ÜÇÜNCÜ BÂB
Ebû Bekr-i
Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun 'radıyallahü teâlâ anhümâ' menâkıbı:
Birinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de Şeyhaynın [Ebû Bekr-i Sıddîk ve
Ömer-ül Fârûk] radıyallahü anhümâ' menâkıbları bâbında, sahîh
hadîslerde,
Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur.
Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki, (Bir adam öküzünü sürüp giderdi. Adam yoruldu. Öküze
bindi.
Allahü teâlâ öküze nutk verip, fasîh lisân ile söyledi ki, biz binilmek
için halk olunmamışız. Biz ancak çift sürmek için halk olunmuşuz.
İnsanlar
bunu işitip, dediler ki, Sübhânallah! Öküz konuşdu.) Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Muhakkak
ben öküzün
konuşmasına inandım. Ebû Bekr ve Ömer de îmân getirdiler.) Hâlbuki bu
iki
server, o mekânda hâzır değil idiler. Onların orada olmadıkları hâlde,
gıyâblarında onlar için şehâdet etdiler. Yine Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki: Bir çoban kendi koyunları içinde
dururdu.
O sırada bir kurt koşarak bir koyunu aldı, gitdi. Sâhibi yetişip,
koyunu
kurtardı. Allahü teâlâ hazretlerinin kudreti ile kurt konuşmaya
başlayıp,
seb' günü koyunu kim güdecek. O bir gündür ki, benden gayri koyuna
çoban
olmaz. İnsanlar işitip, dediler ki, Sübhânallah! Kurt konuşuyor.
Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: Muhakkak
ben kurdun konuşmasına îmân getirdim. Ebû Bekr ve Ömer de îmân
getirdiler.
Hâlbuki onlar o mekânda hâzır değil idiler. Seb' gününde ihtilâf
etdiler.
Lâkin sıhhatli olan ma'nâ budur ki, seb' günü o gündür ki, fitne ve
fesâd
çok olur. İnsanlar koyunları sâhibsiz bırakıp, kurtların eline fırsat
düşer.
İkinci Menâkıb: (Mesâbîh)de yine aynı bâbda hasen hadîs-i şerîflerde,
Ebû Sa'îdil Hudrî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurmuşdur
ki:
(Sizin gök yüzündeki ışıklı yıldızlara bakıp, gördüğünüz gibi, Cennet
ehli
de İlliyyîn ehline bakar. Muhakkak ki, Ebû Bekr ve Ömer onlardandır.
Lâkin
onlar bu mertebeden de yüksekdirler. Na'îm Cennetine dâhil oldular.)
Yine hasen hadîs-i şerîf olarak, Enes 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
bu ma'nâ ile alâkalı hadîs-i şerîfde buyurdular ki, (Ebû Bekr ve Ömer
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' Cennet erkeklerinin, enbiyâ ve mürselînden gayri
seyyididir. 'Alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm'. Yine hasen
hadîs-i şerîf olarak
Huzeyfe 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet edilmişdir.
Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular. Bu mefhûm
üzerine
ki, iktidâ edin [uyun] o iki kimseye ki, benden sonra halîfedirler,
onlar
Ebû Bekr ve Ömerdir 'radıyallahü anhümâ'.) Yine Enes 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' mescide dâhil oldukları zemân, Ebû Bekr ve Ömerden başka
kimse
başını yukarı kaldırmazdı. O ikisi hazret-i Resûle bakıp, tebessüm
ederler
idi. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' de onlara
bakıp, tebessüm ederdi. Yine hasen hadîsde Abdüllah ibni Ömer
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' hazretlerinden rivâyet edilmişdir: Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' bir gün çıkdılar ve mescide geldiler. Ebû Bekr
ve Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' biri sağında ve biri solunda idi.
Hazret-i
Resûlullah ara yerde, ikisinin elini tutduğu hâlde, buyurdular ki,
(Kıyâmet
gününde böylece ba's olunuruz.) [Kıyâmet gününde böyle kalkarız.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de o bâbın hasen hadîs-i
şerîflerinde,
Abdüllah bin Hatıyyeden rivâyet edilmişdir. Abdüllah bin Hatıyye
tâbi'îndendir.
Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'; hazret-i Ebû
Bekr
ile hazret-i Ömeri 'radıyallahü anhümâ' gördükde, buyurdu ki, (Bunlar
gözdür
ve kulakdır). Ya'nî bu ikisi, Serverin menzil-i dinde, göz ve kulak
menzilesindedir.
Ba'zı ehl-i dirâyet; hazret-i Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' bu kavl-i şerîfinin te'vîlinde, (Allahım! Bizi gözlerimiz ve
kulaklarımızdan
fâidelendir!) hadîs-i şerîfindeki göz ve kulakdan murâd, Ebû Bekr ve
Ömerdir 'radıyallahü teâlâ anhümâ', demişlerdir.
