânın ve Resûlünün hükmüne râzı olmıyan kimseye ben böyle
hükm eylerim.
O vakt, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm âyet ile gelip, hazret-i Ömere
'radıyallahü teâlâ anh' hak ile bâtıl arasını ayırt etdi demek olan
Fârûk
tesmiye olundu. [Bu lakab verildi.] Âyet-i kerîme budur:
(Şu kimseleri görmezmisin, sana ve senden öncekilere indirilen
kitâblara
inandıklarını zan ederler. Muhâkeme olunmak için tâgûta [Ka'b bin
Eşrefe]
gitmek isterler..)
[Nisâ sûresi 59.cu âyet-i kerîme meâli.] Tâgûtdan murâd Ka'b bin
Eşrefdir.
Kezâ, Tefsîr-i Kâdî Beydâvîde şu şi'r yazılıdır.
İkinci
sevgili Ömer-i âdil,
Bâtılı mahv edici, doğrunun koruyucusu.
Hakkı bâtıldan ayırmış idi Fârûk,
Sancağının ucu ermişdi ayyûka.
İkinci Menâkıb
Hazret-i Ömerin islâma geliş sebebini anlatır:
Rivâyet edilir ki, bir perşembe gecesi, Habîb-i ekrem 'sallallahü
aleyhi
ve sellem', Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında düâ etdi. Düâsı kabûl
oldu. Buyurdular ki,
- Yâ Rabbî! Şu iki kişiden hangisi sana sevgili ise dîn-i islâmı onun
ile azîz eyle. Ömer bin Hattâb veyâ Amr bin Hişâm.
Ertesi gün, Kureyşin büyükleri Haremde toplandılar.
- İşbu Ebû Tâlibin yetîmi Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' zuhûr edip, âbâ ve ecdâdımızın dînini ibtâl etdi. Putlarımız
için, fâide ve zarar vermez diye kötüledi. Gayretine dokunmuyor mu ki,
yâ Ömer, bu denli kudret ve heybetin, izzet ve satvetin var iken,
putlara
yardım etmeyi, onu öldürmeği düşünmüyor musun, diye tahrîk etdiler.
Hazret-i Ömerin câhiliyye damarı kalkdı. Sonu kötü olan bir gayretle,
kılıncını takındı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerini
öldürmeğe giderken, Benî Zühreden Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerine
rastladı.
- Yâ Ömer, nereye gidersin dedikde, cevâb verip,
- Şu Kureyşin büyüklerine ahmak diyen ve putlarımıza bâtıl diyen,
Muhammedi
katl etmeğe gidiyorum, dedi.
Nu'aym 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Ömer! Hayret edilecek bir işe yeltenirsin. Başa çıkamıyacağın
sevdâya düşmüşsün. Eğer bu işi başarırsan, Benî Hâşim ve Benî Zühre
seni
sağ koyacaklarını mı sanıyorsun. Yürü var, işine git, deyince,
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Yâ Nu'aym! Yoksa sende mi, Muhammedin dînine girdin. Eğer öyle ise,
evvelâ seni katl edeyim.
Nu'aym hazretleri dedi:
- Muhammedin dînine sâdece ben mi girdim, sanırsın. Kız kardeşin ve
enişten de girmişlerdir.
Ömer, bu haberi işitince, gadabı dahâ fazla olup, nereden ma'lûm
onların
müslimân oldukları, dedi.
Nu'aym dedi:
- Eğer inanmaz isen, kız kardeşinin evine var. Bir koyunu kendi elin
ile boğazla, pişirsinler. Onlar senin boğazladığın koyunu yimezler ise,
o zemân bilmiş olasın ki, onlar islâm dînine girmişlerdir.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o tehevvür ile gidip, kapılarına
vardı. İçeriden kulağına bir ses geldi. Dikkat ile dinledi. Anladı ki,
okudukları kelâm, hiç insan sözüne benzemez. Meğer o vakt Tâhâ sûresi
nâzil
olup; hazret-i Fahr-i kâinât aleyhi efdalüttehıyyât, muhâcirînden
Habbâbı 'radıyallahü anh' onlara göndermişdi. Onlara, o sûrenin
âyetlerini ta'lîm
ediyordu. O vakt, bunlar hazret-i Ömerin korkusundan, kapıyı
bağlamışlardı.
Ta'lîm ile meşgûl iken, hazret-i Ömer kapı ardından dinledi.
Dinledikçe,
istidâdlı kalblerine, ezelî olan kelâmın rahmânî nûrları gelmeğe
başlayıp,
şeytânî küfr zulmeti mahv olmağa başladı. Sabr etmeğe mecâli kalmayıp,
kapıya eli ile vurdu. Kapı bağlanmış idi. Dikkat kesildikleri gibi,
içeride
olanlar, korkularından susdular. Habbâbı 'radıyallahü anh' gizlediler.
Sûre-i kerîmeyi saklayıp, kapıya bakdılar ki, gelen hazret-i Ömerdir
'radıyallahü
teâlâ anh'. Kılıncı yanında, heybetle ve satvetle gelmiş ki, yüzlerine
bakmaz. Kız kardeşi,
- Hoş geldiniz deyip, içeri alıp, oturdular.
Gelmelerinden dolayı, yiyecek tedârik edip, koyun getirdiler. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kalkıp, kendi boğazladı. Pişirdiler.
Hazret-i
Ömer, ezelî kelâmın te'sîrinden mest olmuş, ne konuşmağa mecâli ve ne
oturmağa
sabrı ve karârı var idi. Ne hâl ise, taâmı pişirip, ortaya getirdiler.
Hazret-i Ömer dedi, gelin berâber yiyelim. Her biri bir özr behâne
edip,
yimediler. Kendileri de birkaç lokma aldılar. Dîn-i islâma girdiklerini
tahkîk edip, hayreti de çoğaldı. Taâmı [yiyeceği] kaldırdıkdan sonra,
süâl
buyurdular ki;
- Okuduğunuz ne idi.
Onlar okuduklarını inkâr eylediler. Korkularından konuşmağa başladılar.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Bilmiş olunuz ki, ben Kureyş arasında kılınç bağlayıp, o da'vâ ile
geldim ki, varıp, Muhammedi katl edeyim. Yolda gelirken, sizin de
Muhammedül-emînin
dînine girdiğinizi işitdim. Geldim ki, evvelâ sizi katl edeyim. Sonra
Muhammedi
katl edeyim. Lâkin, kapıya geldim. Kulağıma bir ses geldi. Dinledikce o
kelâmın lezzeti bir hâl verdi ki, o kötü fikr benden gidip, kalbime
şevk
ve muhabbet dolup, beni tedirgin eyledi. Elbette inkâra mecâl vermeyip,
getirin okuduğunuzu, dinleyelim, dedi.
Kız kardeşi ve eniştesi, bu sözü işitdiklerinde, sevindiler. Kalbi
islâm tarafına meyl etmişdir diyerek, dediler ki,
- Okuduğumuz, Allahü teâlânın ezelî olan kelâmıdır. Hak Sübhânehü ve
teâlâ, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile, Resûl-i ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine inzâl eylemişdir [indirmişdir].
İşitmek
murâdın ise [dinlemek istersen], evvelâ gusl eyle. Ondan sonra
okuyalım,
göresin.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kalkıp, huzûr-ı kalb ile, gusl
edip, gelip, kıbleye dönüp oturdu. Kız kardeşi kalkıp, ta'zîm ve tekrîm
ile, sûre-i şerîfi eline alıp, (Bismillahirrahmânirrahîm). (Tâhâ ...)
diye
okumağa başladı. Nazm-ı şerîfin fesâhat ve belâgatinden, kalbi çok
yumuşadı.
(Ben o Allahım ki, benden başka ibâdete müstehak ilâh yokdur. O hâlde
yalnız
bana ibâdet et ve beni hâtırlaman için nemâz kıl) meâlindeki Tâhâ
sûresinin
14.cü âyetine gelince, Kur'ân-ı kerîmin nûru kalbine nûrâniyyet verip,
Kur'ânın eseri açığa çıkıp, küfr ve şekâvet zulmeti gitmeğe başladı.
Dedi
ki, beni, iki cihânın fahri, Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinin huzûruna ulaşdırın. O sırada Habbâb bin Erat,
perde arasından dışarı çıkıp, dedi ki,
- Yâ Ömer, müjdeler olsun sana ki, Allahü teâlâya, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin etdiği düâsı, senin hakkında,
kabûl
oldu. Allahü teâlâya hamd olsun.
Sevinerek, önüne düşüp, hazret-i Sultân-ı Enbiyânın olduğu eve götürdü.
Bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', hazret-i
Ömerin
geldiğini görünce, hazret-i Fahr-i kâinâta haber verdiler.
- Bırakın gelsin. Başında devlet var ise îmâna gelir, buyurdu. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i Peygamberin 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' mubârek nûr cemâlini müşâhede ile müşerref oldu.
Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki,
- Yâ Ömer, dahâ küfr ve şekâvetden vazgeçmek yok mu?
Hazret-i Ömer, Peygamberin mubârek cemâline nazar edip, kelâmını duyup,
nazarlarına kavuşunca, hemen karârsız kalmayıp, yüksek dergâhlarına yüz
sürüp, sonra,
- Yâ Resûlallah, hiç şek ve şübhe kalmadı. Hak Peygambersin. Bana îmânı
arz eyle, dedi.
(Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve
Resûlüh)
deyip, şecere-i îmânı [îmân ağacını] temîz kalbine dikdi. Cümle Eshâb-ı
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' tekbîr getirip, sürûr-ı kalb
ile, hazret-i Ömer ile müsâfeha ve muanaka [birbiri ile kucaklaşma,
boynuna
sarılma] eylediler. Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eylediler.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu;
- Su getirdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' temizlenip,
gusl eyledi. Ona Kur'ân ta'lîm buyurdular. Kalbini îmân nûru ile
doldurdular.
Nemâzı ve diğer dîni erkânı ta'lîm eyledi. Hazret-i Ömer onları gördü
ki,
mağara gibi gizli bir yerde dururlar.
Dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Bu ne keyfiyetdir ki, bu mağarada ihtifâ buyurdunuz.
Se'âdet ile buyurdular ki,
- Müşriklerin mü'minlere ezâ ve cefâsından dolayı burada dururuz.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki,
- Onlar puta gündüz taparlar. Önünde âşikâre yer öperler. Niçin biz,
Hâlıka gizli taparız, yâ Resûlallah. Buyurun billahi varalım, biz de
Harem-i
beyt-i şerîfde nemâzı âşikâre kılalım. Görelim, bize kim mâni' olur.
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalkıp, Sahâbe-i güzîn
'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile berâber, hazret-i Ömer
önlerinde,
elinde yalın kılınç, Beyt-i şerîfe doğru yürümeğe başladılar. Kureyş
müşrikleri
önlerinde, hazret-i Ömeri böyle gördüklerinde, sevinip, dediler ki,
- Meğer Ömer bunların hepsini esîr etmişdir, ki getirip karşımızda
kırmak ister.
Yanlarına geldiklerinde, gördüler ki, hazret-i Ömer bunların herbirine
güzel muâmele edip, bunlar ile karışmış güle-güle söyleşip gelirler.
Ebû
Cehl la'în bu hâli gördü. Müslimân olduğunu anladı.
- Âh! Gördünüz mü? Muhammed Ömeri de, kendi dînine döndürmüş. Ben size
demedim mi ki, sihrle Muhammed onu aldatır, kendine uydurur. Siz
dediniz
ki, böyle olmaz. Eyvâh, gelin görelim, şimdi ne yapalım. Ve ona ne
söyliyelim.
Yakınına geldiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kılıncı
kaldırıp
dedi; (Nazm)
Durun ben geliyorum, bize kıyâma durun,
Genç, ihtiyâr, yaşlı hepsi, efendi köle olsun.
Dîn-i islâmı teblîg için, Allah gönderdi,
Bize Peygamber olan Muhammedi 'aleyhisselâm'.
Açığa çıkardı, güzel islâm dînini,
Putlar yıkıldı, kalmadı hükmleri.
Döndüm Hakka, bunun dînine girdim,
Ey Kureyş! Hepiniz avam ve has böyle bilin!
Kâfirler, bu
hâli görüp, içlerinde telâşlanıp, it gibi çağrışdılar.
Ebû Cehl la'în, yüksek sesle dedi ki,
- Görün Muhammedi ki, başladı ululardan azdırmağa. [Kureyşin
büyüklerini
müslimân yapmağa başladı.] Bu işler bize azdır. Dedim, gelin onlar
çoğalmadan,
öldürelim, aldırmadınız. Şimdi ejderhâ oldu.
Kâfirler, hazret-i Ömerden korkup, hiçbir mü'mine el uzatmağa kâdir
olmadılar. Her birinin dudağı kuruyup, kaldı. Server-i âlem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' ileri yürüyüp, Hacer-ül esved ile bâb-ı Kâ'be-i
şerîf arasında durup, nemâzı o gün âşikâre kıldılar. Gerçi kâfirler çok
idi. Mü'minler az idi. Nemâz bitdikden sonra kalkıp, Kâ'beyi ta'vâf
etdiler.
İbni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' müslimân olması, mü'minlere feth ve nusret ve rahmet oldu. O
müslimân oluncaya kadar dîn-i islâm âşikâre olmadı. Kâ'be-i
mu'azzamada,
müslimânlardan hiç kimse nemâz kılmamış idi. Nakl edilmişdir ki,
hazret-i
Ömer 'radıyallahü anh' îmâna geldikde, Peygamberimiz 'sallallahü aleyhi
ve sellem' hazretleri, mubârek elini Ömerin 'radıyallahü anh' göğsüne
koyup,
üç kerre buyurdular ki,
- Yâ Rab! Bunun sadrında olan gereksiz sıfatı [göğsünde bulunan kötü
sıfatı] ve illeti [hastalığı] çıkarıp, onun yerine îmân ve hikmeti ver.
Üçüncü Menâkıb
Ebû Hüreyreden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet olundu.
Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki:
- Sizden evvel olan ümmetler içinde muhaddisler vardı. Eğer içinizde
de var ise, muhakkak o Ömerdir. Şârihlerden [hadîs-i şerîfi şerh
edenlerden]
Tayyibî 'rahimehullah' şerh etmişdir ki, muhaddisden murâd mübâlaga ile
kalbine ilhâm olunan kimsedir ki, Hak sübhânehü ve teâlâ tarafından
ilhâm
olunursa, Enbiyâ derecesinde olur. Ya'nî sizden evvel olan ümmetler
içinde
Enbiyâ var idi. Mele-i âlâ tarafından ilhâm olunurlar idi. Benim
ümmetimde
eğer böyle kimse olur ise, ki vardır, bu mertebe sâhibinin evveli
Ömerdir.
Ümmet-i Muhammed sâir ümmetlerden efdal olduğu sâbitdir. Diğer
ümmetlerde
bu sıfat ile muttasıf olan kimseler olduğuna göre, bu ümmetde bulunması
muhakkakdır. Benim ümmetimde var ise buyurdukları terdîd için olmaz
[sözü
geri çevirmek için olmaz], belki te'kid için ve kat'î olarak bildirmek
içindir. Meselâ, bir kimse, çok sevdiği dostu için der ki, eğer benim,
bir dostum var ise o da falan kimsedir. Murâdı o kimsenin ziyâde
sadâkatini
beyândır [açıklamakdır]. Murâdı sadâkatı yok etmek değildir.
Bu hadîs-i şerîf (Mesâbîh-i şerîf)in sahîhinden rivâyet edilmişdir.
Dördüncü Menâkıb
Yine (Mesâbîh)de o hadîs-i şerîfin akabinde anlatılmışdır.
Sa'd bin Ebû Vakkas 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- Hazret-i Resûl-i ekremin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı
şerîflerinde oturan, Kureyş hâtunlarından birisi, yüksek ses ile
konuşurken,
hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' gelip, içeri girmeğe izin taleb
etdi.
Hâtunlar kalkıp, sür'atle perde arkasına çekildiler. Hazret-i Ömere
'radıyallahü
teâlâ anh' izin verilip, içeri girdi. Bakdı ki, hazret-i Resûl-i ekrem
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' gülüyordu.
Ömer 'radıyallahü anh' dedi ki,
- Allahü teâlâ hazretleri mubârek dişlerini güldürsün, yâ Resûlallah!
Neden dolayı gülersiniz.
Server-i kâinât hazretleri buyurdular ki,
- Bu hâtunlara hayret etdim ki, benim yanımda idiler. Ne vakt ki senin
sesini işitdiler, kaçıp, perde arkasına girdiler.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki:
- Yâ kadınlar! Beni görünce, Resûlullahın huzûrunda olduğunuz hâlde,
niçin korkup, kaçdınız. Onun huzûrunda râhat oturup, korkmuyorsunuz!
Hâtunlar, perde arkasından dediler ki,
- Yâ Ömer! Sen yaratılışda şiddetli ve gadablısın.
Server-i kâinât buyurdular ki;
- Ey Hattâb oğlu! Sen sözünden ferâgat et! Varlığım yed-i kudretinde
olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, şeytân yolda sana rastlasa, o yolu
bırakıp, başka yola sapar, yolunu değişdirir.
[Peygamberimizin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kadınlar ile
oturması
hicâb âyeti gelmeden evvel idi. Hicâb âyeti gelince, kadınlar ile bir
arada
oturmadı.]
Beşinci Menâkıb
Hazret-i Fahrül kevneyn [iki cihânın efendisi] ve Resûlüssekaleyn
[insanların
ve cinnin Peygamberi] Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
bir gün, sabâh nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek arkasını mihrâba
verip,
Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerine
teveccüh
edip, buyurdular ki:
- Hiç sizden bir kimse rü'yâ gördü mü.
Eshâbın cümlesi başlarını aşağı salıp, cevâb vermediler. Sonra
kendileri
buyurdular ki,
- Bu gece bir garîb rü'yâ gördüm.
Eshâb-ı güzîn, rü'yâyı anlatın, dinleyelim diye ricâ etdiler.
Buyurdular
ki,
- Kendimi Cennetde gördüm. Cennetin etrâfını seyr ederken, bir büyük
kasr gördüm. Yüksekliği yüz fersâh yol idi. [Bir fersâh 5760 metredir.]
Buna göre her tarafı büyük idi. Hâtırıma bu düşünce geldi ki, bu âlî
[yüksek]
makâm, hangi Peygamberindir veyâ hangi Velînindir. Böyle düşünürken,
bir
kaç kimse gördüm. Yanlarına vardım, süâl eyledim ki, bu âlî [yüksek]
makâm,
acabâ Enbiyâdan, hangi Nebînindir.
Onlar, dediler ki,
- Hiçbir Peygamberin değildir. Belki arab evlâdından bir kimsenindir.
Dedim, ben, arab evlâdındanım, benim olmasın.
Dediler,
- Kureyşdendir.
- Ben de Kureyşdenim, dedim.
Dediler,
- Ümmet-i Muhammeddendir.
Dedim,
- Ben Muhammedim. Bana söyleyin ki, ümmetimin hangisinindir.
Dediler,
- Çihâr yâr-i güzînden Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinindir.
O kasrda olan hûrî ve gılmânın nihâyeti yokdu. Husûsî olarak içlerinde,
yâ Ömer, sana mahsûs bir hûrî var idi, diller şerh edemez ve vasf da
edemez.
Lâkin senin gayretinden, asla yüzüne bakmadım, deyince, hazret-i Ömerin
gözünden yaşlar akıp,
- Yâ Resûlallah! Baksaydınız ve bana da vasflarını söyleseydiniz.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'; dergâh-ı izzetde ve Resûlullahın
huzûrunda ne büyük sultândır. Mertebesi ne yüksekdir.
Altıncı Menâkıb
Birgün Server-i kâinât ve mefhâr-i mevcûdât [mevcûdâtın övündüğü]
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Rü'yâmda ümmetim bana arz olundu. Cümlesi önümden geçip, birbir seyr
eyledim. Kiminin gömleği dizinde idi. Kiminin dizinden aşağı idi.
Kiminin
dizinden yukarı idi. Lâkin Ömeri bir gömlek ile gördüm ki, yerde
sürünürdü.
Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' dediler ki,
- Yâ Resûlallah! Nasıl ta'bîr buyurdunuz.
Buyurdular:
- Dîn-i mübîn ile ta'bîr etdim. Zîrâ hilâfetleri zemânı uzundur. Dîn-i
islâm dünyâya yayılır.
Yedinci Menâkıb
(Mesâbîh-i şerîf)de sahîh olarak, Abdüllah ibni Ömer 'radıyallahü teâlâ
anhümâ' hazretlerinden rivâyet ile şöyle yazılıdır. Abdüllah ibni Ömer
der ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden
işitdim.
Buyurdular ki,
- Uyuduğum hâlde, bir kadeh süt ile bana geldiler. İçdim. O kadar
kandım
ki, tokluk alâmeti tırnaklarımda görüldü. Sonra artığımı Ömer bin
Hattâba 'radıyallahü teâlâ anh' verdim.
Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' dediler ki,
- Yâ Resûlallah! Ne ile ta'bîr etdiniz.
Buyurdular ki,
- İlm ile ta'bîr etdim.
Sekizinci Menâkıb
(Mesâbîh-i şerîf)in sahîh hadîslerinde, Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden rivâyet edilir. Dedi ki, Resûlullahdan işitdim:
Hazret-i
Peygamber 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular.
- Rü'yâda, kendimi, etrâfı örülü kuyu yanında gördüm. Bir küçük kova
var idi. O kuyudan o kova ile Allahü teâlânın dilediği kadar su çekdim.
Sonra İbni Kuhâfe [Ebû Bekr] aldı. O da o kova ile kuyudan su çekdi.
Bir
kova, ya iki kova çekmekde za'îflik var idi. Allahü teâlâ za'îfliğini
afv
eder. Sonra o küçük kova, büyük kova oldu. Ona gırba derler. Sonra o
kovayı
bir kimse aldı. Gördüm ki, bu kuvvetli ve kudretli kimse, o kova ile su
çekiyor. Bu su çeken Ömer 'radıyallahü anh' idi. Ömer 'radıyallahü anh'
o kadar su çekdi ki, kimse o kadar su çekmedi. İnsanlar o kuyu yanında
bir yer yapdılar. Develer su içdikden sonra, orada çöküp, istirahât
eder,
sonra bir kerre dahâ su içerler idi.
(Mesâbîh)i
şerh eden 'rahimehullahü teâlâ' beyân etmişdir ki, hazret-i
Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Ebû Bekr 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine za'îf nisbet etmekden, hilâfetlerinde bir naks
ve taksîr olduğundan dolayı değil idi. Zîrâ hilâfetlerinde o kadar cehd
ve tehammül etdiler ki, diğer ümmet onun tehammülünden âcizdirler. O
sebebden
ki, hazret-i Âişe 'radıyallahü anhâ' buyurdular ki;
- Resûlullah hazretleri, öbür âleme göç etdikden sonra, arablar mürted
olup, nifâkı izhâr etdiler [fitne çıkardılar]. Babam üzerine
meşakkatden
ve musîbetden öyle şeyler indi ki, eğer büyük dağlar üzerine inse idi,
dağı küçültüp, dağıtırdı. Belki, za'îf nisbet etmeleri, buna işâretdir
ki, hazret-i Ömer zemân-ı şerîfinde, memleket fethi fazla oldu. İslâm
askeri
kuvvetlendi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' zemân-ı
şerîfinde olan fetihden fazla idi. Çünki, Sıddîkın hilâfetleri zemânı
az
idi. Zîrâ iki seneden ziyâde halîfelik yapmışdır. Hazret-i Ömerin
hilâfeti
on sene oldu.
Ba'zı şârihler [şerh edenler] dediler ki, hazret-i Peygamber 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' (iki büyük kova) buyurdukları iki sene ve birkaç gün hilâfet müddetine işâretdir. (Allahü teâlâ za'îfliğini afv etsin) zâhiren işâretdir. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' tarafından kusûr meydâna gelmesin. Ammâ Elhamdülillah; vilâyetlerinde kusûr etmediler. Allahü teâlâ za'îfi afv eder; buyurduklarının vechî bu ola ki, kuyudan su çekmelerinde olan za'îflik, zemânı şerîflerinde olan irtidâda (arabların mürted olmasına) ve münâfıkların çokluğuna ve zekât inkâr edenlerin olmasından dolayıdır. Magfiret ile düâ eylediler, tâ işitenler yanında muhakkak ola ki, za'îflik, kendi kusûru ile olmayıp, zemânın değişikliği dolayısiyledir.
Dokuzuncu Menâkıb
Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîslerinde İbni Ömer 'radıyallahü
anhümâ' hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Dediler ki, hazret-i
Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- (Hak teâlâ, doğruyu, Ömerin dili ve kalbi üzerine koymuşdur.
Ya'nî hakkın açığa çıkması ve yayılması, onun mubârek lisânları ve
kalbleri üzerinde sâbit ve orada yerleşmiş ve ondan zuhûr eder. Yine o
hadîs-i şerîfin akabinde vârid olmuş ki, hazret-i Alî 'kerremallahü
vecheh'
buyurdular ki,
- Biz Ömerin söylediğinin hak olduğunu, kalblerin onun sözü ile sükûn
bulduğunu uzak görmezdik.
Ya'nî biz uzak sanmazdık ki, hazret-i Ömer konuşur, o şeyle ki,
müstehakdır.
Nefsler onun üzerine sükûn eder. Kalbler onun üzerine mutmain olur. Hak
olan, doğru olan söz, onun lisânı üzerine yerleşdirilmişdir.
Onuncu Menâkıb
Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîs-i şerîflerinde, Câbir 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Câbir 'radıyallahü anh'
dedi
ki, hazret-i Ömer Ebû Bekr hazretlerine 'radıyallahü teâlâ anhümâ' dedi
ki,
- Ey, Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' sonra,
insanların
en hayrlısı.
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki,
- Agâh ol yâ Ömer. Sen bana böyle söyledin ise, vallâhi gerçekdir ki,
Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' işitdim. Buyurdular
ki,
- Ömerden hayrlı bir kimse üzerine gün doğmamışdır.
Yine onun
devâmında Ukbe bin Âmirden nakl edilir ki, hazret-i Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular;
- Eğer benden sonra Peygamber gelmek ihtimâli olsa idi, Ömer bin Hattâb
Peygamber olurdu.
Onbirinci Menâkıb
Yine (Mesâbîh)in hasen hadîslerinde, Büreydeden 'radıyallahü teâlâ
anh' rivâyet edilmişdir:
Büreyde 'radıyallahü teâlâ anh' haber verdi ki, hazret-i Resûl-i ekrem
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' gazâya çıkdılar. Gazâdan sâlim ve
ganîmetler
ile döndükleri vaktde, siyâh renkli bir câriye gelip dedi ki,
- Yâ Resûlallah! Ben nezr etmişdim ki, Allahü teâlâ hazretleri, eğer
seni sâlim ve ganîmetler ile geri döndürürse, senin huzûrunda def'
çalayım
ve tegannî edeyim.
Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
- Eğer nezr etmiş isen def' çal, eğer nezr etmemiş isen çalma.
O câriye başladı def' çalmağa. O sırada Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri geldiler. O câriye def' çalmayı kesmedi. Sonra hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Yine câriye susmadı. Sonra Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' geldiler. Câriye yine def'i kesmedi. Ondan sonra hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' geldiler. Hemen câriye sükût edip, def'i
yere koyup,
üzerine oturdu.
Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdular:
- Muhakkak şeytân senden korkar, yâ Ömer. Ben otururken bu câriye def'
çaldı. Ebû Bekr geldi. Yine çaldı. O vakt ki sen geldin, def'i yere
atıp,
üzerine oturdu.
Onikinci Menâkıb
Yine (Mesâbîh-i şerîf)in hasen hadîslerinde, Âişe-i Sıddîka
'radıyallahü
teâlâ anhâ' hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Buyurdu ki: Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri oturmuşdu. Bir gürültü ve çocukların
seslerini işitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem kalkdı. Bakdı ki, habeşîler
raks
ederler. Uşaklar etrâfında seyr ederler. Bana dedi ki,
- Yâ Âişe! Gel seyr eyle.
Ben de vardım. Çenemi hazret-i Peygamberin omuzu üzerine koyup, mubârek
omuzu ile, mubârek başının arasından seyr etmeğe başladım. Bir müddet
sonra,
bana buyurdular ki, doymadın mı. Hâyır, doymadım, dedim. Murâdım bu idi
ki, dahâ göreyim. Resûlün yanında ne mikdâr kıymetim vardır, bileyim. O
sırada hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' çıka geldi. Hemen halk
habeşîlerin
etrâfından dağıldılar. Hazret-i Peygamber 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
buyurdular ki, (Muhakkak görürüm ki, cinnin ve insanın şeytânları
Ömerden
kaçarlar.) Âişe-i Sıddîka buyurdular ki, ben de geri döndüm.
Onüçüncü Menâkıb: (Me'âlimüttenzîl) kitâbının sâhibi, imâm-ı Begâvî
'rahmetullahi teâlâ aleyh' sûre-i Enfâlde, meâl-i şerîfi (Hiçbir
Peygamberini
yer yüzünde .....) olan altmışyedinci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde,
A'meşden,
o da Amr bin Mürreden, o Ebû Ubeydeden, o Abdüllah bin Mes'ûddan
bildirmişlerdir.
Abdüllah ibni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, o vakt ki,
Bedr günü oldu. Esîrler de berâberlerinde olarak geri dönüldü. Hazret-i
Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Bu
esîrler
hakkında ne dersiniz!). Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi
ki, yâ Resûlallah, bunlar kavmindir ve ehlindir. Bunları koruma altına
alıp, temkinli davranalım. Ümîd ederim ki, Allahü teâlâ hazretleri,
onlara
tevbe nasîb eyler. Onlardan fidye al. Bize de, küffâr üzerine kuvvet
olur.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bunlar
seni tekzîb etdiler, yalanladılar. Seni ihrâc etdiler. Getir, bunların
boyunlarını vuralım. Alîye buyur, kardeşi Ukaylın boynunu vursun.
