DÖRDÜNCÜ BÂB
Üçüncü
halîfe emîr-ül mü'minîn Osmân-ı Zinnûreyn 'radıyallahü teâlâ
anh' menâkıbı hakkındadır:
Hayâ sâhibi olan hazret-i Osmân, ikrâm ve iyilik menba'ı, Kur'ân-ı
kerîmin toplayıcısıdır. Neseb-i şerîfleri, Osmân bin Affân bin Ebîl'as
bin Ümeyye bin Abdil'şems bin Abd-i Menâfdır. Neseb-i şerîfleri
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin neseb-i
şerîfleri ile
dördüncü atada birleşir ki, Abd-i menâfdır. Neseb cihetinden hazret-i
Osmân,
hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerden evvel Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' ile birleşir 'radıyallahü anhüm'. Künye-i şerîfleri,
islâmdan evvel Ebû Abdüllahdır. Lakab-ı şerîfleri, zinnûreyndir. İki
nûr
sâhibi demekdir. Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
iki muhterem kerîmelerini [kızlarını] aldığı için iki nûr sâhibi
denilmişdir.
Birinin ism-i şerîfi Rukayye, birinin Ümm-ü Gülsümdür 'radıyallahü
anhünne'.
Önce hazret-i Rukayyeyi tezvîc etdiler. O vefât etdikden sonra,
hazret-i
Ümm-ü Gülsümü tezvîc etdiler. O da vefât etdikde, hazret-i Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki; (Yâ Osmân! Eğer yanımda üçüncü
kızım
olsaydı, onu da sana verirdim.) Nûr sâhibi, ilm ve hilmin birleşdiği
zâtdır.
Birinci Menâkıb: (Bu menâkıbı islâma gelme sebebidir.) Hazret-i Osmân
'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. İslâma gelmezden evvel bir gün,
Kureyşin
ileri gelenleri ile oturmuşdum. Bir kimse haber verdi ki, hazret-i
Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kerîmesi Rukayyeyi Utbeye
vermiş.
Bu haberden bana hayli üzüntü geldi. Ben niçin istemedim, diye perîşân
hâlde, sıkıntı ve endîşe ile eve geldim. Gördüm ki, annem, teyzem ve
akrabâdan
nice hâtunlar bir kimseyi medh ederler. Dedim ki, yâ teyzeciğim, bu
medh
etdiğiniz kimdir? Dediler ki, O güzel yüzlü, konuşması tatlı bir
kimsedir.
Rahmân onu bize hak dîni bildirmek ve ona çağırmak için göndermişdir.
Gökden
inen Furkân ile gelmişdir. Ona tâbi' ol, putlara tapma! Bu garîb
kelimeleri
dinleyip, merâk edip, dedim ki, bu kimdir, bana beyân eyle! Dedi ki,
Muhammed
bin Abdüllahdır. Allahü teâlâ tarafından Resûl olarak gelmişdir. Allahü
teâlânın emrlerini bize bildirir. Bizi hak dîne çağırır. Yüzü ışık
verir.
Dînine giren kurtulur. İstediği şeyler kolaydır. Ona yakın olan iyilik
bulur. Bu medh sözleri kalbime çok te'sîr etdi. Tenhâ bir yerde Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini buldum. Hâlime bakıp, nedir
fikrin,
dedi. Zîrâ, firâset ehli bir büyük zât idi. Vâki olan kıssayı beyân
etdiğimde,
dedi ki, yazık sana yâ Osmân! Hak din güneş gibi açıkda iken, sen
kavminin
kuruyacak elleri ile yapdıkları taşdan putlara ma'bûd demekden utanmaz
mısın! Gözü görmeyip, kulağı işitmeyip, zarar ve kâra kâdir olmıyan
ilâh
olur mu. Dedim ki, olmaz. Dedi, teyzen sana doğru söz söylemiş. İşte
Resûlullah,
hazret-i Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'. Gel,
seninle
huzûr-ı şerîfine varalım. Îmân getir, dedikde; o sırada Habîbullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ve yanında hazret-i Alî
'kerremallahü
vecheh' oraya çıka geldiler. Hemen hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh' ayağa kalkıp, onlara karşı vardı. Mubârek kulaklarına bir söz
söyledi.
Sultân-ı enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri yanıma
gelip,
buyurdu ki, (Yâ Osmân! Seni Allaha ve Cennete çağırıyorum. Ben, Allahü
teâlânın sana ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberinizim!) Mubârek
sözlerini
işitdim. Kalbim îmân nûru ile doldu. İhtiyârsız olup [düşünmeden],
(Eşhedü
en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh)
dedim.
Aradan çok zemân geçmedi, Rukayyeyi bana nikâh edip, verdi. Teyzem,
islâma
geldiğimi işitip, şâd ve handân olup, çok sevinip, bu şi'ri okuyarak
geldi:
Sözlerim sebebi ile Allahü teâlâ Osmâna,
Hidâyet verip, doğru yolu gösterdi ona.
Kendi fikrini bırak, uy Muhammed aleyhisselâmın sözüne,
Her sözü doğru olan, Allahın Resûlüne.
İki kızını sana verecekdir, ileride,
Dolunayın güneşe karışacak elbette.
Ba'zı rivâyetde gelmişdir ki, hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurdular ki: Bir teyzem vardı. İyiyi kötüden ayırabilen, kehânet
ilmini
bilen, başka ilmlerden de haberi olan birisi idi. Bir gün o teyzemi
görmeğe
gitdim. Meğer bir kasîde söylemiş. O kasîde içinde Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini medh ve senâ eylemiş. Hem
Peygamberliğini
açıklamış. Hem ben onun kerîmesini [kızını] alıp, dâmâdı olduğumu ve
hem
vezîri olduğumu açıklamış. O kasîdeyi bana verdi ve bana dedi ki,
durmayıp
ve te'hîr etmeyip, var Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
huzûruna. Da'vetini kabûl edip, emrine mutî' olup, dînine gir. O doğru
sözlüdür. Getirdiği din hakdır. Günden güne işi yüce olur [şânı yüksek
olur]. Bu sözü benden işit. Senin merteben de çok yüksek olacakdır.
Bütün
dünyâda [dünyânın her tarafında] adın söylenip, hutbelerde okunur. Bu
söz
gönlüme [kalbime] kâr edip [te'sîr edip], hemen putperestlik dîninden
dönüp,
putları inkâr eyledim. Gönlümde hiç şâibe [şübhe] kalmadı. Oradan
dönüp,
yola revân oldum. Giderken, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine uğradım ki, Sıddîk-ı ekber 'radıyallahü teâlâ anh' ile
gelirler.
Meğer murâd-ı şerîfleri yanıma gelmek imiş. Server-i Enbiyâya selâm
verdim.
Selâmdan sonra buyurdular ki, yâ Osmân, işitdim ki, teyzenin sana
etdiği
nasîhatları ve cümle sözleri yakîn üzere ve doğrudur. Sakın, muhâlefet
etme. Allahü teâlâ hazretlerine ve bana muhâlefet etmiş olmayasın. O
sana
dediği sözler, hep olsa gerekdir. Hemen gel, islâm dînini kabûl eyle.
Hazret-i
Ebû Bekr de dedi ki, yâ Osmân, sana bir süâlim var. Cevâb ver. Bu dîni,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri getirdi. O
dîne
bizi da'vet etdi. Ben onu kabûl eyledim. Bu dinde şek [şübhe] var mı,
fikr
eyle [düşün]. Yalanlamak mümkün müdür. Şu tutageldiğiniz, ata ve dede
dîniniz
ki, bir parça taşdan kendilerinin yontduğu, ne görür ve ne işitir, ilâh
olmağa lâyık mıdır? Ben dedim, doğru söylersin, yâ Ebâ Bekr! Hemen
Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek
ellerini
öpüp, bî'at edip, müslimân oldum. Demişlerdir ki, hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' islâma geldikde, müslimânların beşincisi oldu.
İkinci Menâkıb: Muhyissünne imâm-ı Begavî hazretleri (Meâlim üt-tenzîl)
kitâbında, sûre-i Bekaranın sonunda meâl-i şerîfi (Mallarını Allah
yolunda
infâk edenler, dağıtanlar..) olan 262.ci âyet-i kerîmesinin tefsîrinde
Kelebîden nakl buyurmuşlar ki, bu âyet-i kerîme, hazret-i Osmân bin
Affân
ve hazret-i Abdürrahmân bin Avf 'radıyallahü anhümâ' hakkında nâzil
olmuşdur.
Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
huzûruna
dört bin dirhem getirdi, koydu. Dedi ki, yanımda sekizbin dirhem var
idi.
Dörtbin dirhemi kendime ve âileme alıkoydum. Dörtbin dirhemi Rabbime
ödünc
verdim. Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ona buyurdu
ki,
(Evinde bırakdığına ve borç verdiğine, Allahü teâlâ bereket versin!)
Ammâ
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' müslimânları Tebûk gazâsında techîz etdi.
Ticâret develerini, hevedleri ve çulları ile berâber verdi. O iki
serverin
hakkında bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Abdürrahmân bin Sümre
'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, Ceyş-i Usretde hazret-i Osmân, bin dinâr ile geldi.
Ceyş-i Usretden murâd, Tebük gazâsıdır. Hazret-i Resûlullahın
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' kucağına altınları dökdü. Ben gördüm.
Resûlullah
mubârek elini altınlar arasına dâhil kılıp, karışdırdı. Buyurdu ki,
(Osmâna
bundan sonra yapdıkları zarar vermez.) Allahü teâlâ hazretleri meâl-i
şerîfi,
(Allah yolunda mallarını sarf eden kimseler, dağıtdıkları şeyler ile
karşısındakileri
ezâda ve minnetde bırakmazlar. Onların ecrini onların Rabbi verir.
Onlar
için korku ve üzüntü yokdur.) olan âyet-i kerîmeyi gönderdi. Minnet,
ihsânda
ve ikrâmda bulunduğu kimsenin, ben sana şunları verdim, bu kadar şey
verdim,
diye verdiği ni'meti onun başına kakmak, onu üzmekdir. Ezâ, ni'met
verdiği,
ihsânda bulunduğu kimseyi mahcûb etmek, utandırmakdır. Veyâ ikrâmda
bulunduğu
kimseyi, hiç bilmesi îcâb etmiyen birisi yanında ikrâm etdiğini
söyliyerek
utandırmakdır. Süfyân demişdir ki, minnet ve ezâ demek, sana verdim,
sen
şükr etmedin, demekdir. Abdürrahmân bin Zeyd bin Eslem dedi ki, benim
babam
der ki, bir şahs bir şeyi, bir kimseye bağışlasın. Sonra baksın ki,
senin
selâmın onun üzerine ağır gelir. Selâmını o kimseden önce verme. Allahü
teâlâ kullarına ihsân ve iyilik etdikden sonra, başa kakmağı harâm
kılmışdır.
Kullarına her çeşid ni'meti verip, onların başına kakmamayı kendi zât-i
pâkine mahsûs sıfat kılmışdır. Zîrâ kuldan minnet, kulun iyilik etmesi,
sonra başa kakması ve üzmesidir. Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin
minneti,
kullarına ni'met vererek, kullarını memnûn etmesi, hattâ ihsânını
artdırması,
bunları hâtırlatmasıdır. İmâm-ı Begavî (Mesâbîh-i şerîf)de hasen
hadîslerin
birinde, Abdürrahmân bin Habbâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
rivâyet etdi ki, hadîs-i şerîfin mazmûn-ı şerîfi böyle beyân olunmuş
ki,
Abdürrahmân dedi, ben hâzır oldum. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri nasîhat edip, Eshâb-ı kirâmı Tebük gazvesine
teşvîk
ederlerdi. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' kalkıp, dedi ki, yâ
Resûlallah!
Yüz deve, çulları ile [palanları ile] ve hevedler ile, fîsebîlillah
benim
üzerime olsun! Sonra Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
yine
tergîb etdiler [teşvîk etdiler]. Yine hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh' kalkıp dedi ki, yâ Resûlallah! Üçyüz deve, çulları ile ve
hevedleri
ile, fîsebîlillah benim üzerime olsun! Ben gördüm, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' minberden iner. Sonra buyurur: (Osmân bundan
sonra,
nâfilelerden bir amel etmez ise de, bir be'is yokdur. Zîrâ o yapdığı
hasene
ona bütün nâfileler yerine kifâyet eder.) Mutarrîzi böyle demişdir.
Üçüncü Menâkıb: İmâm-ı Begavî 'rahimehullahü teâlâ' (Mesâbîh-i
şerîf)de,
Menâkıb-ı Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' bâbında sahîh hadîs olarak,
hazret-i
Âişe-i Sıddîkadan 'radıyallahü teâlâ anhâ' nakl etmişlerdir. Hazret-i
Âişe
buyurdular ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', mübârek
baldırları [topuk ile dizi arası] açık olduğu hâlde evimde yatıyordu.
Hazret-i
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' kapıya gelip, izn istediler. Hazret-i
Habîbullah izn verdiler. Kendileri o hâllerini değişdirmediler. Sohbete
başladıkdan sonra, hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' gelip, izn
istediler.
Hazret-i Fahr-i âlem ona da izn verdiler, mubârek baldırları açık
olduğu
hâlde, sohbete başladılar. Sonra hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
gelip, izn istediler. Hemen Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri oturup, örtüsünü üzerine aldı. İzn verdi. Sonra cümlesi
kalkıp,
gitdikden sonra, hazret-i Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' dedi ki, yâ
Resûlallah!
Pederim [babam] Ebû Bekr geldi. Hiç hareket etmediniz. Ömer geldi. Ona
da aynı şeklde oldunuz. Sonra Osmân geldi. Kalkıp, esvâbınızı
[elbisenizi]
örtdünüz. Server-i âlem 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdular:
(Meleklerin
hayâ etdiği kimseden ben hayâ etmez miyim.) Bir rivâyetde buyurdular
ki,
(Muhakkak ki, Osmân çok hayâlı bir kimsedir. Ben ondan hayâ etdim. Eğer
ona o hâl üzere iken izn versem, içeri girip, hâcetini [arzûsunu,
isteğini]
bana söylemezdi.)
Dördüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, menâkıbın hasen hadîslerinde, Talha
bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Her nebî
için bir refîk vardır. Benim refîkim Cennetde Osmândır 'radıyallahü
teâlâ
anh'.) Yine aynı bâbda hasen hadîs olarak, Enes 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Enes hazretleri dedi ki, Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bize bî'at-ı rıdvân ile emr
etdikleri
vaktde, hazret-i Osmânı Mekke-i mükerremede, Kureyşe resûl (haberci)
göndermiş
idi. Nâs (insanlar) ile bî'at etdikde, (Muhakkak ki Osmân, Allahü
teâlânın
ve Resûlünün hâcetini [işini] görmekdedir!) buyurup, mubârek ellerinin
birini kendisi için, birini Osmân için kıldı. Kendileri için kıldığı
eli,
hazret-i Osmân için kıldığı el üzerine koyup, hazret-i Osmân yerine
bî'at
etdiler. Nakl eden der ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin kendi mubârek elleri hazret-i Osmân bin Affân için, sâir
insanların kendi ellerinden hayrlı oldu.
Beşinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh)de, [hazret-i Osmânın menâkıbı bâbında]
hasen hadîslerde Mürre bin Ka'b 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
nakl olunmuşdur. Ben Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
işitdim. Meydâna gelecek fitneleri zikr etdi. O hâlde [sırada] kendini
örtmüş biri geçiyordu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular
ki: (O fitne günü bu kişi hidâyet üzerinde sâbitdir.) Ben kalkdım, o
şahsdan
tarafa bakdım. O şahs Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' idi. Nakl
eden der ki, o şahsın yüzünü Habîbullah hazretlerine göstererek, dedim
ki, bu mudur, yâ Resûlallah! Evet, buyurdu.
Yine o menâkıb bâbında, hasen hadîs olarak Mesâbîh sâhibi beyân
etmişdir.
Âişe-i Sıddîkadan 'radıyallahü teâlâ anhâ' rivâyet olunmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular: (Yâ Osmân!
Allahü teâlâ
seni yakında halîfe yapacakdır. Seni halîfelikden indirmek istiyen
insanlar
için, kendini halîfelikden azl etme!) Bu hadîs-i şerîfden dolayı
hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'; muhâsara olunduğu günü hilâfetden
çekilmedi.
Yine o bâbda, menâkıb-ı hasende [hasen olarak] İbni Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anhümâ' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' fitneyi zikr etdi. Buyurdu ki, (O fitnede Osmân
mazlûm
olarak katl olunur.)
Altıncı Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' îmâna
geldikden sonra, amcası, hazret-i Osmâna adâvet ve husûmet edip, eli
ile
ve dili ile çok eziyyet yapdı. Sen Muhammedin dîninden dön diye o kadar
eziyyet yapdı ki, anlatmak ve söylemek mümkin değildir. Günlerden bir
gün
hazret-i Osmânın yanına varıp, dedi ki, insâfa geldin mi. Hemen yâ
dîninden
dön, atan ve dedenin dînine gir. Veyâ sana eziyyetden geri durmam.
Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki; yâ amca! Bu kadar cefânın,
yüz
mislini de yapsan bana, hazret-i Muhammedin 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' doğru dîninden, dönmek ihtimâlim yokdur. Boş yere zahmet
çekersin,
dedi. Sonra, amcası hazret-i Osmâna eziyyet etmekden vazgeçdi. O
sadâkat
sâhibi, cefâdan kurtuldu. Doğru Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin se'âdethânelerine vardı. Diğer Eshâb
'rıdvânullahi
aleyhim ecma'în' ile Habeşistâna hicret etdiler. Hazret-i Osmân iki
def'a
hicret eyledi. Evvelki hicreti, Habeşistânadır. İkinci hicreti,
Medîne-i
münevvereyedir. Cümle malı ile ve menâliyle ve azîz cânı ile Fahr-i
âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin uğruna [yoluna]
fedâ
olmuşdur. Hiçbir zemân da, yüz çevirmemişdir. Din yolunda büyük
hizmetler
etmişdir 'radıyallahü teâlâ anh'.
Yedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın 'radıyallahü anh' malı gâyet çokdu.
Hattâ, se'âdethânelerinde üçyüz câriyeleri var idi ki, hizmet
ederlerdi.
Birgün Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' insanlık îcâbı câriyelerden birine
ulaşdı. Meğer Habîb-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
kerîmeleri Rukayye 'radıyallahü teâlâ anhâ' bu durumu anlamışdır.
Kadınlık
gayreti zuhûra gelip, gönülleri huzûrsuz olmuş. Lâkin hazret-i Osmânın
yüzüne vurmayıp, hemen zerâfet ile izn isteyip, babamın
se'âdethânelerine
gideceğim, dedi. Hazret-i Osmân izn verdi. Ammâ içine te'sîr edip,
kalbine
ateş düşdü. Kendi kendine dedi ki, Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerine varıp, benden şikâyet ederse, benim hâlim nice
olur. Ne dünyâda ve ne âhıretde yerim kalır, deyip, derhâl abdest alıp,
mubârek yüzünü ve sakalını kara toprağa sürüp, feryâd ve figân ile Hak
Sübhânehü ve teâlânın dergâh-ı âlisine tedarrû ve niyâz eyledi.
Hazret-i
Rukayye 'radıyallahü anhâ' da Sultân-ı kâinâtın se'âdethânelerine
vardıkda,
Server-i Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Rukayye
hazretlerinin
yüzünde sıkıntı eseri görüp, süâl buyurdular ki, ey benim ciğergûşem.
Nedir
hâlin, niçin sıkıntıdasın. Hazret-i Rukayye elinde olmıyarak ağlayıp,
dedi
ki, benim devletli babam, sultânım. Senin şân-ı şerefine lâyık olan bu
mudur ki, hazret-i Osmân benim üzerime câriyeye baksın. Hazret-i
Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'; (ey benim kızım! Eğer
Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin rızâsını ve benim rızâmı istersen, bir ân durma,
var evine ki, Osmân hazretlerinin ayaklarına yüzünü sürüp, özr dile.
Yoksa
ne Hakkın huzûrunda, ne de benim huzûrumda yerin kalır.) deyip ve bir
ân
durdurmayıp, hazret-i Osmânın huzûruna gönderdi. Rukayye da emr-i
şerîfine
imtisâl edip [uyup], acele ile geri evine geldi. Kapıya el vurdu. Bakdı
ki, kapı kapanmış. Kapıya vurdu. Hazret-i Osmân içeriden seslendi ki,
kimdir.
Hazret-i Rukayye 'radıyallahü teâlâ anhâ' dedi ki, bu za'îfe
hanımındır.
Gelip, hazret-i Osmân acele ile kapıyı açdı. Özr dilemek istedi.
Hazret-i
Rukayye 'radıyallahü teâlâ anhâ' râzı olmayıp, mubârek ayaklarına
kapanmak
istedi. Hazret-i Osmân mâni' olmak istedi. Hazret-i Rukayye râzı
olmadı.
Elbette babam hazretlerinin emrini yerine getirmeyince içeri girmem,
deyip,
mubârek yüzünü hazret-i Osmânın ayaklarına sürüp ve özr diledi. Ondan
sonra
hazret-i Osmân secde-i şükr edip, dedi ki, yâ Resûlullahın kızı! Mâdem
ki baban sana böyle vasıyyet eyledi. Ben de Allahü teâlânın aşkına ve
babanın
hurmetine haremimde olan üçyüz câriyenin temâmını âzâd etdim. Hür
olsunlar,
dedi. Hemen o sâat, haber getiren melek Cebrâîl aleyhisselâm,
Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı
se'âdetlerine
geldi. Hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' câriyelerini âzâd
etdiği
haberini getirdi. Dedi ki, yâ Muhammed! Hak Sübhânehü ve teâlâ sana
selâm
eder. Ve buyurdu ki, Osmânın yanında olan hafaza meleklerini kaldırdım.
Bundan böyle hayrı ve şerri yazılmıyacak. Ondan hesâb sorulmıyacakdır.
Hesâbsız Cennete dâhil olacakdır. Aslâ ondan birşey sorulmıyacak ve
amelleri
vezn olunmıyacakdır! Ey mü'min kardeşim. Var fikr eyle, hazret-i Osmân
ne mertebe sâhib-i sultân imiş 'radıyallahü anh'.
Sekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' harem-i
şerîfinde
[evinde] Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
kerîmeleri
Rukayye 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretleri ile oturmuşdu. Câriyelerden
birisi, yiyecek getirdi. Hazret-i Osmân ta'âm getiren câriyenin yüzüne
bakdı. Hazret-i Rukayye farkına vardı. Hanımlık [kadınlık] gayreti
galebe
edip, huzûrsuz oldu. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' Rukayye
hazretlerinin
huzûrsuzluğunu görünce, yâ Rukayye, ben o câriyenin yüzüne tama' ile
bakmadım,
dedi ve yemîn etdi. Bakmamız istiyerek olmadı. Yoksa Allahü teâlâ bilir
ki, kasd ile değildir. Hazret-i Rukayye inandı, tesellî buldu,
râhatladı.
Zîrâ muhakkak ki, hazret-i Osmân câriyenin yüzüne tama' ile bakmamış
idi.
Hazret-i Osmân Rukayye ile barışdıkdan sonra, hâtır-ı şerîfine geldi
ki,
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
kerîmesinin
her ne kadar onu incitmeğe kasdım yok ise de kalbi incindi. Bunun için
keffâret vermem gerek. Fahr-i âlem seyyid-i veledi âdem 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin kerîmeleri olduğu için, bu kadarcık
nesneden
dolayı yüz köle âzâd eyledi. Bu mertebe Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerini severdi. O hazretin hâtır-ı şerîfini gözetip,
ri'âyet
ederdi 'radıyallahü teâlâ anh'.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir gün Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin yanında bir melek durdu. Hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' geçdi. Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' dedi
ki, bu geçen kimdir. Dediler, hazret-i Osmândır. Hemen ki, Osmân adını
işitdi. Ayak üzerine durdu ve dedi ki, yâ Resûlallah! Bu serverden
cümle
melekler hayâ eder. Ve muhabbet edip, ri'âyet ederler ve bunun
mertebesi
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin dergâh-ı âlisinde yücedir. Bunun
gibi
şânı yüksek sultânı kavmi ne behâne ile cesâret edip, katl ederler,
dedi.
Var kıyâs eyle ki, melekler, hazret-i Osmânı 'radıyallahü teâlâ anh'
medh
edip, ri'âyet ederler. Bu sevmiyenler nasıl müslimânım derler veyâ
Cennet
yüzünü görmeğe ümîd ederler. Hâşâ ki, bunu sevmiyen müslimân kâmil
olamaz.
Îmân-ı kâmil ile âhırete gidemez. Hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ
anh'
menâkıb-ı şerîfleri sayısızdır. Bizim gibi bîçârelerin bunun gibi ulu
sultânın
medhini etmeğe ve menâkıb-ı şerîflerini yazmağa ve anlatmağa ne kudreti
vardır. Lâkin menâkıb-ı şerîflerini yazmakdan murâdımız, muhabbetleri
kalbimizde
yerleşsin, onu sevenler zümresinden olmak şerefine kavuşalım
'radıyallahü
teâlâ anh'.
Onuncu Menâkıb: Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri,
(Yâ Osmân! Hak Sübhânehü ve teâlâ senin evvel ve âhır günâhını afv
etsin!)
diye düâ etdi. Hak Sübhânehü ve teâlâ Habîbullah hazretlerinin düâsını
kabûl edip, hazret-i Osmânı 'radıyallahü teâlâ anh' afv etdi. Nice
âyet-i
kerîme hakkında nâzil olmuşdur. Hazret-i Habîbullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' (Cennet ehli, Cennetde bir burak gördüler. Bu burak nedir,
diye
sordular. Hak Sübhânehü ve teâlâ azamet ve kibriyâsı ile buyurdu ki, bu
bir nûrdur. Burak değildir. Hazret-i Osmân bir hücreden [odadan] bir
hücresine
giderdi. Gördüğünüz o nûr, na'lınının nûrudur) buyurdu. Yerde yürürken
Cennetde nûr verirdi. Meşhûrdur ki, hazret-i Osmân, her gecede iki
rek'at
nemâzda Kur'ân-ı azîmüşşânı hatm ederdi.
Onbirinci Menâkıb: Bir gün Server-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretleri
ile otururken, haber getiren melek, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm
geldi.
Dedi ki, yâ Muhammed! Hazret-i Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâmın mubârek
sakalına
bakmak ister isen, hazret-i Osmânın mubârek sakalına bak. Hazret-i
İbrâhîm
Halîlullah aleyhisselâmın mubârek sakalına bakmak istersen, hazret-i
Osmânın
mubârek sakalına bak. Her kimin bir Peygambere benzerliği varsa, o
kimse
muhakkak ehl-i Cennetdir. Bu da Târîh kitâblarından alınmışdır.
Onikinci Menâkıb: Bir gün Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine gelip, dedi
ki, yâ Resûlallah! Kemâl-i lütfundan bu âciz bendenizi toprakdan
kaldırıp,
evimizi şereflendiriniz, teşrîf buyurunuz. Sultân-ı kâinât ve mefhar-i
mevcûdât buyurdular ki, yalnız beni mi da'vet ediyorsun, yoksa Eshâb-ı
kirâmı da mı? Hazret-i Osmân dedi ki, Eshâb-ı kirâm da gelsinler.
Server-i
Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', Bilâl hazretlerini çağırıp,
buyurdu ki: Yâ Bilâl! Bütün Sahâbeye haber ver. Osmânın da'vetine
gelsinler.
Kendileri kalkıp, hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' ile hazret-i
Osmânın
se'âdethânelerine doğru gitmeğe başladılar. Yolda giderken, hazret-i
Osmân,
Resûl-i ekremin ardınca gidip, adımlarını sayardı. Resûlullah
hazretleri
buyurdu: Yâ Osmân! Niçin sayıyorsun. Hazret-i Osmân dedi ki: Yâ
Resûlallah,
her mubârek adımınız için, bir köle âzâd olsun. Da'vetden sonra bütün
köleleri
âzâd oldu. Kölelerin âhidnâmelerini verdi. Şimdi ey mü'min kardeşlerim.
Hazret-i Osmânın menâkıb-ı şerîflerini düşünerek, kendi kendinize insâf
ediniz ki, ne mertebede yâr [sevgili] ve sâdık dost imiş.
Onüçüncü Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu
ki, (Bütün Enbiyâ ve Mürselîn 'aleyhimüsselâm' hayâtlarında iken birer
kimse ile fahr eylemişler [öğünmüşler] idi. Ben de Osmân bin Affân ile
fahr eylerim [öğünürüm]). Bir yerde de buyurdu ki, (Bütün melekler
benimle
iftihâr ederler. Ben Osmân ile iftihâr ederim.) Bir yerde de buyurdu
ki,
(Mahşer gününde bütün Enbiyâ ve Mürselîn 'aleyhimüsselâm' eshâblarından
birisini refîk edip, onunla gezerler. Bir ân yanlarından ayrılmazlar.
Ben
de Osmânı refîk edinirim. Bir ân onsuz olmam. Cennetde benim refîkim
Osmân
olacakdır.) Hakkında nice senâlar edip, nice hadîs-i şerîf
buyurmuşlardır.
Şimdi ey gâfil, gözünü aç! Cân-ı dilden hazret-i Osmâna 'radıyallahü
teâlâ
anh' muhabbet eyle. Dostuna dost, düşmanına düşman ol ki, arasat
meydânında
[o gün] büyük tehlükelerden kurtulup, Cennet-i alâya vâsıl olasın.
İnşâallahü
teâlâ.
Ondördüncü Menâkıb: Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' nakl
buyurmuşdur.
Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdu
ki: (Yâ Âişe! Dilerim ki, eshâbımdan ba'zısı buraya [yanıma] gelsinler.
Onlara ba'zı söyliyeceklerim vardır. Söyliyeyim.) Dedim yâ Resûlallah!
Ebû Bekri çağırayım mı? Birşey söylemedi. Bildim ki, onu dilemez.
Dedim,
Ömeri çağırayım mı? Onun için de birşey demedi. Bildim ki, onu dahî
dilemez.
Dedim, amcan oğlu Alîyi çağırayım mı? Ona da birşey söylemedi. Dedim,
Osmânı
çağırayım mı? Buyurdular; (Çağır gelsin!) Çağırdım, geldi. Resûlullahın
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîfinde durdu. Resûlullah
hazretleri ona ba'zı şeyler söyledi. Onun rengi değişdi. Ba'zı şeyler
de
söyledi. Rengi eski hâlini aldı. Hazret-i Osmânın evini muhâsara
etdikleri
günde, ona dediler, niçin karşılık vermezsin. Dedi ki, hazret-i
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' benim ile sözleşmişdir.
Bana çok söz
söylemişdir. Ben bu belâya sabr ederim. Hazret-i Âişe 'radıyallahü
teâlâ
anhâ' demişdir ki, benim zannım öyledir ki, hazret-i Habîb-i ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' o vakt ona bu kıssayı haber vermişdir.
(Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Onbeşinci Menâkıb: Câbir-i ensârîden 'radıyallahü anh' rivâyet olundu.
Bir gün bir cenâze götürdüler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
çekinip, nemâzını kılmadı. Süâl etdiler ki, yâ Resûlallah! Şimdiye
kadar,
hiçbir cenâzeden çekinmeyip, gördüğünüz gibi nemâzını kılardınız.
Hikmeti
ne oldu ki, bu meyyitin nemâzını kılmadınız. Cevâbında buyurdular ki,
(Bu
şahs, benim yârim Osmâna buğz ederdi. Osmâna buğz eden kimseye Allahü
tebâreke
ve teâlâ buğz eder. Bir kimseye ki, Allahü teâlâ buğz eder. Benim onun
nemâzını kılmam uygun mudur?)
Onaltıncı Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
rivâyet
etmişdir. Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurmuşlardır:
(Osmânın şefâ'ati ile, hepsi nâra müstehâk olan kimselerden elbette
yetmişbin
kişi Cennete girse gerekdir.) Abdüllah ibni Ömerden 'radıyallahü teâlâ
anhümâ' rivâyet olunur ki, Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurmuşlar ki, (Mi'râc gecesi dördüncü göke ayak basdıkda,
önüme bir elma düşdü. Alıp, ikiye böldüm. İçinden bir hûrî çıkdı.
Kahkaha
ile gülerdi. Süâl eyledim ki, sen kimin için yaratıldın. Dedi ki, (Zulm
ile şehîd edilen Osmân bin Affân için yaratıldım) dedi.) 'Radıyallahü
teâlâ
anh'.
Onyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
etmişdir. Bir gazâda Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile
hâzır idim. Zahîre bitdi. Askerde hayli üzüntü ve sıkıntı hâsıl oldu.
Server-i
âlem hazretleri bu duruma vâkıf olup, buyurdular ki, (Vallahi güneş
batmadan
Allahü teâlâ hazretleri size rızk gönderir.) Bu ma'nâyı hazret-i Osmân
'radıyallahü teâlâ anh' hemen anlayıp, Allahü teâlâ hazretlerinin
Resûlü
mutlaka doğru söyler diye düşünüp, bir yerde ondört yük zahîre buldu.
Ağır
behâ [yüksek fiyat] ile alıp, güneş batmadan dokuz yükünü Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine getirdi. (Bu nedir, yâ Osmân) diye
buyurdukda, dedi ki, Osmânın Allah ve Resûlüne hediyyesidir. Seyyid-i
kâinât 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mu'cizâtı
te'hîrsiz meydâna
gelince, mü'minler sevinip, münâfıklar mahzûn ve giryân oldular.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri mubârek
ellerini dergâha
kaldırıp, (Yâ Rabbî, Osmâna çok ecr ver, iyiliklerine bol karşılık ver)
diye hayr düâ buyurdular.
Onsekizinci Menâkıb: (Osmân bin Affânın 'radıyallahü teâlâ anh'
hilâfeti.)
Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' âhırete sefer etdikleri vaktde,
hilâfeti
altı serverin arasında müşâvere etdiler. Yukarıda beyân olunduğu gibi,
o altı kişiden Sa'd hazretleri orada yokdu. Talha ve Zübeyr
'radıyallahü
teâlâ anhüm' i'tizâr etdiler. Bizim hilâfet ile işimiz yokdur.
İstemeyiz
dediler. Üç kişi kaldı. Osmân ve Alî ve Abdürrahmân 'radıyallahü teâlâ
anhüm'. Abdürrahmân 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki: 'Ben işi ikinize
bırakdım.'
Onlar dediler, öyle olsun. Üç gün mühlet istediler. Abdürrahmân
hazretleri
o üç günde, halk arasında gizli-âşikâr kimin halîfe olması gerekdiğini
araşdırdı. Cümle halkın hazret-i Osmân tarafına meyilli olduklarını
öğrendi,
tesbît etdi. (Ben Osmân bin Affânı 'radıyallahü teâlâ anh seçdim)
buyurdu.
Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' ve diğer Sahâbe-i güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' ile bî'at
edip, fitne ve kavgayı ref' etdiler. Ebûl Mû'în Nesefînin (Temhîd)
kitâbından
alınmışdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Kur'ân-ı azîmüşşânın toplanması, hazret-i Osmân
'radıyallahü teâlâ anh' tarafından yapıldığı halk arasında meşhûr
olduğu
ma'lûmdur. Hazret-i Azîzin 'kuddise sirrûh' (Güzîde) adlı risâlelerinde
yazılı açıklamasından anlaşılan odur ki, Kur'ân-ı kerîmi, Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh', hazret-i Ömer ve diğer Sahâbe-i güzînin
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' ittifâkları ile toplamışdır. Hazret-i Osmânın
'radıyallahü
teâlâ anh' hilâfetleri zemânında, Irâk ve Şâm feth olduğu zemân, halk
arasında
hiçbir kâmil ve temâm mushaf yok idi. Kur'ân-ı azîmüşşânın kırâ'etinde
ihtilâflar vâki' oldu. Halkın birbirini tekfîr edip, inkâr etmeğe
başlamalarından
endîşe edildi. Huzeyfe bin el-Yemânî 'radıyallahü teâlâ anh' Irâkı feth
edip, Şâm tarafına gazâya gitdi. Halkın bu ihtilâflarını görüp, dedi
ki:
Yâ Emîr-el mü'minîn! Kitâbullahda yehûdîler ve nasrânîler gibi, ihtilâf
etmezden evvel ümmet-i Muhammede meded eyle! Hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' bunu işitince, bütün Eshâb-ı kirâmı toplayıp, Kur'ân-ı
kerîmin
kırâ'etinde ihtilâf olduğunu anlatıp, buyurdular ki: Hâtırıma böyle
gelir
ki, esâs mushaf, Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' topladığı
Kur'ân-ı kerîmdir. Ondan beş aded mushaf yazıp, herbirini bir vilâyete
gönderelim. Halk ona tâbi' olsunlar. Sahâbe-i kirâm, isâbetli olacağını
söylediler. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' buyurdular ki: Eğer ben
de halîfe olsa idim, böyle yapardım. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh', ilk mushafı, hazret-i Hafsadan 'radıyallahü anhâ' getirtip, Sa'îd
bin Âs hazretlerine yazması için emr eyledi. Zeyd bin Sâbit
hazretlerine
emr eyledi ki, kitâb hâline getirsinler. Bir rivâyetde Abdüllah bin
Zübeyr
ve Sa'îd bin Âs ve Abdürrahmân bin Hârise yazsınlar, diye emr eyledi.
Zeyd
bin Sâbit kitâb hâline getirdi. Bunlara buyurdular ki, eğer sizin bir
müşkiliniz
olursa, Kureyş lügatine mürâce'at ediniz. Zîrâ Kur'ân-ı azîmüşşân
Kureyş
lügati üzerine nâzil olmuşdur. Bunlar sûre-i Bekarada bir müşkilât ile
karşılaşdılar. Biri tâbut okudu. Birisi tâbuh okudu. Hazret-i Osmâna
'radıyallahü
teâlâ anh' arz etdiler. Hazret-i Osmân, tâbutdur buyurdular. Zeyd bin
Sâbit
hazretleri beş mushaf yazdılar. Bu mushafların adlarına mushaf-ı imâm
koyup,
herbirini bir şehre gönderdiler. İhtilâf olunduğu vakt bu mushaflara
mürâce'at
olunsun. Birisini Mekke-i Mükerremeye, birisini Basraya, birisini Şâm-ı
şerîfe, birisini Kûfeye gönderip, birisini de Medîne-i Münevverede
alıkoydular.
Bir rivâyetde de yedi mushaf idi. Birisini Yemen tarafına, birisini de
Bahreyne gönderdiler. Hazret-i Osmânın 'radıyallahü anh' rey'i ve
tedbîri
ve tasarrûfları bu şekldedir. Başlangıçdan buraya kadar, (Aynî) ve
(Güzîde)
kitâblarından nakl olunmuşdur.
Yine Güzîdede beyân buyurmuşlar ki, evvelâ Kur'ânın tertîbini
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri beyân
buyurmuşlardır. Cem'
olmasını [toplanmasını] hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh'
yapmışdır.
Nitekim anlatıldı. Zeyd bin Sâbit 'radıyallahü teâlâ anh' her mushafı
bir
kırâ'et üzerine yazmışdır. Onun için her vilâyetin ehli, bir kırâ'ete
tâbi'
olmuşlardır. Hâlâ o ihtilâflar ile, o beldelerin kârileri okurlar.
Müşkili
olan ona mürâce'at eylesin diye o mushaflarda nokta ve i'râb yokdur.
Ancak
imâleler gelen yerlerde kelimelerin altına sarîhle işâret koymuşlardır.
[(Se'âdet-i Ebediyye) kitâbı birinci kısm, 25.ci maddeye bakınız!]
Yirminci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh',
Kur'ân-ı azîmüşşânın yazılma işi ile uğraşırken, bir Cum'a günü, Cum'a
nemâzını kıldıkdan sonra, mubârek ellerini kaldırıp, düâ ederken, bir
kişi
geldi. Acâib sözler söyleyip, dedi ki; Ey Vahy kâtibi! Sûre-i Tebbeti
fazîleti
bakımından sûre-i İhlâsdan önce yazmak lâyık değildir. Akla da hoş
gelmez
deyip, bu şeklde bunun hikmetini öğrenmek istedi. Hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh', o kişinin tereddüdünü kaldırmak için, hemen kişinin
gözlerini
silip, (Bak, levh-i mahfûzu görürsün) dedi. O kişi de bakıp, o ân
levh-i
mahfûzu gördü. Kur'ân-ı azîmüşşân levh üzerinde, bu tertîb üzerinde
yazılmışdır.
Her bir harfi ve sûreler yerli yerindedir. Arab bu kerâmeti görünce,
hazret-i
Osmânın hizmetinden ayrı kalmayıp, tâat ve ibâdeti ile meşgûl oldu. Gel
insâf eyle. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' büyük sultân değil
midir.
Aslında büyük bir sultâna hizmet etmek, uğruna mal ve menâlini fedâ
etmek
gerekir. (Gülşen-i Envâr) kitâbından alınmışdır.
Yirmibirinci Menâkıb: Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
hilâfetleri
zemânında bir gulâmın kulağını çekdi. Kulağını acıtmışdı. O gulâm
mahzûn
oldu. Hazret-i Osmâna dedi ki, yâ efendi! Kıyâmet gününü düşün ki, her
kişi Hakkın huzûruna vardığı zemân hakkını alsa gerekdir. Hazret-i
Osmân
bu sözden pişmânlık duydu. Gulâma buyurdu ki, yâ gulâm! Sen de benim
kulağımı
çek, berâber olalım. Gulâm da hazret-i Osmânın kulağını çekdi. Hazret-i
Osmân buyurdu ki: Yâ gulâm, çok çek. Gulâm dedi ki, yâ efendi,
hazretiniz
kıyâmet gününü düşünüp, korkdunuz. Ben köleniz de kıyâmet günü kısâs
yapılmasından
korkarım.
Yirmiikinci Menâkıb: Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
vefât etdi. Hazret-i Osmân 'radıyallahü anh' yerine halîfe oldu.
Hazret-i
Ömerin vefât haberi rûm diyârına erişdi. Rûm kayseri, Mu'âviye
'radıyallahü
teâlâ anh' üzerine hücûm etdi. Hazret-i Osmân onu işitip, Abdüllah bin
Ebî Serh ve Abdüllah bin Zübeyri imdâda gönderdi. İki fırka birbiri ile
karşılaşdılar. Ceng günü de belli oldu. Abdüllah bin Zübeyr, Abdüllah
bin
Ebî Serhe dedi ki, rûm ve frenk askeri çokdur. Müslimânların askeri
azdır.
Onlara hîle yaparak muzaffer olmalıdır. Henüz harb başlamamışdır. Sen
asker
ile durup, hâzır ol. Benim tarafımdan tekbîr seslerini işitince, hemen
rûm ve frenk askerine varıp, vuruşmağa başla. Zîrâ haber almışım ki,
rûm
pâdişâhları askerden ayrı yerde olup, tavus kanadından yapılmış
gölgeliğinde
birkaç şarkıcı ile oturur. Abdüllah bin Ebî Serh hâzır vaziyyetde
dururken,
Abdüllah bin Zübeyr otuz er alıp, resmî elçiler gibi gitdi. Rûm ve
frengin
askerine haber verdiler. Kaysere yakın vardı. O otuz askere dedi ki,
siz
rûm ve frengin askeri ile benim aramda durun ki, benim hâlime vâkıf
olmıyalar.
Eğer benim hâlime kasd etmek isterler ise, onları bir müddet meşgûl
ediniz.
Bu arada ben de işimi yapayım. Hemen atını salıp, hücûm etdi. Câriyeler
kendilerini kayserin üzerine atdılar. Üçünü de kılınç ile helâk edip,
tekbîr
getirdi. O otuz er de yüksek ses ile tekbîr aldılar. Abdüllah bin Ebî
Serh
hâzır vaziyyetde dururken, tekbîr sesini işitdiği gibi, islâm askeri
ile
bir yerden tekbîr alıp, rûm ve frenk askerine hamle edip, birbirlerine
vurdular. Onbin kâfiri kırıp, kılınçdan geçirdiler. Bu zafere Abdüllah
bin Zübeyr hazretlerinin dilâverliği sebeb oldu. Meşhûr rûm
şehrlerinden
birkaç şehr müslimânların tasarrûfuna dâhil oldu. Abdüllah bin Ebî Serh
Medâyine vardı. O vilâyeti ele geçirip, harac aldı. Yirmialtıncı
senesinde
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' Harem-i şerîf etrâfında birçok evleri
satın
aldı. Bu şeklde Mescid-i Harâmı genişletdi. Yirmisekizinci senesinde
haber
geldi ki, Horasan kavmi emre mutî' olmuyorlar. Sa'd bin Âs hazretlerini
gönderdi. Onları, itâ'ate getirdi. Hem bu sene de müslimânlar arasında
Kur'ân-ı azîmüşşân kırâetinden ihtilâf vâki' oldu. Yukarıda zikr
olundu.
Otuzuncu senede, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
yüzüğü, hazret-i Osmânın elinden Erîs kuyusuna düşdü. Ne kadar
istediler
ise de bulamadılar. Bu sene Mu'âviye 'radıyallahü teâlâ anh'
kostantiniyyeye
[İstanbula] varıp, gazâ etdi. Otuzikinci senede rûmdan bir asker gelip,
müslimânlar ile ceng edip, muzaffer oldular. Abdüllah bin Sebe' adlı
yehûdî,
hazret-i Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' zemânında müslimân olmuşdu.
Fekat,
yehûdîlik kîni gönlünde bâkî kalmışdı. İslâm dîninde, çok kötü bir
fitne
çıkarmak istedi. Hazret-i Ömerin şiddeti ve tedbîrli hareketi onun
fitnesine
mâni' olurdu. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' zemânında fırsat bulup,
fitne
çıkardı. Hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' gidişi, Şeyhayn
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' gidişlerine muhâlif idi diyerek, müslimânları hazret-i
Osmân
üzerine ayaklandırdı. Hattâ insanlara öyle i'tikâd etdirdi ki, hazret-i
Osmânın üzerine yürümek, ayaklanmak ibâdetdir, fikrini aşıladı.
Mısrlılardan
bir gurub, hazret-i Alînin 'kerremallahü vecheh' huzûruna geldiler,
gitdiler.
Basrâlılar Zübeyr bin Avvâmın huzûruna, Kûfeliler, Talhanın
'radıyallahü
teâlâ anhüm' huzûruna geldiler. Bu din büyüklerinin nasîhatları bunlara
fâide verip, nasîhatları kabûl etdiler. Sonra, bunlar yine fitne
çıkarmak
için toplandılar. Hazret-i Osmânı ilzâm [susdurmak], yâhûd hilâfetden
hal'
etmek [çekilmesini sağlamak], eğer öyle olmaz ise, katl etmeğe karâr
verdiler.
Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin üzerine yürüdüler.
Dediler ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ve Şeyhayn
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' Arafatda nemâzı kasr etdiler [kısaltdılar]. Osmân niçin
temâm
kıldı. Cevâb verdi ki; islâmın işi büyüdü. Şark ve garbın halkı islâma
gelip, Arafatda toplandılar. Eğer nemâzı temâm kılmasaydım,
vilâyetlerin
halkı kusûr ederler ve böyle kılmak gerekli zan ederlerdi. Kasr
sünnetini
bilmezlerdi. İkinci süâlde dediler ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' ve Şeyhayn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' Ebû Zer Gıfârîyi
mükerrem
tutarlar idi. Ebû Zer hazretleri, Şâmda Mu'âviye 'radıyallahü anh'
yanında
bulunuyordu. Mu'âviye 'radıyallahü anh' ile Beyt-ül mâldaki malların
kullanımı
konusunda uyuşmazlık hâsıl oldu. Ebû Zer-i Gıfârî Şâmdan Medîne-i
Münevvereye
geldi. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' onu Medîneden dışarı çıkardı. O
da,
bir harâbe köyde mekân tutdu [yerleşdi]. Osmân 'radıyallahü anh'
cevâbında
dedi ki, Ebû Zer 'radıyallahü teâlâ anh' ve Mu'âviyenin 'radıyallahü
teâlâ
anh' uygulamaları ve sözleri onların ictihâdı ile alâkalıdır. Onların
birbirlerini
sevmeleri âyet-i kerîme ile sâbitdir. Medîneden uzakda ikâmet etmesi
câhillere
birşey ulaşıp, islâma bir zarar gelmesin diyedir. Üçüncü süâlde dediler
ki, önceden zekâtı âmiller toplardı. Mal sâhiblerinin isteğine
[gönlüne]
bırakdın. Tâ ki gönlünün istediğine versinler. Cevâb verdi ki: Âmiller
telef eder. Aldıkları vakt cebr ile alırlar. Ben mal sâhibleri elinde
koydum.
Kendileri götürüp, Beyt-ül mâla teslîm etsinler. Dördüncü süâlde
dediler
ki: Hakem bin Âs ile, Mervân bin Hakemi, Resûlullah hazretleri, nifâk
sebebi
ile Medîne-i münevvereden dışarıya sürdü. Hazret-i Osmân yine Medîneye
getirdi, dediler. Cevâb verdi ki: Resûlullah hazretlerinin son
hastalıklarında
onları getirmeğe izn istedim. İzn verdiler. Bu sözü Ebû Bekr ve Ömer
hazretlerine
söyledim. Bir başka şâhid istediler. Bulunmadı. Sonra hilâfet bize
erişdi.
İlmimiz o izn ile aynı oldu. Resûlullah hazretlerinin izni şerîfleri
ile
onları geri getirdim. Beşinci süâl olarak dediler ki, Benî Ümeyyenin
ihsânını
artdırıyorsun. Onların ma'îşeti fazlalaşıyor. Cevâb verdi ki, Herkes
bilir
ki, Allahü teâlâ hazretleri, ben kuluna servet vermişdir. Ben dâimâ
sılâ-i
rahmi muhâfaza etmişimdir. Şu ânda ömrümün sonuna geldim. Bu hâlde
beğenilmiş
durumun niçin aksini yapayım. Fekat vallahi beyt-ül mâldan hiçbir şey
onlara
vermedim. Kendi malımdan verdim. Altıncı süâl olarak dediler ki,
Kur'ân-ı
kerîmin birkaç nüshası hâriç, diğerlerini niçin ateşde yakdın. Cevâb
verdi
ki, etrâfdan haber yazdılar ki, Kur'ân-ı azîmüşşân rivâyetlerinde
ihtilâf
vâki' olmuşdur. Diledim ki, bu vâsıta ile dîn-i islâmda bir fitne
çıkmasın.
Aynı nüshayı bırakıp, değişik nüshaları yakdırdım. Kötüleyenlerin
dilleri
dîn-i islâm üzere olmasın. Yedinci süâl olarak dediler ki, Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine hürmeten minberden bir derece aşağı durdu. Ömer bin Hattâb
'radıyallahü teâlâ anh' Ebû Bekre hurmeten ondan aşağı durdu. Osmân,
Resûlullah
hazretlerinin yerinde durdu. Cevâb verdi ki: Eğer bu kâideyi devâm
etdirse
idim, tedrîcen lâzım gelir idi ki, hutbeyi, bir kuyu kazıp, kuyu içine
girip, okumak îcâb ederdi. Sekizinci süâl olarak dediler ki, kapına
kapıcılar
ta'yîn etdin. Cevâb verdi ki: Devletin din işlerini görürken, din ile
alâkası
olmıyanların zararını def' etmek için kendi etrâfımı muhâfaza etdim.
Dokuzuncu
süâl olarak dediler ki, hayvanları Bakî' otunu yimekden men' etdin
[orada
otlamalarını yasakladın]. Cevâb verdi ki, Beyt-ül mâl hayvanlarından
dolayı
onu korudum. Böylece, onu koruyup, telef etmesinler. Onuncu süâl olarak
dediler ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'hazretlerinin
yüzüğünü kaybetdin. Cevâb verdi ki, Sahâbe-i güzînin 'rıdvânullahi
teâlâ
aleyhim ecma'în' gözleri önünde yüzük Erîs kuyusuna düşdü. Ne kadar
aradıksa,
bulamadık. O şerefden mahrûm kaldık. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh' her bir süâle lâyık olduğu üzere cevâb verdi. Alîyyül Mürtedânın
'radıyallahü
teâlâ anh' gayreti ile fitne sâkin oldu [fitne çıkmadı]. Kavga def'
oldu.
Yirmiüçüncü Menâkıb: [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 118.ci sahîfesinde
diyor ki: Hazret-i Osmân 'radıyallahü anh' halîfe iken, Yemende,
Abdüllah
bin Sebe' isminde bir yehûdî, eski kitâbları çok okumuşdu. Medîneye
gelip,
halîfenin yanında müslimân olup, halîfenin gözüne girmek istedi. Bu
fikrle
müslimân oldu. Fekat, halîfe buna hiç yüz vermedi. Bu her yerde
hazret-i
Osmânı kötüledi. Halîfeye, bu yehûdî dönmesi, her zemân seni kötülüyor,
dediler. Halîfe, bunu Medîneden çıkardı. Bu da Mısra gidip, halîfeye
karşı
propagandaya başladı. Çok bilgili olduğundan, câhilleri etrâfına
topladı.
En çok söylediği şey, (Her Peygamberin bir vezîri var idi. Bizim
Peygamberimizin
vezîri de Alîdir. Hilâfet, onun hakkı idi. Osmân onun elinden aldı.)
sözleri
idi. Fellahları kandırıp, Osmân 'radıyallahü anh' kâfirdir, dediler.