Yine o bâbda hasen hadîs-i şerîfde, Ebû Sa'îd hazretlerinden
'radıyallahü
teâlâ anh' rivâyet olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
buyurdular: (Her Peygamberin yer ehlinden iki, gök ehlinden iki vezîri
olur. Benim gök ehlinden vezîrlerim Cebrâîl ve Mikâîldir
'aleyhimesselâm'.
Yer ehlinden vezîrlerim Ebû Bekr ve Ömerdir 'radıyallahü teâlâ
anhümâ'.)
Yine o bâbın hasen hadîsler kısmında, hazret-i Ebû Bekrden rivâyet
olunmuşdur.
Bir adam, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine
dedi
ki, rü'yâda gördüm. Gökden bir mîzân nâzil oldu. Hazretiniz 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' ve Ebû Bekr hazretleri vezn olundunuz, ya'nî
tartıldınız!
Siz üstün geldiniz. Ebû Bekr ve Ömer hazretleri vezn olundular. Ebû
Bekr
üstün geldi. Ömer ve Osmân hazretleri vezn olundular. Ömer üstün geldi.
Sonra mîzân kalkdı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
bu rü'yâdan bir büyük üzüntü hâsıl oldu. Buyurdular ki; (Nübüvvete âid
olan hilâfetden sonra, Allahü teâlâ mülkü dilediğine verir.)
Tayyibî beyân etmiş ki, bu rü'yâ şuna işâret eder. Hak üzere olan
hilâfetde
kesinti olur ve sonra yok olur. Hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi,
hazret-i
Ömerin hilâfeti de nübüvvete bağlı olarak devâm eder. Şeyhaynın
[hazret-i
Ebû Bekr ve Ömerin 'radıyallahü anhümâ'] derecesine hiç kimse çıkamadı.
Bunların yapdığı hizmet, başkalarına nasîb olmadı. Hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' ve hazret-i Alî de 'radıyallahü teâlâ anh' hak üzere halîfe
idiler. Bunların zemânında fitne ve karışıklıklar çoğaldı. Kalblerde
üzüntüler
artdı. [Ehl-i sünnete göre, her ikisini de üstün bilmek ve sevmek şart
oldu.] Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinden sonra
melik-i
adûd oldu.
Dördüncü Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) kitâbının sâhibi, yazmış ki, fakîh
Ebû Nasr fârisî dil ile hazret-i Alîden 'radıyallahü teâlâ anh ve
kerremallahü
vecheh' rivâyet eder. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
huzûruna bir kişi geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Filân yehûdînin bir
ısırıcı köpeği vardır. Her ne zemân cemâ'ate gelmek için oradan
geçerim,
beni dişler [ısırır], elbisemi yırtar. O yehûdîye emr edin ki, o kelbi
[köpeği] habs etsin. Resûlullah hazretleri kalkıp, o yehûdînin evine
gitdi.
Yehûdî karşıladı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' (Yâ
Ehal
Yehûd! Senin köpeğin bu kimseyi dişlemiş ve elbisesini yırtmış)
buyurdu.
Yehûdî dedi ki: Benim köpeğim kendine eziyyet etmiyene eziyyet etmez.
Eğer
sen Allahü teâlâ hazretlerinin Resûlü isen, öyle zan edersin [ki
öyledir],
gel köpekden sor ki, niçin eziyyet eder. Rivâyet eden diyor ki:
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, yehûdînin
köpeğini gördü.
Köpek kalkdı. Ondan yana koşup, kuyruğunu oynatmağa başladı. O sırada o
şahsı da gördü. O şahsın üzerine saldırdı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdu ki; nedir senin hâlin yâ kelb. Niçin bu
kimseye
sebebsiz eziyyet edersin. Hak Sübhânehü ve teâlâ kelbe konuşmak için
izn
verdi. Hattâ fasîh bir lisân ve güzel bir ibâre ile konuşup, dedi ki,
yâ
Nebiyyallah! Muhakkak, benim yanımdan hergün bin adam geçer. Hiçbirine
zarar vermem. Bu adama o sebebden eziyyet ederim ki, Ebû Bekr ve Ömer
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' hazretlerine buğz eder ve o iki serverin güzel
sûretlerini
kapısının dehlîzinde tasvîr etmişdir. Evine girerken ve evinden
çıkarken
o sûret-i şerîflere tükürür. Yâ Resûlallah! Benim ile berâber buyurun,
onun evine gidelim. Eğer ben yalancı isem, nefsim sana fedâ olsun.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri o şahsın
evine gitdiler.
Bakdılar ki, kelbin [köpeğin] anlatdığı minvâl üzere dehlîzin kapısı
üzerinde,
mübârek resmlerin üzerinde tükrük izleri görünür. Resûl-i ekrem
hazretleri
o şahsa dönüp, buyurdular ki, (Tevbe eyle, müslimân ol. Allahü teâlâ
hazretleri
tevbeni kabûl eyleye.) O şahs da tevbe edip, müslimân oldu. Sonra
kelbin
sâhibi de müslimân oldu. Sonra kelb dedi ki: Selâm Senin üzerine olsun
yâ Resûlallah! Sen Hak teâlânın gönderilmiş hakîkî Peygamberisin. Sonra
gözden kayboldu.
Beşinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demişdir ki, Sâlih bin
Muhammed bin Sâlih el Sehâvîden işitdim. İsnâd ile Ebûl Cerrâhdan, o da
Ebûl Alkamadan hikâye eder. Ebûl Alkama dedi: Bir büyük kâfile içinde
bulundum.
Emîrimiz bir şahs idi ki, onun emri ile göçüp, onun emri ile konardık.
Bir menzile vardık. O şahs, Şeyhaynı 'radıyallahü anhümâ' şetm etdi
[kötüledi,
yakışmıyan şeyler söyledi]. Biz nehy etdikçe kesmedi, vaz geçmedi. O
gece
rü'yâmda gördüm. Sabâh olup, yüklerimizi yükledik. Bendlerimizi ıslâh
eyledik.
Emîrimiz tarafından emr bekledik. Kimse ses vermedi. Emîrin yanına
vardık
ki, görelim, hâli nedir ve ne yapar. Gördük ki, bağdaş kurmuş, oturmuş.
Ayaklarını bir örtü ile örtmüş. Ayaklarını açdık. Gördük ki,
neûzübillah,
ayakları, hınzır ayaklarına dönmüş. Hayvanı eğerleyip, hayvanına
bindirdik.
Bir kilisenin yanına geldik ki, orada domuzlar otlar. Hemen hayvanından
aşağı sıçrayıp, iki ayağı üzerine durdu. Üç kerre domuz gibi bağırdı,
domuzlara
karışdı. Onlar gibi domuz oldu. Hattâ onlardan ayırmak mümkin olmadı.
Neûzübillah.
Kötü işlerimizden, nefslerimizin şerrinden Allahü teâlâya sığınırız.
Altıncı Menâkıb: (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi demiş ki, Fakîh Ebülleys
Nasr Ahmed bin Muhammed Hayr dedi ki: Ben Buhâra pazarından Tûs
pazarına
gitmek üzere yola çıkdım. Yolda Fergâna köylerinden İskenderiyyeli bir
şahs ile arkadaş oldum. Ben o şahsa dedim. Nereden gelirsin, nereye
gidersin.
O şahs dedi ki, Fergâneden gelirim, hacca giderim. Bir hanım için üçyüz
dirheme hacca giderim. Ben ona bu zemân hac vakti değil, zîrâ hâcılar
çıkmışlardır,
sen onlara erişemezsin. Fergâneden Mekke-i Mükerremeye üçyüz dirheme
nasıl
hacca gidersin dedim. O şahs dedi ki, bizim için Tûsda bir yer vardır.
Ona meşhed denilir. Biz o beka'ayı [o yeri] hac ederiz. O yerde
hazret-i
Alînin 'kerremallahü vecheh' sülâle-i şerîflerinden Alî bin Mûsâ el
Rızânın
kabri vardır. O kabri hac ederiz. Ona karşılık cevâb verdim. Delîl ve
senedli
cevâb verdiğim hâlde, konuşmamız münâkaşa şeklini alınca, onu Meşhedde
terk etdim ve Tûsa gitdim. Kıssayı hâkime söyledim. O sırada Ebûl Fadl
el ednî hâkim idi. Tûsda hâkim bana dedi ki, niçin arkadaşlığını devâm
etdirmedin. Böylece, onların küfrü açığa çıksa idi. Biz de o sebeble
onları
bu şehrden ihrâç ederdik [sürerdik]. Hâkimden izn taleb etdim, dönüp
Meşhede
gitdim. Birçok geceler onunla oldum. O kadar onunla düşüp-kalkdım ki,
kendilerinden
zan etdi. Ben de onlardan oldum. Bana dedi ki, yâ falan, artık bizden
oldun,
artık bizim seyyidimizi ve imâmımızı ziyâret etmez misin! Olur, dedim.
İmâmları bir şahs idi ki, tanışdık. Onlar ile nemâz kılardı. Kur'ân-ı
azîmüşşânı,
neûzübillâhi teâlâ, hakîkî kırâatinden başka bir şeklde okurdu. Hattâ
Kıyâmet
sûresini okudu. Meâl-i şerîfi (Ey Resûlüm! Kur'ân-ı kerîmi kalbinde
toplayıp,
dilinde sâbit kılmak bizim üzerimizdedir) olan 17.ci âyet-i kerîmeyi
okurken,
değişdirip okudu. Ben kalbimden ona yalan söyliyorsun, dedim. O nemâzı
yeniden kıldım. Sonra o şahs beni büyüklerinden birinin yanına gizlice
götürdü. Orada bir şahs gördüm ki, iki ayağı kelb ayağı gibi ve ağzı
kelb
ağzı gibi, kelb sûretinde idi. Onlar derler ki, o şahs Allahü teâlâ
hazretlerini
zikr eder. Sonra o Fergâneli bana dedi ki, bu seyyidimiz hergün Şeyhayn
hazretlerine 'radıyallahü teâlâ anhümâ' neûzübillah, bin kerre la'net
eder.