Hazret-i
Hamzaya buyur, kardeşi Abbâsın boynunu vursun. Bana buyur, falan
kimsenin
boynunu vurayım, diye kendi soyundan bir kimseyi söyledi. Çünki, bunlar
kâfirlerin reîsleridir, dedi. Abdullah bin Ebî Revâha 'radıyallahü
teâlâ
anh' dedi ki, yâ Resûlallah! Odunu çok bir dere bulalım. Bunların
temâmını
o dereye koyup, sonra bir ateş yakalım. Ateşde yansınlar. Abbâs ona
dedi
ki, rahmetini iyice kesdin. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri sükût etdi. Onlara cevâb vermeyip, Hâne-i şerîfe gitdiler.
Sahâbe-i
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ayrı ayrı olup, bir fırka
dediler
ki, Ebû Bekr kavline uyarız. Sonra Server-i âlem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' Beyt-i şerîfinden çıkıp, buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ
ba'zı kişilerin kalbini yumuşak kılar. Hattâ yağdan dahî yumuşak olur.
Ba'zı kişilerin kalbini katı eyler. Hattâ taşdan da katı olur. Muhakkak
yâ Ebâ Bekr, senin mislin İbrâhîm aleyhisselâm mislidir ki [benzeridir
ki], onun hakkında Allahü teâlâ, İbrâhîm sûresi 36.cı âyet-i
kerîmesinde
meâlen, (Bana tâbi' olan, benim dînimdendir, karşı gelen için, yâ Rabbî
sen gafûrürrahîmsin!) buyurdu. Ve yâ Ebâ Bekr! Senin mislin hazret-i
Îsâ
aleyhisselâma benzer ki, [ya'nî sen ona benzersin ki], Allahü teâlâ,
Mâide
sûresi 120.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara azâb edersen, senin
kullarındır.
Eğer afv edersen, azîz ve hakîm olan sensin) buyurdu. Ömere
'radıyallahü
anh' buyurdu, yâ Ömer! Senin benzerin Mûsâ aleyhisselâmdır. [Ya'nî Ona
benzersin]. (Yâ Rabbî! Kâfirlerin mallarının şeklini değişdir. Şiddetli
azâbı göremeden, îmâna gelmiyecek şeklde, kalblerini bağla, katı et!)
[Yünûs
sûresi 88.ci âyet-i kerîme meâli.] ve hazret-i Nûh aleyhisselâma
benzersin
ki; (Yâ Rabbî! Yeryüzünde, kâfirlerden dolaşan hiç kimseyi bırakma.)
[Nûh
sûresi yirmialtıncı âyet-i kerîme meâli.] buyuruldu. Sonra, hazret-i
Fahr-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Bugün bu
esîrlerden
yâ fidye alınacak, yâ öldürülecekler).
Abdüllah bin Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, Süheyl bin
Beydâ' hâriç olsun. Zîrâ ben onu işitdim ki, islâmı zikr ederdi.
Hazret-i
Resûl-i ekrem susdular. Ben öyle korkdum ki, öyle hiç korkduğumu
hâtırlamıyorum.
Gökden başıma taş düşdü zan etdim. O gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' Süheyl bin Beydâ' hâriç buyurdular, ferâhladım. İbni Mes'ûd,
İbni Abbâsdan rivâyet eder. Ömer bin Hattâb dedi ki, Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Ebû Bekrin söylediğine
meyl etdi, benim
söylediğime meyl etmedi. O gün geçdi. Ertesi gün oldu. Geldim, gördüm
ki,
Resûlullah ve Ebû Bekr, oturmuşlar, ağlaşırlar. Dedim yâ Resûlallah,
bana
haber verin, Ebû Bekr ile berâber, niçin ağlarsınız. Ağlamak îcâb eden
bir hâl var ise, ben de ağlıyayım. Eğer ağlanacak bir durum yok ise,
sizin
ağlamanız için ağlıyayım. Resûlullah hazretleri buyurdular ki, (Eshâbım
için ağlıyorum. Mal karşılığında esîrleri bırakdıkları için, onlara
gelen
azâb bana gösterildi. Şu ağaçdan dahâ yakın oldu) buyurarak,
kendilerine
yakın bir ağaca işâret etdiler. Allahü teâlâ hazretleri; meâl-i şerîfi
(Esîrleri öldürmekde acele etmek lâzım iken, siz dünyâ malı için fidye
almağı tercîh etdiniz. Hâlbuki, Allahü teâlâ sizin, kâfirleri kahr
etmenizi,
islâm dînine yardım etmenizi istemekdedir. Allahü teâlâ azîz ve
hakîmdir.)
olan Enfâl sûresi 67. âyet-i kerîmesini gönderdi. Her bir esîre fidye
olarak
kırk vekiyye aldılar. Her bir vekiyye kırk dirhemdir. İbni Abbâs
'radıyallahü
anh' buyurdu: Müşrikleri katl etmekle ilgili emr Bedr gününde oldu.
Müslimânlar
o günde az idi. Vaktâ ki, müslimânlar çok oldu ve saltanatları
şiddetlendi
[güçlendi]. Hak teâlâ meâl-i şerîfi (.... muhârebe sona erince, yâ
karşılıksız
veyâ fidye ile salıverin....) olan, Muhammed sûresi 4.cü âyet-i
kerîmesini
inzâl buyurup, Allahü teâlâ Peygamberini ve mü'minleri esîr emrinde
muhayyer
bırakdı. İsterlerse katl ederler, isterlerse köle ve câriye ederler.
İsterler
ise azâd edeler. İsterler ise fidye alırlar.
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' buyurdular ki, önceki
Peygamberlere ve ümmetleri üzerine ganîmet harâm idi. Ne zemân ki,
ganîmetden
birşey ellerine geçerse, kurban için toplarlardı. Semâdan bir ateş
inip,
onu yutardı. Bedr günü oldukda, mü'minler, ganîmeti hemen aldıkları
gibi
fidyeyi de aldılar. Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyeti kerîmeyi inzâl
buyurdu.
(Ya'nî eğer Allahü teâlâ hazretlerinden ganîmet mâlının halâl olacağı
levh-i
mahfûzda yazılmasa idi, emr olunmadan aldığınız fidyeler için elbette
büyük
azâb size erişdi.) [Enfâl sûresi 68.ci âyet-i kerîmesi meâli.]
Hasen ve Mücâhid ve Sa'd bin Câbir demişlerdir ki, Allahü tebâreke
ve teâlâdan hükm gelmeden kimseye azâb olmaz. Bedr muhârebesinde hâzır
olanlar ve Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' onlardandır.
Hüdâdan emr olunmazdan evvel, fidye aldığınız için, size büyük azâb
erişirdi,
denilmişdir. İbni İshâk dedi ki, Bedr gazâsına hâzır olan mü'minlerin
hepsi
esîrlerden fidye almağı hoş gördü. Sâdece Ömer bin Hattâb 'radıyallahü
teâlâ anh' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine
esîrleri katl etmeği teklîf etdiler. Sa'd bin Mu'âz 'radıyallahü teâlâ
anh' dedi ki, yâ Resûlallah, esîrleri katl etmek bana katl etmemekden
dahâ
iyi geliyor. Onun için, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdu ki, (Eğer semâdan azâb nâzil olsaydı, Ömer bin
Hattâb
ve Sa'd bin Mu'âzdan başka kimse o belâdan necât bulmazdı 'radıyallahü
teâlâ anhümâ').
Ondördüncü Menâkıb: Yine (Me'âlimüttenzîl)de sûre-i Bekarada; meâl-i
şerîfi (Oruc gecesi, hanımlarınıza yaklaşmanız size halâl kılındı) olan
185.ci âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl edilmişdir. Tefsîr âlimleri
dediler
ki, islâmın ilk devrinde, iftâr etdikden sonra, yimek ve içmek akşam
ile
yatsı arası veyâ uyuyana kadar halâl olurdu. Yatsı nemâzını kıldıkdan
veyâ
uyudukdan sonra yimek, içmek ve cimâ', ertesi günü akşama kadar harâm
olurdu.
Bir gece hazret-i Ömer, yatsıyı kıldıkdan sonra, tahammül edemeyip,
ehline
muvakaa etdi [onun ile cimâ' yapdı]. Gusl etdikden sonra, pişmân olup
ağladı.
Nefsini levm eyledi [payladı]. Ertesi sabâh, Resûl-i ekrem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûruna gelip, dedi ki; Yâ
Resûlallah!
Ben bir hatâ için, nefsimden Hak Sübhânehü ve teâlâya i'tirâz etdim.
Ben
bu gece yatsıyı kıldıkdan sonra, hanımımın yanına geldiğimde bir güzel
koku hissetdim. Nefsim bunu güzel ve sevimli gösterdi. Ehlimle yakın
oldum.
Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki,
(Yâ Ömer! Sen bu şekl amele lâyık değil idin.) Hemen sahâbe-i güzîn
içinden
birkaç kişi de kalkıp, Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' i'tirâf etdiği
gibi
i'tirâf etdiler. Sonra, hazret-i Ömerin ve Sahâbe-i güzînin hakkında
yukarıda
zikr olunan âyet-i kerîme nâzil oldu.
Onbeşinci Menâkıb: Yine (Me'âlimüttenzîl)de, Tahrîm sûresinde, meâl-i
şerîfleri (Eğer ikiniz de Allaha tevbe ederseniz [Âişe ve Hafsa], ne
güzel...)
(Olur ki, onun Rabbi, yerinize sizden dahâ hayrlı zevceler verir....)
olan
4 ve 5.ci âyet-i kerîmelerinin inme sebebi beyânında haber verilmişdir.
İsmâîl bin Abdülkâhir râvîler vâsıtası ile Abdüllah bin Abbâsdan
'radıyallahü
teâlâ anh', o da Ömer bin Hattâb hazretlerinden rivâyet etdiler. Bir
vakt,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, ezvâc-ı
tâhirâtdan
ayrılmak istediler. Bu hadîs-i şerîf te'vîlli zikr olundu. Sonunda
hazret-i
Ömer buyurdu ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
huzûr-ı şerîflerine vardım. Dedim, yâ Resûlallah! Eğer hanımlarınızı
boşar
iseniz, sizin için sıkıntı olmaz. Eğer sen onlara talâk vermiş isen,
muhakkak
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri seninledir. Hak sübhânehü ve teâlâ
hazretlerine hamd ederim ki, onlarla öyle bir kelâm ile konuşurum ki,
Allahü
teâlâ benim söylediğim kavli tasdîk eder. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu.
[Tahrîm sûresi 4 ve 5. âyet-i kerîmeler.]
Onaltıncı Menâkıb: Birgün hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
biryerde
oturup, mubârek hırka-i şerîfini yamarken, arkası açık kaldı. Arkasına,
Allahü teâlânın emri ile bir mikdâr güneş te'sîr etdi. Bir mikdâr
kalb-i
şerîfleri incindi. Güneşe dikkat ile bakdı. Allahü teâlânın emri ile
güneş
kapkara oldu. Âlem karanlık oldu. Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine gelip, dedi
ki: Yâ Resûlallah!
Hak sübhânehü ve teâlâ sana selâm eder. Ve buyurur ki, Ömere emr edesin
ki, güneşe şefkat nazarı ile baksın. Yoksa güneş, kıyâmete dek, bu hâl
üzere kalır, dedi. Hazret-i Muhammed-il Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem', hazret-i Ömeri huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Buyurdu ki, yâ
Ömer! Allahü teâlâ emr buyurdu ki, Ömer, güneşe şefkat nazarı ile nazar
etsin. Yoksa, kıyâmete kadar güneş böyle kalır. Hazret-i Ömer
'radıyallahü
anh' şerefli emrlerine uyarak, güneşe şefkat nazarı ile bakdı. Allahü
teâlânın
izni ile güneş evvelki gibi münevver oldu. Var bundan kıyâs et ki,
hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ne büyük sultân imiş.
Onyedinci Menâkıb: Ebûl Mu'în Nesefî 'rahmetullahi aleyh' (Temhîd)
adındaki risâlesinde beyân etmişdir. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerinin vefâtı yaklaşdı. Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerine buyurdu ki; Söylediklerimi yaz. Osmân 'radıyallahü
anh'
ne yazayım, dedi. Buyurdular ki; (Yazın, Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu
Allahü
teâlânın Resûlünün halîfesi Ebû Bekrin, dünyâdaki son günü, âhıretdeki
ilk gününün vasıyyetidir. Ben Ömer bin Hattâbı halîfe seçdim. Ona
itâ'at
edin. Öyle zan ediyorum ki, adâlet eder. Yanılmışsam gaybı ancak Allahü
teâlâ bilir.) Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretlerinin
hepsi hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfetine râzı oldular.
Husûsî olarak hazret-i Alî 'radıyallahü anh' râzı oldu. Seve seve önce
bi'ât etdi. Zîrâ Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
işitmiş idi. Buyurdular ki: Benden sonra iktida' edin [tâbi' olun] o
kimselere
ki, onlar Ebû Bekr ile Ömerdir 'radıyallahü anhüm'.
Onsekizinci Menâkıb: Âlimler ittifâk etmişlerdir. Hazret-i Ömerden
'radıyallahü anh' evvel ve sonra, dünyâda kimseye hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' dirliği gibi [idâresi gibi] dirlik verilmedi. Kimse onun
yoluna
varamadı. Hilâfetde hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' şöyle idi.
Dicle
nehri kenârında koyun güden çobanın, bir koyunu zâyi' olsa, korkarım
ki,
onu Allahü teâlâ hazretleri niçin çobanın koyunlarını gözetmedin diye
benden
sorar, der idi. Rivâyet olunur ki, bir gün hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' öğle sıcağında kendi soyunup, sadaka develerini bağlıyordu.
Dediler,
yâ Emîr-el-mü'minîn! Niçin sen kendin zahmet çekersin. Bir kişiye
buyurun,
o bağlasa, olmaz mı. Buyurdu ki, bunlar fakîrlerin hakkıdır. Çünki,
Allahü
teâlâ beni bunlara çoban etdi. Fakîrlerin işlerini kendim görmem
lâzımdır.
Zîrâ âhıretde benden sorarlar. Bir kişi dedi, yâ Emîr-el-mü'minîn! Sana
yakın olanların işlerini sen kendin görürsün. Uzak olanların işini
nasıl
görürsün. Buyurdu ki, inşâallahü teâlâ bir sene gezeceğim. Nice gücü
yetmez,
fakîr ve hastalar vardır. Kendim onların kapılarına varıp,
ihtiyâclarını
göreceğim. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' her yere bir emîr veyâ
âmir gönderirdi. Ona bir vasiyyetnâme verirdi. Ne yapmaları îcâb
etdiğini
bildirirdi. Der idi ki, eğer dediğimden dışarı çıkarsanız, ben senden
bîzârım.
Bir kâğıd da o tarafın reâyâsına [ehâlisine] gönderirdi. Eğer bu kişi
benim
dediğim yerde emrlerime uyar ise, emrine mutî' olunuz. Eğer uymaz ise
mutî'
olmayınız.
Abdurrahmân bin Avf der ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
geceleri
şehri gezer, kontrol ederdi. Bir gece benim evime geldi. Yâ
Abdurrahmân,
bu gece şehrin kenârına bir kervân geldi. Korkarım ki, eşyâları
kaybolur.
Gel, gidip, bu gece onları bekleyelim, dedi. Vardık, sabâh oluncaya
kadar
onları bekledik. Ramezân-ı şerîfde terâvîh nemâzını cemâ'at ile kılmak,
hazret-i Ömerden kaldı. Eslemîyi beytül-mâla emîn ta'yîn etmişdi.
Birgün
Eslemîden sordular ki, hiç hazret-i Ömerin beytül-mâldan herhangi
birşey
aldığı oldu mu. Dedi ki, eğer, ehl ve ıyâlinin nafakaya ihtiyâcı
olursa,
beytül-mâldan ödünc alırdı. Eline mal geçince, yine yerine koyardı.
Hazret-i
Ömerin 'radıyallahü anh', kuru arpa ekmeği yimek âdeti idi. Kalın
kumaşdan
gömlek giyerdi. Birçok gazâlar yapdı. O kadar vilâyetler feth eyledi
ki,
o kadar mâl ve menâl onun katına geldi ki, kimseye o kadar gelmedi.
Arab
ve acem ve rûm beğleri ikrâmlar edip, hükmüne baş eğdiler. O kadar şehr
imâret eyledi ki, had ve hesâbı yokdu. Meşrık ve magrib arası, tâ
Ceyhûna
ve Âzerbaycân, Horasan derbendine ve Amman, Kirmân, Mısr, Şâm ve Rûma
varıncaya
kadar; bütün beldeler onun hükmüne baş eğdi. Hattâ, rivâyet olundu ki,
hazret-i Ömerin 'radıyallahü anh' zemân-ı şerîflerinde, sekizbin câmi'i
şerîfde cum'a kılmak müyesser olmuşdur. Büyük gazâlar yapmışdır. Bu
kadar
memleketleri feth eylemek, ezelde ona takdîr olmuşdur. Her nereye asker
gönderse, mensûr ve muzaffer olup, sâlimen, ganîmetler ile geriye
dönmüşlerdir.
Ordusu hiç mağlûb olmamışdır. Tedbîrli ve tedârikli ve adâletli idi.
Hilâfeti
zemânında yimesi ve içmesi hiç değişmedi, fazlalaşmadı. Hiçbir zemân
hâtırlarına
kibr gelmedi, büyüklenmedi. Sonu pişmânlık, üzüntü olacak iş yapmadı.
Bunlar
(Taberî târîhi)nden alınmışdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' hilâfet makâmına
geçdikden sonra, kızı hazret-i Hafsa 'radıyallahü anhâ' ki Resûlullahın
'sallallahü aleyhi ve sellem' ezvâc-ı mutahheralarındandır, muhterem
babalarını
görmeğe vardılar. Mubârek yüzlerini gördükde, üzerinde olan hırkanın
oniki
yerde yaması var. Hattâ yamanın ikisi deriden idi. Hafsa, babasını bu
hırka
ile görüp, hâtır-ı şerîfleri mahzûn olup, dedi ki, ey devletlim ve
gözüm
nûru babam. Bu hırkayı bir fakîre verseniz. Kendi arkanıza bir yeni
hırka
yapsanız, câiz olmaz mı? Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdular
ki, kızım, sen Fahr-i âlem hazretlerinin halâli idin. Sen ona bizden
yakın
idin. Bilmez misin ki, Server-i âlem bu dünyâyı denîden [alçak
dünyâdan]
neler çekmişdir. Ne mertebe sakınmışdır. Dünyâyı hor ve zelîl edip,
emri
altına almışdır. Âhırete teşrîf etdikde, bana vasıyyet edip, (Yâ Ömer,
kıyâmet gününde, benim ile ve Ebû Bekr ile buluşmak istersen,
yolumuzdan
ayrılma) diye buyurmadı mı?
Yirminci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfe iken,
hazret-i Nu'mânı 'radıyallahü teâlâ anh' serdâr yapıp, acem diyârına
gönderdi.
Nihâvend ile Hemedânı feth etdiler. Bir mecûsî acem, Mugîrenin elinde
esîr
iken, koynundan bir kutu çıkarıp, dedi ki, babam bana bu kutuyu verdiği
zemânda, vasıyyet etmişdir ki, pâdişâh olduğun vakt bunu açasın. Ben
şimdiden
sonra pâdişâh olacak değilim, deyip, kutuyu Mugîre hazretlerine teslîm
eyledi. Mugîre 'radıyallahü teâlâ anh'da, kutuyu eline alıp, bütün
islâm
askeri içinde açıp, gördüler ki, içi çok kıymetli mücevher ile doludur.
Hepsi dediler ki, bu kutu ceng ile alınmamışdır. Yine bunu aynı şeklde,
Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine gönderelim.
O kutuyu bir kutu içine koyup ve mühürleyip, hazret-i Ömere
gönderdiler.
Hazret-i Ömer de kutuyu Eshâb-ı güzîn arasında açıp, gördükden sonra,
götüren
kimseye, bu da gâzîlerin hakkıdır. Satsınlar, akçesini, gâzîlere taksîm
etsinler diye emr etdi. Sonra o kutuyu yine islâm askeri içine
gönderip,
etrâfdan gelen zenginler toplanıp, satın aldılar. Otuzbin kişinin her
birine
onarbin akçe düşdü. Husûsan, önce mağlûb etdikleri askerin malından
beytülmâl
için beşde bir ayrıldıkdan sonra, adam başına altmış bin akçe hisse
düşmüş
idi. Altından ve gümüşden gayri çok mal ve ganîmet elegeçmiş idi. Bu
gazâlarda
tahsîl olunan mal ve ganîmetlerden, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
bir habbesini kabûl etmezdi. Cümlesini fakîrlere ve gâzîlere sarf
ederdi.
(Taberî târîhi)nden alınmışdır.
Yirmibirinci Menâkıb: Yine Taberî târihînden alınmışdır. Hicretin
yirmiüçüncü
senesi idi. Birgün Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine
bir aşîretin zulmünden şikâyet etdiler. İrân tarafında bir aşîret
vardır.
San'atları harâmîlikdir. Müslimânların yollarını basarlar. Mallarını
alırlar.
Îmâna gelmezler. Müslimânlara karışmazlar. Hazret-i Ömer 'radıyallahü
anh'
Mesleme bin Kaysı onların üzerine gönderdi. Mesleme asker ile varıp,
onları
dîne da'vet etdi. Kabûl etmediler. Cizye verin dedi, kabûl etmediler.
Ceng
eylediler. Mesleme onların erkeklerini kırdı. Kadınlarını esîr aldı.
Mesleme
ganîmet malının beşde birini beyt-ül-mâl için ayırdı. Bir kutu ile
kıymetli
taşlar eline geçmişdi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine, beşde
bir mal ile o kutuyu, müslimânların rızâsı ile armağan gönderdi. O
gönderdiği
kişi rivâyet eder ki, Medîne-i münevvereye geldim. Gördüm, hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' yemekler pişirip, mescidde fukarâya
yidirirdi.
Zîrâ âdet-i şerîfesi bu idi ki, beyt-ül-mâldan fakîrler için günde bir
deve kesip, pişirip, yidirirdi. Yemek yinirken, kendisi mubârek eline
bir
asâ alıp, ayağı üzerine durup, yiyenleri gözetirdi. Ekmek ve aş lâzım
oldukça,
götürüp verirdi. O kişi der ki, hazret-i Ömeri bu hizmeti yaparken
gördüm.
Sabr edip, bekledim. Hazret-i Ömer işini bitirip, evlerine geldiler.
Ben
de arkasından vardım. Bana, içeri girin dedi. İçeri girdim. Hazret-i
Ömerin
hâtunu ki, Ümmü Gülsümdür. Hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh'
kızıdır.
Hazret-i Fâtımadan olmuşdur. Gördüm ki, üzerinde bir eskimiş fistan
giymiş,
oturur. Evinin içinde, bakdım, bir eskimiş kilim, iki yasdıkdan gayri
nesne
görmedim. O yasdıklar da hurma lifinden idi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh' kilim üzerine oturup, yasdığı benim altıma verdi. Oturdum.
Sonra,
Ümmü Gülsüme, hiç bizim için yemek pişirdin mi, dedi. Dedi ki, yâ
Emîr-el
mü'minîn, yalnızlık sebebi ile bugün yemek pişiremedim. Kalkıp, bir
çanağa
bir mikdâr zeytinyağı koyup, içine biraz tuz koydu. Bir parça arpa
ekmeğini
hazret-i Ömerin önüne getirdi. Ben de hazret-i Ömerin hâtırı için
berâber
yidim. Ondan sonra, o hediyye kutusunu çıkarıp, hazret-i Ömerin önüne
koydum.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bu nedir, dedi. Mesleme bin Kays
bunu size gönderdi. Müslimânlar da hisselerinden geçdiler. Hepsinin
rızâsı
ile bunu sana armağan gönderdiler, dedim.. Hazret-i Ömer onu gördükde,
mubârek iki ellerini dizi üzerine koyup, ağladı ve dedi ki: Hak
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri Ömere bu kadar nesneler verdi. Ömerin gözü ve karnı
doymadı. Bununla doyar mı, dersin. Yürü bu kutuyu Meslemeye götür ve de
ki, bir dahâ bunun gibi iş yapmasın. Müslimânların nasîbini kimseye
göndermesin.
Bu cevâhirleri satsın, müslimânlara dağıtsın. Çabuk git. Eğer dağılmış
iseler, Meslemeye bir iş ederim ki, müslimânlara ibret olur. O kimse
dedi,
yâ Ömer te'cîl eyle. Emîr buyurursan, benim bineceğim yok. Ben
gidinceye
kadar geç olur. Buyurdu, sadaka develerden iki deve getirdiler. Bana
verdi.
Buyurdu, bu develere nöbetle binip, oraya varınca, senden dahâ müstehak
ve dahâ fakîr bir kişi bulup, bu develeri ona ver. O kişi dedi:
Gecikmiş
olarak Medîneden çıkıp, o makâma erişdim. Kutuyu Meslemeye verdim.
Durumu
söyledim. Mesleme de o cevherleri otuz bin altına satıp, orada bulunan
gâzîlere bölüşdürdü.
Yirmiikinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin 'radıyallahü anh' zemân-ı
şerîflerinde,
Şâm şehri civârında, bir kal'ayı muhâsara etdiler. Allahü teâlânın
hikmeti
öğle vakti yaklaşdı. Feth müyesser olmadı. Hazret-i Ömer gadaba gelip,
islâm askerinin hepsini huzûruna çağırıp, bu âna kadar kal'anın feth
olunamamasının
sebebi nedir. Kâfirler kimlerdir ki, islâm askerine karşı koyarlar.
Aranızda
zâhiren bir hatâ sâdır olmuş kimse olmasa, bu kadar dayanamazdı, diye
şiddetli
azarladı. Eshâb-ı tâhire varıp, herbirisi tevbe ve istigfâr ile meşgûl
oldular. O esnâda Eshâb-ı güzînden birisi ağlıyarak, hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' huzûrlarına gelip, dedi ki, yâ Emîr-el-mü'minîn, bu gece
teheccüde
kalkdığım vakt, karanlık olduğundan, misvâkımı arayıp, bulamadım.
Misvâksız
nemâz kıldım. Var ise benim hatâmdandır. Hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu ki, tevbe ve istigfâra devâm eyle. Bir sâat geçmeden kal'a
feth oldu.
Şimdi, ey mü'min kardeşlerim. İslâm askerine lâzım olan budur ki, doğru
yoldan dışarı bir adım atmazlar. Böylece, vardıkları yerlerde yüz
aklıklar
edip, fethler müyesser olur. Yoksa cevr ve zulm ne dünyâya ve ne
âhırete
yarar. Zâlimler dünyâda ve âhıretde perîşânlıkdan kurtulamazlar. Hattâ
nice mu'teber kitâblarda meşâyıh-ı ızâm rivâyet buyurmuşlardır: Bir
asker
zulm üzerine olsa, Allahü tebâreke ve teâlâ, muhârebe safında, düşmanla
karşılaşınca, o zâlim askerin kalbine vehm ve korku verip, düşmân
üzerine
galebe etmeden firâr eder. Ceng etmeğe aslâ iktidârı olmaz. Ba'zı
meşâyıh
rivâyet etmişdir ki, zulm muhârebe mahallinde, bir kerîh şekle girip,
hemen
muhârebeye başlanınca, zâlimlerin gözlerine korkulu görünüp, savaşmağa
mecâlleri kalmayıp, firâra başlarlar. Allahü teâlâ âlimdir. Böyle
hâller
çok olmuş, tecrîbe olunmuşdur. Allahü teâlâ nefslerimizin şerrinden,
çirkin
işleri yapmakdan hepimizi muhâfaza buyursun.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh', hilâfeti
zemânında, rûm pâdişâhına adam gönderip, dîne da'vet eyledi. Rûm
pâdişâhı
da kıymetli hediyyeler ile elçi gönderdi. Elçi Medîne-i münevvereye
geldi.
Hediyyesini alıp, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ile buluşulduğu
mahalde, hazret-i Ömer, bir kadıncağızın dıvârını yapıyor idi. O hâlde
iken, haber verdiler ki, rûm pâdişâhının elçisi geldi. Emriniz nedir.
Buyurdular
ki, söyleyin, gelsin. Ellerinizi yıkayıp, bir yerde otursanız, olmaz
mı,
dediler. Râzı olmadı. Ne yapsınlar. Elçiyi çağırıp, hazret-i Ömer ile
buluşdurdular.
Elçi, hazret-i Ömeri bu hâlde görüp, dedi ki, arab pâdişâhı bu mudur.
Eğer
böyle olduğunu bilseydim, gelmezdim. Rûm pâdişâhı da beni buraya
göndermezdi.
Hazret-i Ömer iki mubârek parmaklarıyla işâret edip, buyurdular ki,
eğer
göndermeseydi, onun iki gözünü çıkarırdım. Târîh yazdılar ki, meğer
hazret-i
Ömer böyle işâret etdiği gibi, rûm pâdişâhı oturduğu yerde iki balçıklı
parmak gelip, iki gözünü çıkardı. Hattâ parmaklarının balçığı iki
gözünün
üzerinde yapışıp kaldı. Her ne kadar uğraşdılar ise de, gidermek mümkin
olmadı. Bir zemândan sonra elçi, izin alıp, rûm pâdişâhına geldiğinde,
gördü ki, iki gözü de a'mâ olmuş. Sebebini süâl eyledi. Ahvâli
anlatdılar.
Ta'accüb edip, o da hazret-i Ömer ile geçen ahvâli bunlara bildirdi.
Ba'zı
rivâyetlerde, rûm pâdişâhının elçisi geldiği vakt, Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazret-i Ömerin 'radıyallahü anh' yanında
otururlar
idi. Hazret-i Ömer, hurma lifinden bir gömlek giymiş, dokuz yerinden
yamanmış
idi. Acabâ, sultânım, mubârek arkanıza bir kaftan alsanız câiz olmaz
mı,
dediklerinde, hemen hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' gadaba gelip, dedi
ki: Dahâ bu i'tibâr görmek arzûsundan kurtulmadınız mı. Dîn-i islâmda
kudreti
böyle mi fehm etdiniz. Bize dîn-i islâmın şerefi yetmez mi. Dîn-i
islâmdan
efdal ve eşref bir nesne varmıdır ki, ona i'tibâr edersiniz. Bu se'âdet
ve bu devlet ki, Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri bize ihsân
eylemişdir.