Mısr
vâlîsi Abdüllah bin Sa'ddan, halîfeye şikâyetler yazdılar. Mısrdan dört
bin kişi Medîneye geldi. Halîfenin beğenmedikleri hareketlerini
kendisine
bildirdiler. Halîfe her süâle cevâb verip, âyet-i kerîme ve hadîs-i
şerîfler
ile haklı olduğunu isbât etdi. Bir sene sonra, Mısrdan dört bin ve
Irâkdan
dört bin kişi geldi. Medîne ehâlisi silâhlanıp, niçin geldiniz
dediklerinde,
hacca gidiyoruz dediler. Ehâli de, silâhını bırakdı. Gelenlerin
maksadları
hazret-i Osmânı hâl' etmek idi. Mısrlılar hazret-i Alîyi, Irâklılar
hazret-i
Talhayı halîfe yapmak istiyordu. Mısrlılar hazret-i Alîye gelip, (Seni
halîfe yapacağız) dediler. Hazret-i Alî bunlara darılıp, (Peygamberimiz
'aleyhisselâm' sizin yerleşdiğiniz yere gelip konacak askerin mel'ûn
olduğunu
haber verdi) buyurdu. O gece halîfe, hazret-i Alînin 'radıyallahü anh'
yanına gelip, bu askerleri geri döndür, dedi. Hazret-i Alî de pekî
deyip,
sabâhleyin askere nasîhat verdi. Asker geri dönmekde iken, hazret-i Alî
halîfeye gelip, Mısr vâlîsini değişdir, onların istediğini ta'yîn eyle,
dedi. Halîfe, Muhammed bin Ebî Bekri vâlî yapdı. Mısrlılar vâlî ile
Mısra
gitdi. Fekat yolda bir haberci üzerinde halîfenin mektûbunu buldular.
Eski
vâliye emr olup, gelenleri kabûl ediniz deniyordu. O zemân yazılar
noktasız
olduğundan, noktanın yerine göre, katl ediniz ma'nâsı da okunur.
Mısrlılar
böyle okuyup, kızdılar. Geri döndüler. Irâklıları da döndürdüler.
Halîfenin
evini sardılar.]
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin mevcûd dörtyüz kölesi
[kulu]
var idi ki, akçe ile almış idi. Hepsi harb âletleri ile kuşanıp,
hazret-i
Osmânın serâyını kuşatmışlardı. Hazret-i Osmân bütün kölelerini
huzûruna
çağırıp, buyurdu ki, her kim odasına varıp, silâhını bırakıp, kendi
hâlinde
oturursa, âzâd olsun. Benim hayr düâm onun ile olsun. Onlar da emre
uyup,
dağıldılar. Ondan sonra hazret-i Alîye 'kerremallahü vecheh ve
radıyallahü
teâlâ anh' haber verdiler. Onbin kadar kimse hazret-i Osmânın katli
için
toplanıp gelmişlerdir, dediler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin ayrılığı, imâm-ı Alî 'kerremallahü vecheh'
hazretlerinin
cân-ı azîzlerine bir mertebe kâr eylemiş idi ki, ne günleri gün yerine
ve ne geceleri gece yerine geçer idi. Geceleri ağlar idi. Mubârek
ciğerini
dağlardı. Hattâ Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
sonra, Zülfikâr adlı kılıcını mubârek beline kuşanmadı. Ve Düldül adlı
atına binmedi. Gece-gündüz Ravda-i Mutahharasında olurdu. Onun için
kendileri
gitmeyip, imâm-ı Haseni ve imâm-ı Hüseyni 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
gönderdiler.
Tenbîh eylediler ki, her kim ki hazret-i Osmânı kasd için gelir ise
kılıcı
vurun. Her kim olursa olsun, aman vermeyin. Bu iki şehzâde, bellerine
kılıçlarını
kuşanıp, hazret-i Osmânın kapısına vardılar. Bu şehzâdeleri gördükleri
gibi, hiçbir fert kapıya gelmeğe cesâret edemedi. Kapıyı bırakıp, serây
dıvârını deldiler. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' Kur'ân-ı azîm
ve Fürkân-ı kerîm okurlar idi. Okurken şehîd eylediler (El hükmülil
vâhidil
Kahhâr). (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn). Hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' vefât etmeden evvel hazret-i imâm-ı Alîye haber verdiler.
Acele
ile kalkıp, hazret-i Osmânın yanına gitdi. İmâm-ı Hasen ve imâm-ı
Hüseyni
görüp, onları tekdîr edip, içeri hazret-i Osmânın yanına vardı. Mubârek
hâtırını sordu. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hâline şükr
edip,
dedi ki, yâ Alî! Bu benim başıma geleceğini beni bilmez mi zan edersin!
Yoksa, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bana
bildirmedi
mi zan edersin. Yâ Alî! Lutf edip, benden ötürü bir kimseye zarar
etmiyesin.
Bu gece Peygamberimiz 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini
rü'yâda gördüm. Bana buyurdu ki; (Yâ Osmân! Bu gece bizim yanımızda
iftâr
edersin!) Yâ Alî, on nesneyi sakladım. Mahrem hazîne gibi kimseye
açmadım.
O on nesneyi bu üslûb üzere takrîr buyurdular: Ben islâmın üçüncü
halîfesi
oldum. Fahr-il kevneyn ve Resûl-i sekâleyn Peygamberimiz 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin iki kerîme-i muhteremelerini almak, hiç
kimseye müyesser olmamışdır. Bana müyesser oldu. Tegannî etmedim. Bütün
ömrümde tegannî etmek istemedim. Tegannî edilen yere bile uğramadım.
Îmâna
geldikden sonra zinâ etmedim. Evvelden de zinâ etmemişdim. Îmâna
geldikden
sonra, hırsızlık etmedim. Evvelden de etmemişdim. Fahr-i âlem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile bî'at edip, mubârek eline elim
yapışdıkdan
sonra, sağ elimi avret yerime uzatmadım. Bir Cum'a günü geçmedi ki, ben
bir köle âzâd etmiş olmıyayım. Eğer hâzır köle bulunmaz ise, sonra bir
köle alıp, getirip, âzâd ederdim. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden beri benim başıma geleceği
bilirdim. Lâkin kimseye açmazdım. Bu üslûb ve bu tertîb üzerine yedi
mushaf-ı
şerîf yazdırıp, bütün mu'minleri ihtilâf etmekden kurtarıp, herbirini
bir
iklîme [memlekete] göndermek bana müyesser oldu.
Yirmidördüncü Menâkıb: Emîr efendi buyurdular ki, hazret-i Osmân bin
Affânın 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek hattı şerîfleri ile yazdığı
mushaflardan
üç dânesini gördüm. Birini Şâmda, birini Yemende ve birini Mısr
İskenderiyyesinde.
Ammâ, ba'zılarından nakl olunur ki, bu mushafların üçünde de meâl-i
şerîfi
(... Onlara karşı sana Allahü teâlâ kâfidir, yeter..) olan Bekara
sûresi
137.ci âyet-i kerîmesinde şehîd etdikleri vakt, mubârek kanı damlamış.
Lâkin ba'zılarından da rivâyet olunur ki, şu ânda kelâm-ı şerîflerin
birisinde
adı geçen âyet-i kerîmede mubârek kanı tâze, sanki henüz damlamışdır.
Allahü
teâlânın hikmeti, Emîr efendi huzûruna bir kaç def'a varıldı. Ammâ bu
haberin
sıhhatini sormak müyesser olmadı. Lâkin bu kadar kerâmeti, hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin yüce şânı için acâib
değildir.
Yirmibeşinci Menâkıb: (Mesâbîh-i şerîf)de, menâkıb-ı hazret-i Osmân
'radıyallahü teâlâ anh' bâbının haseninde rivâyet olunmuşdur. Semâme
tebni
Cezemîl Kuşeyrî dedi ki: Ben Yevmüddâra hâzır oldum. Yevmüddâr,
hazret-i
Osmânın katl olunduğu güne derler. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh',
serâyını muhâsara edenlerin hâlini anladı. Onlara hitâb edip,
buyurdular
ki: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve de islâma yemîn ederim ki,
siz bilmez misiniz, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
Medîneye geldi. Medîne-i Münevverede Rûme kuyusundan başka tatlı su
yokdu.
Buyurdular ki, (Rûme kuyusunu kim satın alır, kendi kovası ile
müslimânların
kovasını bir tutarsa, onun Rûme kuyusundaki kovasından Cennetdeki
kovası
hayrlı olur.) Kendi hâlis malımdan o kuyuyu satın aldım. Siz bugün o
kuyunun
suyunu içmekden beni men' edersiniz. Hattâ deryâ (deniz) suyu gibi
tuzlu
su içerim. Hepsi dediler ki: (Evet öyledir). Rûme, bir kuyunun adıdır.
Medîne-i Münevverenin altı mil mikdârı uzağında bir kuyudur. O kuyu
küçük
vâdi'dedir. Zîrâ, Medîne-i Münevverede iki vâdi' vardır. Büyük vâdi'de
olan Azîze kuyusudur.
Şârih Gürânî 'rahimehullah' İbni Abdülberden nakl etmişdir ki: Medîne-i
Münevverede bir yehûdînin ağzı örülü bir kuyusu var idi. Suyu gâyet
tatlı
idi. Suyunu satardı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Rûme kuyusunu kim alır, kendi kovasını müslimânların
kovası
ile berâber tutarsa, Cennetdeki kovası bundan hayrlı olur.) Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' varıp, kuyuyu yehûdî ile pazarlık etdi.
Yehûdî
kuyunun temâmını satmakdan imtinâ etdi. Hazret-i Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anh' da, yarısını aldı. Nöbet yolu ile, bir gün Osmânın 'radıyallahü
anh'
olacak, bir gün yehûdînin olacakdı. Hazret-i Osmân nöbetini sebîl ve
sadaka
etdi. Yehûdî ücret ile satardı. Müslimânlar da hazret-i Osmânın nöbeti
geldikde, iki günlük su alırlardı. Yehûdînin nöbetinde aslâ uğramazlar
idi. Yehûdînin pazarı kesâda uğrayınca, diğer yarısını da satmak
istedi.
Diğer yarısını da Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri ondan satın
aldı. Evvelki yarısını yehûdîden oniki bin dirheme almışdı. Diğer
yarısını
da sekiz bin dirheme aldı. Temâmını sebîl etdi.
Yine hazret-i Osmân muhâsara edenlere hitâb edip, buyurdu ki, Allahü
teâlâ hazretlerine ve islâma yemîn ederim ki, siz bilmez misiniz.
Mescid
dar geliyordu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular
ki, (Falanın yerini kim satın alıp, Mescide katarsa, o yerden dahâ
iyisine
Cennetde kavuşur.) O yeri has malım ile satın aldım ve Mescide ilhâk
etdim
[katdım]. Siz bu gün beni o mescidde iki rek'at nemâz kılmakdan men'
ediyorsunuz.
Dediler, evet öyledir. O yine buyurdu ki, yemîn ederim Allahü tebâreke
ve teâlâya ve islâma ki, Tebûk gazâsında, islâm askerini kendi malımdan
techîz etdiğimi bilmiyor musunuz? Dediler; evet, biliyoruz! Yine
buyurdu
ki, yemîn ederim Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve islâma ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Mekke-i Mükerremeden
Sebîr adlı dağa
çıkdılar. Ebû Bekr ve Ömer ve ben de berâber çıkdım. Dağ harekete
geldi.
Hattâ taşları döküldü. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
mubârek
ayağı ile dağa vurup, buyurdular ki, (Sâkin ol yâ Sebîr! Senin üzerinde
bir Nebî ve bir Sıddîk ve iki şehîd vardır.) Bunu bilmez misiniz.
Dediler,
evet, biliyoruz! Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' dediler ki,
(Allahü
ekber! Kâ'benin Rabbine yemîn ederim ki, ben şehîdim.) Allahü ekber
sözünü,
hayretde olan kimse hasmını ilzâm ve ona tepki şeklinde söyler.
Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' o vakt, hasmlarını izhâr edip, kendisinin
hak üzere olup, hasmlarının bâtıl üzerine olduğunu, onlar kendi dilleri
ile ikrâr etdiler. Hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
Sebîr dağı üzerinde iki şehîd buyurduklarının birisi hazret-i Ömer,
birisi
hazret-i Osmândır 'radıyallahü teâlâ anhümâ'. Yine hasmlara hitâb edip,
dedi, Kâ'benin Rabbi hakkı için siz şâhid olunuz ki, muhakkak ben
şehîdim.
Üç def'a böyle buyurdular:
(Mesâbîh-i şerîf)den yine o bâbda nakl olunmuşdur: Süheyl der ki,
hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' dâr gününde bana dedi ki, muhakkak
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri benden ahd
aldı. Ben o ahd
üzerine sabr ediciyim. Ya'nî bana vasıyyet buyurdular ki, sabr edeyim.
Mukâtele etmiyeyim.
Yirmialtıncı Menâkıb: Adî bin Hâtem 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
etmişdir: Hazret-i Osmân 'radıyallahü anh' hazretlerinin şehîd olduğu
gün
bir nidâ işitdim. (Yâ Osmân bin Affân! Râhatlık ve se'âdet ile, Rabbini
gadabsız bulman ile, gufrân ve rıdvân ile müjdeliyorum.) Etrâfıma
bakdım.
Bir kimse görmedim. (Şevâhid-ün nübüvveden) alınmışdır.
Yirmiyedinci Menâkıb: Yine adı geçen kitâbdan terceme olundu. Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' şehâdet şerbetini içdi. Üç gün mubârek
cenâzesi
durup, defn olunmadı. Üç günden sonra, hâtıfdan (gaybdan) bir ses geldi
ki, (Osmânın cenâzesini defn edin. Nemâzını kılınız ki, muhakkak Hak
Sübhânehü
ve teâlâ ve tekaddes hazretleri ona salevât eyledi, ya'nî rahmet
eyledi,
diyordu.
Yirmisekizinci Menâkıb: Hazret-i Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ
anh' üç günden sonra, Bakî' tarafına defn olunmağa giderken,
arkalarından
bir büyük bulut hâsıl oldu. Cenâze-i şerîf ile gidenlerin yüreklerine
korku
düşüp, az kaldı ki, cenâzeyi bırakıp, gideceklerdi. O bulutun içinden
bir
ses, korkmayınız, meyyiti bırakıp gitmeyiniz ki, biz de bu mubârek
meyyitin
nemâzını kılmağa geldik, diyordu. Meğer onlar melekler imiş. Hazret-i
Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' nemâzını kılıp, vücûd-ı şerîflerini
ziyâret etmek
için gelmişler. Bu da (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' şehîdlik
rütbesine nâil oldukdan sonra, Fahr-ül kevneyn ve Resûl-üs sekaleyn
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin Mescid-i şerîflerinin üzerinde,
üç
gün üç gece cinnîler gelip, ağlayıp, feryâd ve figân eylediler. Cümle
halk
bunların feryâd ve figânlarını işitdiler. Bu da hazret-i Osmânın
'radıyallahü
teâlâ anh' büyüklüğüne işâretdir. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme
olundu.
Otuzuncu Menâkıb: Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' şehâdet
mertebesine
kavuşup, âhırete sefer etdikden sonra, Medîne-i münevverede halîfelerin
oturması vâki' olmamışdır. Allahü teâlânın rızâ-ı şerîfleri olmamışdır.
Zîrâ hazret-i imâm-ı Alî 'kerremallahü vecheh' halîfe olunca, rey'i
şerîfleri
öyle oldu ki, Kûfe şehrine yerleşdiler. Hazret-i Mürtedâ 'radıyallahü
teâlâ
anh' Medîne-i münevvereden Kûfe şehrine varıp, orada yerleşmeleri,
onun,
Resûlullahın huzûrunda izzeti ve kadri olmadığı şekliyle kıyâs
etmemelidir.
Hâşâ öyle değildir. Nihâyet ezelde böyle mukadder olmuş ki, hazret-i
imâm-ı
Alî 'kerremallahü vecheh' Hak sübhânehü ve teâlânın nusret ve inâyeti
ile,
Kûfe şehrine varıp, etrâfındaki memleketleri feth edip, oraları
koruması
ezelde takdîr olunmuşdur.
Otuzbirinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' bir büyük
kerâmeti de şudur. Hazret-i Osmânın şehâdetine gelinceye kadar bu ümmet
arasında fitne yok idi. Hazret-i Osmân şehîd oldu. Dünyâ fitne ile
doldu.
Fitnenin sonu Deccâl ile hitâm [son] bulsa gerekdir. Hazret-i Osmânın
şehâdetinden
bir kimsenin gönlüne bir zerre kadar sürûr gelse, eğer o kimse Deccâla
yetişirse, ona tâbi' olup, kâfir olmasından korkulur. Eğer Deccâla
yetişmezse,
kıyâmet günü haşr oldukda, Deccâl ile haşr olmakdan korkulur. Neûzü
billâhi
teâlâ. Allahü teâlâ hazretleri, müslimânları, Sahâbe-i kirâma zerre
mikdârı
kalblerinde kin ve düşmanlık olmakdan ve husûsî ile hulefâ-i râşidîn
hazretleri
hakkındaki düşmanlıkdan hıfz eylesin 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'!
Otuzikinci Menâkıb: (Şevâhid-ün nübüvve)de diyor ki: İbni Sa'îd-ül
Gaffârî derler bir kimse var idi. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh'
şehâdet şerbetini içdikden sonra, se'âdethânelerine girdi. Orada
Sultân-ı
kâinâtdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kalmış bir asâ var idi.
Onu
alıp, dizine dayayıp, kırmak istedi. Orada hâzır olanlar, çağırışıp,
sakın
ola ki, bu mubârek asâyı kırma, zîrâ, Fahr-i âlem hazretlerinden
kalmışdır,
dediler. O da asâyı kırmadı. Lâkin küstâhlık edip, hazret-i Osmânın
harem-i
hâslarına [evine] girip, o mubârek asâyı kırmak kasd etdiği için, o
kimsenin
ayağına bir hastalık zuhûr edip, günden güne artdı. Senesine varmadı,
öldü.
Hak Sübhânehü ve teâlâ gayûrdur [gayretlidir]. Dostlarına ihânet
edenlerin
dünyâda olsun, âhıretde olsun, haklarından gelir.
Otuzüçüncü Menâkıb: Büyüklerden birisi rivâyet eder. Kâ'be-i şerîfi
tavâf ederken bir a'mâ gördüm. Hem tavâf ediyor ve hem de, (Yâ Rab!