Emr geldi, bu mertebeye geldi. Ben de çıkdım Tûs şehrine geldim. Hâkime
hepsini haber verdim. Kalkıp Meşhede geldi. O tâifeyi oradan çıkarmak
için
uğraşdı. Mümkin olmadı.
Yedinci Menâkıb: Yine (Ravdat-ül ulemâ) sâhibi 'rahimehullahü teâlâ'
diyor ki: Edîb, Zâhid-el Yûsüf Ya'kûb bin Yûsüfden 'rahimehullah'
işitdim.
Der ki, ben Mekke-i mükerreme yolunda Dâmigâna vardım. Nişâpûrlu bir
şahsa
rast geldim. Bu şahs, Dâmigânlı bir şahs ile; Ebû Bekr ve Ömerin
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' hazretlerinin fazîletleri konusunda münâkaşa ediyorlardı.
Dâmigânlıya Şeyhayn hazretlerinin fazîletleri konusunda yardım etmek
için,
ben de onlara dâhil oldum. Edîb Zâhid şöyle nakl etmişdir. Dâmigânlı,
Nişâpûrluya
dedi ki, bu konuda benim sana söylediğim sözleri kimse söylememişdir.
Lâkin
sana bu dalâletden dönmen için hiçbir şey fâide vermedi. Gel seninle
fi'ili
tecrîbe edelim. Nişâpûrî dedi ki, nasıl? Dâmigânî dedi ki; Dâmigânda
bir
hamâm vardır. Emîr hamâmı denmekle meşhûrdur. Dâmigân hamâmlarında o
hamâm
külhânından büyük ateşli bir külhân [ocak] yokdur. Varalım, külhâncıya
külhân kapısını açdıralım. Sen ve ben külhâna girelim ve onun içinde
zuhr
[öğle] vaktine kadar eğlenelim. Eğer sen hak üzerine isen necât
bulursun
[kurtulursun], ben helâk olurum. Eğer ben hak üzere isem, ben necât
bulurum
[kurtulurum], sen helâk olursun. Kalkdık, o hamâma vardık. Külhâncı
bizim
için külhân kapısını açmakdan imtinâ etdi [çekindi]. Tâ ki, birkaç
müslimânı
bu kadiyye üzerine şâhid tutdu. Sonra, Dâmigânî, Nişâpûrînin sağ elinin
küçük parmağından tutup, kendi önce külhâna [ocağa] girip, Nişâpûrîyi
de
çekdi. İkisi berâber külhâna girip, eğlendiler [beklediler]. Hamâm
yakınında
olan câmi'in müezzini zuhr [öğle vaktinin] ezânı okuyunca, ben
külhâncıyı
[ocakcıyı] çağırdım. Külhâncı da o ikisine nidâ etdikde [seslenip,
çağırdıkda],
Dâmigânlı çıkdı. Elbiselerinden bir parça bile yanmamış. Ateş aslâ
te'sîr
etmemiş. Nişâpûrlu ise, yanmış, kömür gibi olmuş. Ey mü'mîn kardeşler.
Şeyhaynın 'radıyallahü anhümâ' fazîleti hakkında, başka kıssa olmasa,
bu
acâib kıssa kifâyet eder.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Ömer bin Hattâbın 'radıyallahü teâlâ anh'
âdet-i şerîfleri şu idi ki, herkesden önce mescide giderlerdi. Bir gün
mescide giderken gördü ki, bir çocuk, acele ile önünden gider. Hazret-i
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, yâ sabî [çocuk], niçin bu kadar
acele
mescide gidersin. Sana henüz nemâz dahî farz olmamış. Çocuk dedi ki, yâ
Ömer, ben niçin acele etmiyeyim ki, dünkü gün, benden küçük bir çocuk
vefât
etdi. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' çocukdan bu sözü işitince,
o şeklde ağladı ki, gözünden yaş yerine kan geldi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bostân sâhibi 'rahimehullahü teâlâ' (Kitâb-ül
Bostân)da,
ba'zı selefden nakl etmişdir. Benim bir komşum vardı. Ebû Bekr ve Ömer
'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerini şetm ederdi [kötülerdi]. Bir
gece
aşırı kötüledi. Tehammül edemeyip, döğüşdüm. Sonra döndüm, hüzn ve
üzüntü
ile evime geldim. Yatsı nemâzını te'hîr edip, uyudum. Uykum içinde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini gördüm.
Dedim ki; yâ Habîballah!
Falan kişi senin eshâbını seb' eder [kötüler]. Buyurdu ki; kimi
kötülüyor.