Kime müyesser olmuşdur ki, dîn-i islâm tâcını başımıza koydu. Şer'ı
şerîfi
Muhammedî elbisesini arkamıza giydirdi. Kalbimizi kelime-i şehâdet ile
münevver eyledi. Allah, Allah! Dîn-i islâm kadrini bilmemişsiniz. Ancak
kendinizi halka libâs ile mi göstermek istersiniz. O şeklde gadaba
geldi
ki, belki kimse öyle gadaba gelmemişdir. Söyliyenler pişmân olup,
artık,
cevâba kâdir olmayıp, başlarını aşağıya eğip, sükût eylediler. Şimdi,
bizim
sultânlarımız bu hâl ile dünyâda geçinip, asla i'tibâr etmeyince, bize
de lâyık olan budur ki, onların yolunu gözetip, kıyâmet gününde, Allahü
teâlânın huzûruna ve Habîbullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
huzûruna
vardıkda mahcûb olmayalım.
Yirmidördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfe
iken, bir gün mescidde oturuyordu. Rûm kayserinin elçisi geldi. Ba'zı
hediyye
ve bir doğan, bir tazı, bir şişe zehr de getirdi. Dedi ki, yâ halîfe.
Bu
tazı öyle bir tazıdır ki, her nereye salar isen, avını yakalar,
kaçırmaz.
Avı ondan kurtulmaz. Bu doğan da bir doğandır ki, hangi kuşa
salarsanız,
hiç aman vermeyip, alır. Aslâ bir kuş pençesinden halâs olmaz
(kurtulamaz).
Bu şişe içinde olan zehr, öyle bir zehrdir ki, bir katresini insana
içirseler,
o ânda ölür, bunun ilâcı olmaz. [Ya'nî o kişi kurtulamaz]. Tuhâf nesne
olup, pâdişâhlar hazînesinde bulunması lâzımdır ve lâyıkdır diye, rûm
sultânı
kayser göndermişdir. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki,
kuş nedir ki, insan onunla meşgûl olup, ondan ne fâide hâsıl eder.
Ehl-i
hâl olan onu eline alıp, amellerini boşa çıkarmaz, deyip, bağlarını
çıkarıp,
sahrâya salıverdi. Kelb [köpek] nedir ki, insan ona tâlib ve râgıb
olup,
o mekrûhu evine koysun ve ardınca gezip, yürüsün. Onun da zincirlerini
alıp, azâd eyleyip, serbest bırakdı. Ondan sonra o içinde zehr olan
şişeyi
mubârek eline alıp, dedi ki, benim dünyâda nefsimden büyük düşmânım
yokdur.
O zehri (Bismillahirrahmânirrahîm) deyip, temâmını içdi. Elçi bu hâli
görünce,
şaşırıp, mescid kapısında durdu. Bir zemândan sonra gelip, hazret-i
Ömere
bakdı. Gördü ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' evvelki gibi
devlet
ve se'âdetle, sıhhat ve selâmetde oturur. Hemen yerinden kalkıp,
hazret-i
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' ayaklarına yüzünü ve gözünü sürüp dedi
ki,
yâ halîfe, bana îmânı anlat. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
elçiye
kelime-i şehâdet telkîn etdi ve elçi, müslimân oldu. Ondan sonra elçi,
rûm kayserine gitmeyip, geri kalan ömrünü Ömerin 'radıyallahü anh'
hizmetinde
geçirdi.
Yirmibeşinci Menâkıb: Hazret-i Molla Abdürrahmân Câmînin 'kuddîse
sirruh'
(Şevâd-ün Nübüvve) adlı kitâbından acemîlere kolaylık olmak için
terceme
olunmuşdur. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfe iken, Eshâb-ı
Güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinden birisini
serdâr
(komutan) ta'yîn edip, islâm askeri ile gazâya göndermişdi. Askerler
gitdikden
sonra, bir gün hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' oturduğu yerde, üç
kerre sesli olarak lebbeyk dedi. Hiçbir kimse bunun sırrına vâkıf
olmayıp,
sormağa da kimse cesâret edemedi. Zîrâ Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' çok
fazla şanlı idi. Kimse teklîfsiz huzûrlarında söz söyleyemezdi. Bu
hâlin
olduğu günün târîhini yazdılar. Görelim bunun aslı nedir, dediler. Bir
zemân sonra o serdâr ve askerleri, nice fethler yapıp, sâlimen ve
ganîmetler
ile geri geldiler. Serdâr, hazret-i Ömere 'radıyallahü teâlâ anh' sefer
ahvâlini bir bir anlatdı. Hazret-i Ömer buyurdu ki; yâ o yiğidin hâli
ne
oldu, dedi. O da, dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerine ma'lûmdur, yâ
Ömer!
Kasd ile olmadı. Soyunup, suya girdi. Meğer o su gâyet soğuk olup,
tâkat
getiremeyip, üç kerre; yâ Ömer diye bağırdı ve rûhunu teslîm etdi.
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh', benden sonra âdet olmayacağını bilsem,
seni
katl ederdim. Ammâ var, o yiğidin evlâdına akça borcunu ver, ya'nî
diyetini
öde, diye tenbîh eyledi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bu
mertebe
âdil idi. Askerin ahvâline çok fazla alâka gösterirdi. Hattâ o yiğidin
vefât etdiği yer bir aylık yol idi. Bu uzaklıkdaki yoldan çağırdığı
gibi,
Medîne-i münevverede, izzet ve se'âdet ile oturduğu yerde, o yiğidin
bağırmasını
işitip, üç kerre 'lebbeyk' demesinin sebebi bu idi.
Yirmialtıncı Menâkıb: Vettîn sûresinin tefsîrinde yazılmışdır ki,
Meşrık
tarafında bir yer var idi. Adına Bahreyn derlerdi. Orada yılda bir
kerre
ejderhâ çıkardı. Câbilkâ şehrine gelip, ona her sene bir oğlan
verirlerdi.
Onu yiyip, ondan sonra geri döner giderdi. Bir sene bir fakîr kimseye
nöbet
geldi. O biçârenin de bir oğlu var idi. Ejderhânın gelme vakti de
yaklaşmışdı.
O fakîrin oğlunu verecekler, ejderhâ yiyecekdi. O fakîr müthîş
ızdırâbda
iken, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek hânelerine vardı.
Ciğerini dağlayıp, gözyaşları dökerek dedi ki, yâ emîr-el-mü'minîn, yâ
halîfe-i rû-i zemîn! Revâ mıdır [uygun mudur], senin se'âdetli
zemânında,
benim gibi bir miskin ızdırâbda olsun. Senin yanında iken, ben zahmet
çekeyim,
uygun mudur? Hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' buyurdular ki, sebebi
nedir,
bize haber ver. O derdli adam dedi: Yâ Emîr-el-mü'minîn. Ben Câbilkâ
şehrinden
gelirim. Senede bir kerre Câbilkâ şehrimize bir ejderhâ gelir. Bir
evden
bir oğlan verirler. Ejderhâ o oğlanı yutar. Ondan sonra geri dönüp,
gider.
Ertesi sene bir dahâ gelir. Bu sene nöbet ben fakîre geldi. Benim bir
tek
oğlum var. Başka yokdur. Benim derdim budur deyip, feryâd, figân etdi.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek eline kalem alıp, bir
kâğıda
yazdı. Dedi ki, ey ejderhâ! Şimdiden sonra sen o şehre artık gelip,
oğlan
almıyacaksın. Eğer gelecek olur isen, Allahü teâlânın Habîbi ve Resûlü
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hakkı için, oraya
gelip, seni ateşe atıp ve vücûdunu dünyâdan yok ederim. O yazdığını, o
fakîrin eline verdi. Fakîr, Câbilkâ şehrine gidip, şehrin ehâlisine
haber
verdi. Hepsi sevindiler. O kâğıdı alıp, ejderhânın yolu üzerine koyup,
gözetdiler. O ejderhâ da gelip, o yol üzerinde o kâğıdı gördüğü gibi,
yüzüne
ve gözüne sürüp, öpüp, başı üzerine koyup, o ân geri döndü. Artık o
şehre
gelip, oğlan istemedi. Hak Sübhânehü ve teâlânın kudreti ile ve Fahr-i
kevneyn ve Resûl-i sakaleyn hazretlerinin mu'cizesi ve hazret-i Ömerin
'radıyallahü teâlâ anh' kerâmeti ile, bu şehr halkı, bunun gibi
ejderhânın
şerrinden halâs oldular [kurtuldular].
Yirmiyedinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de beyân olunmuşdur. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' zemân-ı şerîflerinde, Amr ibni Âs
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini, Mısr üzerine gönderdi. Mısrı feth etdi. Amr
ibni
Âsı Mısra hâkim (vâlî) ta'yîn eyledi. Bir kaç aydan sonra, Mısr ehâlisi
Amr ibni Âs hazretlerinin huzûruna vardılar. Dediler, bu Nil ırmağının
bir âdeti vardır ki, onsuz taşmaz ve suyu kesilir. Amr ibni Âs dedi ki,
o âdet nedir. Dediler ki, âdeti odur ki, üzerimizde olan aydan on iki
gün
geçince, bir kız çocuğu buluruz. Anasını ve babasını mâl ile râzı
ederiz.
O kızı nefîs elbiseler ile süsleyip, Nil ırmağına bırakırız. Amr ibni
Âs 'radıyallahü teâlâ anh' bunu işitip, bu bir yaramaz işdir. İslâmda
böyle
bir iş olmaması lâzımdır. Muhakkak islâm, bütün kötü âdetleri ortadan
kaldırmışdır.
O târîhden üç ay geçdi. Nil nehrinin suyu artmadı. Ehâlîsi başka
yerlere
göç etmeğe başladılar. Hazret-i Amr, bu hâli gördü. Emîr-ül-mü'minîn
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine mektûb yazıp, bildirdi.
Hazret-i Ömer
mektûbu okudu. Cevâbında yazdı ki, iyi etmişsin. Savâb olmuşdur.
Mektûbumun
içine bir parça kâğıd koydum. Onu Nil ırmağına bırak. Mektûb Amr'a
geldi.
O kâğıdda şu satırlar yazılı idi. (Ömer-ibnül Hattâbdan Mısrın Nil
nehrine.
Önceden akıyor idin. Şimdi akmıyorsun. Vâhid ve Kahhâr olan Allahü
teâlâ
seni akıtır. Senin akman için Vâhid ve Kahhâr olan Allahü teâlâya düâ
ediyorum.)
Amr bin Âs o kâğıd parçasını, Nil nehrine bırakdı. Ertesi gün, Nil
nehri
onaltı arşın yukarı kalkıp, su seviyesi yükseldi. O vaktden sonra, o
yaramaz
âdetden Mısr ehâlisi kurtuldular. İmâm-ı Müstagfirî 'rahimehullahü
teâlâ'
haber verdi ki, hazret-i Mûsâ 'salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh'
Âl-i
Fir'avnın üzerine beddüâ eyledi. Hak Sübhânehü ve teâlâ Nil ırmağının
suyunu
kesdi. Halk etrâfa dağılmağa başladılar. Sonra toplanıp, hazret-i Mûsâ
aleyhisselâma gelip, tedarrû' kıldılar. Bizim için düâ eyle, ki Nil
geri
revân olsun [geri aksın]. Hazret-i Mûsâ aleyhissalâtü vesselâm belki
îmâna
gelirler diye düâ eyledi. Sabâh oldu. Gördüler ki Nil onaltı zrâ'
yukarı
kalkıp, akar. Hak Sübhânehü ve teâlâ o ihsânı, ümmet-i Muhammedden Ömer
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine kerâmet olarak verdi. Var kıyâs
eyle
ki, ne mertebe sultân imiş.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh'
kuvvet-i
kudsiyeleri ve rûhâniyyetleri bu mertebe idi ki, her kim karşısına
gelse,
yalan söylemek kasd eylese, dili varmaz idi. Doğru söylerdi. Bir mü'min
ile bir münâfık karşısına vardıkda da, söylemeden onları fark ederdi.
Zîrâ
sûretlerine bakmayıp, sîretlerine nazar ederdi. Onun için yüksek
şânlarına
uygun olarak Ömer-ül Fârûk denilmişdir. Dostluğu ve adâveti Allahü
teâlâ
için ederdi. Gayretli idi. İleriyi görücü, tedbîr sâhibi idi. Nice
kerre,
görüşlerine uygun âyet-i kerîme nâzil olmuşdur.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfeti
zemânında, Şâm şehrine gitmek îcâb etmişdi. Se'âdet ve izzetle, Eshâb-ı
güzînden 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' bir cemâ'ati de yanlarına
alıp, Medîne-i Münevvereden çıkıp, yola revân oldular. Hazret-i Ömerin
bir deveden başka bineceği yokdu. Mugîre adlı bir köle var idi. Bir
sâat
hazret-i Ömer 'radıyallahü anh' o deveye binerdi. Mugîre piyâde olunca
[yaya kalınca], deveyi yederdi. Bir sâat Mugîre binerdi. Hazret-i Ömer
önünde piyâde olurdu. Allahü teâlânın hikmeti, Şâm şehrine girecekleri
vakt, deveye binmek nöbeti Mugîreye gelmişdi. Eshâb-ı güzîn, hazret-i
Ömere
geldiler, dediler ki, efendim, ihsân eyleyin. Bu sâatde deveye
se'âdetle
sizin binmenizi ricâ ederiz. Hazret-i Ömer buyurdu ki, önce nöbet benim
idi, bu sâat nöbet Mugîrenindir. Deveye niçin ben bineyim. Eshâb-ı
güzîn
dediler ki, bugün Şâm şehrine girilecekdir. Şâm şehrinin bütün ileri
gelenleri,
cenâbınıza karşı çıkarlar [sizi karşılamağa gelirler]. Onlar atlı, siz
halîfe iken yaya yürümek münâsib değildir. Lutfunuzdan ümmîd ederiz ki,
ricâmızı makbûl tutup, red etmeyiniz. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' huzûrsuz olup, dedi ki, siz bu evhâmdan kurtulmadınız mı? İslâm
dîninin
kadrini böyle mi anladınız. Bize islâm şerefi yetmez mi. İslâm dîninden
ekrem ve eşref bir nesne var mıdır. Bu se'âdet ve bu devlet ve bu
izzeti
Allahü teâlâ hazretleri bize ihsân eylemişdir. Dîn-i islâm tâcını
başına
koymak, kime müyesser olmuşdur. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' getirdiği islâm elbisesini arkamıza giydirdi. Kelime-i şehâdeti
dilimize çırağ eyledi. Kur'ân-ı azîm ile kalbimizi münevver eyledi.
İslâmiyyetin
kadrini acaba niçin anlamamışsınız ki, kendinizi halka, at ile, don ile
göstermek istersiniz. Yalnız Habîb-i ekremin 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' ümmeti olmak şerefi size yetmez mi, diye cevâb verince, kimse
söze
kâdir olamayıp, bir şey diyemediler.
Mugîre, bu güç zemânda deve hâzırlayıp, hazret-i Ömerin 'radıyallahü
teâlâ anh' huzûr-ı şerîflerine getirip, çökdürdü ve dedi ki, yâ halîfe!
O Allahü teâlâ hakkı için ki, ondan gayri Allah yokdur. Bu ahvâl
gönlümden
geçmişdir. Eshâbın rey'i ile değildir [ya'nî ben düşündüm]. Kalbimden
halâl
eyledim. İhsân eyle ve benim isteğimi kabûl eyle. Bugün deveye
se'âdetle
sizin binmenizi ricâ ederim, dedi. Emîr-ül mü'minîn önünde eğilip, yâ
halîfe
arkama basıp, devenin üzerine devletle bin diye iltimâs eyledi.
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' Mugîrenin cân-ı gönülden ricâsını görünce,
hâtırı için o gün se'âdetle deveye bindiler. Ondan sonra, bütün islâm
askeri
içinde nidâ etdirdi ki, işte bugün Şâm şehrine girmek müyesser oldu.
Buradan
sağ ve selâmetle çıkacağımızı Allahü teâlâ bilir. Her kimin bizde hakkı
var ise, gelip bizden taleb eylesin. Bütün islâm askeri hazret-i Ömere
hayr düâ eylediler. Dediler ki, yâ Allahü teâlânın halîfesi. Senden
herkes
râzıdır. Senden kimse huzûrsuz değildir. Bir ferdin sizde hakkı yokdur.
Münâdîler yüksek sesle çağırdılar. Hiçbir kimse gelip, bir hak taleb
etmedi.
Hepsi şükrân üzere olduklarını hazret-i Ömere haber verdiler. Halk
arasından
kimse gelmeyince, hazret-i Ömerin Mugîre adlı kölesi ileri gelip, dedi
ki, yâ Emîr-el mü'minîn! Birgün, hiç suçum yok iken, kulağımı çekip,
ağrıtdın.
Diyorsunuz ki, kimin hakkı var ise dünyâda iken taleb etsin. Hâlâ bu
hakkım
sizin üzerinizdedir, bilmiş olunuz. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
buyurdu ki, yâ Mugîre gel, sen de benim kulağımı çek, berâber olalım.
Eshâb-ı
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hep birden tekbîr
getirdiler.
Arablarda âdetdir ki, bunun gibi bir acâib ahvâl zuhûr etdikde, tekbîr
getirirler. Dediler ki, yâ halîfe, senin gibi âdil pâdişâh gelmemişdir.
İ'tikâdımız budur ki, şimdiden sonra da gelmiyecekdir. Kölenin, bu
şeklde
küstâhlığa cür'et etmesi uygun mudur. Husûsen [özellikle] kişi, kendi
kölesini
azârlamasına bir şey lâzım gelmez. Nerede kaldı ki, bir mikdâr kulağını
çekmiş olsun. Kölenin üzerine gidip, niçin edebsizlik eyledin diye
azarladılar.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, ey Eshâb-ı güzîn!
Lutf edip, incitmeyin ki, âhıretde cezâsını çekmekden ise, dünyâda
çekip,
kurtulmak evlâdır. Sonra, yâ Mugîre, gel sen de benim kulağımı çek.
Dünyâda
senin ile halâllaşalım, âhırete kalmasın, dedi. Mugîre de hazret-i
Ömerin
kulağına yapışıp, bir mikdâr çekdi. Hazret-i Ömer, buyurdu, yâ Mugîre,
niçin ziyâde çekmedin. Mugîre dedi ki, âhıretde kısâsdan korkarım. Çok
çekersem, senin hakkın benim üzerimde kalır. Hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh' böyle sultân idi ki, kölesi hakkında bunun gibi durumu
kabûlden
çekinmeyip, dünyâda cezâsını çekdi. Kölesi de, acâib değilmidir ki,
efendisi
hakkında bu şeklde cezâ verdi. Efendisi Hak ehli olduğunu muhakkak
bilip,
değil huzûrsuz olmak, kalb-i şerîflerine zerre kadar bir şübhe
gelmediğine
i'tikâdı temâm olduğundan, bu fi'ile cesâret etmişdir. Belki hazret-i
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' Mugîrenin böyle yapması ile muhabbeti
şerîfleri
ona, evvelki durumundan dahâ çok artmışdır. Hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' menâkıb-ı şerîflerine nihâyet yokdur. Yalnız bu yetmez mi
ki,
rey'lerine uygun olarak onyedi yerde, Cebrâîl aleyhissalâm Resûlullah
'sallallahü
aleyhi ve sellem' hazretlerine âyet-i kerîme getirmişdir. Tefsîr ve
târîh
kitâblarında da vardır.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfeti
zemânında,
bir kaç bin askeri gazâya gönderdi. Âdet-i şerîfleri şöyle idi ki,
gazâya
giden askerlerin evlerine adam gönderip, durumlarını sorardı. Her gece
kendileri şehri gezerdi. Allahü teâlânın hikmeti, bir gece şehri
dolaşıyordu.
Bir kapının yanından geçerken, içeriden bir hâtun bağırmasını işitdi.
Kulak
verdi. Gördü ki, o hâtun ağlıyor ve devâmlı söyliyordu ki, benim kocamı
halîfe gazâya gönderdi. Ben burada aç ve susuz kaldım. Yarın varayım,
halîfenin
kapısına çocuklarımı bırakayım. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
bunu
işitir işitmez, ağlaya ağlaya se'âdethânelerine gelip, bir dank un
omuzuna
aldı. O hâtunun evine geldi. Mubârek elleri ile odun parçalayıp ve ateş
yakdı. Sonra eline bir testi alıp, su getirdi. Ondan sonra bir
tencereyi
ocağa koyup, derhâl o aşı pişirdi. Bir sahan içine koyup, o hâtunun
çocuklarını
kaldırıp, önüne götürdü ve yidirdi. Ondan sonra özrler dileyip, dedi
ki,
yâ hâtun! Suçumuzu afv eyle. Zîrâ habersizdik. Şimdiden sonra ahvâlini
her zemân bize bildir, deyip, yoluna gitdi. Hâtun da, hazret-i Ömerin
tevâdu'
ve tenezzülünü görünce hayret edip, hazret-i Ömere hayr düâlar eyledi.
Şimdi ey mü'min. İnsâf eyle ki, bir se'âdet sâhibi halîfe-i rûy'i zemîn
iken, bu şeklde tenezzül ve tevâdu' göstermesini kıyâs eyle ki, ne
büyük
sultândır ve ona cân ve dilden muhabbet eylemeyenin hâli ne olacakdır.
(Târîh-i taberî)den nakl olunmuşdur.
Otuzbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri halîfe iken, İrân memleketini feth etmek arzûsunda idi.
O iklimde [o memleketde] islâmiyyet yayılsın istiyordu. Sahâbe-i güzîn
'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' ile müşâvere edip, asker topladı.
Başlarına Sa'd bin Ebî Vakkâsı 'radıyallahü anh' serdâr ta'yîn edip,
fâris
iklimine [Îrân memleketine] gazâya gönderdi. Fâris vilâyetine vardılar.
Haber verdiler ki, arab askeri geldi. İrânlılar asker tedârik edip,
bunlara
karşı durmak istediler. Kisrânın askeri şehrden dışarı çıkıp, islâm
askerinin
karşısına kondular. İslâm askeri yirmibin kişi idi. Sa'd bin Ebî
Vakkâsın 'radıyallahü teâlâ anh' huzûruna elçi gönderdiler. Ne iş için
geldiler
ve maksadları nedir, sordular. Hazret-i Sa'd buyurdular ki, Allahü
teâlâ
hazretlerinin askeri biziz. Sizi dîn-i islâma da'vet ederiz, onun için
geldik. Eğer sözümüzü kabûl etmezseniz, ceng ederiz. Kisrâya bu haber
geldi.
Kisra askerine dedi ki, yarın cenge hâzır olunuz. Acem pâdişâhlarına
kisrâ
derler idi. Bu pâdişâhın adı Yezdücürd idi. Dedi ki, bu gelen asker
yirmibin
kişidir. Siz yüzbinden çoksunuz. Onlardan niçin korkarsınız. Sabâh
oldu.
İki tarafın askeri atlara binip, saflar bağlayıp, davullar çalıp,
alemler
[bayraklar] dikdiler. Ceng yapmak için, bahâdırlar hâzırlandılar. Sonra
iki asker birbirine girdi. İkisinin arasında mücâdele ayyûka çıkdı. O
gün
geceye kadar bu şeklde ceng etdiler. Gece olunca asâyiş davulu
çaldılar.
Herbirisi çadırlarına döndüler. Bir rivâyet de şudur ki, o gece sabâha
kadar muhârebe etdiler. Hiç dinlenmediler. Yezdücürdün pehlivânlarından
Rüstem bin Mihribân ki ermenîdendir. Uzun zemân, muhârebe meydânında
bahâdırlık
yapıp, arab yiğitlerinin birinin elinde helâk oldu. Bunu helâk eden
arab,
şerâb içdiği için, kumandanın çadırında mahbûs idi. Bu mahbûs, Rüstemin
bir kılınç vurması ile müslimânların şehîd olduğunu gördükçe, o dinsize
diş bilerdi. Hazret-i Sa'dın mak'adında bir ağrı olduğundan o gün,
muhârebedeki
yerine tahteravân ile gitdi. Harb âletleri çadırda, câriyesinin yanında
kalmışdı. O merd gâzî cârîyeye yalvarıp, mahbûs olmakdan kurtuldu.
Hazret-i
Sa'dın atını ve harb âletlerini de câriyeden ricâ ile alıp, hemen
meydândaki
Rüstemin yanına gitdi. İlk hücûmunda nârâ atarak Rüstemi titretdi ve
göz
açdırmayıp, ilk hamlede Rüstemi atından düşürüp, başını gövdesinden
ayırdıkdan
sonra, sözünde durup, doğruca hazret-i Sa'dın çadırında mahbûs olduğu
yere
geldi. Câriyeye, zinciri boynuna takdırdı. Sa'd bin Ebî Vakkâs, o merd
gâzîyi tanıdı. Harb âletlerini ve atını da tanıdı. Çadırına gelerek
vak'ayı
cârîyeden tafsîlâtı ile öğrendikden sonra, bu hâdiseyi Fârûku Ekreme
[hazret-i
Ömere] arz etdi. O da gâzî merdin cezâsını bağışladı. Ve sonra yapacağı
hatâları da göz yumula, şeklinde, Sa'd bin Ebî Vakkâsa mektûb yazdılar.
O merd gâzî Ömer-ül Fârûkun 'radıyallahü anh' bu afv mu'âmelesini
öğrenince,
hemen şerâb içmekden vazgeçdi. Rüstem helâk olduğu zemân, kâfirler
dağılıp,
islâm askeri bunların ardına düşdü. Kâfirleri kıra kıra şehrlerine
götürdüler.
Kal'a kapısını yıkıp, içeri girdiler. Rivâyet ederler ki, yüzbin
kâfirin
ellibinini kırdılar. Doğru Kisrânın serâyına geldiler. Hazînesinin
temâmını
ele geçirdiler. O pâdişâhın bir oğlu ve bir kızı var idi. Esîr aldılar.
Çok mâl ve hazîne alıp, feth ve nusret ve şâd olarak dönüp, Emîr-ül
mü'minîn
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' huzûr-ı şerîflerine geldiler. Bütün
Eshâb-ı
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', emîr-ül mü'minîn Ömer
hazretlerinin
bu gazâsını kutladılar, hayr düâlar etdiler. Rivâyet eylediler ki,
hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o kızı, ezvâc-ı tâhırât ümmihâtül
mü'minînden
[Peygamberimizin hanımlarından] 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
Ümm-i
Seleme hazretlerinin huzûruna gönderdiler. Zîrâ, Ümm-i Seleme
hazretleri
tatlı dilli ve şefkatli ve mihribân idi. O kız, islâma gelir diye, Onun
yanına gönderdiler. Çeyizini de Sa'd bin Ebû Vakkâs 'radıyallahü teâlâ
anh' getirip, hazret-i Ömere teslîm etdi. Hazret-i Ömer de o çehizi
aynı
ile Beyt-ül-mâl emînine emânet verip, böylece hıfz eyle, buyurdu. Üç ay
sonra o kız, müslimân oldu. Hazret-i Ömere müjdelediler. Sonra emr
etdi.
Çehizlerini geri verdiler. Hazîne kapısını açdılar. Onun dürlü
çehizlerini
ve altınlarını, inci ve cevâhîr ve atlas ve nice dürlü donlarının
[elbiselerinin]
hepsini çıkarıp, cümlesini ona teslîm edin diye emr eyledi. Şöyle ki,
Medîne
ehâlisi bu mâlı görüp, hayret etdiler. Bu kız bu çehizini görünce
sevinip,
hazret-i Ömere düâ eyledi. O kızın adı şehr-i Bânû idi. Hikmet-i
Rabbânî
hazret-i Hüseyne 'radıyallahü teâlâ anh' müyesser oldu, ya'nî ona nikâh
etdiler.
Otuzikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfe iken,
bir bayram günü, bütün Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'
evlâdlarına hâllerine uygun olarak, bayramlık elbiseler aldılar. O
bayramda,
hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' çocuğunun elbisesi eski idi.
Diğer
çocukların elbiseleri yeni idi. Çocukluk sebebi ile olacak ki, onunla
bir
mikdâr istihzâ etdiler. Hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' oğlu
kendisi
ile istihzâ etdiklerini anlayınca, ağlıya ağlıya babasının huzûruna
geldi.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' oğlunu ağlar şeklde görünce,
sebebini
sordular. O da çocuklar ile arasında geçen hâdiseyi babasına anlatdı.
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' da oğlunu böyle mahzûn ve gamlı görünce,
kalbden
acıyıp, şefkat ve merhametinden, beytül-mâl emînini huzûruna çağırdı.
Dedi
ki, iyd-i şerîf [bayram] gelmekde olup, herkes çocuklarına yeni elbise
aldılar. Bizim oğlumuzun elbisesi eski olmakla, diğer çocuklar istihzâ
etmişler. Ağlıya ağlıya bana geldi. Ben de hâlini görünce, zarûrî
olarak
şefkat ve merhametimden dolayı, sizi da'vet eyledim ki, beyt-ül-mâldan
bana ta'yin olunan gelecek aya âid olmak üzere bir kaç akça veresin ki,
buna bir elbise alayım. Beytül-mâl emîni dedi ki, yâ Emîr-el-mü'minîn,
gelecek aya kadar yaşayacağınızı tahkîk etdiniz mi [araşdırdınız mı]
ki,
hak etmeden önce, benden hak etmediğiniz paranızı istersiniz. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinden
gayri kim bilir. Beyt-ül-mâl emîni dedi ki, yâ halîfe, siz bilmedikden
sonra, ülûfe almak size lâyık değil; bize de vermek ma'kûl değildir.
Hazret-i
Ömer söylediğine pişmân olup, istigfâr eyledi. O emîni beğenip, hayr
düâ
eyledi. Allahü teâlâ hazretleri kemâl-i lütfundan hazret-i Ömerin
oğluna
da bir yol ile teselli verip, her biri gönülleri hoş olarak gitdiler.
Ey
mü'min kardeşlerim. Şimdi gelin, insâf edin. Hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' adline ve hilmine ki, halîfe-i rûyi zemîn iken, oğluna
elbise
alamayıp, beytül-mâldan birkaç akça istedikde, beyt-ül-mâl emîni de bu
yol ile mâni' olduğuna huzûrsuz olmayıp, ayrıca düâ eylemişdir. Var
kıyâs
eyle ki, nasıl bir zât imiş.