Bilirim
ki, günâhım afv olunmaz!) diyordu. Ben de ona, böyle bir yerde, böyle
söz
söylenir mi, dedim. O da dedi ki: Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh'
şehîd olunmazdan evvel bir arkadaşım ile, hazret-i Osmân şehîd oldukdan
sonra, yüzüne bir tokat vuralım diye yemîn etdik. Şehâdet şerbetini
içdi.
Ben ve arkadaşım hazret-i Osmânın yanına vardık. Gördük, mubârek başı
hâtununun
yanında, örtülmüş durur. Arkadaşım hâtununa dedi ki, aç yüzünü, Onun
yüzüne
tokat vurmağa ahd eyledik. Hâtunu dedi ki, Allahü teâlâ hazretlerinden
korkmaz mısınız. Peygamber 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
sohbetini anmaz mısınız. Hazret-i Peygamberin iki muhterem kerîmesini
aldığını
fikr etmez misiniz. Ben hicâb edip, geri döndüm. Arkadaşım orada kalıp,
vardı, hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' mubârek başını açıp,
nûra
gark olmuş yatarken, mubârek gül yanağına, kuruyacak bir eliyle tokat
vurdu.
Hazret-i Osmânın hâtunu, elleriniz kurusun ve gözleriniz kör olsun
dediği
gibi, o ânda, kapıdan dışarı çıkamadan gözlerimiz kör oldu. Ve
ellerimiz
kurudu. Hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' menâkıb-ı şerîfine
nihâyet
yokdur. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Hazret-i Zeydden rivâyet olunur ki, hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ
anh' katline kasd edenlerin temâmı az zemânda cünûna mübtelâ olup
[aklını
kaçırıp], helâk oldular. Abdüllah bin Mubârek 'rahmetullahi teâlâ
aleyh'
bu haberi işitdiği zemân (Delilik onlar için azdır) buyurmuşdur.
Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün bir kervân Mekke-i Mükerremeye ticârete
giderken, Medîne-i Münevvereye uğradı. Allahü teâlânın hikmeti, kervân
halkı hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' kabrinin yanında mola
verdiler.
Kervân halkı birbiri ile, bu gece hazret-i Osmânı ziyâret etmek için
müşâvere
etdiler. Ertesi günü Sultân-ı kâinât 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerini de ziyâret edeceklerdi. Bütün kervân halkı, hazret-i
Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' kabrini ziyâret için abdest aldı. Meğer
içlerinde
bir râfizî varmış. Lâkin onu bilmezlerdi. Buna da teklîf eylediler. Bin
dürlü behâne bulup, ziyârete gitmedi. Çadırlardan kervân halkı
gitdikden
sonra, bir büyük arslan geldi. O râfizîyi başından kavradı. Yir iken,
kervân
halkı ziyâretinden döndüler. Çadırlarına gelip, gördüler ki, bir büyük
arslan, arkadaşlarının başını kemirir. Aslan bunları görünce, râfizînin
murdâr leşini çadırdan dışarı çıkarıp, fasîh lisân ile, kervân halkına
dedi ki, hazret-i Osmânı sevmiyenin sonu budur. Murdâr leşi dağa doğru
sürüye sürüye alıp gitdi.
Otuzbeşinci Menâkıb: Hazret-i Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
eder. Hazret-i Osmânı 'radıyallahü teâlâ anh' katl edenler pişmân olup,
mescidde pişmânlıklarını anlatırken, semâ [gök] yüzünden bir şahs zuhûr
etdi. Elini uzatıp, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
hücre-i şerîfesinden bir mushaf çıkarıp, bu sözü söylediğini gördüm.
(Muhammed
aleyhisselâm, dîninde ayrılık çıkaran ve böylece fırkalara ayrılmağa
sebeb
olan kimselerden uzakdır. Böyle olduğunu bilmiyor musunuz.)
Şehîd olduklarında sekseniki yaşında idi. Bakî'de defn olunup, rahmet-i
rahmâna kavuşdu 'radıyallahü teâlâ anh'. Allahü teâlâ haşra ve kıyâmete
kadar ondan râzı olsun! Ma'lûm ola ki, hazret-i Osmânın 'radıyallahü
teâlâ
anh' fazîletlerinden bu zikr olunan, deryâdan katre ve güneşden zerre
mesâbesindedir.
Dahâ geniş ma'lûmât edinmek isteyen dahâ önce zikr olunan o iki kitâba
mürâce'at etsin. 'Sallallahü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve
sahbihî
ecma'în.'
Otuzaltıncı Menâkıb: Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin
şânları
ve şerefleri için nâzil olan âyet-i kerîmeler:
1' İslâm dîni yayılmağa başlayınca, her tarafdan arablar Medîne-i
münevvereye
gelmeğe başladılar. Mescid-i şerîf dar olduğu için, gelenler yer
bulamadığından
sahrâda çadır kurup, oturdular. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri buyurdular ki: (Her kim bu bizim mescidimizi, bir
zrâ'
dahî büyültürse, Cennet onun içindir.) Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
yâ Resûlallah! Benim malım ve mülküm sana fedâdır. Ben kemter kulun
[kölen]
genişleteyim, dedi. Sonra kırk zrâ' genişletdi. Allahü teâlâ
hazretleri,
meâl-i şerîfi; (Allahü teâlânın mescidlerini, ancak Allaha ve âhıret
gününe
inanan, nemâz kılan, zekât veren ve yalnız Allahü teâlâdan korkan
kimseler
ta'mîr eder. Bu vasfdaki kimselere Cennete götürecek amelleri yapmak
lâzım
olur) olan Tevbe sûresi onsekizinci âyet-i kerîmesini gönderdi.
2' Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, müslimânlara, birbirinizle
ittifâk edip, mallarınızın bir mikdârını vâcib ve bir mikdârını
tetavvu'
olarak Allah yolunda harc edin, buyurmuşdu. Onlara, ittifâklarının
netîcesinin
bereketinin nasıl olacağını ve onun sevâbının haddi [mikdârı] ne kadar
olacağını beyân buyurmuş, meâl-i şerîfi, (Müslimânlardan mallarını
cihâd
veyâ dahâ başka hayrlı işler gibi, Allahü teâlânın gösterdiği yolda
sarf
etmeleri, bir dâneyi tarlaya ekip, bundan yedi başak ve her bir
başakdan
yüz dâne almağa benzer. Allahü teâlâ dilediği kimselere bu kat kat
artdırmağı
veyâ dahâ fazlasını kulun malını dağıtmasındaki ihlâsı nisbetinde,
sevâbını
on, yetmiş, yediyüz veyâ dahâ fazla katları kadar artdırır. Allahü
teâlâ
vasi'dir. Alîmdir. Allah yolunda mal sarf edenler, sarf etdiklerinde
men'
ve ezâ etmiyenler, Rablarının yanında büyük sevâblara kavuşurlar. Onlar
için, âhıretde korku ve dünyâ işlerinde üzüntü yokdur.) olan, Bekara
sûresi
261, 262.ci âyet-i kerîmeleri ile bildirmişdir.
Minnet, ni'meti yâd etmekdir. Söylemek ve saymak yolu ile başa kakmak,
o ni'metin sevâbını kesmeğe sebeb olur. Bunun azı odur ki, bir kimseye
in'âm ve ihsân eder. Sonra onu o kimsenin istemediği yerde yâd eder.
Veyâ
onun akebinde bir söz söyler ki, o kimseye hoş gelmez. Veyâ nice kerre
sana in'âm etdim, hiç şükrünü etmedin diye söyler. Bir kimseye hiçbir
şeyi
vermemek, ona birşey verip de, sonra minnet etmekle rencîde etmekden
iyidir.
Zeyd bin İslâm der ki: Babam bana dedi ki, bir kimseye bir şey verdiğin
zemân, böyle bilesin ki, ona senin selâmından bir nesne gönlüne gelir.
Selâmı ondan geri tut. Tâ ki, o ni'met halâs kalsın.) Ebû Esâmenin
yanına
bir kadın geldi ve dedi ki, hakîkat üzere gazâ eden bir mertden bana
haber
ver ki, bir okum vardı, ona vereyim. Ebû Esâme dedi: Allahü teâlâ
bulunduğun
cem'iyyetde seni mubârek etsin ki, onları; dahâ vermezden evvel rencîde
etdin. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kulları üzerine, iyilik
edip,
başa kakmayı, verdiği ni'meti verdiğini söylemeği harâm etmişdir.
Ni'meti
yâd ederken başa kakmamalı, karşısındakine mağrûr olmamalıdır. Hak
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri kullara ni'met verir ve onlara minnet eder. Allahü
tebâreke ve teâlânın minneti yâd etdirmek ni'meti olur. Böylece o
kimse,
birşey verince mağrûr olmamalıdır.
Meâl-i şerîfi (Mallarını cihâd ve hayr işlerinde Allah için
harcayanlar...)
olan Bekara sûresinin 262.ci âyeti kerîmesi Osmân bin Affân,
Abdürrahmân
bin Avf 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinin şân-ı şerîfleri için
nâzil
olmuşdur. Abdürrahmân bin Avf, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' huzûr-ı şerîflerine, dört bin dirhem ile geldiler. Dedi ki, yâ
Resûlallah! Yanımda sekiz bin dirhem var idi. Dört bin dirhemini
ıyâlime
nafaka için alıkoydum. Dört bin dirhemini getirdim. Allahü teâlâ
hazretlerine
karz-ı hasen [ödünç] verdim. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlâ verdiğine ve hem de ıyâlin için
alakoyduğuna
bereket versin. Fekat Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' Tebûk gazâsında
buyurdular
ki, techîzatı olmıyan herkesin techîzatını almak benim üzerime olsun.
Bin
deve yükü ile gâzîlerin techîzâtına sarf etdi. Allahü teâlâ bu âyet-i
kerîmeyi
onların şânları için gönderdi. Abdürrahmân bin Sümre 'radıyallahü teâlâ
anh' der ki: Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' bin kırmızı altın getirdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin kucağına
dökdü. Dahâ
önce de beyân olunmuşdur. Hazret-i Habîb-i ekrem mubârek eli ile o
altınları
döndürüp, buyurdular ki, (Affân oğluna, bugünden sonra her ne ederse,
ziyân
etmez!) Ebû Sa'îd-i Hudrî 'radıyallahü teâlâ anh' der ki: Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini gördüm. Mubârek ellerini
kaldırmış,
Osmâna şöyle düâ buyururdu: (Yâ Rabbî! Ben Osmândan râzıyım. Sen de
râzı
ol!) Böylece, sabâh oluncaya kadar düâ buyurdular.
3' Aşağıdaki âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur: Hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' gündüz oruc tutardı. Gece nemâz kılardı. Her gece iki rek'at
nemâz kılardı. Bir rek'atinde Kur'ân-ı azîm-üş-şânın temâmını okurdu.
Bir
rek'atinde bin (Kul hüvallahü ehad) sûre-i şerîfesini okurdu. Hak
sübhânehü
ve teâlâ bu âyet-i kerîmeyi irsâl buyurdu. (Bütün gece secde edip ve
ayakda
durup, devâmlı ibâdet ve itâ'at eden ile isyân eden bir olur mu. O
âhıret
azâbından korkar. Rabbinin rahmetini ümîd eder. Ey Resûlüm, de ki, hiç
bilen ile bilmiyen bir olur mu. Nitekim devâmlı itâ'at eden ile isyân
eden
de bir değildir. Bildirdiklerimize ancak akl sâhibleri kıymet verir.)
[Zümer
sûresi dokuzuncu âyet-i kerîmesi meâli.] Bu âyet-i kerîme, Ammâr bin
Yâser 'radıyallahü teâlâ anh' şânı ve Huzeyfe tebni Mugîre el Mahzûmî
şânı içindir.
Müfessîrlerin çoğunun kavlince; Osmân ibni Affân 'radıyallahü teâlâ
anh'
şânı için nâzil olmuşdur.
4' Bu âyet-i kerîmenin nâzil olmasına sebeb o idi ki, Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' hayrât etmekde, nemâzda ve orucda ve mal vermekde devâmlı
idi.
Allahü teâlâ hazretleri, onun yüksek şânı için, meâl-i şerîfi,
(Şübhesiz
ki, kendilerine bizden se'âdet îcâb etmiş olanlar, işte bunlar
Cehennemden
uzaklaşdırılmışlardır. Cehennemden uzaklaşdırılan O Cennetlikler,
Cehennemin
hışıltısını bile duymazlar. Bunlar canlarının istediği şeyler içinde
ebedî
olarak kalıcıdırlar. O en büyük korku (sûra üfürülüş ânı) bunları
mahzûn
etmiyecek, kendilerini melekler şöyle karşılayacaklar: İşte bu size
dünyâda
va'd edilen mutlu gündür!) olan Enbiyâ sûresi 101, 102 ve 103.cü âyet-i
kerîmelerini gönderdi. Bir rivâyetde gelmişdir. Hazret-i Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' bu âyet-i kerîmeyi okudular. Sonra buyurdular ki, ben
onlardanım.
Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Talha ve Zübeyr ve Sa'îd ve Abdürrahmân
'radıyallahü
anhüm' da onlardandır. Âlimlerin çoğu, bu âyet-i kerîme, Osmân bin
Affân
hakkında nâzil olmuşdur, dediler.
5' Diğer âyet-i kerîmede Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri buyurdu
ki: (Sâlih mü'min olanlar, Allahü teâlânın harâm etmediği şeyleri
yimelerinde
zarar yokdur. Ancak harâmlardan sakınmaları, îmânlı olmaları ve amel-i
sâlih işlemeleri lâzımdır. Bundan sonra, kendilerine harâm olan
şeylerden
sakınır, harâm olduklarına inanırlar. Ve dahâ sonra bütün günâhlardan
devâmlı
sûretle sakınır, güzel amelleri araşdırıp, onları yaparlarsa, muhsin
olurlar.
Allahü teâlâ, muhsinleri, ihsân edenleri sever.) [Mâide sûresi 93.cü
âyet-i
kerîme meâli.] Emîr-ül mü'minîn hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
buyurur
ki: Bu âyet-i kerîme, Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında gelmişdir.
Otuzyedinci Menâkıb: Hazret-i Osmânın 'radıyallahü anh' üstünlükleri
hakkında bildirilen hadîs-i şerîfler ve haberler hakkındadır:
1' İsnâd ile Ebû Karfesadan 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet olunmuşdur.
Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' meclis-i
şerîflerinde
bir cemâ'at oturmuşlardı. Ben de onların içinde bir zemân oturdum.
Sonra,
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' meclis-i şerîflerine dâhil oldular. Bir
köşede
oturdular. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki:
(Yâ
Osmân! Bana yakın ol.) Biraz yaklaşdılar. Yine buyurdu ki: (Bana yakın
ol!). O mertebe yakın oldu ki, Osmân 'radıyallahü anh' hazretlerinin
dizi,
Habîbullah hazretlerinin mubârek dizine ulaşdı. Osmânın yakasının bağı
açık göründü. Mubârek eli ile yakasını bağladı. Ve yüzüne bakdı.
Mubârek
gözleri yaş ile doldu. Sonra buyurdu, (Yâ Osmân! Önünde büyük iş
olacağını
bil! Sen kıyâmet gününde benim havzıma erişenlerin evveli olursun!
Senin
damarlarından kan revân olur. Rengi kan rengi olur. Kokusu misk kokusu
olur. Ben ki, Resûlüm! [Sana] Sübhânallah! Sana bunu kim etdi, derim.
Sen,
falan ve falan etdi, dersin. Orada bir nidâ edici, Arşdan nidâ eder ki,
biliniz ki, Osmân bin Affân, pâdişâh ve emîr, dehr [dünyâ] sürülmüş
üzerine.
Sonra, senin ile Allahü teâlâ ve tekaddes arasındaki perde kalkar. Sana
Allahü teâlâ tecellî edip, buyurur! Yâ Osmân! Seni öldürenler hakkında
ne düşünürsün. Sen dersin ki, yâ Rab! Eğer Sen onları azarlar isen
[cezâlandırır
isen], ben de azarlarım. Eğer Sen onları afv edersen, ben de afv
ederim.)
2' Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, biz muhâcirlerden bir cemâ'at,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerinde
oturmuş
idik. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî ve Talha ve Zübeyr ve
Abdürrahmân
bin Avf ve Sa'd bin Ebî Vakkâs 'radıyallahü teâlâ anhüm' onların
arasında
idi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Sizden
herkes, kendi dost ve yârinin yanına varsın!) Onlar da öyle yapdılar.
Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Osmânın yanına vardı ve onu
kenârına
aldı. Yüzünü öpdü ve buyurdu ki: (Yâ Osmân! Sen benim dünyâda ve
âhıretde
dostumsun!)
3' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Osmân bin Affâna
'radıyallahü anh' buyurdular ki: (Ben Ümmü Gülsümü, Allahü teâlâ
tarafından
vahy gelerek sana verdim.)
4' Ebû İmâmet-el Bahilî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûl-i
ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular:
(Ricâlin
[bir kişinin] şefe'âti ile benim ümmetimden Rebî'a ve Mudar kabîleleri
mikdârı Cennete girer.) Rivâyet ederler ki, o mert hazret-i Osmân bin
Affândır 'radıyallahü teâlâ anh'.
5' Mugîre bin Şûbe' rivâyeti ile gelmişdir. Mugîre tebni Şûbe
'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki: Müşrikler Huneyn gazâsı günü hezîmete uğradılar.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir adama buyurduğunu
işitdim: (Ey
Allahın düşmanı. Allahü tebâreke ve teâlâ sana buğz eder!) Mugîre der
ki,
yâ Resûlallah! Bu o kişidir ki, Kureyşe buğz eder. Buyurdu ki, (Evet,
Osmân
bin Affâna buğz eder!)
6' Şeddâd bin Evs 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki: Resûlullahdan
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' işitdim, buyurdu ki: (Ben eshâbım arasında
oturmuşdum
ki, Cebrâîl aleyhisselâm benim önüme geldi. Beni sağ kanadı üzerine
aldı.