Dedim, Ebû Bekr ve Ömer hazretlerini. Buyurdu ki; bu bıçağı al, bununla
var onu boğazla. Ben de o bıçağı aldım. Onu yıkıp, boğazladım. Gördüm
ki,
kanından elime bulaşdı. Elimi yere sürdüm. Bu esnâda uyandım. O şahsın
evinden bağırmalar [figânlar] geldiğini işitdim. Dedim ki, bu figân
nedir.
Dediler, bu gece filan füc'eten ölmüş. Sabâh oldu. Vardım, ona bakdım.
Boğazından bir hat çekilmiş, gördüm. Bu kıssa (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Onuncu Menâkıb: Sefîne 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Mescid-i şerîfi binâ etmeğe
başladı.
Kendi mubârek eli ile bir taş koydu. Sonra, Ebû Bekre 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu ki, Sen de taşını benim taşımın yanına koy. Sonra Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine de buyurdu ki, yâ Ömer! Sen de taşını Ebû
Bekrin
taşı yanına koy. Buyurdu ki; Bunlar benden sonra halîfelerdir. Bu da
(Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Onbirinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Sahâbe-i güzînin 'rıdvânullahi
aleyhim ecma'în' çocukları oynaşırken, hazret-i Ebû Bekrin oğlu,
hazret-i
Ömerin oğluna, uzun fikrlinin oğlu, dedi. Hazret-i Ömerin oğlu
ağlıyarak
babasına varıp, Ebû Bekrin oğlu bana böyle dedi, diye şikâyet eyledi.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri de bu sözden üzüldü. Dedi ki,
mutlaka
büyüklerinden işitip, öyle demişdir. Zîrâ çocuk kendisi böyle söylemez,
deyip, kalkıp, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı
şerîflerine vardı. Durumu arz etdi. Hazret-i Habîbullah, hazret-i Ebû
Bekri
da'vet etdi. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' da huzûr-ı
şerîflerine
geldi. Ebû Bekre hitâb edip, buyurdular ki: Yâ Ebâ Bekr! Sen yatağa
girdiğin
vakt, ne düşünerek yatarsın. Ebû Bekr 'radıyallahü anh', bir nefesi
veririm,
geri almak müyesser olur mu, olmaz mı. Bir nefesi ki alırım geri
vermek,
mümkin olur mu, yâ olmaz mı, onu düşünürüm, dedi. Sonra hazret-i Ömere
dönüp, buyurdu ki, sen ne düşünerek yatağına girersin. Ömer
'radıyallahü
anh' dedi ki, sabâha çıkar mıyım, çıkmaz mıyım, onu düşünürüm. Sonra,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazret-i Ömere buyurdu;
yâ Ömer! Sen
söyle; Ebû Bekrin fikrine nisbetle senin fikrin ne mikdâr uzun olur.
Hazret-i
Ömer o karşılığı teslîm edip, râzı oldu 'radıyallahü anhümâ'. Nasıl ki,
hazret-i Ömerin bir gece sabâha kadar fikri, bir nefese nisbetle
uzundur.
Lâkin bizim gibilerin fikrine göre gâyet kısadır. Yaşımız ilerledikçe
emellerimiz
uzar, amelimiz kısalır. Uzun emellerimizden [tûl-i emelden] Allahü
teâlâya
sığınırız.
Onikinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî 'rahimehullahi teâlâ', [(Meâlim
üttenzîl)
adlı tefsîrinde;] meâl-i şerîfi, (Nemâzda kırâetini cehr ve ihfâ etme.
Bu ikisi arasında bir yol tut!) olan İsrâ sûresinin 110.cu âyet-i
kerîmesinin
tefsîrinde beyân buyurmuşlardır. Ebû Osmân Sa'îd bin İsmâîl, zikr
olunan
râvîlerin rivâyeti ile Ebû Katâdeden 'radıyallahü teâlâ anh' bize haber
verdi. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Ebû Bekr
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine dedi: (Senin yanından geçdim.
Hâlbuki
sen Kur'ân-ı azîmüşşân okurdun. Sesini çok azaltırdın). Hazret-i Ebû
Bekr
dedi ki, ben işitdiririm o zâta ki, ona münâcat ederim. [Ya'nî sesimi
Allahü
teâlâ işitir.] Hazret-i Resûlullah buyurdu ki, (Sesini birazcık
yükselt.)
Ömer 'radıyallahü anh' hazretlerine dedi ki, (Senin yanından geçdim.
Sen
Kur'ân-ı azîmüşşân okurdun. Sesini yükseltirdin.) Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, (Uykuda olanları uyardım ve şeytânı tard etdim.)
Server-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki; (Birazcık sesini
alçalt!)
Onüçüncü Menâkıb: İmâm-ı Begavî 'rahimehullah' (Mesâbîh)de Şeyhaynın
menâkıbı bâbında, İbni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' hazretlerinden sahîh
hadîs olarak nakl etmişdir. Buyurmuş ki; Ben bir kavmin içinde
durmuşdum.