Otuzüçüncü Menâkıb: Medîne ehâlisi anlaşarak bir yere toplandılar.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin adâletini tecrübe etmek için
anlaşdılar. Aralarından bir yehûdî çıkdı. Ben sizin müşkilinizi hâl
etmeğe
muktedirim, dedi. Onlar da buna ba'zı va'dlerde bulundular. Hazret-i
Ömerin
bir oğlu var idi. Bedenen çok za'îf kalmışdı. O yehûdî, kendisini hekîm
tanıtıp, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' oğlunun yanına vardı.
Hâlini ve hâtırını sordu. O da, za'îfliğinden bir mikdâr hikâye yolu
ile
şikâyet etdi. Mel'ûn yehûdî tebessüm ederek, bunun ilâcı kolaydır,
dedi.
Bu da ilâcını istedi. Zîrâ kalblerinde kin ve hîle yokdu. Yehûdî, önüne
düşüp, odasına götürdü. Sonra bir sürâhî şerâb doldurup, şerbetdir diye
önüne koydu. Bu senin derdine devâdır. Bunu içdiğin gibi sıhhat
bulursun,
dedi. O da sözünü hakîkat zan edip, şerâb ne olduğunu görmediği için, o
sürâhîdeki şerâbı içip, serhoş oldu. O yehûdînin güzel bir kızı vardı.
O kızı arz eyledi. Şerâbın te'sîri ile serhoş olduğundan, kıza sâhib
oldu.
Bir zemândan sonra ayılıp, aklı başına geldikde, yapdığı işlere pişmân
oldu. Nedâmet ile tevbe ve istigfâr edip, evlerine geldi. Hikmet-i
rabbânî,
o kız hâmile olup, çocuk doğdu. Sonra, mel'ûn yehûdî, bir çok yehûdîyi
ve o çocuğu yanına alıp, Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin
yanına
getirdiler. Dediler ki, yâ halîfe, senin oğlun, bizim kızımıza
zorlıyarak
sâhib olup, bu çocuk hâsıl oldu. Biz bunu beslemeğe mecbûr değiliz.
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bunu görünce, mubârek gönülleri perîşân
olup,
oğlunu çağırdı ve bu durumu sordu. Oğlu da meydâna gelen hâdiseyi
anlatdı.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o ma'sûma beyt-ül-mâldan nafaka
ta'yîn
eyledi. Sonra oğlunu aşağı alıp, dînin emri olan sopayı vurdurmağa
başladı.
Sopa sayısı kırk olduğu zemân, Eshâb-ı güzîn, Ömer 'radıyallahü anh'
hazretlerinin
yanına gelip, ricâ etdiler. Yâ halîfe, oğlunuz hastadır, bu şekldeki
sopaya
tehammül edemez. İhsân eyle, bunun suçunu bize bağışla. Zîrâ sesi,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin sesine
benzerdi. Eshâb-ı
güzîn bunu, Ravda-i Mutahharaya götürüp, yüksek ses ile Kur'ân-ı
azîmüşşânı
okutup, kendileri dışarıdan dinlerler idi. Hazret-i Habîbullahın
hasretinden
ciğerlerini dağlarlar idi. Lutf eyle, sesi hurmeti için suçunu afv eyle
diye, ne şeklde söylediler ise, iltifât eylemedi. Allahü teâlânın
hakkında
hâtır olmaz. Âhıretde çekmekden, dünyâda cezâsını bulmak iyidir,
buyurdular.
Altmış değnek oldukda, babasına çağırdı ki, yâ baba, bir ân mehil ver
ki,
azîz annemin yüzünü göreyim, halâllik dileyeyim. İltifât eylemeyip,
yetmiş
sopa oldukda, çağırıp, yâ baba, işte ben ölüyorum. Mubârek yüzünü bana
göster, görün ki, hasret gitmiyeyim, dedi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' mubârek yüzünü çevirip, gösterdi. Sopa sayısı seksen oldukda
rûhunu
teslîm etdi. Hazret-i Ömere öldüğünü bildirdiler. Buyurdu ki, ölüsüne
yirmi
değnek vurun ki, Hak emri yerini bulsun. Ondan sonra da yirmi değnek
vurdular.
Yüz temâm oldu. Sonra techîz ve tekfîni yapıp, götürüp defn eylediler.
Sonra hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh', acabâ babalık hakkını
yerine
getirip, seni kurtardım mı. Allahü teâlânın huzûrunda hâlin nasıl oldu
diye ağladı. O gece Eshâbdan birisi onu rü'yâda gördü. Sultân-ı kâinât
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-u şerîfinde
oturup,
zevk ve sefâ ederdi. Bu sahâbîyi gördüğü gibi, kalkıp, güle-güle yanına
geldi. Dedi ki, Allahü teâlâ babamdan râzı olsun ki, atalık hakkını
yerine
getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, devâmlı Fahr-i âlem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde olup, bir
ân
ayrılmıyorum. Dünyâ kahrından kurtulup, zevk ve safâ içine düşdüm.
Ertesi
günü o sahâbî gelip, rü'yâda gördüğü hâli, hazret-i Ömere anlatdı.
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ağlamağı bırakıp, Allahü teâlânın
inâyetine
şükr secdesi eyledi 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'.
Otuzdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
hilâfeti zemânında, bir gâzâdan çok mal getirmişlerdi. Bu malın beşde
birini
hakkı olanlara taksîm ederken, hazret-i Hasen bin Alî bin Ebû Tâlib
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' gelip, dedi ki: Yâ halîfe! Gazâ malından bana da bir
mikdâr
ver. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ona bin dirhem gümüş verdi.
Sonra hazret-i Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. O da istedi. Ona
da
bin dirhem gümüş verdi. Sonra, hazret-i Ömerin kendi oğlu, hazret-i
Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anhümâ' gazâ malından istedi. Ona beşyüz
dirhem gümüş
verdi. Abdüllah 'radıyallahü anh' dedi ki: Efendim, yetişmiş yiğit olan
ve nice def'a gazâya gidip ve hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin önünde kılınç çekip, nice başlar düşürmüşken,
bana beşyüz dirhem verirsin. Hazret-i Hasen ile hazret-i Hüseyn ki,
henüz
tâze yiğitlerdir. Onlara biner dirhem verirsin. Bu lâyık mıdır?
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki; yâ Abdüllah! Sen onlar ile
berâber mi olmak istersin? Onların, hazret-i Alî gibi babaları vardır
ve
hazret-i Fâtımâ-tüz-zehrâ gibi, anaları vardır. Hazret-i Fahr-i Âlem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' gibi dedeleri vardır. Hazret-i İbrâhîm gibi
dayıları
vardır ki, İbrâhîm, hazret-i Resûl-i ekremin oğludur. Hazret-i Ümm-i
Gülsüm
ve hazret-i Rukayya 'radıyallahü teâlâ anhünne' gibi teyzeleri vardır.
Hazret-i Ca'fer Tayyâr ve hazret-i Ukayl gibi amcaları vardır. Hazret-i
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' böyle söylediğini, hazret-i Alî
'kerremallahü
vecheh' hazretleri işitdi. O büyük zât buyurdu ki, Resûl-i Ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, (Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve
islâmın
nûrudur.) buyurmuş idi. Bunu boş yere buyurmamışdır. Böyle söyleyince,
hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ', hazret-i
Ömerin yanına varıp, Fahr-i âlem hazretlerinin böyle buyurduğunu
müjdelediler.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' da divit ve kalem ve kâğıd
getirip,
bu hadîs-i şerîfi yazdı. Vasiyyet eyledi ki, vefât eylediğim vakt, bu
kâğıdı
benim ile berâber defn ediniz ki, bana bu huccet kâfi'dir. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' vefât etdikden sonra, o kâğıdı da defn
etdiler.
Sabâh oldukda, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' kabr-i şerîfleri
üzerinde, kudret kalemi ile yazılmış bir yazı buldular. O kâğıdda şöyle
yazılı idi. (Resûlullah doğru söyledi. Alî, Hasen ve Hüseyn doğru
söyledi.
Ömer, Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur). Bir rivâyetde, hazret-i
Hasen ve hazret-i Hüseyn gelip, müjdelediklerinde, hazret-i Ömer
'radıyallahü
anh', sahâbe-i güzînden bir cemâ'at ile yerinden kalkıp, Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin kapısına gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Alî
dışarı
çıkdı. Hazret-i Ömer, süâl buyurdular ki, yâ Alî, sen Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden (Ömer, ehl-i Cennetin sirâcıdır
ve islâmın nûrudur) diye işitdin mi? Hazret-i Alî de, evet dedi.
Hazret-i
Ömer, dedi ki, şimdi bana bunu yaz. Hazret-i Alî de mubârek eline kalem
alıp, yazdı: (Bu yazı Alînin Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem', Onun da Cebrâîl aleyhisselâmdan, Onun da Allahü teâlâdan haber
verdiği, Ömer Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur, hadîs-i şerîfi
hakkındadır.)
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o yazıyı alıp, evlâdından birine
verdi ki, ben vefât etdiğimde, bunu kefenime sarasın. Bununla Allahü
teâlânın
huzûruna çıkayım; buyurdu. Bir rivâyetde de, vefâtlarından sonra,
kabr-i
şerîfleri üzerinde bulunan, kudret kalemi ile yazılan şöyle idi: (Alî,
doğru söyledi. Resûlullah, Cebrâîl, ben doğru söyledik. En doğru
söyliyen
benim. Ömer Cennet ehlinin ışığı ve islâmın nûrudur.)
Otuzbeşinci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfeti
zemânında, Sâriye hazretlerini, islâm askeri ile, bir gazâya
gönderdiler.
Gazâ yapılacak yere varıp, bir dağın eteğinde konakladılar.
Müslimânların
mola verdikleri dağın arkasında bulunan kâfirler, onları gâfil
avlıyarak
hücûm etmek istediler. O sırada, hazret-i Ömer Medîne-i münevverede
Cum'a
günü minber üzerinde, hutbe okurken, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri,
kemâli lutfünden, islâm askerine re'fetinden, hazret-i Ömerin mubârek
gözünden
perdeyi kaldırdı. Aralarında bir aylık mesâfe var iken, islâm askerinin
düşmândan gafletini müşâhede etdi. Yüksek sesle, üç kerre nidâ etdiler;
(Yâ Sâriye el-Cebel-el-Cebel). [Yâ Sâriye, dağa, dağa.] Allahü teâlânın
kudreti ile hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' o sesini, o hâl
içinde
bulunan Sâriye hazretlerinin, mubârek kulaklarına işitdirdi. O ses
sebebi
ile arkalarını dağa verdiler. Düşmâna gâlip olup, kâfirleri hezîmete
uğratdılar.
Hazret-i Alî 'kerremallahü teâlâ vecheh' o günün ve o sâatin târîhini
koydu
[Bir tarafa yazdı]. Hazret-i Sâriye, islâm askeri ile muzaffer olarak
ve
ganîmetler ile döndü. O mâcerâdan sordular. Sâriye o durumu açıklayıp,
buyurdular ki, kâfirler bize hîle yapıp, ansızın basmak istedi. Cum'a
günü
bir dağın eteğinde oyalanırken, bir ses işitdim ki, yâ Sâriye-el-Cebel,
dedi. Biz de dağa arka verdik. Allahü teâlânın inâyeti ile, kâfirlere
gâlip
olup, kâfirler hezîmete uğradılar. Ba'zı rivâyetde, bu hâdise Nihâvend
cenginde vâki' olmuşdur. Böyle beyân etmişler ki, Nihâvend vilâyetinde
bir karye [belde] vardır. O karyenin adı Kandsihandır. Onun batısında
bir
dağ vardır. O dağın başında bir künbed [ocak] yapılmışdır. O künbedin
orta
yerinde hârâdan bir baca koymuşlar idi. Hazret-i Sâriyenin mubârek
kulaklarına
gelen ses o bacadan geldi. Hâlâ o bacayı teberrüken güzel kokular ile
kokularlar.
Erbâbı ziyâret ederler.
Otuzaltıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' zemân-ı
şerîflerinde bir gün Medîne-i münevverede zelzele oldu. İnsanlar
korkularından
ızdırâba düşdüler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kamçısı ile
yere
vurdu. (Allahü teâlânın izni ile sâkin ol) dedikde, o vakt arz [yer]
sâkin
oldu.
Otuzyedinci Menâkıb: Yine hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh'
hilâfetleri
zemânında, Medîne-i münevverede bir yangın çıkdı. Sahâbe-i güzîn
'rıdvânullahı
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri korku ile durumu hazret-i Ömere
iletdiler.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir saksı parçası alıp, üzerine
yazdı
ki, (Yâ nâr [ateş], Allahü teâlânın izni ile sâkin ol). Varıp onu ateşe
bırakdılar. Allahü teâlânın izni ile soğudu.
Otuzsekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh'
hilâfetleri
zemânınde bir melik elçi gönderdi. Elçi gelip, hazret-i Ömerin serâyını
sordu. Şöyle zân etdi ki, sâir şâhlar gibi, onun da serâyı vardır.
Dediler
ki, onun asla nesnesi yokdur. Şu ânda kendisi şehri muhâfaza için,
gezmekdedir.
Elçi onun gitdiği mahalle doğru gitdi. Hazret-i Ömeri 'radıyallahü
teâlâ
anh' gördü. Toprak üzerine yatmış. Kamçısını başının altına koymuş,
uyuyordu.
Elçi bu hâli görüp, hayret etdi. Dedi ki, şark ve garb [doğu ve batı]
ehli
bu kişiden korkarlar. Bu korku, bu sıfat üzerinedir. Gönlünden dedi;
ben
bunu, yalnız buldum. Öldüreyim. İnsanları, bunun korkusundan halâs
edeyim
[kurtarayım]. Kılıncını kaldırdığı ânda, Allahü teâlâ, yerden bir
arslan
çıkardı. Bunun üzerine hamle eyledi. Korkusundan kılıncı elinden
bırakdı.
Hazret-i Ömer bu hâlde uyandı. Hiçbirşeyden haberi yokdu. Elçiye, ne
olduğunu
sordu. Elçi de hâdiseyi anlatdı ve müslimân olup, hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' hizmet-i şerîflerinde bulunup, ölünceye kadar ayrılmadı.
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir kıtlık
zemânında, bir deve kurban edip, Medîne-i Münevverenin fakîrlerine
bölüşdürün
diye emr etdi. Bölüşdürme işini yapan hizmetçi, o devenin kıymetli
yerlerinden
bir mikdâr alıkoyup, halîfe için güzel bir şeklde pişirip, iftâr
zemânında
huzûr-u şerîflerine getirdi. Ömer 'radıyallahü anh' bu et neredendir
diye
süâl buyurdular. Hizmetçi dedi ki; yâ Emîr-el mü'minîn! Emr-i şerîfiniz
ile fakîrlere teslîm olunan deve etinden sizin hissenizdir. Rengi
değişip,
buyurdu ki; Vay benim gibi vâlîye ki, fukarâya kötü yerini ayırıp,
kendisi
için en güzel yerinden alıkoyuyor. Şimdi, yâ hizmetçi! Bir dahâ böyle
etme.
Kaldır bu yemeği, benim önümden. Fakîrlerden, çoluk-çocuğu olan bir
kimsenin
evine götür. Ver, yisinler. Bana yine evvelki âdet üzere yemek getir
ki,
halîfe olan kimsenin haftada bir kerre et yimesi kâfî'dir. Sonra,
hizmetçi
emr-i şerîfleri üzere yemeği uygun bir fakîre verdi. Hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' eski âdeti üzere, bir mikdâr zeytin yağı ile, kuru ekmek
parçası
getirip, önlerine koydu. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn, o ekmek parçasını
yağa
batırıp, gönül râhatlığı ile yiyip, yerlerin ve göklerin sâhibi olan
Allahü
teâlâya şükr ve hamd eyledi.
Kırkıncı Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' Medîne-i
Münevvereden 'Allahü teâlâ şerefini artdırsın' hac yapmak üzere,
Mekke-i mükerremeye
gitdi. Varıp gelinceye kadar hesâb etdiler. Seksen dirhem harcanılmış.
Çok harcadım diye çok üzüldü. Nakl edilir ki, Kâ'be-i Mu'azzamaya
varıp-gelinceye
kadar, yollarda bir gün çadır kurmayıp, bir köhne perde gölgelik edip,
onun altında gölgelendi.
Kırkbirinci Menâkıb: Nakl olunmuşdur ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh' herhangi bir şeyden halkı men' etse, ev halkının temâmını
toplayıp,
buyururdu ki, Allahü teâlâ hazretlerinin buyurduğu üzere, Onun yasak
etdiği
bir nesneyi halkın işlemesinden men' etdim. Ona uymağa siz herkesden
dahâ
çok uyanık olunuz. O fi'li işlememek gayrilerden dahâ çok size
lâzımdır.
Şöyle bilmiş olunuz ki, sizden biriniz o fi'li işlese, gayrilere
edeceğim
cezânın dahâ fazlasını ona yaparım, buyurur idi. Ondan halkı men'
ederdi.
Yakınlarının kaçınması ve korkusu gayrilerden dahâ çok olurdu.
Kırkikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfeliği
zemânında, Medîne-i Münevverenin etrâfında bir deve palanı düşmüş. Onu
alıp, sür'atle giderken terlemişdi. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh'
ile karşılaşdılar. Alî 'radıyallahü anh' sordular ki, yâ Emîr-el
mü'minîn!
Bu ne hâldir. Cevâb verdiler ki, yâ kardeşim Alî. Bu deve müslimânların
beyt-ül-mâlındandır. Palanını düşürüp, kaçmış. Onu bulup, yine arkasına
vurmak (koymak) isterim. Böylece hilâfet zemânımızda, beyt-ül-mâla
ziyân
vermiş olmıyalım. Hazret-i Alî dedi ki, yâ Emîr-el mü'minîn! Size ne
hâcet.
Bir başka kimse gönderseniz, olmazmıydı. Cevâb verdiler ki, yâ
Resûlullahın
amcasının oğlu! Bu iş benim ahdime lâzımdır. Kıyâmet günü olunca, bu
işin
kusûrunu benden sorarlar. En iyisi budur ki, kimseye ısmarlamayıp,
işimi
kendim görmeliyim. Böylece, dergâh-ı izzetde mahcûbluk çekmiyeyim.
Hazret-i
Alî bu sözü işitdi. Bir derinden âh çekip, ağlamağa başladı. Dedi ki,
yâ
Ömer, senden sonra gelenlere râhat koymadın. Zîrâ onlar bu yolda
gidemezler,
sıkıntıya düşerler.
Nakl edilir ki, bir gün hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir
cem'iyyetde
ağladı. Niçin ağladığı süâl olundukda, buyurdular, niçin ağlamayayım
ki,
eğer Fırat kenârında oğlak zâyi' olsa, yârın kıyâmet gününde, o Ömerden
sorulur. Yine nakl olunur ki, bir gün Ömer 'radıyallahü anh' eline bir
saman çöpü alıp, der idi ki, ne olaydı, bu saman çöpü ben olaydım. Ne
olaydı
mahlûk olmaya idim, vâlidem beni doğurmayaydı. Ne olaydı, hâtırlanan
nesne
değil de, unutulan nesne olaydım. 'Radıyallahü anh'.
Kırküçüncü Menâkıb: Hazret-i Ömere 'radıyallahü teâlâ anh' rûm
kayserinden
elçi geldi. Bu elçi geri dönerken, hazret-i Ömerin hâtunları, bir dinâr
ödünc alıp, onunla hoş kokulu nesneler satın aldı. Bir şişenin içine
koyup,
kayserin hâtununa gönderdiler. Elçi vâsıl oldukda, kokuları alanlar çok
hâz alıp ve memnûn oldular. Gelen kapların içine cevâhir [mücevher]
doldurup
karşılığında onlara gönderdiler. Gelen hediyye şişeleri boşaltıp, bir
tabak
içine koyup, hâtunları seyr ediyorlardı. O sırada hazret-i Emîr-ül
mü'minîn 'radıyallahü anh' içeri girip, onlarda bu cevherleri gördü.
Nereden geldi,
diyerek süâl buyurdular. Hâtunları da hâdisenin aslını anlatınca,
hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, eğer siz halîfe hâtunu
olmasa
idiniz, size bu cevherlerin birisini göndermezler idi. Size gelen de,
halîfeye
gelen de müslimânların beyt-ül-mâlınındır. Sizin hakkınız, karz [borç]
aldığınız mikdârdır. O cevâhirleri satdırıp, içinden, (borç aldığı
kadarını)
[cevâhirlerin karşılığında gönderdiği mâlın karşılığı kadarını]
hâtunlarına
teslîm edip, geri kalanını beyt-ül-mâla verdi. O hâtunları da, hazret-i
Ömere karşılık vermeyip, Emîr-ül mü'minînin emrine tâbi' olmaları
takdîr
edilir 'radıyallahü teâlâ anhünne'.
Kırkdördüncü Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' Irâk
vilâyetine
Eshâb-ı güzînden 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' asker gönderdi.
Az
zemânda Allahü teâlânın izni ile vilâyetleri feth edip, kiliseleri
câmi',
puthâneleri mescid yapıp, sâlimen ve ganîmetler ile geri Medîne-i
Münevvereye
geldiler. Halîfe ile buluşdular. Lâkin, hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' bunlara aslâ iltifât etmeyip, ne yapdınız diye de sormadı. Onun bu
mu'âmelesi, Eshâb-ı güzîne 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' gâyet
güc
gelip, Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü anhüm' oğlu Abdüllah ibni Ömer
'radıyallahü
anhümâ' ile mescidde buluşup, şikâyet etdiler. O da dedi ki, Emîr-ül
mü'minîn
hazretleri ile bu elbiseler ile mi buluşdunuz. Meğer bunlar acem
vilâyetinin
güzel ipekli elbiselerinden giymişler idi. Abdüllah ibni Ömerin işâreti
ile, arkalarına evvelki elbiselerini giyip, geri hazret-i Emîr-ül
mü'minînin 'radıyallahü teâlâ anh' huzûrlarına geldiler. Ömer
'radıyallahü anh', bunlara
izzet ve ikrâm edip, herbirinin hâtır-ı şerîflerinden ayrı ayrı sorup,
merhabâ yâ Eshâb-ı Resûlullah, merhabâ yâ Muhâcirînin ve Ensârın
meşhûrları
diye, bunları haddin üstünde taltîf etdikde, Eshâbdan biri cür'et edip,
sordu: Yâ Emîr-el mü'minîn! Hikmeti ne idi ki, evvelki görüşmemizde
iltifât
buyurmayıp, nefret eder şeklde karşılandık. Şimdi ise güzel sûretle
karşıladınız.
Cevâb buyurdular ki, evvelki gelişinizde, değişik elbiseler giydiğinizi
gördüm. Herbirisi gözüme belâ dikeni gibi görünüp, dedim ki,
Sübhânallah!
Hilâfet zemânımızda, Eshâb-ı güzîn elbiselerini değişdirdiler. Birkaç
günden
sonra, kalbleri de değişip, dünyâ zînetlerine meyl ve muhabbetleri çok
olur. Yârın kıyâmet gününde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine kavuşunca; yâ Ömer, senin hilâfetin zemânında, benim
Eshâbım
elbiselerini değişdirip, sonra kalbleri değişdi. Sen niçin nehy
etmedin,
mâni' olmadın diye hitâb ederek azarlamalarından korkdum. Onun için
sizlere
iltifâta mecâlim olmadı. Allahü teâlânın izni ile, evvelki elbiseleri
görüp,
o hâlden kurtulup, şimdiki hâle geldim, buyurdu. Rivâyet edilmişdir ki,
iş bu hâdise esnâsında, getirdikleri ganîmet mallarını arz
etdiklerinde,
Eshâb arasında eşit olarak taksîm etdikden sonra, kablar ile acem
tatlılarından
ba'zı tatlılar getirmişler idi. Huzûr-u şerîflerine koydular. Mubârek
parmakları
ile bir mikdâr tadıp, lezzet ve kokusuna bakıp, bu, şu yiyeceklerdendir
ki, bundan dolayı mü'minlerden oğlu babasını, kardeş kardeşini katl
etseler
gerekdir, deyip, kaldırın bu yiyeceği, şu gazâda şehîd olan mü'minlerin
çoluk-çocuğuna verin ki, ayrılık acısı ile acılanmış ağızları
tatlansın,
buyurdular.
Kırkbeşinci Menâkıb: Ülemâ-i ızâmın [büyük âlimlerin] ve meşâyıh-ı
kirâmın [evliyâların] îmânın kâmil olması için mü'minlere
nasîhatlarındandır.
Her kişinin zühd ve takvâsı ve Allahü teâlâ hazretlerinden havf ve
recâsı
[korku ve ümmîdi], şu şeklde ve i'tidâlde olmalı ki, ne bir ân
ümmîdsizlik
hâli olsun. Ne de bir ân korkusuzluk hâli olsun. Nitekim hazret-i Ömer
'radıyallahü teâlâ anh' buyururlar ki, eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri
buyursa ki, ben cümle kullarımın hepsini Cennete koyup, içlerinden bir
kuluma azâb ederim. Ben, kendi günâhlarıma bakıp, korkarım ki, Allahü
teâlâ
hazretlerinin o azâb edeceği kul, ben olurum. Eğer Hak Sübhânehü ve
teâlâ
buyursa ki, bütün kullarımı Cehenneme koyarım. Birisini Cennete
koyarım.
Ben o erhamerrâhimîn ve ekrem-ül ekremîn Allahü teâlâ hazretlerinden
ümmîd
ederim ki, o Cennete giren kul ben olurum. Nitekim büyükler
buyurmuşlardır:
Beyt:
Ey Allahım, mâdem ki buyurdun,
benden ümmîd kesmeyin.
Günâhım çok olsa da,
Ümmîdimi keser miyim.
Şimdi mü'mine lâyık olan ve şânına muvâfık olan budur ki, ne Allahü
teâlâ hazretlerinin mekrinden [azâbından] emîn ola ve ne rahmetinden
ümmîdini
kese. Yine o büyükler nasîhat ederler ki, muvahhid mü'mine lâzım olan
emrlerden
biri de, her hâlde ölümü zikr etmesidir. Hiçbir vakt, gâfil
olmamasıdır.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurmuşlardır
ki, (Lezzetleri yıkanı [eğlencelere son vereni] çok hâtırlayınız!)
ma'nâ-i
şerîfi, Allahü teâlâ bilir, budur ki, lezzetleri yıkanın zikrini çok
edin
ki, o ölümdür. Nitekim, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir
kimseye
hergün birkaç kerre gelip, ölümü hâtırlatsın diye bir kaç akçe ta'yîn
etmişdir.
Her vakt o kimse gelip, ölümü ona hâtırlatdı. Her gün o kimse gelip,
hizmet
edâ etdikçe, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ta'yîn buyurdukları
akçeyi verirlerdi. O şahsın vazîfesine son verilince, vazîfe taleb
etdi.
Buyurdular ki, sen bundan sonra gelip, ölümü hâtırıma getirme ki,
ihtiyâcımız
kalmadı. Zîrâ sakalımıza ak düşdü. Sakalın akı ise ölümün habercisidir.
Dâimâ göz önünde olup, mevti (ölümü) hâtırlatır. Nitekim büyükler
buyurmuşlardır.
Beyt:
Sakal akı ölüme habercidir,
Yiğitlik tâzeliği içinde feryâddır.
Kırkaltıncı Menâkıb: Medîne-i Münevverenin taşrasına akşâm nemâzı vakti
bir kâfile gelip, konmuşdu. Hazret-i Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh' giderken, Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerine
rast geldi. Dedi ki, gel seninle bu gece, bu kâfileyi bekliyelim.
Böylece,
bir hırsız gelip, bir zarar görmesinler. Râhat olsunlar ki,
yorgundurlar.
Hilâfet zemânımızda eğer bunlara bir zarar olacak olur ise, kıyâmet
gününde
bizden sorarlar. O gece kâfileyi beklerken, bir oğlancık, bir mahalde,
bir evin içinde devâmlı ağlıyordu. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
o evin kapısına varıp, anasına seslenip, şu ağlıyanı ağlatma deyip,
tenbîh
eyleyip, gelip, yine kendi ibâdetine meşgûl oldu. Çocuk gitdikçe
ağlamasını
artdırdı. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' def'alarca, şu ma'sûmu
ağlatma diye gitdi geldi. Tâ ki, seher vakti oldu. Kâfile de uykudan
uyandılar.
Hazret-i Emîr-ül mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh' o hâtunun kapısına
varıp,
dedi ki, ne yaramaz, merhameti olmıyan anasın ki, bu gece bu tıfıl
[çocuk]
râhat olmadı. Sabâha kadar bağırması dinmedi, dedi. O hâtun cevâb verdi
ki, yâ Ebâ Abdüllah! Niçin beni kötülersin ve beni azârlarsın. Benim
hâlimden
haberdâr değilsin ki, onun için bana böyle huzûrsuz olursun. Ben bu
çocuğu
sütden kesdim. Evde yiyecek cinsinden bir nesne yokdur ki, onun ile
eğleyeyim
[oyalıyayım, susdurayım], râhat olsun, dedi. Emîr-ül mü'minin
hazretleri
dedi ki, bu çocuk kaç yaşındadır. Hâtun da dedi ki, henüz bir yaşını
bitirmemiştir.
Emir-ül mü'minin buyurdu ki; niçin vakti gelmeden sütden kesdin. Hâtun
cevâb verdi ki, halîfemiz olan hazret-i Ömere Allahü teâlâ insâf
versin.
Oğlancıklar sütden kesilmeyince nafaka takdîr eylemez. Ona binâen
vaktsiz
kesdim. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' geri dönüp, ağlıyarak
mescide
geldi. Sabâh nemâzını şiddetli ağlamakdan güçlük ile kılıp, selâm
verdikden
sonra, ağlıya ağlıya (Sizin Ömerinize yazıklar olsun, yazıklar olsun!)
dedi. Hemen o sâat tellâllar bağırdı ki, her müslimânın, gerek oğlu ve
gerek kızı doğar ise, gelsin halîfeyi uyandırsın [bildirsin] ki,
beyt-ül-mâldan
ona nafaka takdîr etsin. Şimdiden sonra kimse nafaka tama'ıyla evlâdını
vaktinden evvel sütden kesmesin ve bu dürlü kimselerin evlâdı var ise,
getirsinler, bugünden nafaka yazdırsınlar. Herkes işitdi ki, sürûr ve
safâ
içinde, sevinerek, hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' adâletine ve
insâfına hayrânlık duydular. 'Radıyallahü teâlâ anh'.