Cennet-i Adna iletdi. Cennet-i Adnda gezerken, bir elma elime geldi.
Ben
o elmaya bakıp, te'accüb ederken nâgah, o elma şak olup, iki bölük
oldu.
Arasından bir hûrî dışarı geldi. Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerine
tesbîh
etdi. Öyle tesbîh etdi ki, evvelden âhıre kimse öyle tesbîh etmemişdir.
Ben dedim; Sen kimsin. Dedi, ben hûrî'aynım. Allahü tebâreke ve teâlâ
beni
arşın nûrundan halk etmişdir. Ben dedim, kimin içinsin. Dedi, imâm-ı
mazlûm
Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' içinim.
7' Zehrî rivâyeti ile, Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh'
bildiriyor.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir gece kalkıp,
gidiyordu.
Hazret-i Osmân da ileride gidiyordu. Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi
ki: Yâ Resûlallah! Bu kimdir ki, bu sâatde senin önünden gitdi.
Buyurdular
ki, (Osmân bin Affândır). Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, bu Ebû Amrdır,
ya'nî Osmândır. Resûlullah 'sallallahü aleyhi ve sellem' buyurdular
(Evet
yâ Cebrâîl. Siz Osmânı gökde de tanır mısınız!) Cebrâîl aleyhisselâm
dedi
ki: yâ Resûlallah! O Allahü tebâreke ve teâlâ hakkı için ki, seni halka
hak Nebî gönderdi. Güneşin yer yüzünü aydınlatdığı gibi, Osmân gökleri
aydınlatır.
8' Abdürrahmân bin Ebî Leylâ rivâyet eder. Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' Kanbere buyurdu ki, var mescidde yüksek ses ile seslen.
Hazret-i
Osmânı seven kimse var mıdır. Kanber varıp nidâ etdikde, bir kişi
kalkıp
dedi ki, ben hazret-i Osmânı severim. Kanber dedi ki, gel, emîr-ül
mü'minîn
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' seni çağırır. O kişi kalkıp, emîr-ül
mü'minîn
Alînin huzûruna geldi. Emîr-ül mü'minîn buyurdu ki, Osmânı sever misin.
Dedi ki, yâ Emîr-el mü'minîn, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin
izzet
ve azameti hakkı için, ben hazret-i Osmânı kendi cânımdan dahâ çok
severim.
Bir vakt Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûruna
varmışdım.
Dedim ki, yâ Resûlallah! Bana birşey ver ki, bir hanım almışım, hiçbir
nesne yokdur ki, onun mehrini vereyim. Resûlullah hazretleri, bana bir
vekiyye altın verdiler. Bir vekiyye kırk dirhem kıymetinde altın idi.
Ebû
Bekr de bir vekiyye verdi. Ömer de bir vekiyye verdi. Osman iki vekiyye
verdi. Yâ Osmân, Resûlullah ve Ebû Bekr ve Ömer bir vekiyye verdiler.
Sen
niçin iki vekiyye verdin, dedim. Hazret-i Osmân dedi ki, bir vekiyye
kendimden
ötürü, bir vekiyye, Alî bin Ebû Tâlibden ötürü verdim ki, o vakt onun
hâzır
bir nesnesi yokdu ki, sana versin. Ondan sonra dedim ki, yâ Resûlallah!
Bu malın bereketi olması için, bana düâ et. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdu: (Bu malın bereketi nasıl olmaz ki, bunu sana
Peygamber ve Sıddîk ve iki şehîd verdi.) Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' bunu işitdiği zemân çok sevindi ve buyurdu ki, (doğru söyledin)
'radıyallahü
teâlâ anh'.
9' Sa'd bin İbrâhîm rivâyet eder. Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ
anh', Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûrlarında
oturmuşdu.
Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü anhümâ' hazretleri geldiler. Server-i âlem
onları gördü. Buyurdu ki: (Yâ Alî! Bu ikisi, ya'nî Hasen ve Hüseyn,
Cennet
gençlerinin büyükleridir [üstünleridir]. Onların babaları onlardan
yüksekdir.
Osmân bin Affân, İbrâhîm Halîl-ür-rahmân aleyhisselâma benzer.)
10' Doğru haber ile gelmişdir. Muhârık bin Semâme, kız kardeşi Ümmü
Gülsüme söyledi ki, mü'minlerin anası Âişenin 'radıyallahü teâlâ anhâ'
huzûr-ı şerîflerine var. Benden selâm söyle. Ümmü Gülsüm der ki,
hazret-i
Âişe-i Sıddîkanın huzûruna vardım. Dedim ki: senin oğullarından birisi
sana selâm eder. Buyurdu ki: Allahü tebâreke ve teâlânın selâmı ve
rahmeti
onun üzerine olsun. Ben dedim: Cenâbınızdan ricâ ederim ki, hazret-i
Osmân
bin Affân hakkında, bir hadîs-i şerîf nakl buyurunuz ki, onu şehîd
etdikleri
vakt, herkes bir söz söylediler. Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdu
ki: Ben şehâdet ederim ki, bir soğuk gecede, Osmân bin Affânı, bu ev
içinde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile gördüm.
Cebrâîl
aleyhissalâtü vesselâm vahy getirdi. Vahy gelince, Resûlullah üzerine
bir
ağırlık inerdi. Nitekim, Hak Sübhânehü ve teâlâ haber verir. (Biz senin
üzerine vahy ederiz. Ya'nî Kur'ân ki o, her ne kadar dil üzerinde hafîf
ise de azametde ağırdır.) Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
mubârek elini Osmânın arkasına vurup, buyurdu ki, (Bu makâm kime
müyesser
olur. Allahü teâlâ hazretleri bu makâmı Peygamberlerinden başka hiç
kimseye
vermemişdir. Ancak, o kimseye vermişdir ki, fazlaca ikrâm edendir. Her
kim ki, Osmâna yaramazlık söyler ise, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin
la'neti onun üzerine olsun.)
11' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: Hazret-i
Lût aleyhisselâmdan sonra, hanımı ile, Allahü teâlâ yolunda ilk hicret
eden Osmân bin Affândır 'radıyallahü teâlâ anh'. Allahü teâlâ bilir ki,
Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în', Mekkeden Medîneye,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûruna
hicreti
yalnız yapmışlardır. Hazret-i Osmân, ehli ve ıyâli ile berâber hicret
etmişdir.
12' Yûsüf bin Abdüllah bin Selâm rivâyet eder: Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' (Ben; Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda,
Osmânın
düşmânlarının hasmıyım.) buyurmuşdur.
13' Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' bir hadîs-i
şerîflerinde
buyurmuşlardır ki, (Biz Osmân bin Affânı, Allahü teâlâ katında halîl ve
kerîm olan babamız İbrâhîm aleyhisselâma benzetiyoruz.)
14' Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Osmân benim ümmetimin en hayâlısı ve en çok ikrâm edenidir.)
15' Kelîb bin Velîd, İbni Melbekeden rivâyet eder. Abdüllah ibni Ömer
'radıyallahü teâlâ anhümâ' huzûruna bir adam geldi ve sordu: Osmân ibni
Affân 'radıyallahü teâlâ anh' Bedr gazâsına hâzır oldu mu? Abdüllah
hazretleri
buyurdu ki, hâyır olmadı. Bî'at-ı Rıdvâna hâzır oldu mu. Buyurdu ki:
Hâyır
olmadı. İki asker birbirine mülâki oldukları günde, yüz döndürdü mü?
[Uhud
günü, dağılanlar arasında değil mi idi.] Buyurdu ki, evet! O kişi
kalkdı
gitdi. Dediler, bu kişi sizden ba'zı şeyler sordu. Cevâbınızdan anladı
ki, siz Osmânı zem etdiniz [kötülediniz]. Buyurdular ki, acele o adamı
geri döndürün. Çağırdılar, geri döndü. Buyurdular ki, benden süâl
etdiğin
sözleri anladın mı. O şahs dedi ki, evet. Senden süâl etdim. Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' Bedr gazâsına hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Süâl etdim ki,
bî'at-ı rıdvâna hâzır oldu mu. Sen dedin, yok. Süâl etdim ki, Uhudda
dağılanlar
arasında mı idi. Sen dedin, evet. Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' buyurdu ki: Bedr gazâsına hazret-i Osmân hâzır olmadı, ammâ,
Allahü
teâlânın ve Resûlünün hâcetinde [işinde] idi. Hazret-i Resûlullah
Osmânın
nasîbini o gazâda ayırdı. Ondan gayri hâzır olmıyanlara nasîb
vermediler
[hisse ayırmadılar]. Bî'at-ı Rıdvânda da, Osmân ona hâzır olmadı.
Resûlullah
hazretleri Osmânı, Mekke-i Mükerremeye elçi göndermiş idi. Eshâb-ı
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' bî'at etdiler. Resûlullah
hazretleri
kendi mubârek elinin birisini diğerine tutup, buyurdu ki, bu Osmânın
eli
olsun. Resûl-i ekremin mubârek eli, Osmânın elinden üstündür. Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ, kelâm-ı kadîminde haber vermişdir. (Uhud gazâsında iki asker
karşılaşdığı zemân, arka çevirip dönenleri şeytân igfâl etdi
[yanıltdı].
Allahü teâlâ onları afv etdi. Allahü teâlâ günâhları afv edici ve
cezâyı
gecikdiricidir.) [Âl-i imrân sûresi 155.ci âyet-i kerîmesi meâli.]
Abdüllah
bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' o şahsa buyurdu ki: Sakın ola ki,
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında kötü düşünmiyesin. Buna gayret
et!
16' Abdüllah bin Mubârek, Ebû Mus'abdan, o da Yezîd bin Ebî Lehebden
rivâyet etmişdir. Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' ile kavga
edenlerin
cümlesi dîvâne [deli] oldular. Abdüllah bin Mubârek der ki, onların
Cehennemde
tadacakları azâb yanında delilikleri azdır.
17' Ebû Sa'îd-i Hudrî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder: Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Ey
Allahım!
Muhakkak ki Osmân, rızânı taleb eder. Sen de fadl ve keremin ile
Osmândan
râzı ol!)
18' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyeti ile
gelmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular: (Ey Allahım!
Osmâna, kıyâmet gününün şiddetinden râhatlık ve kurtuluş ver. Çünki, o
bizi nice sıkıntılı günlerimizde râhata kavuşdurdu.)
19' Emîr-ül mü'minîn Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında rivâyet
olunur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki:
(Eğer
kırk kızım olsa idi, cümlesini birbiri ardınca, hiçbiri kalmayıncaya
kadar
Osmâna verirdim.)
20' Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Muhakkak
istedim ki, Eshâbımdan dört kimseyi âleme göndereyim ki, halka Kur'ân-ı
azîm-üş-şânı ta'lîm etsinler. Bizden önce de Îsâ bin Meryem
aleyhimüsselâm
havârîlerini halka göndermişdi.) Osmân bin Affânı, Abdüllah bin Mes'ûdu
ve Mu'âz bin Cebeli ve Übeyy bin Ka'bı 'radıyallahü teâlâ anhüm'
gönderdiler.
21' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, buyurdular
ki: (Ümmetimden
büyük günâh işleyip, Cehenneme gitmesi îcâb eden yetmiş bin kimseye
Osmân
şefâ'at eder. Allahü teâlâ onları Cennete gönderir.)
Otuzsekizinci Menâkıb: Kıymetli kitâblarda haber verilmişdir. Ebû
Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki: Birgün Resûlullah
'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin kerîmeleri ve hazret-i Osmânın
'radıyallahü
teâlâ anh' zevcesi olan Rukayyenin 'radıyallahü anhâ' huzûrlarına
vardım.
Elinde bir tarak tutuyordu. Buyurdu ki, kıymetli babam Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri şimdi yanımdan gitdi. Bu tarak ile
mubârek
saçını ve sakalını taradım. Bana buyurdular ki, (Yâ Rukayye! Ebû
Abdüllah
Osmân bin Affânı nasıl buldun!). Ben dedim ki: (Hayr ile gördüm. İyilik
ile gördüm!) Babam buyurdu ki: (Cümle Eshâbım arasında ahlâkı bana en
çok
benziyen odur. Osmâna hurmetde kusûr etme!)
Otuzdokuzuncu Menâkıb: Zübeyr bin Harrâş rivâyet eyler. Hazret-i Ömer
'radıyallahü anh'; kızı Hafsayı 'radıyallahü anhâ' hazret-i Osmâna
'radıyallahü
anh' nikâhlamak istedi. Hazret-i Osmân özr beyân eyledi. Hazret-i Ömer
üzüldü. Bu haber Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
erişdi. Hazret-i Ömere buyurdular ki: (Yâ Ömer! Kızını Osmândan dahâ
iyisi
alacak. Ve Osmân Hafsadan iyisini zevce edinecek. Sen kızını bana nikâh
et! Ben de kızımı Osmâna nikâh edeyim!) [Hafsa 'radıyallahü teâlâ anhâ'
hicretin üçüncü senesinde, genç yaşında, Bedr gazâsında bulunan
Huneysden
dul kalmış idi.]
Kırkıncı Menâkıb: Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Üç nesne
vardır ki, her kim onlardan kurtulursa muhakkak kurtulur. Benim
vefâtım,
Deccâlın ve hak üzere olan halîfenin katli.) Ebû Hüreyre buyurdu ki,
hak
üzere olan halîfenin kim olduğunu Leyse ve İbni Lehî'aya sordum. Bu
halîfe
Osmân bin Affândır 'radıyallahü teâlâ anh', dediler.
Kırkbirinci Menâkıb: Ukbe bin Âmir el Cühenî 'radıyallahü teâlâ anh'
bildiriyor. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
birgün
buyurdular ki: (Yâ Ebâ Bekr ve Ömer! Sizin ikiniz, dünyâda ve âhıretde
kardeşlersiniz. Şimdi her ikiniz, birbirinize selâm veriniz ve müsâfeha
ediniz.) Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömerin elini tutdu. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' tebessüm edip, buyurdu: (Yâ Ebâ Bekr! Sen
Ömerin
önünce olursun!) Ya'nî dahâ önce halîfe olursun. Sonra buyurdular. (Yâ
Zübeyr ve Talha! Siz de geliniz. Sizin aranızda da kardeşlik vereyim.
Her
ikiniz, dünyâda ve âhıretde kardeşlersiniz. Şimdi birbirinize selâm
verip,
müsâfeha ediniz.) Nasıl buyurdu ise öyle yapdılar. Sonra buyurdu. Übeyy
bin Ka'b ve Abdüllah bin Mes'ûd da öyle yapdılar. Sonra Ebû Ubeyde bin
Cerrâh ve Sâlimi, ki Sâlim Ebû Huzeyfenin kölesi idi, onlara da
buyurdu.
Onlar da öyle yapdılar. Sonra Üsâme tebni Zeyd ile Ebû Hind öyle
yapdılar.
Ebû Hind Haccâm ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinden
hacâmat çekerdi. [Kanını alırdı.] Ve mubârek kanını içerdi. Hazret-i
Resûlullaha
ziyâde muhabbetden onların yanında kardeşlik etdi. Onlar da öylece
yapdılar.
Sonra Abdürrahmân bin Avf yüzünü hazret-i Osmân bin Affân tarafına
döndürüp
dedi ki: (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!). Bize ne olmuşdur ve ne
işlemişiz
ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri benim ve
senin tarafımıza iltifât etmedi. Allahü teâlâ hazretlerinin hışmından
ve
Resûlünün azarından; yine Allahü teâlâya sığınırız, dedi. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri onlar tarafına bakıp, buyurdular ki:
(Hak sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin izzi ve celâli ve kudreti ve
azameti
hakkı için, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sizin üzerinize hışmlı
[gadablı] değildir. Ve Resûli de sizin üzerinize azarlı [sizi
azarlamış]
değildir. Allahü teâlâ ve Resûlü ve melekleri yanında ikrâm
görenlerdensiniz!
Velâkin, ben sizi yâd etmek istediğim zemân, Hak Sübhânehü ve teâlâ bir
melek göndermişdir. Beni men' etdi ve dedi ki, onları sonra yâd et ki,
onların ikisi de ganîdir [zengindir]. Ben de ondan dolayı sizi sonra
yâd
etdim. Bunun gibi, kıyâmet gününde hesâb ederler. Fakîrlerin hesâbını
evvel
yaparlar. Zenginlerin hesâbını sonra yaparlar. Ve sonra siz, dünyâda ve
âhıretde kardeşlersiniz. Siz de birbirinize selâm verip, müsâfeha
ediniz.)
Onlar da öyle yapdılar. Sonra Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdular ki, (Râzı oldunuz mu!). Onlar dediler ki: (Evet,
râzı olduk. Allahü teâlâ hazretlerine şükr ederiz ki, bizi rüsvâ
etmedi.)
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Sizin
üzerinize dahâ ilâve edeyim mi!) Evet, dediler. Resûlullah 'sallallahü
aleyhi ve sellem' buyurdu: (Siz ikiniz dünyâda ve âhıretde
kardeşlersiniz!
Cennetde benim kardeşim İlyâs aleyhisselâmdır. İlyâs aleyhisselâm,
Allahü
teâlâ hazretlerine bütün halkın en sevgilisi idi. Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretleri Cebrâîl aleyhisselâmı İlyâs hazretlerine gönderdi ki, Hak
sübhânehü
ve teâlâ hazretleri sana kardeşlik verdi; bir kulun halâsıyle ki, onu
zulm
ile öldürürler. Ben ki, Resûlullah olarak Hak Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerini
sizi şâhid tutarım ki, size dünyâda ve âhıretde kardeşlik verdim. Siz
bugün
cümlenin iyisisiniz.)
Kırkikinci Menâkıb: Doğru rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden sordular. Cennetde berk [ışık,
şimşek]
olur mu? Buyurdular ki, evet olur. Osmân bin Affân bir kasrdan bir
kasra
giderken yüzünün nûru ışık olur. Bundan dolayıdır ki, ona zinnûreyn
derler.