O kavm; Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine düâ ederlerdi.
Hâlbuki
hazret-i Ömerin mubârek cismi, vefâtını müteâkib gasl olunmak için,
teneşir
üzerine konulmuşdu. Nâgah bir şahs arkamda dirseğini benim omuzum
üzerine
koyup, der idi: Allahü teâlâ sana rahmet etsin yâ Ömer. Ben ricâ ederim
ki, Allahü teâlâ seni iki sâhibin ile berâber kılsın. Zîrâ çok kerre
olurdu,
işitirim ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu;
(Ben
me'mûr oldum. Ebû Bekr ve Ömer de me'mûr oldu. Ben işledim. Ebû Bekr ve
Ömer de işlediler. Ben ihrâc olundum (çıkarıldım). Ebû Bekr ve Ömer de
ihrâc olundu.) Arkama bakdım ki, o Alî bin Ebî Tâlibdir 'radıyallahü
teâlâ
anhüm'.
Ondördüncü Menâkıb: Süfyân-ı Sevrî 'rahimehullah' buyurdu ki, Kûfede
bizim yakınımızda ısırıcı bir köpek vardı. Birgün, bir iş için geçerken
o köpeği gördüm. Korkup, gitmeyip, durdum. Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
o kelbe [köpeğe] nutk verip [konuşma hâssası verip], fasîh lisân ile
söyledi
ki, yâ Süfyân! Ne oldu sana ki, durdun. Ben dedim ki, senden korkdum.
Kelb,
cevâb verdi ki, yâ Süfyân! Benden korkma ki, ben seni ısırmam. Beni
senin
üzerine musallat etmemişlerdir. Beni musallat etmişlerdir o münâfık ve
dinsiz üzerine ki; Ebû Bekre ve Ömere 'radıyallahü teâlâ anhümâ' seb'
eder
[kötüler] ve onlara yaramaz sözler söyler.
Onbeşinci Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile
Alî 'kerremallahü vechehü ve radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
gidiyorlardı.
Buyurdular ki, (Yâ Alî! Hiçbir kavm arasında [devâmlı] sevinçlilik ve
sürûr
olmadı. İllâ ki, o sevinçli hâlden sonra, onlara bir gam ve sıkıntı
erişdi.
Yâ Alî! Bütün dünyâ ni'metleri kesilir. İllâ Cennet ni'metleri devâmlı
olur, kesilmez. Yâ Alî! Sen istikâmet üzere olasın. İlk ânda zarar
görünse
bile, sonunda sevinç olur.) Bu sözleri söyler iken, hazret-i Ebû Bekr
ve
hazret-i Ömer 'radıyallahü anhümâ' karşıdan geldiler. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular, (Bu ikisi ümmetin müjdecileridir.
Bunları
sevmek, îmândandır. Bunlara buğz etmek, nifâkdandır.) Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, (Evet, yâ Resûlallah! Ben onları severim. Onların
sevgisi
benim kalbimde, sizin bu sözünüzden sonra çoğaldı.)
Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki, (Gökde iki melek vardır. Birisi dâimâ şiddet ve gadab
ile
buyurur. Birisi sühûlet ile ve hilm ile buyurur. Her ikisi de hak
üzerinedirler.
Onların birisi Cebrâîldir ve birisi Mikâîldir. Resûllerde iki kimse
vardır.
Birisi lutf ile ve iyilik ile buyurur ve birisi katılık ile ve şiddet
ile
buyurur. İkisi de hak üzeredirler. Birisi hazret-i İbrâhîm ve birisi
hazret-i
Nûh aleyhimesselâmdır. Benim eshâbımdan da iki kimse vardır. Birisi
rıfk
ile ve merhamet ile emr eder. Birisi sertlik ile ve şiddet ile emr
eder.
İkisi de hak üzeredirler. Biri Ebû Bekr-i Sıddîk ve biri Ömer-ül
Fârûkdur.) 'radıyallahü teâlâ anhümâ.'
Onyedinci Menâkıb: Ebüdderdâ 'radıyallahü teâlâ anh' nakl etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerine,
Ebû Bekr ve Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri geldiler.
Hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Şükr ve
hamd olsun Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ki, beni sizinle
kuvvetlendirdi.)
Onsekizinci Menâkıb: Şuayb bin Harb diyor ki; Mâlik bin Mu'avvelden
sordum ve dedim ki, bana bir vasıyyet et. Dedi ki, Şeyhaynı sevmek
senin
üzerine olsun. Ben dedim, bana bir vasıyyet et! Allahü teâlâ sana
rahmet
etsin. Mürâdım odur ki, bu haberin isnâdını beyân etsin. Mâlik, bize
Rekkâşi
Enes bin Mâlikden 'radıyallahü teâlâ anh', o da Enesden haber verdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, buyurdular
ki, (Ben ümmetimden,
Ebû Bekrin ve Ömerin muhabbetini, Lâ ilâhe illallah Muhammedün
Resûlullah
kavli şerîfini istediğim gibi isterim!)
Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular ki: (Bana Hamza ile Ca'fer 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
gösterildi.
Gördüm, önlerinde zebercedden bir tabak. O tabakdan incir yirler. Sonra
üzüm oldu. Üzümden yidiler. Sonra tâze hurma oldu. Hurmadan yidiler.
Onlardan
süâl etdim. Ne amel ile buldunuz, bu mertebeyi. (Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün
Resûlullah!) kavli ile bulduk, dediler. Dedim, ondan sonra ne amel ile.
Dediler, sana salavât vermek ile. Dedim, ondan sonra ne amel ile
buldunuz.
Dediler, Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûku sevmek ile 'radıyallahü
teâlâ
anhüm'.)
Yirminci Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 251.ci sahîfesinde
buyuruluyor
ki: İmâm-ı Süyûtî hazretleri (Târîh-ul-Hulefâ) kitâbında diyor ki:
Hadîs-i
şerîflerde, (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Allahü teâlânın
emrlerini
yapmakda en şiddetlisi Ömerdir. Hayâsı en çok olanı Osmândır.
İslâmiyyetdeki
zorlukları en çok çözen Alîdir. Ümmetimin en emîni Ebû Ubeyde bin
Cerrâhdır.
Ümmetimin en zâhidi Ebû Zerdir. İbâdeti en çok olan Ebüdderdâdır.
Ümmetimin
en halîmi ve cömerdi Mu'âviye bin Ebî Süfyândır) buyuruldu.]
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka, ondan sonra Ömer-ül Fârûka
'radıyallahü
teâlâ anhüm', mutî' olunuz, doğru yolu bulursunuz. Onların izince
giderseniz,
olgun olursunuz!)
Yirmiikinci Menâkıb: (Lübâb-ül-elbâb)da, Enes bin Mâlik 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, ensârdan bir kimseyi, mektûb ile Yemen
cânibine
[tarafına] Mu'âz bin Cebel 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine
gönderdi.
Bu şahsın adı Sefîne idi. Sefîne yolda giderken, bir aslan onun
karşısına
çıkdı. Güyâ onunla söyleşir gibi, sesler çıkarıyordu. Sefîne
'radıyallahü
anh' ona dedi: Ey aslan, benim yanımda Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin mektûbu var. Bunu işitip, uzaklaşdı. Sefîne
Yemene
vardı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
cevâbını
Mu'âz bin Cebel hazretlerinden aldı. Dönüp, o mevzi'e gelince, yine o
aslan
onun önüne geldi. Yine yüzüne karşı gelip, güyâ konuşurdu. Sefîne
'radıyallahü
teâlâ anh' yolu tutup, Medîne-i Münevvereye geldi. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûruna vardı. Henüz hiçbir
kelâm
etmezden evvel, Server-i âlem buyurdu ki: Yâ Sefîne, hâdiseyi sen mi
anlatırsın,
ben mi anlatayım. Sefîne dedi ki; yâ Resûlallah! Hâdiseyi sizden
işitmek
güzeldir. Senin mubârek ağzından, dinlemek dahâ hoş, dahâ güzeldir.
Buyurdu
ki: O aslan gidişinde ve gelişinde senin önüne çıkdı. Sana ne dediğini
anladın mı. Allahü teâlâ ve Resûlü bilir, dedi. Sana gidişinde,
'Resûlullahı 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', Ebû Bekri ve Ömeri
'radıyallahü teâlâ
anhüm' ne hâl üzere bırakdınız' dedi. Abdüllah bin Mes'ûd 'radıyallahü
teâlâ anh' kalkıp, dedi ki, yâ Resûlallah! Yırtıcı hayvanlar [aslan]
Ebû
Bekrin ve Ömerin fazîletlerini bilirler mi? Buyurdu ki: Evet! Beni hak
Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, semâvatı, yedi kat
yeri,
Cenneti ve Cehennemi, arş ve kürsî, melekleri ve cinleri, dağları ve
deryâları,
hayvanları ve yırtıcı hayvanları ve ağaçları ve bunun gibi eşyâyı halk
etdi. Ya'nî yaratdı. Bunların hepsi hazret-i Ebû Bekr ile Ömerin
fazîletini 'radıyallahü teâlâ anhüm' bilirler.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Yine (Lübâb-ül-elbâb)da nakl olunmuşdur. Enes
bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Elbette Allahü teâlâ beni kendi
nûrundan
yaratdı. Benim nûrumdan Ebû Bekri, Ebû Bekrin nûrundan Ömeri ve Âişeyi
yaratdı. Ömerin nûrundan, ümmetimin mü'min erkeklerini, Âişenin
nûrundan
da, mü'min kadınlarını yaratdı.) Sonra meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ bir
kimseye nûr vermez ise, o münevver olamaz!) olan, Nûr sûresinin
kırkıncı
âyet-i kerîmesini okudu. Yukarıdaki Resûlullahın 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' sözleri mutlaka doğrudur. Bütün insanlar işlerindeki
dürüstlüğü
ondan almışdır. Mubârek vücûdları devâmlı ibâdet ile meşgûl
olduklarından,
dâimâ temiz kalmışdır. Mubârek kalbleri, ismet [günâhsızlık] ve hidâyet
üzere halk olunmuşdur. Delîlleri açıklamaları kuvvetli, mu'cizeleri
müstekîmdir.