Kırkyedinci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfe iken,
bir Cum'a günü, temiz [güzel] elbiseler giyip, Cum'a nemâzına
gidiyordu.
Hazret-i Abbâsın 'radıyallahü teâlâ anh' se'âdethâneleri [evi] bu yol
üzerinde
idi. Hazret-i Abbâs, bir güvencin yavrusunu boğazlıyıp, dam üzerinde
yıkayıp,
kanlı suyunu, olukdan yola dökmüş idi. O sırada hazret-i Ömer, oluğun
altından
geçerken, o kanlı su üzerine dökülüp, elbiseleri kirlendi. Bu oluk,
burada
müslimânlara zarar veriyor diye emr etdi, oluğu yerinden kopardılar.
Geriye
evine dönüp, diğer elbisesini giyip, Cum'a nemâzına gitdi. Cum'a
nemâzını
kıldıkdan sonra, hazret-i Abbâsın 'radıyallahü teâlâ anh' huzûrlarına
gelip,
oluğu kopardığına özr diledi. Hazret-i Abbâs dedi ki, yâ halîfe, o
oluğu,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri mubârek
elleri
ile, oraya koymuş idi. Hazret-i Ömerin, yüzünde bir değişiklik olup,
dedi
ki, yâ Resûlullahın amcası. Ömer üzerine nezr [adak] olsun ki, sen
omuzuma
basıp, o oluğu geri eski hâli üzere yerine koyasın. O sâat yerinden
kalkıp,
o mahalle varıp, dediği gibi yapdılar.
Kırksekizinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)in, yehûdîlerin Arab
yarımadasından
çıkarılması bâbında, sahîh olan hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Câbir
bin
Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur.
Hazret-i
Ömer-ibnül Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden rivâyetle bana buyurdular ki, Resûl-i
ekremden işitdim. Eğer ömrüm kifâyet eder ise, elbette yehûdîleri Arab
yarımadasından çıkarırım. Hattâ müslimânlardan başka kimseyi koymam.
Bir
rivâyetde de, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular ki, eğer Allahü teâlânın izni ile fazla yaşar isem, elbette
yehûdî milletini Arabistan yarımadasından çıkarırım. İbni Ömerden
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' rivâyet olunmuşdur. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hutbede, buyurdu ki, muhakkak, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
Hayber yehûdîsi ile malları üzerine ahd etmişler idi ve de
buyurmuşlardı
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin terk etdiği şey üzerine sizi
terk ederiz. Mâdem ki sizin ihrâcınız ile bize emr etmemişdir. Hazret-i
Alî 'kerremallahü vecheh' buyurdular ki, ben Hayber yehûdîlerinin
çıkarılmasını
istiyordum. Hazret-i Ömerin niyyeti de böyle idi. Hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' huzûruna Ebül Hakîk kabîlesinden birisi geldi. Dedi ki, yâ
Emîr-el
mü'minîn. Sen bizi ihrâc eder misin [ya'nî çıkarır mısın]. Hâlbuki
Fahr-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bizi terk etmişdir
[çıkarmamışdır].
Bizi Hayber mahallindeki mallarımız üzerine âmil kılmışdır. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, Resûlullahın 'sallallahü
teâlâ aleyhi
ve sellem' buyurduklarını benim unutduğumu mu zan ediyorsunuz. Size,
Hayberden
çıkarılınca hâliniz ne olur. Deveniz sizin ile menzil menzil yarış
eder,
buyurmuş idi. Yehûdî dedi ki, Ebûl Kâsım böyle latîfe yapmışdı.
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, ey Allahü teâlânın düşmanı,
şimdi
yalan söyledin. Onları [yehûdîleri] Hayberden ihrâc etdi [çıkardı].
Onlara
karşılık ta'yîn olunan mal, deve, paralarının bedelini verdi.
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' şehâdeti
beyânındadır: Bir fârisî menâkıbdan nakl olunmuşdur. Kab'ül ahbâr
'radıyallahü
anh' bir gün hazret-i Ömere 'radıyallahü anh' gelip, dedi ki, yâ Ömer!
İnceleyin ki, ben Tevrâtda okumuşdum. Senin ömründen üç gün kalmışdır.
Hazret-i Ömer, kendi vücûd-i şerîflerinde bir ağrı, bir hastalık
görmediler.
Tasvîr etdikleri fecî bir hâdise olması lâzım. Buyurdular ki, Hak
sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinin kazâsına ve kaderine râzı olduk. Bir yehûdî olan
Ebû Lü'lü, Mugîre tebnî Şûbenin kölesi idi. Bir kavlde, Hâlid bin
Velîdin
kölesi idi. Efendisini hazret-i Ömere gelip şikâyet eyledi. Efendim
benden
haddimden fazla harc ister, dedi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu ki, ne mikdâr ister. Dedi ki; her gün iki dirhem, ister.
Hazret-i
Ömer buyurdu ki, ne san'at bilirsin. Bir kaçını saydı. Hazret-i Ömer
buyurdu
ki, bu san'atlar ile bu kadar harc çok değildir. Sonra, işitdim ki, sen
yel değirmeni yaparmışsın. Benim için de bir yel değirmeni yapsan. Dedi
ki, senin için bir yel değirmeni yapayım ki, şarkda [doğuda] ve garbda
[batıda] onu söyliyeler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' meclisde
olanlara buyurdular ki, bu kâfir beni katl etmek istediğini söylüyor.
Eğer
böyle demek istiyor ise, onu ortadan kalkması için emr edin, dediler.
Buyurdu
ki, katlden evvel kısâs olmaz.
Ebû Lü'lü yehûdî, Ömer 'radıyallahü anh' hazretlerini katl için fırsatı
gözetdi. Zilhiccenin yirmiüçüncü günü sabâh nemâzını edâ ederken,
fırsat
bulup, altı yerinden yaraladı. Hazret-i Ömerden başka on kimseyi
yaraladı.
Dokuzu bu yaralanmadan vefât etdiler. Benî Esed kabîlesinden bir er Ebû
Lü'lü mel'ûnunun başına bir ok atıp, yıkdı. Birisi de bıçak ile
boğazlayıp,
öldürdü. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bu ahvâli gördü. Kab'ül
ahbâr hazretlerinin sözlerini hâtırladı. Allahü teâlânın takdîri yerini
buldu, buyurdular. Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerine
emr etdi. O imâmlık yapdı. Sonra Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ
aleyhim
ecma'în' hazretlerini toplayıp, buyurdu ki, siz mi Ebû Lü'lüye benim
katlimi
emr etdiniz. Hepsi, hâşâ bizim haberimiz yokdur, diye yemîn etdiler.
Hazret-i
Ömer dedi ki, Elhamdülillah ki, ben bu ümmetin, katl etdiği kimse
olmadım.
Bir yehûdînin elinde şehîd olurum. Hilâfet emrini şûrâya havâle etdi.
Diri
iken ve ölü iken hilâfetin benim üzerimde olmasını istemem. Âşere-i
mübeşşereden
altı serveri, müşâvereye ta'yîn buyurdular ki, hilâfete lâyık
bunlardır.
Lâkin, herbirinde bir husûs müşâhede ederim. O sebebden onların birini
diğerine tercîh edemem. O altı serverin biri Osmân bin Affân ve biri
Alîyül
mürtedâ ve biri Talha ve biri Zübeyr ve biri Sa'd bin Ebî Vakkâs ve
biri
Abdürrahmân bin Avf idi. Sa'îd bin Zeyd hazretleri hayâtda idiler.
Lâkin
hazret-i Ömer onu müşâvereye dâhil kılmadılar. Zîrâ amcası oğlu idi.
Ammâ
Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri âhıret âlemine göçmüşler idi. Onların
hakkında buyurdular ki, eğer Ebû Ubeyde hayâtda olaydı, onu halîfe
ta'yîn
ederdim. Zîrâ Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ona
'Ümmetin
emîni' buyurmuşdu 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'. O sebebler
bunlardır:
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' akrabâsını sevicidir. Onları iş başına
getirir.
Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' gençdir. Tecrübesi ve halka
mu'âmelesi
azdır. Hilâfet emri ise çok tecrübe ve havâdis görmeğe muhtâcdır. Talha
'radıyallahü teâlâ anh' mültefitdir, hilâfete muhâfaza gerekdir. Zübeyr
'radıyallahü teâlâ anh' sert huyludur. Hilâfete rıfk lâzımdır. Sa'd bin
Ebî Vakkâs ve Abdürrahmân bin Avf kendilerini tutuculardır. Kimseyi
incitmek
istemezler. Hilâfetde darb ve şetm (azarlamak) zarûrî vâki' olur. Altı
server aralarından birini hilâfete ta'yîn etsinler. Bütün Sahâbe-i
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' de o kimseyi halîfe bilip,
ona mutî'
olurlar.
Bir rivâyetde hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' seher vaktinde
mescid-i şerîfde nemâz kılmağa giderken, Ebû Lü'lü mel'ûn, karanlıkda
bıçakla,
mubârek karnını yardı. Emîr-ül mü'minîn çağırdı. Adamları haber aldı,
geldiler.
Emîr-ül mü'minîni bu hâl içinde görüp, ağlaşdılar. O kâfiri katl
etdiler.
Hazret-i Ömeri o mahalden alıp, devlethânelerine getirdiler. Cerrâh
görüp,
yarayı dikdi. İyileşinceye kadar hareket etmesin, üç-dört gün yatsın,
iyi
olur, dedi. Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi aleyhim ecma'în' gelip
çevresinde
oturdular. Hilâfet emrini ve sâir dîni emrleri onlara vasıyyet ederken,
nemâz vakti gelip, müezzin ezân okudu. Sonra yüzünü cerrâha dönüp dedi
ki, şimdi abdest alıp, nemâz kılsam ne olur. Cerrâh dedi ki, eğer
yerinden
hareket edersen, bu dikdiğim yerden sökülür, vefât edersin. Emîr-ül
mü'minîn 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki: Nemâzı terk etmekden ise,
karnım yarılsın
ve öleyim dahâ iyi, elbette nemâz kılsam gerekdir. Sahâbeden birini
hazret-i
Âişenin 'radıyallahü anhâ' huzûruna gönderdi ki, destûr verir mi ki,
[ya'nî
izn verir ise], biz de Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
ravda-i mutahheralarına girelim ve O Servere ilticâ edelim. Hazret-i
Âişe 'radıyallahü anhâ' bu haberi işitince ağladı. Âh, kıymetli Ömer,
atamın
yâdigârı da gidiyor. İşte o yeri ben kendim için saklardım. Ammâ onlara
hibe etdim. Hazret-i Ömere söyleyin ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' ve babamın katına [yanına] varınca, benim selâmımı onlara
söylesin.
Ve desin ki, bu ayrılığım ne zemâna kadar olacak. Hazret-i Ömer bu
haberi
işitince, oğlu Abdüllah hazretlerine dedi ki, benim cenâze nemâzını
kıldıkdan
sonra, Âişe-i Sıddîkanın huzûruna geri varıp, destûr dileyesin [izn
isteyesin].
Evvelce benden utanıp, izn vermiş olabilir ve pişmân olmuş olabilir.
Onun
rızâsı ile defn olayım. Nemâz vakti sonuna gelmişdi. Müezzin ikâmet
okudu.
Emîr-ül mü'minîn, ayağa kalkıp, abdest almak ve nemâz kılmak istedi. O
ânda dikilen yerler sökülüp, Emîr-ül mü'minîn yere düşdü. Dostlarına,
elvedâ
elvedâ, esen kalın, hakkınızı halâl ediniz, tekrâr görüşmemiz kıyâmete
kaldı, dedi. Sahâbeler arasında ağlama-inleme başladı. Hemen o sâat
hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' şehâdet kelimesini getirip, cânını Allahü
teâlâ hazretlerine teslîm etdi. Ondan sonra yıkadılar. Nemâzını
kıldılar.
Oğlu Abdüllah hazretleri, Âişe-i Sıddîka hazretlerine gitdi. Destûr
diledi
[izn istedi]. Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretleri ağladı. Dedi ki,
ey Ömer, adâleti hayâtında da, ölünce de elinden bırakmadın. O yeri
sana
fedâ eyledim. Ondan sonra mubârek cenâzesini, Ravda-i mutahhera
kapısına
getirdiler. Birisi ileri varıp, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah! Ömeri
getirdik.
Eğer destûr var ise, ravda içine defn ederiz, dedi. Cümle Sahâbe-i
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinin, yârimi benim katıma getirin, diye sesini
işitdiler.
Ravdanın kapısı açıldı. Hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' sol
yanında hâzırlanmış bir yere koydular. Hattâ ravdadan yana bir el
gördük
ki, hazret-i Ömerin boynuna dolandı, diye bir rivâyet edilmişdir.
Ellinci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halîfe oldukdan
sonra, o kadar adâlet üzere hareket etdi ki, ne kimse yapmışdır ve ne
yapabilecekdir.
Şu şeklde adl eyledi ki, himmet-i kudsiyesi kuvvetiyle, kurdun koyuna
zararı
olmazdı. Rivâyet ederler ki, ne zemân ki hazret-i Ömer şehâdet
şerbetini
içdi. Bir çoban koyununun yanında dururken, bir kurt geldi. Koyuna
saldırdı.
Çoban hemen feryâd edip, ağladı. Ve âh Ömer, 'İnnâ lillah ve ...' dedi.
Çobanlar ona sordular ki, hazret-i Ömerin vefât etdiğini nereden
bildin.
Dedi ki, şundan bildim ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hayâtda
iken, kurdun koyun sürüsüne bakdığı hâlde zararı yok idi. Şimdi gördüm
ki, kurt koyuna saldırdı. Bildim ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
bu dünyâdan göç eylemişlerdir. Bu menkıbe Târîh kitâbından alınmışdır.
Rivâyet olunmuşdur ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' âhırete
sefer etdiği ânda yeryüzü kapkara oldu. Hattâ çocuklar korkularından
bağırarak
analarına varıp, dediler ki, yâ ana, yeryüzü siyâh oldu. Dünyâyı zulmet
kapladı, acâyibdir kıyâmet mi kopacak. Anaları, hâyır çocuklar, kıyâmet
kopma zemânı gelmemişdir. Fekat, hazret-i Ömeri bir bedbaht şehîd
etdiğinden
dünyâyı zulmet kaplamışdır, dediler. (Şevâhid-ün Nübüvve)den terceme
olunmuşdur.
Ellibirinci Menâkıb: Hazret-i Server-i kâinât ve mefhar-ı mevcûdât,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', bir gün meclis-i
şerîflerinde
kabr azâbını, münker ve nekîrin ne yol ile gelip, heybet ile süâl
etdiklerini
beyân buyurdular. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' sordu ki, yâ
Resûlallah!
Biz kabre girdikden sonra, bu akl bize verilip, sonra mı süâl olunuruz,
yoksa verilmeden mi süâl olunuruz. Hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki, şimdi ne aklda isen, kabrde de böyle
olursun.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri dediler ki, böyle oldukdan
sonra,
üzülmeğe lüzûm yokdur. Sonra, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
vefât
etdi. Kabre defn etdikden sonra, hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ
anh'
falan zemânda, hazret-i Ömerin böyle söylemiş olduğu hâtırına geldi.
Göreyim
da'vâsının erimidir, diyerek kabrine geldi. Mubârek gözlerini yumup,
kalb-i
şerîflerini hazret-i Ömerin ahvâline yöneltip, tam bir teveccüh ile
murâkabeye
vardıklarında, Allahü teâlâ gözlerinden perdeyi kaldırıp, ahvâli
[durumu]
müşâhede etdiler. Gördüler ki, Münker ve Nekîr heybetle gelip, hazret-i
Ömere dediler ki, (Rabbin kim, dînin nedir, Peygamberin kimdir).
Hazret-i
Ömer onlardan süâl buyurdular ki, yedinci gökden buraya kadar, ne
mikdâr
yol geldiniz. Dediler ki, yedibin yıllık yoldur. Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdular ki, yâ siz yedibin yıllık yoldan gelinceye kadar
Hâlıkı unutmadınız. Bugün evimden çıkıp, kabre gelince, Rabbimi ve
dînimi
ve Peygamberimi nasıl unuturum. Melekler dediler ki, yâ Ömer biz de
senin
böyle cevâb vereceğini bilirdik. Lâkin bu heybetle gelip, süâl etmeğe
me'mûruz.
Sonra, hazret-i Alî 'kerremallahü teâlâ vecheh' mubârek gözlerini açıp,
Allahü teâlâ mubârek etsin, Ömer da'vâsının eri imiş, dedi.
Ba'zı rivâyetde mübâlaga etmişler ki, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' meleklere cevâb verdikden sonra, herbirisini bir eli ile sağlam
tutdu
ki, söz veriniz ki, bundan sonra böyle, ümmet-i Muhammedden bir ferde
bu
heybetle gelmeyesiniz. Yemîn teklîf etdi. O iki melek hazret-i Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anh' iltimâsına müsâde edip, ümmet-i Muhammede bu sûretle
gelmiyeceklerini
iltizâm eylediler. İnşâallahü teâlâ, bu heybet ile gelmezler. Allahü
teâlâ
herşeye kâdirdir.
Hazret-i Ömerin 'radıyallahü anh' hilâfet müddetleri on sene, altı
ay, yedi gündür. Ömrü şerîfleri altmışüç sene on gündür. Ömrleri
müddetinde,
on hac yapdılar. Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Ma'lûm olsun
ki,
hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' zikr olunan bu güzel
menkıbeleri,
kemâl güneşinden zerre değildir. Lâkin îmânı olanlara bu kadar yeter.
Eğer
kalbinde ta'assub hastalığı yok ise, dahâ çok anlatılmasını ister ise,
sâbıkda zikr olunan (Bostânürriyâd) ve (Safvetüssafve) adlı kitâblara
baksın
ve (Tefsîr-i kebîr)de, Kehf sûresinin onuncu âyetinin tefsîrine
baksınlar.
[(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki göz bebeği) kısmını da
lütfen
okuyunuz!]
Elliikinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî 'rahimehullahü teâlâ'
(Meâlim-üt-tenzîl)de,
Sûre-i Bekarada, meâl-i şerîfi (Ey mü'minler, siz makâm-ı İbrâhîmi
nemâzgâh
[nemâz kılınacak yer] ahz edin!) olan (126.cı) âyet-i kerîmesinin
tefsîrinde,
rivâyet etmişler ki; bize Abdülvâhid el Melîhî haber verdi. Ona Ahmed
bin
Abdüllah Nâimî, ona Muhammed bin Yûsüf ve ona Muhammed bin İsmâ'îl ve
ona
Müseddid ve o da Yücâdan ve o da Hamîdden ve o da Enes 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerinden bildirmişdir. Ömer-ibnül Hattâb 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri buyurdu ki, vallahi ben Allahü teâlâ hazretlerine üç
şeyde
muvâfakât etdim ve Rabbim celle şânühü hazretleri de bana üç şeyde
muvâfakât
etdi. 1' Yâ Resûlallah, ne olaydı makâm-ı İbrâhîmi musallâ ittihâz
edeydiniz
[nemâz kılınacak yer yapsaydınız], dedim. Hemen Allahü tebâreke ve
teâlâ
meâl-i şerîfi, (Ey mü'minler, siz makâm-ı İbrâhîmi nemâzgâh edinin!)
olan
âyet-i kerîmeyi gönderdi. 2' Dedim ki, yâ Resûlallah! Sizin yanınıza
biz
de geliyoruz. Fâsıklar da geliyor. Ne olaydı ümmehât-ı mü'minîne hicâb
ile emr buyursaydınız.Hemen Allahü teâlâ azze şânühü hazretleri hicâb
âyetini
inzâl etdi. 3' Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ba'zı
hanımları
birbirleri arasında nizâ' etmişler idi. Bu hâdiseyi işitip, Onlara
vardım.
Böyle yapıp, Resûlullahı üzerseniz, Allahü teâlâ, kendi Resûlüne sizden
hayrlı hâtunlar verir, dedim. Hemen Allahü teâlâ; meâl-i şerîfi
(Resûlüm,
eğer sizi boşarsa, Onun Rabbi, sizi pek yakında, sizden hayrlı hanımlar
ile değişdirir...) olan Tahrîm sûresi beşinci âyetini gönderdi.
Elliüçüncü Menâkıb: Yine İmâm-ı Begavî 'rahimehullahü teâlâ'
(Meâlim-üttenzîl)de
sûre-i Bekarada; meâl-i şerîfi (Senden içki ve kumarı sorarlar ise,
onlara
de ki, ikisi de büyük günâhdır ve insanlara menfe'atleri vardır.
Günâhı,
zararı, fâidesinden büyükdür, çokdur.) olan ikiyüzondokuzuncu âyet-i
kerîmenin
tefsîrinde, beyân buyurmuşlardır ki, bu âyet-i azîme nâzil oldu. Ömer
bin
Hattâb ve Mu'âz bin Cebel ve ensârdan bir ferd 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine geldiler.
Dediler
ki, yâ Resûlallah! Bize içki ve kumar hakkında fetvâ ver. Zîrâ içki,
aklı
gidericidir. Kumardan murâd kârdır. Malın yok olmasına sebeb oluyor.
Hemen
Allahü teâlâ azze şânühü bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. Cümlenin
kavli
ki içkinin kötülüğü hakkında müfessirlerin beyân buyurdukları üzere
budur
ki, muhakkak ki, Allahü tebâreke ve teâlâ içki hakkında, Mekke-i
Mükerremede
dört âyet-i kerîme gönderdi. Meâl-i şerîfi (Size hurma ve üzümden elde
edilenleri içiririz. İşte bunda da aklını kullanacak bir kavm için bir
alâmet vardır.) olan Nahl sûresi 67.ci âyet-i kerîmesi, bunlardan
biridir.
Müslimânlar o sıralarda içki içerler idi. Müslimânlara halâl idi.
Sonra,
Ömer ve Mu'âz 'radıyallahü anhüm' içki ve kumarın hükmünü sordu. Bekara
sûresi 219.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki, muhakkak Allahü teâlâ önce büyük
günâhdır
buyurmakla, içkinin harâmlığına işâret etdi. Sonra, insanlara fâideleri
vardır buyurmakla, içkinin halâllığına işâret etdi. Bu âyet-i kerîmenin
nüzûlünden sonra, Eshâb-ı kirâmın ba'zısı büyük günâh buyurulduğu için,
içkiyi terk etdi. Ba'zısı insanlara fâidesi vardır buyurulduğu için,
terk
etmedi. O sırada Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
birkaç sahâbeyi ziyâfete da'vet etdi. Onlara içki getirdi. İçip, serhoş
oldular. Akşam nemâzı oldu. Cemâ'at ile nemâz kıldılar. İmâm olan,
(Kâfirûn)
sûresini okudu. İkinci âyet-i kerîmedeki (Lâ) lafzını okumadı, terk
etdi.
Allahü teâlâ bundan sonra meâl-i şerîfi (Ey îmân edenler! Ne
söylediğinizi
bilmeniz için serhoş olduğunuz zemân nemâza yaklaşmayınız) olan Nisâ
sûresinin
kırkikinci âyet-i kerîmesini gönderdi. Serhoşluğu, nemâz vaktinde harâm
kıldı. Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, bir kısmı temâmen içkiyi yasak
etdiler.
Dediler ki, nemâza mâni' olan şeyde hayr yokdur. Bir kısmı da, nemâz
vaktinin
hâricinde içerler idi. Hattâ bir kişi yatsı nemâzını edâ etdikden sonra
içki içer, sabâha kadar serhoşluğu giderdi. Sabâh nemâzını kıldıkdan
sonra
içenin öğle nemâzında serhoşluğu gider idi. Abbâd bin Sâmit bir ziyâfet
hâzırladı. Müslimânlardan birkaç kişiyi da'vet etdi. Sa'd bin Ebî
Vakkâs
onların içinde idi. Abbâd ise, bir deve başı kızartmışdı. Yidiler ve
içki
içdiler. Hattâ serhoş oldular. Sonra başladılar nesebleri ile iftihâr
etmeğe
ve şi'rler söylemeye. Sa'd bir kasîde okudu ki, o kasîde Ensârı
kötülüyor.
Kendi kavmi Kureyşi medh ediyordu. Ensârdan bir kişi devenin çene
kemiğini
alıp, başına vurup, başından muvaddıha mikdârı yardı. [Başın kemiğinin
beyâzlığına kadar yarılması.] Sa'd kalkıp, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-u şerîflerine varıp, ensârdan o
kişiden
şikâyet etdi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' orada hâzır idi.
Dedi
ki, (Yâ Rabbî, bize içki hakkında kesin emrini bildir.) Hemen Allahü
teâlâ
hazretleri meâl-i şerîfi, (Ey îmân edenler! İçki, kumar, putlar, kumar
okları, pisdir, şeytân işidir. Bunlardan sakınınız ki, felâh bulasınız.
Şeytân içki ve kumar ile aranızda düşmanlık, buğz meydâna getirmek
ister.
Böylece Allaha ibâdetden ve bilhâssa nemâzdan alıkoyar. O hâlde onlara
artık son vermez misiniz!) olan Mâide sûresinin 90-91.ci âyet-i
kerîmelerini
gönderdi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki (Biz ona son
verdik, yâ Rabbî.)
Ellidördüncü Menâkıb: Yine İmâm-ı Begavî 'rahimehullahü teâlâ'
(Meâlimüttenzîl)de
sûre-i Bekaranın, meâl-i şerîfi (Kadınlarınız çocuk yetişdiren
tarlanızdır.
O hâlde tarlanıza dilediğiniz gibi varın...) olan 223.cü âyet-i
kerîmesinin
tefsîrinde beyân etmişdir. Bize Ebû Sa'îd Ahmed bin İbrâhîm Şüveyhi
haber
verdi. Ona Ebû İshak Sa'lebi, ona Abdüllah bin Hâmid İsfehânî, ona
Muhammed
bin Ya'kûb, ona ibnil Münâdî, ona Yûnüs, ona Ya'kûb Kumî haber verdi. O
Ca'fer ibni Mugayreden rivâyet eder. O Sa'îd bin Cübeyrden, o İbni
Abbâsdan 'radıyallahü anhümâ' rivâyet eder. Hazret-i Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh'
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-u
şerîflerine
geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Ben helâk oldum. Habîbullah hazretleri
buyurdular ki, nedir o şey ki, seni helâk eyledi. Dedi ki, dün gece
hanımım
ile sünnete uygun olmıyan bir şeklde berâber oldum. [Rahl lügâtde
devenin
semerine derler. Bu makâmda rahlin tahvîlinden murâd, avreti ile
sünnete
uygun olmıyan şeklde muvâka'a etmekdir. Ya'nî, ehlimle sünnete uygun
olmıyarak
yakın oldum, demekdir.] Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri aslâ cevâb vermedi. Allahü teâlâ hazretleri o vakt bu âyet-i
kerîmeyi inzâl buyurdu. (Bekara sûresi 223.cü âyet-i kerîmesi.)
(Kadınlarınız
ile istediğiniz şeklde ve istediğiniz zemân cimâ edebilirsiniz. Yalnız
livâta şeklinde ve hayz zemânında yaklaşmak harâmdır.)
Ellibeşinci Menâkıb: Ömer-ül Fârûkun 'radıyallahü teâlâ anh' şânı ile
alâkalı inzâl olan âyet-i kerîmeler: Önce diyelim ki, Onun şânını
bildiren
âyet-i kerîmeler Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
gönderilmişdir.
1' Bunlardan birisi; meâl-i şerîfi (Ey Resûlüm! Cebrâîle düşman
olanlara
de ki, ona düşmanlığa sebeb yokdur. O, Allahü teâlânın emri ile
Kur'ân-ı
kerîmi senin kalbine, dahâ önce inen kitâblara muvâfık olarak,
mü'minleri
hak dîne hidâyet ve Cennete gireceklerini müjdelediği hâlde indirdi.
Bir
kimse Allahü teâlâya, Meleklerine, Peygamberlerine, Cebrâîle ve Mikâîle
düşman olursa, Allahü teâlâ kâfirlere düşmandır) olan doksanyedi ve
doksansekizinci
âyet-i kerîmeleridir. Bu âyet-i kerîmelerin nüzûl sebebi şu idi.
Abdüllah
bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' der ki, İbni Suryâ adlı bir
yehûdî,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerine
geldi. Çok delîller söyledi. Hüccetleri [delîlleri] bitdi. Dedi ki, yâ
Resûlallah! Gökden sana hangi melek gelir. Buyurdular ki, Cebrâîl
gelir.
Dedi, eğer Mikâîl gelse idi, sana îmân getirirdim. Zîrâ Cebrâîl
düşmanımızdır.
Bizim ile çok düşmanlıklar etmişdir. Bize kat'i düşmanlığı o oldu ki,
Allahü
tebâreke ve teâlâ bizim Peygamberimize Buhtunnasar adlı kişi tarafından
Beyt-ül-mukaddes harâb olsa gerekdir diye vahy etdi. Peygamberimiz de
bize
haber verdi. Biz de, Buhtunnasârı katl edecek kuvvetli bir kişiyi
bulduk.
O vakt Cebrâîl aleyhisselâm gelip, onu katl olunmakdan kurtarmış. O
merde
demiş ki, eğer Hüdâ-i Rabbil âlemîn irâde etmiş ise, sizi onun üzerine
musallat etmez. Eğer irâde etmemiş ise ne sebeb ile onu katl edersiniz.
O merd [yiğit] de bu sözü ondan kabûl edip, geri dönmüş. O vaktden beri
Cebrâîli düşman tutarız. Bir kerre de dediler ki, onların Cebrâîl ile
düşmanlıklarına
sebeb odur ki, inançlarınca, Cebrâîl aleyhisselâma demişlerdi ki,
Peygamberliği
bize getir. O gayriye götürmüş.
İmâm-ı Süddî der ki, Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
bir âdeti var idi. Gidip-geldiği yolu yehûdîlerin toplandığı yere
uğrardı.