Ülemânın ba'zının kavliyle, hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' uzun
gecelerde tâ'at yapıp ve Kur'ân-ı azîm-üş-şân tilâvet etmekden geri
kalmazdı
[ya'nî tilâvet ederdi]. Mubârek pehlûsunu yere koymazdı. Mubârek gözü
ağlamakdan
kuru olmazdı. Ahmed bin Attâr 'rahimehullahü teâlâ' bu ma'nâda şu şi'ri
söylemişdir:
Yumuk durmakdan gözlerim kurudu,
Sanki göz kapaklarım kısa imiş gibi.
Kapakları dikenle delik-deşik olmuş gibi,
Gözlerimin uyuyacak hâli yok.
Gece uzadıkça uzayınca derim ki,
Ey gecem, gündüz dahâ çok uzakda!
Kırküçüncü Menâkıb: Nu'mân bin Beşîrden 'radıyallahü teâlâ anh' doğru
rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (İçinizde hayâ bakımından en sâdıkınız, Osmân bin
Affândır.)
Bu haber zâhir delîldir ki, hiç kimsenin hayâ ve hicâbı bu ümmetde
Osmân
bin Affânın 'radıyallahü teâlâ anh' hayâ ve hicâbından dahâ çok ve
üstün
değildir. Hazret-i Âdem aleyhisselâmın zemânından bu zemâna gelene
kadar,
güzel ahlâkdan herkesde zuhûra gelmişdir. O güzel ahlâkdan hayâ, o
ahlâkların
eşreflerindendir. Bu sözün ma'nâsı odur ki, hayrdan ve şerden her nesne
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri halk etmişdir, onu çift halk
etmişdir.
Kur'ân-ı kerîm onunla nâtıkdır. (Her şeyden çift yaratdık...)
buyurulmakdadır.
[Zâriyât sûresi 49.cu âyet-i kerîmesi meâli.] Açlığı yaratdı. Tokluğu
onun
çifti kıldı. Sıhhati yaratdı. Hastalığı ona çift kıldı. Fakîrliği
yaratdı.
Zengin olmağı ona çift kıldı. Kimseye muhtâc olmamak ile, başkalarına
yük
olmağı çift kıldı. Gönlü [kalbi] yaratdı. Rûhu ona çift kıldı. Nefesi
yaratdı.
Râyihâyı ona çift kıldı. Dîni yaratdı. Kemâli ona çift kıldı. (Bugün
dîninizi
temâm etdim!) [Mâide sûresi 3.cü âyet-i kerîme meâli]. Dünyâyı yaratdı.
Zevâli [yok olmağı] ona çift kıldı. (Dünyâ malından yanınızda olanlar
fânîdir.
Allahın indinde, Cennetdeki sevâb, oradakilerle bâkîdir!) [Nahl sûresi
96.ci âyet-i kerîme meâli.] Toprağı yaratdı. Sükûnu [ızdırâbsızlığı]
onun
çifti eyledi. Ateşi yaratdı. Hareketi onun çifti eyledi. Yer altını
yaratdı.
Darlığı ve karanlığı onun çifti eyledi. Yeri yaratdı. Açılmağı,
yayılmağı
onun çifti eyledi. (Allahü teâlâ sizin için arzı döşek yapmışdır. [Yeri
geniş eyledi ki, üzerinde geniş yollar açasınız.]) [Nûh sûresi 19.cu
âyet-i
kerîme meâli.] Gökü yaratdı. Yüksekliği [mertebeyi] onun çifti eyledi.
(Yedi kat gökleri çok kuvvetli sağlam kıldık. Zemânla bozulmaz.) [Nebe'
sûresi 12.ci âyet-i kerîme meâli.] Cenneti yaratdı. Maddî ve ma'nevî
sıkıntıları
ona çift kıldı. Nitekim Seyyid-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdu ki: (Cennet, istenmiyen, sıkıntı veren şeyler ile
örtülüdür.
Cehennem de, şehvetler, arzûlanan şeyler ile örtülüdür.) Îmânı yaratdı.
Hayâyı onun çifti eyledi. Çeşidli haberlerde gelmişdir. Enes bin Mâlik
'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurmuşdur ki: (Hayâ ve îmân bir arada bulunur.)
Ya'nî
hayâ ve îmânı birbirinin çifti eyledi. Lâkin hayâyı gözde yaratdı. Ne
kadar
ki, hayâ gözdedir. Îmân da gönüldedir. Allahü teâlâ korusun, hayâ
gözden
zâil olunca [gidince], îmân da gönül [kalb] de za'îf olur. Bu ikisi de
kat'î delîl ile sâbitdir. Şek ve şübhe yokdur.
Osmân Zinnûreyn hazretlerinin zemânında, yeryüzünde ondan fazîletli
ve azîz, yüksek hâlli kimse yok idi. Osmân 'radıyallahü anh'
hazretlerinin
yüksek hâlleri ve hayâsı ve sehâveti ve sâir menâkıbları sayısızdır.
Hayâ,
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin sıfatlarındandır. Mahlûklara da
bu sıfat gelmişdir. Halka gelen o hayâ sıfatı birkaç çeşiddir.
Birinci çeşidi hayâ-i hacâletdir. Ya'nî utanmak şeklindeki hayâdır.
Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin hayâsı gibi.
Buğday dânesi yidi. Üzerinde elbise [Cennet elbisesi] kalmadı. Hacil
oldu
[utandı], yüzünü döndürdü. Allahü teâlâ hazretleri. (Bizden kaçıyor
musun!),
buyurdu. Hâyır, yâ Rabbî! Elbiselerim çıkarıldığı için utanıyorum. O
utanmadan
dolayı yüzümü döndüm.
İkinci nev'i, hayâ-i azametdir. İsrâfîl aleyhisselâmın hayâsı gibi.
Haberde gelmişdir ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular: (İsrâfîl her gün yetmiş kerre yüzünü kendi kanadı ile örter
ve der ki, yâ ilâhel âlemîn! Ne yapabilirim ki, herkes gibi sana lâyık
bir secde ve bir rükû' etmeğe kâdir değilim.)
Üçüncü nev'i, heybet hayâsıdır. Melekler ve Nebîler hayâsı gibi ki,
(Yâ Rabbî! Seni tesbîh ve tenzîh ederiz. Sana hakkı ile ibâdet
edemedik),
derler.
Dördüncü nev'i hayâ, hürmet ve hizmetdir. Mûsâ bin İmrân alâ nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm hayâsı gibi. Mûsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
(Yâ
Rabbel âlemîn. Bana Cennet gerekdir. Senden isterim. Senin dîdârın
gerek.
Onu da senden isterim. Lâkin her vakt ki, bana tuz, ekmek ve koyun için
lâzım olan hakîr şeyler gerekince, bunları ben senden nasıl isterim.)
Allahü
teâlâ hazretleri, (Yâ Mûsâ! Maksad budur. Ya'nî onları istemekdir. Kul,
her vaktde bir sebeble, bir ihtiyâc ile huzûra gelsin. Münâcât etsin. O
behâne ile [o sebeble] kulluğunu yerine getirsin. Vefâsını tâze
tutsun.)
Bu kıssa uzundur. Bu makâmda bundan ziyâde mümkin değildir. Ammâ o hayâ
ki, Allahü teâlâ hazretlerinin ni'met ve sıfatıdır. Günâhları örter ve
afv eder. Kullarının günâhlarını görür, örter, afv eder. Birçok haberde
gelmişdir. Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurmuşdur ki: (Bir
mü'min
ve günâhkâr kul kabrden kalkar, Sırat heyecânı ve Cehennem korkusu ile
mahşere gelirken, iki yol başına erişir. Korkarak ve ağlıyarak, sükûnet
ve karâr ile, yolun birisine girer. Kimse ondan bir söz süâl etmez.
Dosdoğru
Cennet kapısına erişir. Sağ ayağını kapıdan içeri koyup, sol ayağını
yerinden
kaldırmazdan evvel, Allahü teâlâ ve tekaddes, bilâ-vâsıta [vâsıtasız] o
kulun sağ eline bir nâme verir. Kulum, sen al bu nâmeyi oku ve o nâme
içindekileri
öğren. Ondan sonra, hükm senin hükmündür. Cennet-i ebediyyeye gir ve
ondaki
senin himmetin ve murâdındır. Orada ebedî olarak kal, buyurur. O kul da
nâmeye bakar görür ki, (ey benim kulum, her ne yapdın ise, gördüm ve
bildim.
Lâkin yapdığın işlerini, tekrâr sana göstermeğe hayâ etdim,) yazılmış,
görür. Bu haberin benzeri Ebû Süleymân-ı Dârânî rivâyeti ile başka bir
vaktde gelmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurmuşdur
ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ ve azze ve celle buyurmuşdur. Gökden
indirilen
kitâbların ba'zısında, benim kulum, her ne kadar ki, sen günâhkârsın ve
günâhından korkarsın ve hayâ edicisin. İzzim ve celâlim hakkı için
ayblarını
ve günâhlarını Âdemoğlunun gözünden ve gönlünden gizli ederim. Ve
gözünün
hâinliklerini, bedeninin gizli günâhlarını meleklerin anlayışından
saklarım.
Ben yanılmalarını ve günâhlarını levh-i mahfûzda, kirâmen kâtibinden
gizli
tutarım. Ve kıyâmetde seni muhâsebe makâmına getirir ve hesâbını kolay
eylerim!)
Her kimse ki, günâhkâr olur. Günâhları sebebi ile utanır ve korkar.
Onun hesâbı çetin olmaz. Hazret-i Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ
anh'
her günâhdan kaçınır, her iyiliği yapar, hilm, vefâ ve hayâ sâhibi idi,
utanır idi. Osmân bin Affân hazretlerine hesâb olmaz. Osmânın
dostlarına
da hesâb az olur. Birçok haberde gelmişdir: Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Allahü teâlâ kıyâmet gününde
yüzyirmidörtbinden
ziyâde nebîyi 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' ümmetleri ile
muhâsebe
yerinde durdurur. Herkesi meşgûl olduğu şey mikdârı [ameline göre] çok
müddet veyâ az müddet o yerde durdurur. Osmân bin Affân hazretlerini ve
onu sevenleri hesâbsız mahşerden geçirir.) Herkesi makâmı ne olursa
olsun,
sıdk [doğruyu söyleyecek] makâma getirir. Allahü teâlâ Resûllere ve
Nebîlere
çok fazîletler, menâkıbler vermişdir. O haslet ve fazîlet ve fahr-i
şehâdet
ki [şehîd olmak ki], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Zekeriyyâ ve
Yahyâ 'alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine vermişdir.
[Hazret-i
Osmâna da vermişdir.] İkinci haslet, fadl-ı zühd ve fahr-i hicretdir
ki,
Allahü teâlâ Îsâ bin Meryeme 'ala nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm'
vermişdir. Üçüncü haslet, mukâleme fazîleti ki, Allahü teâlâ ve
tekaddes
hazretleri onu Mûsâ kelîme 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm'
vermişdir.
Dördüncü haslet, hüsn-i cemâl fazîleti ki, Rabbil âlemîn onu Yûsüfe
'alâ
nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' vermişdir. Beşinci haslet,
cömertlik
[sehâvet] fazîletidir. Allahü teâlâ onu İbrâhîm halîl 'alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine vermişdir. Altıncı haslet,
yaşlılık,
pîrlik [ihtiyârlık] üstünlüğü ki, Allahü teâlâ onu Nûh 'alâ nebiyyinâ
ve
aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine vermişdir. Yedinci haslet, hayâ ve
hicâb fazîletidir ki, Allahü tebâreke ve teâlâ onu Âdem safiyyullaha ve
Muhammed Mustafâ 'aleyhi efdalüssalât ve ekmelüttehıyyât' hazretlerine
vermişdir. Allahü teâlâ bu fazîletlerin temâmını ve bu menâkıbın
mahsûlünü
Osmân bin Affân hazretlerine vermişdir. Onun hayâsı fazîletlerine
işâretdir.
Şimdi diğer hasletlerinin fedâilinden de birer harf işit. Allahü teâlâ
pîrlik [ihtiyârlık] hil'atini [elbisesini] Nûh aleyhisselâm
hazretlerine
vermişdir. Nûh aleyhisselâm o sebebdendir ki, Resûllerinin pîri
olmuşdur.
Bunun gibi, Allahü teâlâ azze ve celle pîrlik hil'atini [elbisesini]
Osmâna
verdi. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri de o sebeble kendi
zemânında
ümmetin pîri oldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
ömr-i şerîfleri altmışüç idi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûkun
'radıyallahü
anhümâ' da ömr-ü şerîfleri altmışüç oldu. Lâkin Osmân-ı Zinnûreyn
hazretlerinin
ömrü onlara muvâfık olmadı. Sekseniki yaşında vefât etdi. Onun ömrünün
uzun olmasını, ömrünün sonunda, kahr ve zulm ve cevr görmesini Allahü
teâlâ
âlimdir, bilir. Yahyâ bin Zekeriyyâ 'alâ nebiyyinâ ve aleyhimessalâtü
vesselâm'
gibi; mubârek başını keserler. Allahü tebâreke ve teâlâ, Osmân
'radıyallahü
anh' hazretlerinin ömrünü uzun irâde etmiş ki, o sebeble cân teslîm
etdiği
vaktde râhat olsun. Ma'lûmdur ki, ham meyve tâze ağaçdan zor ayrılır.
Bunun
gibi genç olan kişinin rûhu da bedeninden zor çıkar. Kemâl bulmuş
[olgunlaşmış]
meyve ağacından tez [kolay] ayrılır. Pîr [yaşlı] olan kimsenin de rûhu
bedeninden kolay çıkar [ayrılır].
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Fütüvvet ve sehâveti
Peygamberlerin
önderi olması için, İbrâhîm 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm'
hazretlerine
verdi. Bunu Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine de verdi ki,
böylece
zemân-ı şerîfinde Evliyânın önderi olsun!
(İşâret): Râhib Mugîrenin Tâifde bir bağı vardı. Kâfirler, her hafta
başında o bağda bir meyvenin turfandası yetişir, diye öğündüler.
Mü'minler
de, Medîne-i münevverede, hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh'
serâyı
var. Bir yıl ki üçyüzaltmış gündür. Hergün o serâyda, garîblere ve
miskînlere
bir yeni da'vet ve açıkdan [âşikâre] müsâfir kabûl olunur, diye
öğündüler.
Şâir onu nasıl övmüşdür. Şi'r:
Bu fânî dünyâda ümîd edilen ne varsa,
Onun kapısında kavuşulur!
Çünki, Allahü teâlâ böyle yaratmışdır,
Cennetde azâb bulunmadığı gibi, onda cimriliğin zerresi bile çok garîb
düşer.
Cihânda vefâ olarak ne varsa,
Onun adâletli kapısında temâm olur.
Onun cömertlik anberi şarka ve miski Şâma ulaşdı,
Ona iftihâr elbisesi giydirilip, tekrâr selâm verildi.
Nasıl ki İbrâhîm aleyhisselâmın putlara tapması mümkin değilse,
Onun için de cimrilik mümkin değildir.
Kırkdördüncü Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdular ki: Cebrâîl aleyhisselâm bana söyledi. Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ, Yûsüf-i Sıddîk aleyhisselâm hazretlerine vermiş olduğu
güzelliğin
benzerini Osmân bin Affâna da vermişdir. Her kim Yûsüf aleyhisselâmın
cemâlini
görmek isterse, Osmânın cemâlini görsün. Fekat, her kim Yûsüf
aleyhisselâmın
cemâlini gördü, fitneye düşdü. Her kim Osmânın cemâlini gördü, hürmet
eder
oldular. Bir haberde de gelmişdir ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' buyurmuşdur: Ben nice kerre istedim ki, Osmânın yüzünü
kemâli
üzere göreyim, kâdir olmadım. Bir gün Cebrâîl aleyhisselâma dedim, Yâ
Cebrâîl!
Ben ne kadar istedim, Osmânın cemâlini temâmen göreyim. Cebrâîl
aleyhisselâm
dedi. Ben de kâdir olamadım ki, Osmânın cemâlini göreyim. Yâ
Resûlallah!
O kadar hurmet ve büyüklük ve haşmeti, biz meleklerin kalbinde zuhûra
gelmişdir
ki, gözlerimiz Osmânın cemâlini müşâhede etmekden alıkoymuşdur. Yâ
Resûlallah!
Her gece yarısı ki, Osmân evinden mescide gelir. Göklerin ve yedi yerin
meleklerine, Osmânın haşmet ve hayâsından hacâlet gelir [utanırlar,
mahcûb
olurlar].
Kırkbeşinci Menâkıb: Câbir ve Enes 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
hazretleri
rivâyet etmişlerdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki, (Ben mi'râc gecesi dünyâ gökünde bir mihrâb gördüm. Dört
mil uzunluğu, bir mil eni ve mercân dânesinden idi. O mihrâbın içinde
Osmânın
hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. İkinci gökün üzerinde bir mihrâb
gördüm.
Kırk mil uzunluğu ve on mil eni ve bir dâne inciden idi. Onun da içinde
Osmânın hüsn ve cemâlinin sûretini gördüm. Üçüncü gökün üzerinde bir
mihrâb
gördüm. Dörtyüz mil uzunluğu ve yüz mil eni ve bir firûzeden idi. O
mihrâbın
içinde Osmânın güzel sûretini gördüm. Dördüncü gök üzerinde bir mihrâb
gördüm. İkibin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir yâkut dânesinden idi.
O mihrâbın içinde Osmânın güzel yüzünü gördüm. Beşinci gök üzerinde bir
mihrâb gördüm. Üç bin mil uzunluğu, ikibin mil eni, bir dâne kırmızı
yâkutdan
idi. O mihrâbın içinde Osmânın genç cemâlini gördüm. Altıncı gök
üzerinde
bir mihrâb gördüm. Dört bin mil uzunluğu ve bin mil eni ve bir dâne
zebercedden
idi. O mihrâbın içinde Osmânın hüsn-ü sûretini gördüm. Fevc fevc, tâife
tâife, gürûh gürûh, her ân ve her sâat mukarreblerden ve rûhânîlerden
ve
kerûbîlerden [melekler] gelirler ve o mihrâbın berâberinde durup,
Osmânın
hüsn-i sûret ve cemâline karşı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
senâ
ederler. Ben dedim ki, yâ Cebrâîl! Mihrâbların sadrında [içinde] olan
Osmânın
bu sûret, hüsn ve cemâli ne zemândan beri zûhura gelmişdir. Hazret-i
Cebrâîl
aleyhisselâm dedi: O Allahü teâlâ hakkı için ki, Âdem safîyullah 'alâ
nebiyyinâ
ve aleyhissalâtü vesselâm' halk olunmazdan dörtyüz bin sene önce,
Osmânın
bu sûret ve cemâli bu yedi gök üzerinde mihrâblarda zuhûr etmişdir.