(Elbette sen doğru yolu göstericisin!) [Şûrâ sûresi 52.ci âyet-i kerîme
meâli.] buyurulmuşdur. Hadîs-i şerîfde buyurdu ki: Allahü tebâreke ve
teâlâ
beni kendi nûrundan yaratdı. Bu mutlak ve mücmel kelâmdır. Tafsîle
[açıklamağa]
muhtâcdır. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' her ne
buyurmuş
ise, ekserî rümûz yolu ile buyurmuşdur. Kâide ve aslını beyân etmişdir.
Şerhini, açıklamasını kendi ilmî vârislerine bırakmış, havâle etmişdir.
Tefsîr ve te'vîlini, istinbât ve ictihâd ehllerine bırakmışdır. Eğer
bütün
söylediklerini açıklayarak buyursa idi, yüzbin kitâb onun şerh ve
beyânına
kifâyet etmezdi. Buyurduklarını yanlış anlamamalıdır. Şûrâ sûresi 11.ci
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ona benzer bir şey yokdur. O işitici ve
görücüdür)
buyuruldu. Hüdâ-i azze ve celle kadîmdir ve sıfatları da kadîmdir. Halk
[yaratılanlar] ve yaratılanların sıfatları sonradan çıkmışdır, ya'nî
yaratılmışdır.
Ne kadîm muhdes olur. Ve ne muhdes kadîm olur. Hadîs-i şerîfin ma'nâsı
şöyledir ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ âlemi halk etmezden evvel, azîz ve
latîf ve has bir nûr halk etdi. O nûrdan beni halk etdi. Toprakdan ve
sudan
Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm hazretlerini halk etdi. Ve ateşi
halk
etdi. Ve ateşden şeytânı yaratdı. Âdemden evvel rüzgârı (yeli) yaratdı.
O yelden onu yaratdı. Ve o nûru yaratdı. O nûrdan melek yaratdı. Ondan
Allahü teâlâ tekaddes hazretleri o nûru kendi zât-ı pâkine mudâf etdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini de, o nûra
mudâf etdi. Teşrîfen ve tahsîsan, nice ki, Kâ'be-i mükerremeyi kendi
zât-ı
şerîfine mudâf etdi. Bu bâbda vârid olan âsârın zâhiri ki, Âdem ve Îsâ
alâ nebiyyinâ aleyhimesselâm hazretlerinin hâdiseleridir
[yaratılmalarıdır].
Allahü teâlâ hazretleri bir rûh yaratdı. Yaratılmış rûhu Âdem
aleyhisselâmın
mubârek bedenine üfürdü. Hicr sûresi 29.cu âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Ona
kendi rûhumdan üfürdüğüm zemân, secdeye varınız!) buyuruldu ki, Âdem
aleyhisselâm
içindir. Bir başka rûh da yaratdı. O rûhu mahlûku hazret-i Meryemin
gömleğinin
yakasına üfürdü. Tahrîm sûresi 12.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Biz
ona
rûhumuzdan üfürdük. O Rabbinin suhuflarına veyâ nâzil olan kitâblarına
veyâ Peygamberlerine vahy etdiklerine veyâ levh-i mahfûzda yazılı
olanlara
inanıp, tasdîk etdi. Devâmlı itâ'at eden kimselerden oldu.) buyuruldu
ki,
hazret-i Meryem hakkındadır. Bunlar gibi, Allahü teâlâ hazretleri bir
nûr
yaratdı. O nûrdan Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin mubârek cesedini yaratdı. Bu kelâmı bu makâmda bu vech
üzerine
takdîr ve tafsîl etmek rûmun kostantiniyyesini feth etmekden mühim ve
evlâdır.
Fârûk zehî adâlet âver,
adlîle cihâna verdi zîver.
Sıddîkdan sonra, efdal odur,
her müslim eder, bu kavli ezber.
Kisrâyı unutdu gitdi âlem,
ol mertebe oldu adle mazher.
Fethetdi cihânı, kıldı tathîr,
vaz' etdi o şeh, hezâr menber.
Hurşîd-i hidâyet ile âlem,
vaktinde serâser oldu enver.
Tevhîd-i cenâb-ı Kirdigâre,
(Tâhâ)dan alıp haber o Dâver.
Bâtıldan edince, hakkı tefrîk,
Fârûk dedi, o şâha Server.
Fahrolsa sezâdır ehl-i dîne,
ol zât gibi güzîde gevher.