Varıp, onların yanına girerdi. Onların sözünü dinlerdi. Onlar ile
konuşurdu.
Onlar, yâ Ömer! Biz seni Muhammedin eshâbının hepsinden çok severiz.
Zîrâ
onlar gelip-geçerken, bizim üzerimizden geçerler. Bizi rencîde ederler.
Sen bizi incitmezsin. Hattâ dersimizi dahî dinlersin. Seni onun için
severiz,
derler idi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Allahü
teâlâ
hakkı için ki, ben sizin yanınıza dost olmak için gelmem. Size
birşeyler
sormamdan maksad, hâşâ ki dînimden şübhem olduğundan değildir. Süâlime
sebeb odur ki, şirkinizin aslını iyice öğreneyim. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin şânındaki eserlerini ve
burhânlarını
ve ni'metlerini [üstünlüklerini] sizin kitâblarınızda çok görürüm. Siz
bedbahtlığınızdan ve kötü düşünceli olduğunuzdan îmân getirmezsiniz.
Dediler
ki: Yâ Ömer! Hazret-i Muhammede devâmlı hangi melek gelir. Hazret-i
Ömer
buyurdu: Cebrâîl aleyhisselâm gelir. Dediler; biz Cebrâîli sevmeyiz.
Muhammedi
bizim sırlamıza muttâli' eder. Bir yere gelen azâbı veyâ kıtlığı veyâ
yıldırımı
Cebrâîl getirir. Mikâîl iyidir ki, sulhu, emniyyeti ve bol ni'meti
getirir.
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu: Ey bîçâreler! Siz
Cebrâîl
aleyhisselâmı bilirsiniz ve Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerini inkâr mı edersiniz. Ben şehâdet ederim o kimseye ki,
hazret-i
Cebrâîli düşman tutar, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin düşmanı
olur.
Oradan Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
huzûr-ı şerîflerine geldi. Cebrâîl aleyhisselâm ondan önce gelip,
yukarıda
bahs edilen âyet-i kerîmeyi getirmişdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri, hazret-i Ömere okuyup, buyurdu ki, (Yâ Ömer!
Senin
Rabbin sana muvâfakat etdi). Hazret-i Ömer şâd olup, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine şükr etdi. Buyurdu ki; bundan sonra, kendimi dîn-i
islâm
üzerine taşdan katı buluyorum.
İşâret: Sübhânallah. Yehûdîler, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmı, bizim
dînimiz vilâyetinin izzeti onun sebebi ile harâb olmuşdur, diye düşman
tutarlar. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurur: Cebrâîl her ne
yaparsa,
bizim emrimiz ile yapar. Râfizîler ve mübtedı'ler [bid'at sâhibleri],
Ebû
Bekri ve Ömeri 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerini niçin düşman
tutarsınız.
Onlar, hilâfet hazret-i Alînin hakkı idi, ondan aldılar; diye düşman
tutarlar.
Bu sözleri yalandır ve bühtândır. Zîrâ eğer onun hakkı olsa idi,
kendileri
alırdı. Ey yehûdî! Sen Cebrâîli düşman tutarsın. Biz onu dost tutarız.
Eğer sizin helâk ve azâbınız, Cebrâîlin elinde oldu ise, kâfirlerin
helâk
olması lâyıkdır. Bizim Resûlümüzün zaferi, nusreti Cebrâîl ile oldu.
(Rabbiniz
size nişânlı, beş bin melek ile imdâd edecekdir) [Âl-i imrân sûresi
125.ci
âyet-i kerîme meâli.] Yâ Râfizî! Siz Ebû Bekr ve Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anhümâ' hazretlerini düşman tutarsınız. Biz dost tutarız. Sizin
helâkınız
onların sebebi ile olursa, lâyıkdır. İslâmiyyetin nusreti onlar sebebi
iledir. (Onlar gayba îmân ederler!) (Ey Habîbim! Sana, Allah ve
mü'minlerden
sana tâbi' olanlar yetişir!) [Enfâl sûresi 64.cü âyet-i kerîme meâli.]
2' Bir âyet-i kerîme de şudur: Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri, dinde gayret sâhibi, merd bir zât-ı şerîf idi. Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin harem-i
şerîflerinde,
bir gün dedi ki, ne olaydı, emr geleydi de, Resûlullahın
se'âdethânelerine
destûrsuz girmeselerdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazret-i Ömerin sözüne
muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (Ey îmân edenler! Resûlümün evine
yemeğe da'vet olunmaksızın ve vaktine bakmaksızın girmeyin.) [Ahzâb
sûresi
53.cü âyet-i kerîme meâli.] İbni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
buyurdular
ki, bu âyet-i kerîme bir grub hakkında nâzîl olmuşdur. Onlar Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ta'âmı vaktini
gözleyip,
o vaktde varıp, Resûlullahın yanında otururlar idi. Ta'âm gelir yirler
idi. Sohbet ederlerdi. Dışarı gitmezlerdi.
3' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir hizmetçisini,
hazret-i Ömeri 'radıyallahü teâlâ anh' çağırması için gönderdi. Kaylûle
vakti idi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri uyumuşdu. O hizmetçi
bağırdı. Uyanmadı. Kapıyı açıp, içeri girdi. Hazret-i Ömerin teninden
bir
mikdâr açılmışdı. O hizmetçi hemen dışarı çıkdı. Dedi ki, ey Allahım,
Ömeri
sen uyandır. Bir kerre dahâ bağırdı. Hazret-i Ömer uyandı. Hizmetçinin
içeri girip, açılan yerini gördüğünü anladı. Üzüldü. Ne olaydı, sabâh
vakti
ve kaylûle vakti ve akşam vakti, bu üç vaktde, halk evlerinde uyurlar.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden buyruk nâzil olsaydı da,
birbirinin
evine izn ile girselerdi. Hazret-i Ömerin 'radıyallahü anh' sözüne
muvâfık
Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Ey îmân edenler! Sizin
mülk-i yemîninizde olan kız, erkek, köle ve hür çocuklarınızdan, bülûg
çağına ermiyenler, üç vaktde yanınıza girerken, izn istesinler. Zîrâ
sabâh
nemâzından önce, öğle vaktinde ve yatsı nemâzından sonra örtünmeniz zor
olur. [Elbiseler değişdirilir.] Bu üç vaktin dışında, birbirinizin
yanına
girmenizde size, hizmetçi ve çocuklarınıza günâh yokdur. Allah size
hükm
âyetlerini böylece bildiriyor. Allah sizin hâlinizi bilir. Ve
islâmiyyetin
hikmetini icrâ eder. Çocuklarınız bülûg çağına erişince, onlardan önce
bâlig olanların izn istediği gibi her vaktde izn istesinler.) [Nûr
sûresi
58.ci âyet-i kerîme meâli.]
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' uyumuş idi. Hizmetçinin bağırması ile
uyanmadı. Avret yerini gördü. Uyanmadı. Uyanınca üzüldü. Biz gâfiller,
bu kadar âsî ve bîçâre [çâresiz] kullarız. Allahü teâlâ çağırıyor,
uyanmıyoruz.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' çağırıyor, uyanmıyoruz.
Melekler dâimâ günâhlarımızı görüyor. Uyanmıyoruz. Allahü teâlâ
hazretleri
hergün, gafletden uyansınlar diye, binlerce günâhımızı görür, örter.
Nicelerini
afv eder, yine korkmuyor, uyanmıyoruz.
Nükte: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin gönlünün
gamlanmasından dolayı bu üç vaktde, bütün çocukları, Allahü teâlâ
anadan
ve babadan geri tutmuşdur. Kıyâmet gününde âsîlerin gönlünün gamından
dolayı,
ayrılık ateşini gönüllerden uzak tutması acâib değildir.
4' Mekke-i mükerreme ileri gelenlerinden bir cemâ'at, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine uğradılar. Bakdılar ki, meclis-i
şerîflerinde
Suheyb-i Rûmî ve Habbâb bin Erat ve Bilâl-i Habeşî ve Ammâr bin Yâser
ve
Selmân-ı Fârisî oturmuşlar 'radıyallahü teâlâ anhüm.' Bunlar, üzerinde
yün elbise bulunan fakîr sahâbîler idi. O cemâ'at dediler ki, ey
Muhammed!
Râzı oldun mu, bir gruba ki, senin etrâfında oturmuşlardır. Biz
gelelim,
onlar ile oturalım mı? Hâlbuki bunlar bizim kullarımızdır
[kölelerimizdir],
hizmetçilerimizdir, câriyelerimizdir. Bunları kendinden uzak tut. Tâ
ki,
biz sana tâbi' olalım. Bir rivâyetde gelmişdir ki, dediler, yâ
Muhammed!
Sen sedirde otur. Biz senin etrâfında oturalım. Onları uzak oturtup,
bizler
onların yününden ve hırkalarından râhatsız olmıyalım. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu: (Mü'minleri kendi yanımdan
uzaklaşdıramam).
Onlar da dediler ki, bize ayrı meclis ile toplantı yap. Bizim senin
yanındaki
fazîletimizi bilsinler. Onlar ile berâber olmamız, bize ar olur.
Kavmimiz
bizi bunlar ile oturmuş görmesin. Biz gelince onlar meclisden
kalksınlar.
Onlar gelince biz kalkarız. Sen yine onlar ile oturmaya devâm edersin.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu: (Peki!) Onlar
dediler
ki, bu cümle üzerine bize bir nâme yaz. [Ya'nî bir kâğıda yaz.]
Server-i
kâinât kâğıd istedi. Nâme yazmak için Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerini
çağırdı. Allahü teâlâ hazretleri, Cebrâîl aleyhissalâtü vesselâm
hazretleri
ile bu âyet-i kerîmeyi gönderdi: (Sabâh-akşam Rabbine ihlâs ile düâ
eden
kimseleri yanından uzaklaşdırma. Müşriklerin îmâna gelme hesâbı senden,
senin hesâbın da onlardan sorulmaz! Kâfirler îmâna gelsinler diye
mü'minleri
yanından kovarsan zâlimlerden olursun!) [En'âm sûresi 52.ci âyet-i
kerîme
meâli.] Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yazıyı yazmadı.
Selmân-ı Fârisî 'radıyallahü teâlâ anh' diyor ki: Resûlullah, mescidin
bir köşesinde oturmuşdu. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' bize okudu: (Âyetlerimize inananlara selâm ver
ve de ki, Rabbiniz size rahmet etmeği üzerine almışdır. Sizden biriniz,
zararını düşünmeden bir günâh işlese, sonra bir dahâ yapmıyacağına azm
ederek tevbe etse, hâlini düzeltse, Allahü teâlâ onun günâhını
bağışlar.
Ve tevbesini kabûl etmekle rahmet eder.) [En'âm sûresi 54.cü âyet-i
kerîme
meâli.] Resûlullah o şeklde oturur idi ki, bizim dizlerimiz mubârek
dizlerine
değerdi. Kalkmak isterler idi. Evvelâ biz kalkardık. Resûlullahı oturur
şeklde bırakırdık. Sonra o kalkardı. Buyurdu ki, Allahü teâlâya şükrler
olsun ki, beni öldürmezden evvel, bana emr etdi ki, (müslimânlardan bir
grub ile berâber bulunmağa sabr et.)
İkrime 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, Kureyşden bir tâife geldiler.
Ebû Tâlibin yanına varıp dediler: Halk bizi Muhammed ile oturur
görürler
ise, onlar da ona mutî' olurlar. Ondan sonra bizi o kullar [köleler]
ile
oturur görürler ve bizi kötülerler. Var Muhammede söyle ki, onları
yanından
uzak etsin. Biz de Ona îmân getirelim. Sonra Ebû Tâlib bu haberi Ona
götürdü.
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü anh' dedi ki, böyle eyle yâ Resûlallah,
görelim
dediklerini yaparlar mı ve sözleri üzere dururlar mı. Bunun üzerine bu
âyet-i kerîmeler nâzil oldu. [En'âm sûresi 52, 53, 54.cü âyet-i
kerîmeleri.]
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bu âyet-i kerîmeleri işitdiği gibi, geldi,
özr diledi. Söylediği sözlerden pişmân oldu. Allahü teâlâdan hitâb-ı
izzet
geldi ki, yâ Muhammed! Benden Ömere selâm eyle ki, senin menzilin ve
merteben
bizim katımızda yüksekdir. Bu kadar zelle ile kendi dergâhımdan seni
red
etmem. Senin özr dilemeğe geleceğini bildiğim için, selâmımı önce
gönderdim.
O yerdeki senin günâhını yazdım. Özrden evvel rahmetimi mukâbilinde
yazdım.
Onun ile olan bağlılığımız çok kuvvetlidir. Zelle ile kesilmez,
buyurdu.
(İşâret): Hak sübhânehü ve teâlâ bu âyet-i kerîmede, Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini beş def'a andı [zikr etdi]. (Sana geldiği
vaktde),
(Îmân getirmek), (günâh işlemek), (Tevbe etmek), (Hâlini islâh etdi).
Allahü
tebâreke ve teâlâ, hazret-i Ömeri beş nesne ile yâd etdi [zikr etdi].
(Selâmün
aleyküm) diyerek selâm etdi. (Sizin Rabbiniz vâcib kıldı), buyurarak
haber
verdi. (Kendi nefsi üzerine rahmet etmeği), buyurarak rahmet etdi.
(Cehâlet
ile bilmiyerek günâh işledi), diyerek günâhdan ma'zûr tutdu. (Allah afv
edici ve tevbeyi kabûl etmekle rahmet edicidir), buyurarak afv etdi.
(Nükte): Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir günâh işledi. Özr
diledi. Allahü teâlâ, onunla böyle mu'âmele eyledi. Hazret-i Ömerin
dostları
işitsinler ki, şâd olsunlar. Allahü teâlâ dostlarını Ömere ortak
eyleyip,
bizim üzerimize selâm söyledi. Ve rahmetine ortak etdi. (Rahmetim
herşeyi
içine almışdır) buyurdu. Meleklerini gönderdi. (Melekleri gönderdik)
buyurmuşdur.
Özrünü kabûl etdi. (Allah kullarının tevbesini kabûl eder) buyurmuşdur.
Magfiret etdi. (Ey Resûlüm! Nefslerini isrâf eden kullarıma, Allahın
rahmetinden
ümmîd kesmemelerini söyle!) buyurmuşdur.
5' Diğer bir âyet-i kerîme şudur: Uhud cenginde Ebû Süfyân henüz
müslimân
olmamış iken bize dedi ki, (bizim uzzamız var, sizin uzzanız yokdur.)
Ömer
ibnül Hattâb cevâb verip, buyurdu ki, (bizim mevlâmız var, sizin
mevlânız
yokdur). Allahü teâlâ hazretleri Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
kavline muvâfık bu âyet-i kerîmeyi gönderdi. (... Mü'minlerin yardım
görmesi
ve kâfirlerin kahr olması, Allahü teâlânın mü'minlere velî olması ve
yardım
etmesidir. Kâfirlerin mevlâsı, onların azâbını men' eden bir
yardımcıları
yokdur.) [Muhammed sûresi 11.ci âyet-i kerîme meâli.] Bu âyet-i kerîme,
ehl-i Mekkenin îmân getirmiyenlerini korkutucu ve tehdîd edici
mâhiyyetdedir.
6' Diğer bir âyet-i kerîme şudur. Münâfıklardan Abdüllah bin Ebî Selül
hasta oldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' iyâdetine
[hasta
ziyâretine] vardı. İbni Ebî Selül, Habîbullah hazretlerine dedi ki, ben
öldüğüm zemân nemâzımı kıl. Kabrim üzerinde dur. Bana düâ et. Kendi
kaftanını
kefen et. Sonra İbni Ebî Selül öldü. Resûlullah hazretleri diledi ki,
nemâzını
kılsın. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, yâ Resûlallah! Onun
üzerine
nemâz mı kılacaksın. Hâlbuki o sana böyle böyle işler etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu:
Elini benden kaldır.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' de; gitme, dedi. Habîb-i ekrem yine o
cevâbı
verdi. Üçüncü kerre, Server-i âlem buyurdu ki, eğer bilse idim ki,
Allahü
tebâreke ve teâlâ rahmet eder. Yetmiş kerre Allahü teâlâ hazretlerinden
ona istigfâr ederdim. Zîrâ ben istigfârda muhayyer kılındım. Sonra,
mubârek
gömleğini kefen yapıp, kabre koydu. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' der
ki,
bu hâlde ben hayretde kaldım. Allahü teâlâ ben kulunun kavline muvâfık
şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu: (Münâfıklardan ölen kimselerin
nemâzını
kılma. Kabri üzerinde durma. Çünki onlar, Allaha ve Resûlüne îmân
etmeyip,
münâfık olarak öldüler.) [Tevbe sûresi 84.cü âyet-i kerîmesi meâli.]
Resûl-i
ekrem hazretleri bu âyet-i kerîmeden sonra, hiçbir münâfık üzerine
nemâz
kılmadı. Kabri üzerine durmadı. Ya'nî, ey benim Resûlüm! Düâ etme ki,
eğer
düâ etsen, icâbet etmesem, senin şânına noksanlık olur. Eğer icâbet
etsem
benim hikmetime lâyık olmaz. Kıyâmet gününde ben derim ki, ey benim
Resûlüm!
Sen şefâ'at eyle, tâ ki, ben bağışlayayım. Eğer şefâ'at etmez isen,
senin
haşmetine uygun olmaz. Eğer rahmet etmesem benim keremime naks olur.
Sen
şefâ'at et. Tâ ben bağışlayayım.
7' Diğer bir âyet-i kerîme şudur: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem', Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' hakkında, hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ile meşveret etdi. Buyurdu ki, yâ Ömer!
Sen
hazret-i Âişe hakkında söylenenlere ne dersin. Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, yâ Resûlallah! Bir dahâ bu sözü dinlemeyiniz. (Bu
büyük
bir iftirâdır.) Bu sözü söylemek ve kalbine getirmek kimsenin haddi
değildir.
Hazret-i Âişe pâk ve pâkizedir. Onlar ehl-i îmândır. Allahü teâlâ
hazretleri,
hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' kavline uygun bu âyet-i
kerîmeyi
inzâl buyurdu: (Onu işitdiğinizde, niçin bize o sözü söylemek yakışmaz!
Yâ Rabbî! Seni tenzîh ederiz. Bu Server-i âlemin hanımına atılan büyük
bir iftirâdır, demediniz!) [Nûr sûresi 16.cı âyet-i kerîme meâli.]
8' Diğer bir âyet-i kerîme şudur: Allahü tebâreke ve teâlâ Âdem
safîyullahın 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' zürriyyeti
şânında bu âyet-i
kerîmeyi irsâl buyurdu: (Biz insanı (Âdemi) muhakkak ki çamurun
hulâsasından
yaratdık. Sonra, Âdemin neslini sağlam bir yerde (rahîmde) bir nutfe
(az
bir su) yapdık. Sonra, o nutfeyi kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan
sonra,
kan pıhtısını bir parça et yapdık. O et parçasını da kemikler hâline
çevirdik.
Kemiklere de et giydirdik. Sonra, ona başka bir yaratılış (rûh) verdik.
Bak ki, şekl verenlerin en güzeli olan Allahın şânı ne kadar yücedir.)
[Mü'minûn sûresi oniki, onüç, ondördüncü âyet-i kerîme meâlleri.]
Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bu âyet-i kerîmeyi okudu. Hayretde kaldı.
(Kudreti ve hikmeti sebebi ile Allahü teâlânın şânı büyükdür.
Kudretlilerin
en güzelidir) dedi. Hazret-i Ömerin buyurduğu gibi, âyet-i kerîme indi.
Bu zikr etdiğim âyet-i kerîmeleri Kur'ân-ı azîmüşşân tefsîrlerinden,
kudretim yetdiği kadar aldım. Bundan sonra o haberleri zikr edelim ki,
hocalarımızdan ve üstâdlarımızdan işitdik. İnşâallahü teâlâ.
Ellialtıncı Menâkıb: Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hakkındaki hadîs-i
şerîfler.
1' Ebû Hüreyreden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet olunur. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu: Kıyâmet günü
dîn-i
islâm mahşere güzel sûretde ve süslenmiş olarak gelir. Hak Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri bu durumu bilir iken, sorar ki, sen kimsin. İslâm der
ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben islâmım. Allahü teâlâ buyurur. Bunu Cennete
iletin.
İslâm der ki, yâ ilâhel âlemîn. Beni azîz tutup, ikrâm eden kimseleri,
azîz tutup, ikrâm etmedikçe, bana yardım edenlere yardım etmeyince ve
bana
yer verenlere, yer vermeyince, ben Cennete gitmem. Allahü teâlâ emr
eder
ki, var o kimseleri getir ki, seni azîz tutmuşdur. Ve sana nusret
etmişdir.
O vakt islâm gelip, halkın safları arasında gezer. O sırada Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini görüp, elinden tutup, seslenir (bağırır) ve der
ki, İlâhî! Bu o kimsedir ki, beni herkesin sürdüğü zemân, bana kendi
yanında
yer veren, kabûl eden, azîz tutandır. Halk beni o vakt red etdiler. Bu
kimse bana nusret [yardım] etdi. Halk beni kendilerinden uzak etdiler.
Bu zât beni azîz etdi. O vakt halk beni zelîl etdiler. Allahü tebâreke
ve teâlâ buyurur: Onu Cennete ilet. İslâm der ki, yâ Rabbel âlemîn! Tâ
kıyâmete dek, her kim (hazret-i Ömeri sever) beni sever, onları da
Cennete
iletmeyince bunu iletmem. Allahü teâlâ ve tekaddes kabûl buyurur. Öyle
yap! İslâm mahşerde safların arasında dolanır. Her kim ki, hazret-i
Ömeri
sever. Onun elini tutup, hazret-i Ömer ile Cennete iletir.
2' Ömer 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinden rivâyet eder. Buyurdu: Yâ Ömer! Cebrâîl
'aleyhissalâtü
vesselâm' benim yanıma geldi. Dedim, yâ Cebrâîl! Bana, Ömer bin
Hattâbın
göklerdeki fazîletinden haber ver. Dedi ki, yâ Muhammed 'sallallahü
aleyhi
ve sellem'! Ömerin göklerdeki fazîletlerinden ve menâkıbından eğer sana
haber verirsem, hazret-i Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâmın
ömrünce ki, kavmi yanında bin seneden elli sene eksikdir, henüz
fazîletlerini
söylemeğe kâdir olamam. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurur: Korkunuz! Ömerin hışmından ki, o gadablı olunca,
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri ondan ötürü gadablı olur.
3' Sa'îd bin Cübeyr, İbni Abbâsdan 'radıyallahü teâlâ anhüm' rivâyet
etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurur
ki: Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi ve dedi ki: Allahü tebâreke
ve teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu ki, Ömere benden selâm et! Ona
haber ver ki, Onun rızâsı benim hükmümdür. Onun hışmı benim adlimdir.
4' Gudayf bin Hâris 'radıyallahü anh' rivâyet eder. Bir genç, Ebû Zer-i
Gıfârînin 'radıyallahü anh' yanına geldi. Ebû Zer hazretleri o gence
dedi
ki, benim için Hak Sübhânehü ve teâlâdan istigfâr et, afv edilmemi
iste.
O genç dedi ki, yâ Ebâ Zer! Sen hazret-i Resûlullahın 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' sohbetinde bulunmuşsun. Ben senin nasıl afv olunmanı
isterim. Ebû Zer; 'olsun, iste' dedi. Genç dedi, bana haber ver ki, ben
de ne hayrlı işâret gördün ki, benim düâmı ve istigfârımı istersin. Ebû
Zer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki; Bundan dolayı ki, sen hazret-i
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' önünden geçiyordun. Ömer 'radıyallahü
teâlâ anh'
bu iyi gençdir, buyurdu. Ben ki, Ebû Zer'im. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden işitdim ki, buyurdu: (Allahü teâlâ,
doğru
sözü, Ömerin dili üzerine koymuşdur.)
5' Ya'lâ bin Ziyâd rivâyeti ile, hazret-i Hasen 'radıyallahü teâlâ
anh' buyurdu ki: Bir vakt hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' Ebû Zer
hazretlerinin elini tutup, sıkdı. Ebû Zer, elimi bırak, incitdin, yâ
islâmın
kilidi, dedi. Hazret-i Ömer, yâ Ebâ Zer, bu söylediğin nasıl bir
sözdür.
Ebû Zer dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn, aklında mıdır (hâtırlar mısın),
falan
vakt, falan günde ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdu ki: Eğer aranızda yayılacak fitnelerden korkuyor iseniz, Ömerin
bereketi ile onlar size erişmez. Yâ Ömer, sen islâmın kilidisin.
6' Hazret-i Enes 'radıyallahü teâlâ anh' haber verdi. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Ömerin yüzüne bakıp, güldü ve
buyurdu.
Yâ Hattâb oğlu! Bilir misin niçin tebessüm etdim. Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh', Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Se'âdetle buyurdu:
(Ondan
dolayı güldüm ki, Allahü teâlâ, Arefe gecesi Arafatda bulunanlara
inâyet
nazarı ile nazar etdi. Sana husûsî olarak nazar etdi.)
7' Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ ve ebîhâ' hazretlerinin
rivâyeti
ile, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki:
(Meclislerinizi
Ömer bin Hattâbı anarak zînetlendiriniz!)
8' Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu.
Sâlihler
zikr olunduğu zemân, siz Ömerin zikri ile olun. Zîrâ biz ki,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' eshâbıyız. Hepimiz
sekîne ve ârâmın
Ömerin dili üzerine olduğuna, ittifâk etmişiz.
9' Mubârek bin Fudâle, Hasen 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu:
(İnsan oğlundan başkası, kendisi gibi bin kimseden dahâ kıymetli
olamaz.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ise bin mislinden dahâ hayrlıdır.)
10' Huzeyfetebni Yemândan 'radıyallahü anh' rivâyet edilmişdir. İslâm,
hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' zemânında makbûl kimseye benzer
idi
ki, yakınlığı artardı. Ömerden 'radıyallahü anh' sonra islâm, arkasını
dönmüş kimseye benzerdi. Uzaklığı artardı.
11' Abdüllah bin Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin rivâyeti
ile gelmişdir. Dedi ki: Üç kimsenin firâseti gâyet iyi oldu. a) Mısr
azîzinin
firâseti. Hazret-i Yûsüf aleyhisselâm hakkında firâset edip, kendi
zevcesine
dedi ki, bunu mükerrem tut. Olur ki, ondan bize menfâ'at erişir. b)
Şuayb
aleyhisselâm hazretlerinin kerîmesinin firâseti ki, hazret-i Mûsâ
aleyhisselâm
da'vete gelmişdi. Babasına dedi ki, yâ baba. Onu ücret ile tut. Kavî ve
emîndir. c) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
firâseti ki, kendinden sonra, hilâfeti hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerine verdi ki, onda adâlet fehm etdi. Bir gün hazret-i Alî
bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' dışarı çıkdı. Üzerinde çok güzel
bir elbise vardı. Bu elbiseyi bana kardeşim, dostum, sâdıkım ve
safiyyim
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' giydirdi, buyurdu.
12' Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu:
(Eğer benden sonra
Allahü teâlâ Peygamber gönderse idi, Ömeri gönderirdi. Allahü tebâreke
ve teâlâ iki melek ile ona kuvvet vermişdir. Bunlar ona kuvvet verir.
Ondan
bir hatâ meydâna gelecek olsa, ondan döndürürler. Doğrusunu
yapdırırlar.)
13' Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü anhümâ' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (İnsanlar
birşey söyledi. Ömer de o husûsda bir şey söyledi. Ömerin kavline
muvâfık
olarak Kur'ân-ı azîmüşşân nâzil oldu.)
14' Übeyy bin Ka'b 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyeti ile gelmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki:
(Benden sonra, Allahü teâlânın müsâfeha etdiği, ya'nî yakın olduğu
kimse,
Hattâb oğludur. O kimse, Hak sübhânehü ve teâlânın kudreti ile elini
tutduğu,
feryâdına erişdiği, selâm verdiği, Cennetine koyduğu kimsedir. O Ömer
bin
Hattâbdır. Bu makâmda yakınlık mekân ile olmaz. O yakınlığı Allahü
teâlâ
ve ben bilirim. Ona bir kerâmet ve bir ni'met verir ki, başkalarına bu
mertebe ve yükseklik olmaz.)
15' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri; (Şeytân
Ömeri gördüğü vakt, Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' heybetinden yüzü
üzerine
düşerdi) buyurdu.
16' Fadl bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Ömer bin Hattâb
benimledir. Ben Ömer bin Hattâb ileyim. Benim vefâtımdan sonra, Hak
sübhânehü
ve teâlâ Ömer iledir. Her nerede olursa olsun, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin hıfz ve emânında olur.)
17' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Ömerin
müslimân
olduğu gün, Cebrâîl aleyhisselâm benim üzerime nâzil oldu. Ömer bin
Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' müslimân oldu diye meleklerin birbirine
müjde verip,
şâd olduklarını, bana haber verdi.)
18' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Yâ Ömer ibnül Hattâb!
Sen benim ümmetim üzerine berekâtsın. Allahü tebâreke ve teâlâ senin
şânında
göndermişdir. Nâfile ibâdetlerden, zikr ve Kur'ân-ı kerîm okumağı
gündüz
kaçırdıklarını gece, gece kaçırdıklarını gündüz kazâ et.)
Elliyedinci Menâkıb: Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında çeşidli
kitâblarda bildirilen haberleri açıklamakdadır. A'meş, Süfyândan ve
Abdüllahdan 'radıyallahü teâlâ anhüm' rivâyet etmişdir. Dediler ki,
vallahi Ömerin
amelini terâzînin bir kefesine koysalar, diğer insanların amellerini de
terâzînin diğer kefesine koysalar, Ömerin amelinin ağır geleceğini zan
ederiz. Hakîm ârif Zeynüddîn Alî bin Tâhir kendi tasnîf etdiği kitâbda
demişdir ki: Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu
ki, münâfık o kimsedir ki, dünyâ onun ümîdi olur. Hatâ ve günâh onun
ameli
olur. Çok yemîn onun san'atı olur. Âhıret işlerinde câhil, dünyâ
işlerinde
zekî olur.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin şefkatı ve rahmeti, mahlûkât
üzerine o mertebede idi ki, Ebûlleys-i Semerkandî (Tenbîh-ül gâfilîn)de
yazmışdır: Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' bir yaşlı zimmî
gördü
ki, kapılarda gezip, kapılarda dilenir. Ömer hazretleri buyurdu ki, ey
pîr! Benim sana insâf etmemi istiyorlar. Gençlik vaktinde senden cizye
aldım. Lâyık olan odur ki, bugün seni afv etmeliyim. Afv edip, her gün
kendinin ve ıyâlinin [çoluk-çocuğunun] yiyeceğini beyt-ül-mâldan
versinler,
buyurdu.
Ellisekizinci Menâkıb: Bir gün emîr-ül mü'minîn Alîyül-mürtedâ
'radıyallahü
teâlâ anh', oturmuş, sohbet ediyordu. Söz arasında bir kimse, Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini medh etmeğe başladı. Hazret-i Alî buyurdu ki,
hangi
Ömer? Allahü tebâreke ve teâlâ Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdan sonra,
Ömere benzer kul halk etmemiş ve hiçbir babanın ve ananın Ömer gibi
oğlu
olmamışdır. O Ömerdir ki, âlimdir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin
dîninin sınırlarını bilir. Allahü teâlâ islâmı azîz etdi, onunla adâlet
etdi. Böylece kendisi emîn oldu. İslâmiyyeti bilen fakîhdir.
Kendisinden
sonra gelen halîfeleri zor duruma düşürdü. Emîr-ül mü'minîn Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh', islâm dîninde güzel âdetler bırakdı. İslâmda ilk kâdî
ta'yîn
etdi. Şüreyhi kâdî ta'yîn etdi. Postayı ilk kuran odur. Beyt-ül-mâl
binâsı
yapdırdı. Zekât ve başka malları buraya koyardı. Zindanı ilk binâ eden
odur. Hudûdullahı icrâ etmek için, cellâdı o ta'yîn etdi. Mescid ve
câmi'leri
şehrlerde o tertîb etdi. Serhadları [sınırları] o vaz' etdi. Müezzin ve
gayrîleri gibi tatavvu' [hayrlı] iş işliyenlere ücret verirdi. Îrân
toprağı
üzerine harâcı o ta'yîn etdi. Cemâ'at ile, Ramezân ayında terâvîh
nemâzını
âşikâre kıldı. Resûlullah terâvîh nemâzı kılardı, fekat âşikâr etmezdi.
Allahü teâlânın terâvîh nemâzını ümmeti üzerine farz edeceğinden ve
onların
meşakkat çekeceğinden çekinirdi. Hazret-i Ömerde 'radıyallahü teâlâ
anh'
bu mertebe yükseklik var idi ki, adâletin, heybetin, siyâsetin,
gayretinin
sesi ufuklara yayılmış iken, bir zerre kibr ve ucb kendi nefsinde
yokdu.
Kendini cümleden aşağı görürdü. Kendi eli ile yapdığı işleri kimse gücü
yetip, yapamadı. Kesb ederdi [çalışır idi]. Der idi ki, ey müslimânlar,
kesb edin [çalışın], başkaları üzerine yük olmayın. Pazarda,
çoluk-çocuğumun
nafakasını te'mîn etmek için çalışırken öldüğüm yer, bana en sevimli
yerdir.
Elinizi kesbden kaldırıp da [çalışmayı bırakıp da] Allahü teâlâ rızkımı
verir demeyiniz. Allahü teâlâ gökden altın ve gümüş göndermez. Âdet-i
kerîmesini
değişdirmez. Cümle mubâhları gözler önüne sermişdir. Vera' ve takvâsı o
mertebede idi ki, sadaka südünden bir içim hazret-i Ömere süt verdiler.
İçdi. Sonra anladı ki, buna lâyık değil idi. Parmağını boğazına sokdu.
O südü kay etdi. O kadar zorluk ve mihnet çekdi ki, mubârek rûhu
bedeninden
ayrılıyor, diye korkdular. Sonra, yâ Rabbî damarlarımda kalıp da
çıkaramadıklarımdan
sana sığınırım, buyurdu.
(Kimyâ-i se'âdet)de, hüccet-ül islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî
'rahimehullahü
teâlâ' nakl buyurmuşlar: Bir vakt, Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
harem-i şerîflerine, ganîmetden misk getirmişlerdi. Kendi ehline
[hanımına]
buyurdu ki, bu miski satıp, dervişlere sarf edelim. Bir gün
se'âdethânesine
girdi. Hâtununun sandığından misk kokusu duydu. Buyurdu ki, bu ne
kokusudur.
Hâtunu dedi ki, miski satarken elime kokusu sindi. Sandığa dokundum.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o sandığı alıp toprağa o kadar sürdü ki,
aslâ kokusu
kalmadı. Sonra hanımına verdi. Bu kadara müsâmaha gösterilebilirdi.
Lâkin
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bundan murâdı şu idi ki, küçük zararlara
göz
yumarak, büyük zarara yakalanmayalar. Veyâ harâm korkusundan bir halâli
terk etmiş olup, müttekîler sevâbını bulmak için yapılmış olur.
[(Se'âdet-i
Ebediyye) kitâbının 607.ci sahîfesine bakınız!]
Ellidokuzuncu Menâkıb: Tefsîrde gelmişdir. Hazret-i Ömer bin Hattâb
'radıyallahü teâlâ anh' minber üzerinde buyurdu ki, hanımların mehrinde
ifrât etmeyiniz [ya'nî fazla mehr ta'yîn etmeyiniz]! Eğer bu dünyâda
ikrâm
olsa idi veyâ Allahü tebâreke ve teâlâ katında harâmdan sakınmak olsa
idi,
ona uyacak kimse, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
olurdu. Hâlbuki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hiçbir
hâtununa ve kerîmelerinden birine oniki buçuk vakıyye gümüşden ziyâde
mehr
kesmedi ki, her vakıyyesi kırk dirhemdir. Temâmı beşyüz dirhem olur. Bu
sözü söyledikleri vakt, söz sâhibi olan bir hâtun, ayak üzerine kalkıp,
dedi ki, Allahü teâlâ bize kırba dolusu mehr verir. [Kırba: Saka tulumu
demekdir.] Meâl-i şerîfi, (Sizden biriniz, hanımını fuhşdan başka bir
sebeble
boşayıp, başka bir hanım aldığında, önceki hanıma mehr olarak verdiği
çok
fazla mikdârdaki malı geri almasın) olan Nisâ sûresi 19.cu âyet-i
kerîmesinde,
kadınlara çok ihsân, çok mal verileceği beyân buyurulmakdadır. Hâlbuki
Hattâb oğlu geri almak ister; dedi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dinde
ve emânında büyüklüğünden ve insâfından, bu sözü işitdi. Anladı ki, o
kadının
söylediği söz, doğrudur. Hak sözü kabûl edip ve insâf edip, buyurdu ki,
(Bütün insanlar Ömerden iyi bilir. Bu kadın doğru söyledi. Ömer hatâ
etdi.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir gün buyurdu ki, ey kadınlar, başınızı
kaldırın. Kendi hâllerinize bakın. Hakîkatde yol âşikâre oldu.
[gidilecek
yol bellidir.] Zinhâr halk üzerine yük olmayınız. Ya'nî kesb ediniz.
Kimseye
muhtâc olmayınız. [Dînimize uygun şeklde kesb ediniz.] Yine Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki, her kim ki, dinde fakîh değildir, bizim
pazârımızda
alış-veriş etmesin. Çünki, fâize düşüp, sıkıntı çeker. [Ya'nî,
alış-veriş
ilmini bilmiyen, alış-veriş yapmasın!]
Altmışıncı Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri halîfe oldukları vakt, Hâlid bin Velîd 'radıyallahü
teâlâ
anh' serasker, ya'nî başkomutan idi. Onu azl edip, Sa'd bin Ebî Vakkâs
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini onun yerine serasker ta'yîn etdi.
Bir zemân sonra, Sa'd 'radıyallahü teâlâ anh', Kûfede bir serây binâ
etmek
arzû etdi. Serây yapacağı yerin bir tarafı bir mecûsînin evine bitişik
idi. Sa'd 'radıyallahü teâlâ anh', mecûsîyi çağırıp, dedi ki, o evi
bana
sat. Sa'd çok para verdiği hâlde, mecûsî satmadı. Hâzır olanlar,
dediler
ki, bu mecûsiye bu kadar ricâ etmeğe ne lüzûm vardır. Sen o evi al ve
behâsını
da ver. Mecûsî de bunu işitip, korkdu ki, Sa'd böyle yapacak. Evine
varıp,
hanımına dedi ki, ne tedbîr alalım. Hanımı dedi ki, onların bir
emîrleri
var ki, ona emîr-ül mü'minîn Ömer derler. Kalk onun yanına varıp, Sa'dı
şikâyet et. O emr buyurur, Sa'd elini senden çeker. Mecûsî de kalkıp,
Medîne-i
Münevvereye vardı. Sordu ki, Emîr-ül mü'minîn serâyı nerededir. Dediler
serâyı yokdur. Kendisi dışarıya, sahrâya çıkmışdır. O mecûsî sâir
emîrler
gibi şehr hâricine avlanmaya gitmişdir zan etdi. Şehr hâricine çıkıp,
etrâfı
gözetip, hangi tarafından haşmetle ve hizmetkârları ile gelecek diye
bakdı.
Hiçbir tarafdan bir toz eseri dahî kalkıp görülmedi. Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' ise, kamçısını başının altına koyup, toprak üzerinde uyumuş
idi. O mecûsî onu gördü. Lâkin onun Emîr-ül mü'minîn olduğunu
bilmiyordu.
Uyandırdı ve dedi ki, Emîr-ül mü'minîn hangi tarafa gitmişdir. Hazret-i
Ömer buyurdu: Onu niçin soruyorsun [ne yapacaksın] ve ne istersin.
Mecûsî
dedi ki, Sa'ddan ona şikâyete geldim. O evimi kasden ve cebren elimden
almak ister. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' oradan kalkıp,
se'âdethânelerine
geldiler. Hizmetciye buyurdular ki, bir parça kâğıd getir, Sa'da bir
nâme
yazacağım. Hizmetçi aradı, kâğıd bulamadı. Buyurdular ki, bir parça
deri
de olursa, getir. Hizmetçi bulamadı. Buyurdular, bir parça kemik,
getir.
Bir koyun küreği bulup, getirdi. Üzerine (Bismillâhirrahmânirrahîm. Yâ
Sa'd! Bu nâme sana erişdiği zemân hasmını hoşnûd et. Veyâ kalkıp
huzûruma
gel!) diye yazdı. O kürek kemiğini mecûsîye verdi. Mecûsî onu alıp,
evine
geldi. Hanımı dedi ki, ne yapdın. Dedi ki, hayret ki, bu uzun yolu
gitdim.
Bu kadar meşakkat ile; elime yazılmış bir parça kemik verdiler. Hanımı
dedi ki, mâdem ki getirdin, Sa'da onu götür arz et. Bakalım ne söyler.
Mecûsî de kalkıp, Sa'dın serâyı kapısına gitdi. Sa'd hazretleri
nemâzını
kılıp, serây kapısında oturmuşdu. Halk, karşısına saf bağlayıp
oturmuşlar
idi. Mecûsî kürek kemiğini Sa'dın karşısında tutup, durdu. Sa'dın gözü
onu gördükde, Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin
yazısı olduğunu anlayıp, çehresi değişdi. Dedi ki, her ne ister isen
bana
söyle. Beni Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin
huzûruna çıkarma ki, ben Ömerin siyâsetine tâkat getiremem. Hemen o
mecûsî,
aklı başından gidip, düşdü. Bir zemân sonra ayıldı. Dedi ki, yâ Sa'd!
Bana
islâmı arz eyle, deyip, müslimân oldu. Evini ona, hüsn-i rızâsı ile
bağışladı.
O mecûsîye dediler ki, ne sebeble müslimân oldun. Dedi, bunların
emîrlerini
gördüm. Bir köhne hırka örtünmüş. Ve ayağında iç donu yok. Kamçısını
başı
altına koyup, toprak üzerinde uyumuş, derviş sûretinde. O şeklde ki,
onu
gördüm. O kadar siyâset ve heybet ki, halkın gönüllerinde yerleşmiş
olduğunu
gördüm. Kendi kendime dedim ki, bu dinde böyle bir emîr olsun, bu din
mutlaka
hak dindir. Anlamalıdır ki, adâlet ne mubârek nesnedir.
Altmışbirinci Menâkıb: Bir gün Ömer 'radıyallahü anh' Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin arkasında nemâz kılıyordu. Resûl
aleyhisselâm sûre-i Vennaziat okuyordu. Meâl-i şerîfi (Fir'avn kavmine,
ben sizin ulu tanrınızım dedi) olan âyet-i kerîmeyi okuduğunda, Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin gayret damarı harekete gelip, mubârek
bedeninde
tüyleri elbisesinden dışarı çıkıp, (Eğer ben orada hâzır olaydım,
boynunu
vururdum) dedi. Nemâz edâ edildikden sonra, Resûlullah 'sallallahü
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdu ki, (Yâ Ömer, nemâzda konuşdun. Nemâzını
kazâ et). Hemen Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın emrini
erişdirip,
buyurdu ki, (Yâ Muhammed! Ömere nemâzı kazâ et diye söyleme! Biz o
nemâzı
kabûl etdik. O nemâzı cümle ümmetin nemâzına berâber etdik ki, biz çok
gayretli, sevdiğini kayırıcı kimseleri severiz.)
Altmışikinci Menâkıb: Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir bayram
günü, hazret-i Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı
şerîflerine geldi. Mescide vardılar. Sonra yola çıkdılar. Medîne-i
Münevverenin
çocukları Server-i kâinâta yapışıp, bayramlık istediler. Hazret-i
Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, yâ Ömer!
Beni bunlardan
satın al [kurtar]. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri de gidip,
bir
parça et ve bir mikdâr hurma ve meyve getirip, çocuklara verdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, yâ Ömer! Sen
beni Mâlik
bin Za'rin, Yûsüf aleyhisselâmı aldığından dahâ ucuza aldın. Mâlik,
Yûsüfu
birkaç dirheme aldı. Sen beni meyveye ve ete aldın. Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu: Yâ Resûlallah! Her ne kadar Yûsüf aleyhisselâmdan ucuz
aldım
ise de, ondan güzel ve şirinsin. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
bir merd idi ki, onun gölgesinden iblîs kaçardı. Mısrdaki Nil nehri
kurumuş
iken, onun mektûbu ile akdı. Onun kamçısı ile zelzele durdu.
Heybetinden
ve onun sesini Medîne-i Münevverede hutbe okurken, Irâkdan işitdiler.
Allahü
tebâreke ve teâlâ onun rey'ine uygun âyet-i kerîme gönderdi. Rıdvân
[Cennet
meleği] onun evine odun iletdi. Mikâîl aleyhisselâm onun kokusunu
alırdı.
İslâm onunla kuvvetlendi. Müslimân olduğu gün, Allahü teâlâ indinde
makbûl
olduğu için, Cebrâîl aleyhisselâm onunla oturmuş idi. Aslan onun
yasdığının
bekçiliğini yapardı. Onun yükünü çekmekden yer ve gök âciz kalırdı.
Altmışüçüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri, se'âdetle otururlardı. Ömer bin Hattâb 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri meclis-i şerîfinde hâzır oldu. Hazret-i Server-i
âlem buyurdu ki, (Yâ Ömer, bana ilâhî emr gelmişdir ki, adâlet nûrunu,
Ömer bin Hattâba ver. Şimdi sana verdim. Cihânda adâlet etmek senin
nasîbindir.)
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin bu dünyâdan göç
etmek vakti yaklaşdı. Bir vasıyyetnâme yazdı. Halîfe olacak şahsın
nâmını
yazdı. Yerini açık koydu ki, kimse incinmesin. Abbâs bin Abdülmuttalib
'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri işitdi ki, halîfenin adının yeri
açık
kalmışdır. Ebû Bekrden sonra ihtilâf vâki' olur diye, varıp,
vasıyyetnâmeyi
istedi. Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' ismini o açık yere yazdı. Sonra
Sıddîk-ı ekberin aklı başına geldi. Abbâs hazretlerine dedi ki:
Vasıyyetnâmeyi
getir. O da getirdi. Aldı, bakdı. Buyurdu ki, o açık yeri göreyim.
Abbâs 'radıyallahü anh' buyurdu ki: Ben küstâhlık etdim; yâ halîfe-i
Resûlallah!
Ömer adını açık yere yazdım. Sıddîk hazretleri şâd olup, buyurdu ki,
Elhamdülillah,
benim de murâdım, bu idi. Eshâbdan ba'zıları gelip, dediler ki, niçin
böyle
etdin. Ömer bin Hattâb sert tabî'atlı kimsedir. Allahü tebâreke ve
teâlâ
huzûrunda, Ömeri müslimânlar üzerine getirdiğinden dolayı, ne huccet
getirirsin.
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Beni kaldırın, oturtun.
Oturup,
buyurdu ki, eğer Hak Sübhânehü ve teâlâ, benden niçin Ömeri halîfe
etdin
diye süâl buyurursa, ben cevâb veririm ki, yâ ilâhelâlemîn. O gün
yeryüzünde,
Ömerden âdil kimse bulamadım. O sebebden Ömeri halîfe ta'yîn etdim.
Sonra
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfet makâmına oturdu. Etrâfdan insanlar
gelip, sorarlardı emîr kimdir diye. Kurt koyun ile berâber su içip,
dolaşır,
hiç ziyân etmez. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o kadar âdil davrandı,
adâlet
gösterdi ki, müslimânlar maksadlarına kavuşdular. Dul kadınlara suyu
kendi
çekerdi. Ve unu kendi satın alırdı ve kendi götürürdü. Hammallara
yardım
ederdi. Der idi ki, bir mikdâr yol ben götüreyim ve bir mikdâr sen
götür.
Köle ve câriye su çekmekden veyâ un öğütmekden âciz kalmış ise, yardım
ederdi. Geceleri Abdürrahmân bin Avf ile berâber şehri dolaşıp,
bekçilik
ederdi. 'Radıyallahü teâlâ anhümâ'.
Altmışdördüncü Menâkıb: Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ anh'
der ki, ben hazret-i Ömerden acâiblikler gördüm. Dediler, ne gördün.
Buyurdu
ki, hayâtda olsa, ben söylemeğe kâdir olmazdım. Birisi odur ki, her
gece
ikimiz şehri dolanırdık. Bir mahalle varırdık. Ömer bana der idi ki,
sen
burada dur. Ben de muhâlefete kâdir olamayıp, dururdum. Varıp, bir
zemândan
sonra, gelirdi. Süâl etmeğe de cür'et edemezdim. Vefâtlarından sonra
bir
gece o mahalleye varıp, bir ev içine girdim. Bir ihtiyâr kadın gördüm.
Kendi kendine acabâ ne oldu ki, Ömer bu gece gelmedi, diyordu. Ben
dedim,
ey hâtun! Ömer dünyâdan göçdü. Kadın bunu işitince, bir âh çekip,
bayıldı.
Sonra aklı geri geldi. Dedi ki; ey Allahım! Bana yardımda bulunan Ömeri
afv et. Ona dedim ki, ne yardım ederdi. Gündüz vakti üzerimi
kirletirdim.
Onu dışarı atardı. Kirlenmiş elbisemi yıkardı. Beni temizlerdi. Bana
yiyecekden
ne nesne gerek ise, getirirdi. Dedim, ey hâtun! Ben de Ömerin yâriyim.
Eğer o gitdi ise ben sağım. Ben Ömerin yapdığı işleri yapayım. Beni
çağırıp,
dedi ki, Ömerin yerini kim tutabilir. Eğer Ömerin yâri isen, bana düâ
eyle,
yardım et. Hemen başını yukarı tutup, dedi ki, yâ ilâhel âlemîn! Ben o
hastalığı Ömerin yardımı ile çekerdim. Ömer gitdi. Benim rûhumu kabz
eyle
ki, ben Ömersiz ömr istemem. Bunu dedi, o sâat düâsı makbûl olup,
dünyâdan
göç etdi. Ben ağladım. Techîz ve tekfînini yapıp, defn eyledim.
Altmışbeşinci Menâkıb: Yine Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ
anh' buyurdu. Hazret-i Ömer bir gece bir tulumu su ile doldurup,
arkasına
almış, Medîne-i Münevvere köylerine giderken yorulmuş. Ben dedim ki, ey
emîr-el mü'minîn, yorulmuşsunuz! Bana ver, biraz da ben götüreyim.
Buyurdu
ki, eğer bugün sen benim tulumumun yükünü götürür isen, yarın benim
günâhımın
yükünü kim götürür. Dedim, senin ne yükün var ki, sen Resûlullahın
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' yolu üzerine yürüyorsun. Buyurdu ki, ben
Resûlullah
hazretlerinin dostu o zemân olurum ki, bu hilâfetden başabaş
kurtulayım.
[Ya'nî zararsız olarak kurtulur isem, Resûlullahın dostu olurum.]
Dünyâdan
göç etmezden evvel böyle buyururlar idi.
Oğulları Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anhümâ' babasının vefâtlarından
bir sene sonra onu rü'yâda görmüş. Sabâhleyin başı açık dışarı gelip,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mescid-i
şerîflerine
vardı. Seslenip, dedi ki, ey Sahâbîler, toplanın. Babamın selâmını size
getirdim. Hepsi toplandılar. Orada Abdüllah hazretleri buyurdu. Dün
gece
babamı rü'yâda gördüm. Dün geceye kadar, babamın âhırete göç edişi bir
sene oldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine
babamı rü'yâda göreyim niyyeti ile salevât getirirdim. Fekat,
göremezdim.
Tâ dün gece gördüm. Babamın yüzü değişmiş. Dedim, ey baba! Bu ne
hâldir.
Senin yüzünün rengi kırmızı idi. Dedi, ey oğul, şimdi kurtuldum.
Şimdiye
kadar muhâsebede idim. Dedim. Ey baba nasıl muhâsebe [hesâb] olundun.
Hesâbın
biri bitmeden biri başlıyordu. Hâl bir yere erişdi ki, beyt-ül-mâla âid
sadaka develerinin bir yuları var idi. Birçok yerden bağlamışdım. Artık
deveye takacak yeri kalmamışdı. Dışarı atmışdım. Cenâb-ı Rabbil
âlemînden
azarlayıcı hitâb geldi ki, niçin o yuları atdın. Müslimânların malını
zâyi'
etdin. Ey baba, bu itâbdan ne sebeble kurtuldun. Dedi ki, ey oğul! O
mektûb
sebebi ile ki, sana demişdim. Bu mektûbu benim kefenim arasına koy. O
mektûb
şu idi. Bir gün Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri
babamın
yanına geldiler. Selâm verdiler. Oturdular. Babam, müslimânların işi
ile
meşgûl idi. Selâmlarını işitmedi. Sonra işi bitdi. Buraya gelin. Onlar
dediler, biz selâm verdik. Babam dedi, işitmedim. Babam kalkdı. Onların
yanına vardı. Onların ikisi de ayağa kalkdılar. Babam ikisinin de elini
öpdü. Hazîne ile meşgûl olan hizmetkâra buyurdu ki, iki kaftan getir.
Her
birini birine giydir. Onlardan sonra özr dileyip, dedi ki, bizden râzı
olun ki, bilmedik, kusûr etdik. Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ
anhümâ',
babalarının huzûrlarına vardılar. Dediler ki, Emîr-ül mü'minîn Ömer
bize
hil'at verdi [elbise verdi]. Hazret-i Alî 'radıyallahü anh' çok memnûn
oldu.
Nükte: Her kim babalarının gönlünü almak isterse, evlâdına iyilik
eyleye
ki, babalarının gönlünün meyvesi, evlâddır. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdu ki, geri Emîr-ül mü'minîn huzûruna gidiniz. Söyleyin ki, bizim
babamız der ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
işitdim. Resûlullah buyurdu ki, (Ömer hayâtda iken, İslâmın nûrudur.
Dünyâdan
gidince de Cennet ehlinin çirâğıdır.) Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü
teâlâ
anhümâ' geldiler, haber verdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
dedi ki, siz ikiniz de onu babanızdan işitdiniz mi? Dediler, evet.
Hazret-i
Ömer oğluna dedi ki, yâ Abdüllah! Divit ve kalem ve kâğıd getir. Hasen
ve Hüseynin 'radıyallahü teâlâ anhümâ' babaları Alîden 'radıyallahü
anh'
işitdikleri ve onun Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
(Ömer
hayâtda iken islâmın nûru, dünyâdan gidince de Cennet ehlinin
çirâğıdır)
buyurduğunu ve üçünün şehâdetlerini yaz. Üçünün de şehâdetlerini
yazdılar.
Sonra, oğluna: Ey Abdüllah! Bunu, ben vefât edince, kefenim arasına,
göğsüm
üzerine koy ki, zarûret mahallinde [zor durumda kalınca] imdâdıma
yetişsin,
buyurdu.
Altmışaltıncı Menâkıb: Bir gün hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
Medîne-i münevverede gidiyordu. Bir ihtiyâr kadın yol kenârında durmuş
idi. Bir başka kadın ona dedi ki, içeri gir, emîr-ül mü'minîn Ömer
gidiyor.
Acûze (ihtiyâr) kadın, başını dışarı çıkarıp dedi ki, kimdir, emîr-ül
mü'minîn.
Bir merd idi ki, ona dün Ömer derler idi. Bu gün emîr-ül mü'minîn mi
oldu.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri o sözü işitdi. Geri döndü, dedi
ki, Ömeri Ömere gösteren o kadın kimdir. Ömerin kendini tanımasına,
anlamasına
sebeb oldu. Ondan sonra hergün o acûzenin [ihtiyâr kadının] kapısına
gelirdi
ve derdi ki, atılacak çöpün var ise atayım, hizmetin var ise göreyim.
Destin
boş ise ver, su getireyim. Zîrâ Ömeri senden gayri kimse tanımadı.
Altmışyedinci Menâkıb: Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir gece Medîne-i
münevverede geziyordu. Bir kadın evi içinde kızına dedi ki, kızım bir
mikdâr
su getir, südün içine kat. Kızı dedi ki, Emîr-ül mü'minîn nidâ
etdirmedi
mi bugünden sonra, süde su katmayınız. Kadın dedi ki, O şimdi burada
değildir.
Kız dedi, Ömer burada değil ise, Rabbi buradadır, O görüyor. Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri onun sözünü işitdi. Evi nişân etdi. Geldi, oğluna
dedi ki, senin için bir kız buldum. Onu sana alayım. Ertesi gün o
kadının
kapısına geldi. Dedi ki, kızını benim oğluma ver. Kadın dedi ki, bende
o cür'et yokdur ki, bunu kalbimden geçireyim. Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
buyurdu: Ben o kızdan işitdim söylediği o sözü ki, hoşuma gitdi. O kızı
kendi oğlu Âsım hazretlerine aldı. Abdül'azîz o kızın evlâdından oldu.
Abdül'azîzden emîr-ül mü'minîn Ömer bin Abdül'azîz hazretleri vücûda
geldi.
Onun hilâfeti zemânında kurt koyun ile gezerdi.
Altmışsekizinci Menâkıb: Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bir gece şehri
gezerken bir evden çeşidli sesler işitdi. Ömer hazretleri dama çıkdı.
Damdan
o eve girdi. Gördü ki, bir kişi bir kadın ile oturmuş. Orta yerde de
şerâb
var. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri dedi: Niçin Allahü teâlâ
hazretlerinin
emrini tutmazsın. Bu kadar günâhın cezâsını çekmiyeceğini mi zan
ediyorsunuz!
O kişi çok korkup, dedi ki, yâ Emîr-el mü'minîn! Hiç acele etme ki, ben
bir günâh işledim ise, sen dört günâh işledin. Birincisi, Allahü
tebâreke
ve teâlâ buyurdu ki, (Evlere kapılarından giriniz.) Sen damdan girdin.
İkincisi, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Evlerinizden gayrî evlere izn alıp,
ehli üzerine selâm vermeyince girmeyiniz.) Sen fermân dinlemeden
girdin.
Üçüncü; Allahü teâlâ buyurur: (Tecessüs etmeyiniz.) Sen tecessüs etdin.
Dördüncü; Allahü tebâreke ve teâlâ buyurur, (Sû-i zân etmekden
sakınınız.)
Sen sû-i zan etdin. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bunu işitdi. Mubârek
gönlüne
çok te'sîr etdi. Pişmân oldu. Onun keffâretine bir köle âzâd etdi. Ömer
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin adâleti ve siyâseti bereketi ile,
o kişi de tevbe edip, iyiler zümresinden oldu.
Altmışdokuzuncu Menâkıb: Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri bir
gün, mescidde mubârek başını koyup, tam yatacakdı. Tam o sırada bir
kara
köle, seslenip, dedi: Kalk, yâ Emîr-el mü'minîn. Önce bana insâf eyle.
Rabbil âlemîn kıyâmet günü benim hakkımı senden alır. Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' acele kalkıp, onun sözü gönlüne fazla te'sîr etdi. Buyurdu
ki:
Ne iş yaparsın. Yardım edeyim. O köle dedi ki, ben düşkün bir kişiyim.
Elbisemi yıkayasın ve temizleyesin. Mübtelâlara (düşkünlere),
dervişlere,
hastalara yardım etmek senin üzerine vâcibdir. Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' dedi: Evet, Hak senin elindedir. Ne buyurur isen öylece yapacağım.
O kendi esvâblarını çıkardı ve dedi; yâ Emîr-el mü'minîn! Sen esvâbını
bana ver; giyineyim ki, çıplaklığa sabr edemem. Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri esvâbını çıkarıp, ona verdi. Kendi beline bir peştemâl
bağladı. Kölenin elbisesini yıkadı. Ondan özrler diledi. Ona taltîf
gösterdi.
Yumuşak sözler ile halâllik diledi. Köle dedi, yâ Emîr-el mü'minîn,
eğer
sana acımasam, halâl etmezdim. Sen bilirsin ki, kıyâmet gününde,
şarkdan-garba
müslimânların çıplakları ve açları ve za'îfleri ve fakîrleri ve
mübtelâları
haklarından seni süâl ederler. Allahü teâlâ hazretleri bunlar
haklarından
sana süâl eder, sen ne cevâb verirsin. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' çok
ağladı. Yine köleden özrler diledi. Gönlünü hoş etdi. Kendi elbisesini
ona bağışladı. Ağlıyarak geri döndü. 'Radıyallahü teâlâ anh'.
Yetmişinci Menâkıb: Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin
zemânında
bir kervân, bir gece vaktinde Medîne-i münevvereye geldi.
Kervândakilerin
hepsi kâfir idiler. Konakladıkları gibi hepsi uyudular. Zîrâ
yorulmuşlardı.
Develerini ve yüklerini himâyesiz koydular. Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
bu hâlde onları uyumuş gördü. Düşündü ki, sakın olmıya ki, bunların
mallarını
çalarlar, ben mes'ûl olurum. Bu endîşe ile Abdürrahmân bin Avfın
'radıyallahü
teâlâ anh' yanına vardı. Abdürrahmân bin Avf sordu, yâ Emîr-el
mü'minîn!
Bu vaktde ne işe geldiniz. Buyurdu ki, yâ Abdürrahmân! Bir kervâna
uğradım.
Konmuşlar ve hepsi uyumuşlar. Korkdum ki, onların malları çalınır. Bana
muvâfakat et, varalım, onları bekleyelim. İkisi, varıp, hıfz edip,
beklediler.
Sabâh vakti oldu. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' (Es-salât, es-salât),
deyip,
seslendi. Uyandılar. Emîr-ül mü'minîn dönüp, se'âdethânelerine geldi.
Kervân
halkından bir kimse, Emîr-ül mü'minînin, arkasından gitdi. Bu kimdir
ki,
bunları sabâha kadar bekledi. Onu başkalarından süâl etdi. Dediler, o
emîr-ül
mü'minîn Ömer hazretleridir. Yeryüzündeki insanların en iyisidir. O
kişi
de varıp, kervân halkına haber verdi ki, emîr-ül mü'minîn Ömer kendisi
gelip, biz uyurken bizi beklemiş. Dediler, onun kâfirlere bu derece
(mertebe)
şefkat ve merhameti olduğuna göre, müslimânlara ne derecede
merhametlidir.
Biz anladık ki, onun dîni hak dindir. Hepsi kalkıp, Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' huzûr-ı şerîflerine varıp, temâmı müslimân oldular.
Yetmişbirinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
Selmân-ı Fârisîyi 'radıyallahü teâlâ anh' Fârîs vilâyetine vâlî ta'yîn
etdi. Ebû Mûsel eş'ârî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini hâkim
ta'yîn
etdi. Herbirine beyt-ül mâldan iki dank ta'yîn buyurdu. [Bir dank,
yarım
gram gümüşdür.] Buyurdular ki, beyt-ül-mâldan bir mescid binâ ediniz.
Selmân
vardı. Emîrlik işleri ile uğraşmağa ve mescid binâ etmeğe başladı. Ebû
Mûsel eş'ârî başka bir yerde oturup, müslimânlar arasında hükm etmeğe
başladı.
Selmân kendi ücretinden iki dank aldı. Bir dankı ile Şâmî kilim aldı.
Zîrâ
illeti [hastalığı] vardı. Şâm yapısı o kilim hastalığa fâideli idi. Bir
danka iki arpa ekmeği aldı. Yemekden sonra, kendi kilimini döşeyip,
üzerinde
bir mikdâr uyudu. Ebû Mûsel eş'ârî, Emîr-ül mü'minîn katına mektûb
yazdı.
Yâ Emîr-el mü'minîn! Selmân, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
yaşayışını ve Eshâb-ı güzînin 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hâllerini
bırakıp, çeşidli nefîs yemekler ile meşgûl olur ve yumuşak eşyâ
üzerinde
uyur. Müslimânların işleri ile meşgûl olmaz. Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
o mektûbu okudu. Bir kimse gönderip, Selmânı azl etdi. Geri yanına
çağırdı.
Selmân Medîne-i münevvereye geldi. Ehâli karşılamaya çıkdı. Hazret-i
Ömer
de karşılamaya çıkdı. Selmân-ı Fârisî 'radıyallahü teâlâ anh' hazret-i
Ömeri 'radıyallahü teâlâ anh' görüp, deveden indi. Yanına varıp,
müsafehâ
etdi. Sonra, Selmân dedi ki: Yâ Emîr-el mü'minîn! Benim hakkımda ne
işitdin
ki, beni azl etdin. Hazret-i Ömer iki arpa ekmeğini ve Şâmî kilim
üzerinde
uyuduğunu söyledi. Selmân, kendi hastalığını söyledi ve tevbe etdi. Bir
dahâ etmem, dedi. Emîr-ül mü'minîn hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
buyurdu: Yâ Selmân! Allahü tebâreke ve teâlânın izzü ve celâli hakkı
için,
eğer benim ahvâlimden sende bir nesne işitdin ise ki, sana mekrûh gelen
[uygun gelmiyen] birşey, bana haber ver, tâ ben de tevbe edeyim. Selmân
'radıyallahü teâlâ anh' dedi: Yâ Emîr-el mü'minîn, işitdim ki, senin
iki
kaftanın vardı. Biri eski, biri Cum'a nemâzından dolayı yeni idi. Sen
bilirsin
ki, bizim Peygamberimizin hiçbir vakt gömleği iki olmadı. Emîr-ül
mü'minîn
buyurdu: Yâ Selmân, bir zemân iki gömlek edinmişdim. Lâkin, birisini
fukarâya
verdim. Tevbe etmişdim ve iki elbise kullanmıyacağıma da söz verdim.
Yetmişikinci Menâkıb: Bize bildirilmişdir ki, emîr-ül mü'minîn hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' Pers [Îrân] vilâyetini feth etdi. Deveden,
atdan ve dirhemden ve koyundan ve sığırdan ve köle ve câriyeden çok mal
ve ganîmet getirdiler. Emîr-ül mü'minîn bütün o ganîmeti taksîm etdi.
Kendisine
aslâ birşey alıkoymadı. Se'âdethânelerine gece vakti geldiler. Ev ehli
dediler ki, niçin bizim için iki dirhem getirmedin. Yimek için, bu gece
evde hiç ta'âm yokdur. Hazret-i Ömer buyurdu, ey hâtun! Korkdum o
tâifeden
olmakdan ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri kelâmı mecîdinde
buyurur:
(... Dünyâ hayâtında güzel ni'metleri yiyerek, iyi işlerinizin sevâbını
giderdiniz. Onlar ile istimtâ' edip, fâidelendiniz, yeryüzünde
kibrlenip,
günâh işlediniz. Bugün şiddetli azâb ile cezâlanacaksınız.) [Ahkâf
sûresi
20.ci âyet-i kerîme meâli.] Yine korkdum o kimselerden de olurum diye.
(Dünyâya mağrûr olup, aldandılar...) ve Hak sübhânehü ve teâlâ
buyurmuşdur:
(Sizi dünyâ hayâtı aldatmasın...) ve de kıyâmet günü, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden uzak kalmakdan korkdum,
buyurmuşlardır.
Resûlullah, (Ey Allahım! Beni miskîn yaşat. Miskîn olarak öldür.
Kıyâmet
günü miskîn olduğum hâlde, miskînler zümresi ile haşr eyle) buyururdu.
Ondan sonra Ömer 'radıyallahü anh' bakdı ki, evde yiyecek yok. Dışarı
çıkdı.
Mescide varıp, minbere çıkdı. Yüksek sesle (Essalât) deyip, hutbeye
başladı.
Hutbede dedi ki, ey insanlar, kıyâmet korkusu olmasa idi, bu
korkduğunuz
işlerden başka işler olurdu. Velâkin, kıyâmet korkusu bizi geri çekdi.
Hevâmıza tâbi' olmadık. Sonra buyurdu: Bana iki dirhem kim borç verir.
Tâ ki bu gecenin ihtiyâcını göreyim ki, benim evimde bu gece yiyecek
bir
nesne yokdur. Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' bunu
işitdiler.
Çok ağladılar. Sonra Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü teâlâ anh'
kalkıp,
iki dirhem verdi.
Yetmişüçüncü Menâkıb: Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Fârîs [Îrân]
şehrinin fethini emîr-ül mü'minîn hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
zemân-ı şerîfinde müyesser eyledi. O gece hazret-i Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazret-i Ömerin 'radıyallahü anh' huzûruna vardı. Gördü ki, acele
ile mektûb yazarlar. Hazret-i Osmân selâm verdiler. Emîr-ül mü'minîn
cevâb
vermedi. Mektûbu bitirdi. Çırâğı söndürüp, selâma cevâb verdi. Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' sordu: Neden selâmın cevâbını çırâğı
söndürdükden
sonra verdiniz. Buyurdular ki, yâ Osmân! Çırâğı müslimânların
maslahatları
için ışıklandırdım. Korkdum ki, o zemân selâmını alsam o çırâğ
ışığında,
kıyâmet gününde, müslimânlar bana hasm olurlar [haklarını isterler].
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri beni ondan süâl edip, ben cevâb vermeğe
tâkat
getiremem.
Yetmişdördüncü Menâkıb: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, anâsır-ı
erbe'a ki, su, ateş, toprak, havâdır, emîr-ül mü'minîn Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine müsahhar kıldı [Emrine verdi]. Hilâfetleri
zemânında,
Medîne-i münevverede bir zelzele vâki' oldu. Halk korkdular. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' halkı topladı. Minbere çıkıp, hutbe okudu.
Hutbede
buyurdu ki, ey müslimânlar! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinden işitmişim, buyurdular ki: (Yerin zelzelesi iki şeyden
olur.
Birisi, zînâ etmekden. Biri zulm etmekden. Zinâ ve zulm âşikâre olur
ise,
yer ona tâkat getiremez. Allahü tebâreke ve teâlâ dergâhına yalvarır,
inler
ve sallanmağa başlar. Tâ ki, Allahü tebâreke ve teâlâ onları helâk
eder.)
Şimdi eğer günâhkâr ben isem, tevbe etdim. Siz de tevbe ediniz. Onlar
da
tevbe etdiler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kamçısını yere
vurdu.
Buyurdu ki, yâ yer! Sen tevbe edenlerin altında sallanıyorsun. Eğer
sâkin
olup, karâr kılmazsan, ben sana bir vururum ki, kıyâmete kadar onu
söylerler.
Sonra yer sâkin oldu. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hayâtda
iken,
bir dahâ yer sallanmadı; sâkin oldu, hazret-i Ömere boyun eğdi.
Nitekim,
hazret-i Mûsâ aleyhisselâma boyun eğip, Kârûnu yutdu. Rüzgârın müsahhar
olması [itâ'at etmesi] ise o hutbede, yâ Sâriye-el cebel [yâ Sâriye
dağa]
buyurdukları zemândadır. Bu sesi Nehâvendde Sâriye 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretlerinin işitmesine vâsıl oldu. Kıssa-i sâbıkada beyân olunmuşdur.
Yel [rüzgâr], Süleymân Peygamber 'salevâtullahi alâ nebiyyinâ ve aleyh'
hazretlerine de itâ'at etmiş idi. Ateşin müsahhar olması [itâ'at
etmesi]
şu şeklde oldu. Yemen yolu üzerinde bir kuyu var idi. Ona Câh-ı Aden
derlerdi.
Ateş ile dolu idi. Her kim o kuyu üzerinden geçse yanardı. Bu haberi
emîr-ül
mü'minîn hazret-i Ömere 'radıyallahü teâlâ aleyh' götürdüler. Devlet ve
se'âdetle kalkıp, o kuyunun başına vardı. Kamçısı ile kuyunun üzerine
vurdu.
Buyurdu ki, Ömerin kamçısından korkmaz mısın ki, ümmet-i Muhammedi
yakarsın.
O ateş, o kuyuya girip, gayb oldu. Kıyâmete kadar o ateş bir dahâ
ortaya
çıkmaz. Ulemâdan ba'zıları demişler ki, o ateş (Eshâb-ı Eyke)ye
indirilen
ateşden kalmışdır. [Eshâb-ül Eyke; Şuayb aleyhisselâmın kâfir
kavmidir.]
Yetmişbeşinci Menâkıb: Bir gün Emîr-ül mü'minîn hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' dervişlere bahşîş verdi, mal ihsân etdi. Bir kişi bir oğlan
çocuğu ile geldi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu; Sübhânallah! Bu
çocuğun sana benzediği kadar, birbirine benzeyen kimse görmedim.
Muhakkak
ki bu oğlan sana benzer. O kişi dedi ki: Yâ emîr-el mü'minîn! Bu
oğlanın
acâib ahvâlinden sana haber vereyim. Ben sefere gitmek murâd etdim.
Bunun
anası hâmile idi. Bana dedi, beni bu hâlde koyup, gider misin. Ben
dedim
ki, karnında olan nesneyi Allahü teâlâ hazretlerine emânet etdim. Sonra
seferden geri geldim. Annesi ölmüş. Bir gece söyleşirken, karşımızda
mezârlıkdan
bir ateş gördüm. Süâl etdim ki, bu ateş nedir? Dediler bu ateş senin
hanımının
kabrindendir. Biz bunu her gece böyle görürüz. Dedim, Sübhânallah! O
hâtun
nemâz kılıcı ve oruc tutucu idi. Bu ateş ne hâldir, diyerek vardım.
Kabri
açıp, gördüm, bir çırâğ yanar. Bu oğlan onun ışığında oynar. Bir ses
işitdim
ki, bana, bunu bize ısmarladın, geri biz sana verdik, diyordu. Ben
dedim,
ne olaydı, anası da diri olaydı. Hâtıfdaki ses dedi ki, eğer anasını da
bize ısmarlamış olaydın, bu şeklde onu da geri verirdik.
Yetmişaltıncı Menâkıb: Bundan evvel anlatılmışdı. Emîr-ül mü'minîn
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' bekçi yerine, şehri kendi dolanırdı.
Nerede
bir noksanlık görür ise, onu tedârik ederdi. Bu kadar ihtiyât ile dâimâ
ağlar idi. Derler idi, yâ Emîr-el mü'minîn! Bu kadar korku ve ağlamak
neden
dolayıdır. Buyurdu ki, eğer bir koyun veyâ bir keçi Fırat kenârında
gezer.
Onun hastalığına ilâc yapmazlar ise, korkarım ki, kıyâmetde onu benden
süâl ederler. O bu kadar takvâ ve vera' sâhibi idi. Abdüllah bin Amr
bin
Âs 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, hazret-i Ömerin vefâtından sonra,
ben
dâimâ düâ ederdim ki, yâ Rabbel âlemîn! Ömer hazretlerini rü'yâda bana
göster. Oniki aydan sonra düâm kabûl olup, rü'yâmda gördüm. Gusl edip,
peştemâlini tutunmuş şeklde gördüm. Dedim, yâ emîr-el mü'minîn! Allahü
teâlânın huzûrunda yerini nasıl buldun. Buyurdu ki, yâ Abdüllah! Sizden
ayrılalı ne kadar zemân oldu. Dedim: Oniki ay. Buyurdu: Şimdiye kadar
muhâsebede
idim. İşlerimden helâk olmak korkusu var idi. Eğer, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerinin rahmeti gazabını aşmasa idi, çâresiz kalır, mahv
olurdum.
Şimdi ben ve sen bilelim ki, defterleri günâh ile siyâh etmişiz. Ben ve
sen tâ'at ve hasenâtı rüzgâra vermişiz. Ben ve sen yüz suyunu Allahü
teâlâ
ve Resûlü önünde yere dökmüşüz. [Huzûrunda edebsizlik etmişiz.] Ben ve
sen dünyâ malına mağrûr ve meşgûl olup, âhıret hâzırlığı yapmamışız.
Ömer
bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin hâli böyle olan yerde
ki, dünyâda geçinecek mikdârdan fazla eşyâ tutmazdı, yâ biz âsî ve şer
kulların ve âhıreti dünyâya veren hasîslerin, belki âhıreti bir
başkasının
dünyâsına veren düşük kimselerin hâli ne olur.
Yetmişyedinci Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri Ebû Mûsâ-el eş'arî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini Pars
vilâyetine vâlî ta'yîn edip, göndermişdi. Bir müddet sonra bir mektûb
yazıp,
gönderdi. Mektûbda: Bilmelisin ki, idârecilerin en iyisi o kimsedir ki,
halkı onun sebebi ile iyidir. Kötü bahtlılar onun ile kötü bahtlıdır.
Ve
zinhâr yâ Ebû Mûsâ, elini açık tutup, isrâf edici olma ki, o vakt
âmillerin
de öyle ederler. Senin misâlin o hayvan gibidir ki, otu çok yir. Onun
semîz
olması, boğazlanmasına sebeb olur. Bir vakt hazret-i Ömer ve Huzeyfe
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' oturmuşlar idi. Hazret-i Ömer buyurdu ki: Yâ Huzeyfe!
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri münâfıkların
sırrını sana
söylemişdir. Bende nifâk eserinden ne görürsün. Huzeyfe dedi ki: Allahü
teâlâ muhâfaza etsin. Sen bunu nasıl söylüyorsun. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden, sende nifâk ile alâkalı birşey
işitmedim. [Ya'nî sende münâfıklık alâmeti yokdur.] Bir vaktde de
oturmuşdu.
Vera' sözünü söylerdi. Sonra buyurdu; harâma ve şübheliye düşerim
korkusu
ile yetmiş halâlden el çekdim. (Kimyâ-i se'âdet)de de nakl edilmişdir
ki,
emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' yedi veyâ dokuz lokmadan
fazla yimezdi.
Yetmişsekizinci Menâkıb: Ebû İshak Gülâbâdî (Te'arrüf) kitâbında
demişdir
ki, emîr-ül mü'minîn hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh', Üveys-i
Karnînin 'rahmetullahi aleyh' sıfatını Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem'
hazretlerinden işitmişdi. Hazret-i Ömere 'radıyallahü teâlâ anh'
söylemişdi,
Üveysi görmemişdi. Fekat, Üveysi çok senâ ederdi. Ömere 'radıyallahü
teâlâ
anh' Üveys hakkında vasıyyet eyledi. Hilâfet sırası hazret-i Ömere
geldi.
Arefe gününde halkı Arafatda toplanmış buldu. Minber üzerine çıkdı.
Seslendi:
Her kim Irâklı ise ayağa kalksın. Bir mikdâr halk ayağa kalkdılar. Her
kim Yemenli ise, ayrı tarafda otursun. Bir kişi kalkdı. Emîr-ül
mü'minîn
o kişiden süâl buyurdu ki; Neredensin. O dedi, Karndanım. Buyurdu,
Üveys-i
Karnîyi bilir misin. Bilirim, onu niçin soruyorsunuz. Hâlbuki, içimizde
ondan dîvâne ve fakîr yokdur. Emîr-ül mü'minîn bunu işitdi ve buyurdu
ki,
onu o sebebden isterim ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinden işitdim, buyurdu ki: Kıyâmet günü Râbi'a ve Mudar
kabîlelerinin
koyunlarının yünü adedince, Onun şefâ'atiyle benim ümmetimden Cennete
girseler
gerekdir. Bu iki kabîle Arabistânda büyük kabîlelerdir. Koyunları
çokdur.
Herem bin Hayyândan 'rahmetullahi aleyh' bunu işitdim: Kûfeye varıp,
onu taleb etdim [aradım]. Tâ Fırat kenârında buldum, abdest alıp,
kaftanını
yıkardı. Selâm verdim. Selâmımı alıp, bana bakdı. İstedim ki, elini
tutayım.
Dedim: Allahü teâlâ sana rahmet etsin, seni afv etsin, nasılsın. Bana
onun
muhabbetinden ve onun hâlinin zaîfliğine acımamdan, bir ağlamak geldi.
O da ağladı. Dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Sen nasılsın, yâ benim
kardeşim.
Sana benim tarafıma kim yol gösterdi. Ben sordum: Benim adımı ve
babamın
adını nasıl bildin, görmemiş iken, nasıl tanıdın. (O alîm ve habîr ki,
hiçbir şey onun ilminden dışarı değildir), bana haber verdi. Benim
rûhum
senin rûhunu tanıdı. Mü'minlerin rûhu birbirlerini görmemiş olsalar
bile,
birbirleri ile âşinâ olurlar. Dedim, bana Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinden bir haber ver, yâdigâr olsun. Dedi:
Benim
cânım ve bedenim Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' fedâ
olsun.
Ben Onu görmemişim ve Onun hadîsini gayriden işitmişim. Hadîs
rivâyetinin
yolunu kendimin üzerine kurulmasını istemem. Muhaddis ve müftî olmağı
ve
meşhûr olmağı istemem [sevmem]. Benim bir meşgûliyyetim vardır ki,
ondan
gayri ile meşgûl olmam. Dedim; bana bir âyet oku. Tâ senden işiteyim.
Bana
düâ ve vasıyyet et. Tâ onunla amel edeyim ki, seni Allah için çok
severim.
Benim elimi tutdu. Fırat kenârına götürdü. Dedi; (E'ûzü billâhi
mineşşeytânirracîm)
ve ağlayıp, sözlerin en doğrusu Allahü teâlânın sözüdür. Sonra Dühân
sûresi
38.ci âyetinden 42.ci âyetine kadar okudu. (Biz gökleri, yeri ve ikisi
arasındakileri abes olarak, bâtıl olarak yaratmadık. Bu ikisini hak
olarak
yaratdık. Fekat çokları bunu bilmezler. Doğrusu hükm günü hepsinin bir
arada bulunacağı gündür. O gün dostun dosta hiçbir fâidesi olmaz.
Yardım
da görmezler. Yalnız Allahü teâlânın merhamet etdiği kimseler bunların
dışındadır. O şübhesiz güçlüdür, merhametlidir.) Sonra bir bağırdı ki,
aklı başından gitdi ve dedi, yâ Hayyân oğlu! Baban Hayyân öldü. Sen
dahî
yakındır ki ölürsün! Yâ Cennete gidersin veyâ Cehenneme! Baban hazret-i
Âdem aleyhisselâm öldü ve Nûh aleyhisselâm öldü. İbrâhîm Halîlullah
öldü.
Mûsâ kelîmullah öldü. Dâvüd halîfe-i hüdâ öldü. [Hazret-i Îsâ ölmedi.]
Hazret-i Muhammed Resûlullah 'aleyhissalâtü vesselâm' öldü.
Resûlullahın
halîfesi Ebû Bekr öldü. Birâderim hazret-i Ömer de öldü. Ben Ömer henüz
ölmedi, dedim. Hak Sübhânehü ve teâlâ bana Ömerin öldüğünü haber verdi.
Ben ve sen de öleceğiz, dedi. Salevât getirip, kısa bir düâ yapdı. Dedi
ki, benim sana vasıyyetim odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin
kelâm-ı azîmüşşânını ve ehl-i sâlih tarîkını [sâlih kişilerin yolunu]
önünde
tutasın, ölümü anmakdan bir sâat gâfil olmıyasın. Kendi kavmine varıp,
onlara nasîhat edesin. Onları nasîhatsız bırakmayasın. Cemâ'atden bir
adım
ayrılmayasın ki, bilmeden dinden çıkar ve Cehenneme düşersin. Sonra bir
çok düâlar etdi ve dedi: Yâ Herem bin Hayyân! Bundan böyle ne ben seni
görürüm. Ve ne sen beni görürsün. Beni düâ ile yâd et. Tâ ki, ben de
seni
düâ ile yâd edeyim. Sen bir tarafa git. Ben de bir başka tarafa
gideyim.
İstedim ki, bir sâat onunla gideyim. İstemedi ve ağladı, beni de
ağlatdı.
Ardınca bakdım. Sonra bir mahalleye girdi. Bir dahâ ondan haber
alamadım.
Ömrümün sonuna kadar hazret-i Ömerin rûhuna hayr düâ ederdim ki, bana
onun
tarafına yol gösterdi. Eğer onun irşâdı olmasaydı, ben Üveysi bulup,
feyz
alamazdım.
Yetmişdokuzuncu Menâkıb: Emîr-ül mü'minîn Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin bir câriyesi var idi. Adı Zâide idi. Bir gün koşarak
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
huzûrlarına geldi ve
dedi ki: Yâ Nebiyyallah! Ben Ömerin evinde idim. Hamur yapıp, ekmek
pişirmek
istedim. Odun yok idi. Vardım hurmalığa odun getirmeğe. Odunu topladım.
Bağladım. Getirmeğe kâdir olamadım. Bir at ayağı sesi işitdim. O
hurmalıkda
hiç atlı görmemişdim. Bakdım, güzel yüzlü bir atlı gördüm. Yeşil
kaftanlar
giymiş. Bana dedi, yâ Zâide! Hazret-i Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' nasıldır. Ben dedim, pek iyidir. Cennet ile müjde verir.
Cehennem
ile korku verir. Dedi, yâ Zâide! Git, hazret-i Muhammedin 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' huzûruna, ona benden selâm söyle. Söyle ki, Cennet
Rıdvânı
sana selâm eder. Ve der ki, hiç kimse senin Peygamberliğine ve
Resûllüğüne
benim kadar sevinen ve hurrem olan kimse olmadı. Zîrâ ki hiçbir
Peygamber
ümmeti, onun ümmeti kadar Cennete girmek istemez. Senin ümmetin kıyâmet
günü üç bölük olsa gerekdir. Zâlimler, muktesıdlar ve sâbıklar. Allahü
teâlâ sâbıkları hesâba çekmez. Hesâbsız Cennete gönderir. Muktesıdların
hesâbı kolay olur. Yine Cennete gönderir. Zâlimleri Senin şefâ'atin ile
sana bağışlar. Ümîd ederim ki, senin ümmetinden kimse kıyâmetde, zâyi'
olmaz. Bu üç gürûh, senin bereketin ile Cennete girerler. Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mubârek başını secdeye
koydu ve buyurdu
ki, Elhamdülillah ki, beni dünyâdan âhırete iletmeden, Rıdvânın dili
üzerinden,
benim ümmetimin afv olacağını bana müjde verdi. Zâide dedi ki; yâ
Resûlallah!
Bundan acâibini söyliyeyim! Ben odunu bağlamışdım. Ağır idi. Götürmeğe
kâdir olamadım. Bana dedi, odunu götüremiyor musun. Dedim, evet,
götüremiyorum.
Elindeki kamçısı ile bir büyük taşa işâret etdi ve yâ taş kalk. Bu
odunu
Ömer bin Hattâbın evine götür ve sen geri gel, dedi. O sâat o taşı
gördüm.
Yerinden kalkarak, koşarak geldi. O odunu yerinden kaldırıp gitdi.
Ömerin
kapısına koymuş, geri geldiğini gördüm. Geldi, yerinde karâr eyledi.
Sonra
o atlıyı görmedim. Ey kardeşim! Eğer, Ömerin 'radıyallahü anh'
fazîletlerini
bilmek istersen, onun hizmetçisinin hâline bak! Hizmetçisinin fazîleti
böyle olur ise, kendinin fazîletini kıyâs eyle 'radıyallahü teâlâ anh'.
Sekseninci Menâkıb: (Tenbîh-ül gâfilîn)de nakl edilmişdir. Ömer bin
Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Şâmdan kablar içinde zeytin
getirmişler idi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri onu taksim
ederdi.
Oğlu önünde otururdu. Boş olan kaplara elini sürerdi. Eli yağlı olurdu.
O yağlı elini saçına sürerdi. Ömer hazretleri bakdı. Dedi ki, ey oğul!
Saçını yağlı görürüm. Oğlu dedi: Evet, elim zeytinlerin kabından,
saçlarım
da elimden yağlandı. Çabuk oğlunun elinden tutup, hamâma götürdü.
Saçlarını
yıkatdı. Buyurdu ki: Oğlum! Bu iş babanın azâb görmesinden kolaydır.
Yine (Tenbîh-ül gâfilîn)de bildirilmişdir. Bir gün bir kişi Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin huzûruna hanımından şikâyet etmeğe gitdi.
Se'âdethânelerinin
[evinin] kapısına vardı. İçeriden bir münâkaşa sesi geliyordu. O kişi
der
ki, kulağımla işitdim ki, harem-i muhteremleri [muhterem hanımları]
Ümm-i
Gülsüm ona çok sözler söyler. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ona
aslâ karşılık vermez. Susar ve dinler. O kişi kendi kendine dedi ki,
ben
isterim ki kendi hanımımdan hazret-i Ömere şikâyet edeyim. Şimdi o
benden
de çok elemde ve cefâdadır. Evine gitmek üzere geri dönmüş idi.
Hazret-i
Ömer dışarı çıkdı, o kişiyi gördü ki, gidiyor. Ona dedi ki, ne iş için
gelmişdin. O kişi, Yâ Emîr-el mü'minîn! Hanımımdan sana şikâyet etmeğe
gelmişdim. Sizin harem-i şerîfinizde olan nesneyi işitince geri döndüm,
dedi. Hazret-i Ömer buyurdu ki, (Ben onu, üzerimde olan şu haklardan
dolayı
afv ederim. Birincisi, benim ile Cehennem arasında perdedir. Nefsim
onun
ile harâmdan sâkin olur. İkincisi, evden dışarı giderim, evimin bekçisi
olur. Üçüncüsü, kassârımdır, esvâbımı yıkar. Dördüncüsü, çocuklarımın
bakıcısıdır.
Beşincisi, ekmeğimi yapar, yemeğimi pişirir. Onun bu hakları onu
azarlamama
mâni'dir.) O merd de dedi ki, doğru söyliyen kişiyi ve doğru giden
kişiyi
Allahü teâlâ sever. Benim hanımımın da bu hakları var. Onu rızâm ile
afv
etdim.
Seksenbirinci Menâkıb: (Mesâbîh)den havz ve şefâ'at bâbının hasen
hadîs-i
şerîflerinde Enes 'radıyallahü teâlâ anh' nakl etmişdir. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Allahü teâlâ bana ümmetimden
dörtyüzbin
kimseyi Cennete koyacağını va'd etdi.) Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh',
bize ziyâde et yâ Resûlallah, dedi. Buyurdu: İki elini avuç yapıp,
bunun
kadar, buyurdu. Yine Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' dedi: Bize ziyâde
et, yâ Resûlallah! Yine öyle buyurdu. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
dedi:
Bizim hepimizi Allahü teâlâ Cennete koymağı irâde etse idi, bir avuçda
koyardı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' (Ömer doğru
söyledi)
buyurdular.