Amel-i
sâlihînin bereketinden ve hayrâtından zuhûra gelmişdir.)
Bu sâlih amellerin birincisi odur ki, Osmân 'radıyallahü anh' dâimâ
oruc tutardı. İkincisi, gece yatmaz. Bütün gece nemâz kılardı.
Üçüncüsü,
elbisesi olmıyanlara elbise alarak giyindirir. Dördüncüsü, açların
karnını
doyurur. Beşincisi, Sûre-i ihlâsı çok okur. Altıncısı, hazret-i Osmân
gönlünde
müslimânlara bir zerre gıl ve gış, kin, hased, sû-i zân tutmaz.
Yedincisi,
her acz, her belâ, her musîbet Osmânın önüne gelir. O hâlde hışmını
yutup,
sabr eder ve kimseye şikâyet etmezdi.
Kırkaltıncı Menâkıb: Ebû Osmân Hayrî 'rahmetullahi aleyh' (Letâif)
kitâbında yazmışdır. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu
ki, (Mi'râc gecesi beni göke götürdüler. Dünyâ göküne vardım. Osmânın
sûretini
gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, gece nemâzı ile.
İkinci
göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile
erişdin.
Dedi, Kur'ân-ı azîm-üş-şân okumak ile. Üçüncü göke erişdim. Osmânın
sûretini
gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile erdin. Dedi, sûre-i İhlâs okumak
ile.
Dördüncü göke vardım. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne
ile
erişdin. Dedi, Âl-i Resûle [Resûlün akrabâsına] nasîhat etmekle.
Beşinci
göke erişdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim, bu mertebeye ne ile
erişdin.
Dedi, Mescidde i'tikâf etmekle. Altıncı göke vardım. Osmânın sûretini
gördüm.
Dedim, bu mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinden
hayâ etmek ile. Yedinci göke erişdim. Osmânın sûretini gördüm. Dedim,
bu
mertebeye ne ile erişdin. Dedi, Musîbetler ve mihnetler çekmekle.)
Kırkyedinci Menâkıb: Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine
Zinnûreyn
denilmesinden bir mikdâr anlatılmışdı. Lâkin, dahâ da ziyâde [çok]
beyan
edelim. Ma'lûmdur ki, Allahü teâlâ hazretleri Mûsâ 'alâ nebiyyinâ ve
aleyhisselâm'
hazretlerine iki nûr vermişdi. Biri Tevrât nûru. Biri Yed-i Beydâ nûru.
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine de iki nûr vermişdi. O
sebeble
Zinnûreyn derler. Bir kavl de şudur ki, iki nûr, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin iki kerîmelerini, biri Rukayye ve
biri Ümmü Gülsümdür 'radıyallahü teâlâ anhünne'; almışdır. Aliyyül
mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin öğünmesi Resûlullah
'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin bir kerîmesiyle idi. Osmân 'radıyallahü
anh' hazretlerinin öğünmesi ondan ziyâde olur. O iki nûr iki hicretdir
ki, Osmân bin Affâna nasîb olmuşdur. Bir kavl de odur ki, o iki nûr iki
gazâdır. Biri Bedr gazâsı, biri Hudeybiye gazâsıdır. Ammâ Bedr
gazâsında
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Osmân bin
Affân
hazretlerine buyurdular ki, (Yâ Osmân! Ben sendenim, sen bendensin!)
Hem
kendi nûrunu tutasın ve hem benim nûrumu tutasın. Hudeybiye gazâsında
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki, işte bu iki
elimin biri benim elimdir. Ve biri Osmânın elidir. Doğru Bî'at-ı Rıdvân
etdim. O vaktde Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
iki mubârek eli birbirine ulaşdı. Bir elinden güneş gibi bir nûr ve bir
elinden ay gibi bir nûr parladı. Buyurdular ki, (Bu iki nûr Osmânın
nûrudur.
Osmân benim ile ebedî olarak Cennetde refîkdir.) Bir kavl de odur ki,
iki
nûrun biri, gündüz oruclu olmanın, biri gece nemâz kılmanın nûrudur.
Bir
kavlde odur ki, o iki nûrun biri îmân nûru ve biri Kur'ân nûrudur. Bir
kavl de odur ki, iki nûrun biri zâhirinin nûru ve biri bâtınının
nûrudur.
Herkesin ittifâkıyla Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hem şeyh-i ehl-i
îmân
idi ve hem şeyh-i Kur'ân idi. Şu sebebden Şeyh-i ehl-i îmân idi ki,
yetîmler
babası idi. Dertliler yardımcısı idi. İhtiyâr kadınların yardımcısı
idi.
A'mâlara yardım ederdi. Medîne-i münevvere beldesinde bir aç veyâ bir
çıplak
var ise, o aç kimseyi doyurmayınca kendi yimez, o çıplak kimseyi
giyindirmeyince,
kendi giyinmezdi. Şeyh-i Kur'ân idi. Ya'nî Kur'ân-ı azîmüşşânı kendi
haddı
ile dört mushaf-ı şerîf yazdı. Âlemin dört tarafına gönderdi. Yirmi
küsür
sene akşam nemâzını kıldıkdan sonra, dört rek'at nemâz kıldı. Her
rek'atde
sûre-i Fâtihâdan sonra kırk kerre Kulhüvallahü ehad sûresini okurdu.
Ondan
sonra ihlâs ile dörtbin tesbîh, tehlîl ve düâ okurdu. Bunları yerine
getirdikden
sonra, bütün Kur'ân-ı azîmi ki, yüzondört sûre,
altıbinaltıyüzaltmışaltı
âyetdir, bir kavle göre; tertîb ve tertil ile her gece vitr nemâzında
okurdu.
Bu mertebelerden sonra, bir de şehâdet mertebesine kavuşdu. Haberde
gelmişdir
ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu
ki,
(Ben mi'râc gecesi dedim ki, yâ Rabbî! Osmân bin Affân senin hesâbın
için
hayâ eder. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Muhammed!
Ben
cümle mahlûku hesâba çeksem de Osmâna hesâb etmem, ben Osmândan hesâbı
ref' etmişim [kaldırdım].)
İşâret: Her kim beş nesneyi yapar; ondan beş nesneyi men' etmezler.
Her kim hayâ eder. Ondan hayâ ederler. Her kim rahm eder [rahmet eder],
ona rahmet ederler. Her kim malını Cennete bedel verir. Cenneti ona
bedel
verirler. Her kim afv eder. Onu afv ederler. Her kim Hak sübhânehü ve
teâlâ
hazretlerini tanıdı. Ya'nî bilip korkdu. İşleri temâm olur. Allahü
teâlâ
hazretlerini bulup, vâsıl olur. Bu beş nesneyi Osmân bin Affân
'radıyallahü
anh' yapardı.
Nükte: Büyüklük dünyâda dört şey ile olur. Âhıretde de dört şey ile
olur. Dünyâda hüsn ve cemâl ile olur. Sehâvet ve mal ile olur. Aşîret
ve
Âl [yakınlar] ile olur. Âhıretde iyi sünnet ve iyi ibâdet ile, iyi huy
ile ve iyi sîret ile olur. Emîr-ül mü'minîn Osmân bin Affân
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinde, bu sekizi de mevcûd idi. Mal ve cemâl sâhibi
idi. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' yakın
akrabâsından
idi. Emîr-ül mü'minîn idi. Sünneti iyi bilirdi ki, Kur'ân-ı
azîm-üş-şânı
toplayıp, dört tarafa gönderdi. Kıyâmete kadar tilâvet edenlerin
sevâbına
ortak oldu. Ahlâkının güzel olmasından dolayı, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' muhterem kerîmeleri Ümmü Gülsümü 'radıyallahü teâlâ
anhâ',
hazret-i Osmâna 'radıyallahü teâlâ anh' tezvîc buyurduklarında
söyledikleri
dahâ önce beyân olunmuşdur. İbâdeti ve iyiliği de dahâ önce bildirildi.
Sîreti, iyiliği odur ki, Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' kalkdı,
Osmân
bin Affân hazretlerinin huzûruna gitmek için çıkdı. Giderken yolda bir
kadın gördü. Tekrâr ona bakdı. Sonra huzûrlarına vardı. Osmân
'radıyallahü
anh' buyurdular ki, (Yâ Ebâ Hüreyre! Gözlerinizde zinâ eseri görürüm!)
Ebû Hüreyre dedi, yâ Emîr-el mü'minîn! Resûlullahdan 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' sonra vahy inmiş midir? Buyurdular, vahy inmedi.
Velâkin,
mü'minin firâseti doğrudur. Nitekim, Seyyid-il âlem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Mü'minin firâsetinden kaçınınız.
Çünki, mü'min, Allahü teâlânın nûru ile bakar.)
(İşâret): İslâmın bekâsı dört nesne iledir. Kırâet ile, tahâret ile
ve ibâdet ile ve mücâhede ile. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, bu
dördünü de hazret-i Osmâna 'radıyallahü teâlâ anh' müyesser eyledi. Bu
dört dâimâ onun için olur: Kur'ân-ı azîmi kırâ'et için cem' etdi. Rûme
kuyusunu, mü'minlerin su içmesi için satın aldı. Mescid-i şerîfi ibâdet
için genişletdi. Tebûk gazâsında askeri mücâhede için techîz etdi.
Kırksekizinci Menâkıb: Haberde gelmişdir. Hazret-i Osmân 'radıyallahü
teâlâ anh' bir gün, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin,
kendi evlerine hiç yiyecek [ta'âm] göndermediğini işitmişdi.
Evdekilerin
rengi açlıkdan değişmişdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri mescid-i şerîfe teşrîf buyurmuş ve nemâz kılıyorlar idi.
Hazret-i
Osmân 'radıyallahü anh' bu hâli haber aldı. Hazret-i Selmâna ıtab
eyledi
ki, niçin acele haber vermedin. O sâat bir semîz koyun, bir mikdâr bal
ve bir dank un getirdip, Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ'
hazretlerinin
hücre-i şerîfine [evine] gönderdi. Yâ Âişe, yâ ümmül mü'minîn!
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin bunu,
hanımları [evleri]
arasında taksim edeceğini biliyorum! Sen söyle ki taksim etmesin. Ben
her
eve bu kadar gönderdim. Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ'
buyurdular
ki, ben emr etdim. Koyunu boğazladılar. Ekmeği pişirdim. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, devletle ve se'âdetle mescid-i
şerîfden
geldiler. Bu unu, ekmeği ve balı gördüler. Bunlar nereden geldi diye
sordular.
Hâdiseyi söyledim. İstedi ki, diğer evlere [hânelerine] de taksim
etsin.
Hazret-i Osmânın söylediğini haber verdim. Mubârek ellerini kaldırıp,
buyurdu
ki: (Yâ Rabbî! Osmânın gelmiş ve gelecek gizli ve âşikâr günâhlarını
afv
et!)
Kırkdokuzuncu Menâkıb: Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
süâl etdiler. Yâ Emîr-el mü'minîn! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile ulaşdın. Cevâb verdi ki,
Kitâbullahı
sağ tarafıma koydum. Sünnet-i Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim
ki, Allahü teâlâ hazretleri benim sırlarımı bilir.
Haberde gelmişdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve radıyallahü
anh', Fâtimâ-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhâ' üzerine bir başka hanım
dahâ almak istedi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
kerîh gelip, hazret-i Alîye üzüldüler. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü
teâlâ
anh' şefâ'at etdi. Afv etmedi. Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh'
şefâ'at
etdi. Afv etmedi. Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' şefâ'at etdi.
Afv buyurdular. Sonra sordular ki, yâ Fahr-i âlem ve yâ seyyid-i veledi
benî âdem! Neden Ebû Bekr ve Ömerin şefâ'atini kabûl etmediniz de
Osmânın
şefâ'atini kabûl edip, afv etdiniz. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Bir kimsenin şefâ'atini kabûl
etdim
ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab!
Bu
yer ile gökü yer değişdir, yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab!
Ümmet-i
Muhammedin cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri
şefâ'atini kabûl edip, cümlesini afv eder.)
Ellinci Menâkıb: Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri, Âişe-i Sıddîkanın 'radıyallahü teâlâ anhâ' hücresinde
[evinde]
otururdu. Hazret-i Osmân 'radıyallahü anh' dört deve yükü buğdayı
Fahr-i
kâinâta hediyye etdiler. Hizmetcileri geri gelip dediler ki, yâ efendi,
buğdayı Habîb-i Rabbil âlemîn, muhâcirîne verdiler. Hazret-i Osmân dört
deve yükü dahâ buğdayı gönderdi. Onu da Resûl-i ekrem hazretleri Ensâra
dağıtdılar. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' dört deve yükü
buğdayı
dahâ gönderdi. Fahr-i kâinât onu da ıyâli arasında taksîm edip,
evlerine
gönderdiler. Getiren hizmetcilere sordular ki, seyyidinize kaç deve
yükü
buğday getirmişlerdi. Hizmetciler dediler, oniki yük. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular. (Temâmını bize gönderdi. Kendi için
bir mikdâr alıkoymadı.) Mubârek ellerini kaldırıp, buyurdu: (Yâ Rab!
Ben
Osmânın ihsânından âciz oldum. Her kim bana ihsân etdi, Ben ona
mükâfatını
verdim. Ammâ Osmânın mükâfâtından âcizim yâ Rab. Sen Osmâna karşılığını
ver.) Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Buyurdu, (Yâ Muhammed!
Cebbâr-i
âlem sana selâm eder. Buyurdu ki, Osmâna benden selâm söyle. Söyle ki,
biz ondan râzı olduk. Onu Cennetde Muhammede refîk etdik. Arasat
hesâbını
ondan ref' etdik. Eğer sen ona mükâfatdan âciz isen, biz ona mükâfatdan
âciz değiliz.)
Ellibirinci Menâkıb: Bir gün hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
yedi tabağı altın ile doldurup, yedi hizmetcinin eline verdi. Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine hediyye
gönderdi.
Hizmetciler, tabakları huzûruna koydular. Hazret-i Resûl-i ekrem
buyurdular
ki, geri gidin, efendinize selâm götürün. Hizmetciler [köleler] dediler
ki: Yâ Resûlallah, efendimiz bizi de tabaklar ile size hibe etmişdir.
Resûlullah
hazretleri buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Osmânı sana havâle etdim.) Hemen
Cebrâîl
aleyhisselâm geldi ki, (Allahü teâlâ sana selâm eder ve buyurur ki,
Osmâna
benden selâm erişdir ve de ki, Huld ve Na'îm Cennetini bu hediyyesine
karşılık
olarak ona bağışladım.)
Elliikinci Menâkıb: Aliyyül-Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerine düğün yapmak
istedi. Dünyâlıkdan
hiçbir nesnesi yok idi ki, harc etsin. Kendi zırhını pazara gönderdi.
Satıp,
düğününe harc edecekdi. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' pazarda
gezerken, hazret-i Alînin zırhını tanıdı. Dellâlı çağırıp dedi ki, bu
zırha,
sâhibi ne behâ [fiyât] ister. Dellâl dedi, dörtyüz dirhem ister. Osmân
'radıyallahü anh' buyurdu ki, gel akçasını al. Se'âdethânesine vardı.
Zırhı
dellâldan alıp, behâsını verdi. Bir dörtyüz dirhem de sayıp, zırhı da
üzerine
koyup, hazret-i Alîye gönderdi. Buyurdu ki, bu zırh senden gayriye
lâyık
değildir. Bu akçayı da düğüne harc et. Bizim özrümüzü de kabûl et.
Elliüçüncü Menâkıb: Hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' Şâmdan
yüz deve yükü buğday getiren kervânı geldi. Medîne-i münevverede kaht
[kıtlık]
var idi. Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' işitdiler
ki, hazret-i Osmânın kervânı gelmiş, satlık buğdayı varmış. Varıp
müşterî
oldular. Bir menn'ine yedi dirhem verdiler. Hazret-i Osmân satmam,
dedi.
Niçin dediler. Sizden dahâ fazla fiyât ile alıcı var. Her kim dahâ
fazla
verirse ona veririm, dedi. Sahâbe-i kirâm mağmûm [gamlı] ve mahzûn
dönüp,
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin huzûruna varıp,
söylediler. Dediler, yâ Sıddîk, yâ halîfe-i resûl-i muhtâr; bilmezsin
ki,
Osmân bu gün bize neyledi. Biz buğdayını almağa vardık. Her menn'ine
yedi
dirhem verdik. Vermedi. Bize, sizden dahâ fazla fiyât ile müşterî var.
Ona vereceğim diye de cevâb verdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinin eshâbına böyle cevâb vermesi lâyık mıdır.
Eshâbdan
ve Muhâcir ve Ensârdan olarak kim vardır ki, böyle ihtiyâc mahallinde
malını
satmayıp, ziyâde [çok] para ister. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdular, sizin Osmân ile münâkaşanız olmamışdır. Onun
hakkında
kötü düşünmeyiniz ki, o Cennet-i Me'vâda Resûlullahın refîkidir.
Resûlullahın
dâmâdıdır. Siz Osmânın sözünü düşünmemişsinizdir. Sonra Sahâbe-i güzîne
buyurdular ki, benim ile geliniz. Se'âdet ile kalkıp, hazret-i Osmânın
yanına geldiler. Hazret-i Osmâna buyurdular ki: Yâ Osmân! Eshâb sizden
şikâyet edip, sizin bir sözünüze üzülmüşler. Hazret-i Osmân dedi ki; yâ
halîfe-i Resûlillah, söylediklerim hakkında ne söylerler. Ebû Bekr
'radıyallahü
anh' dedi ki: Sen demişsin ki, sizden dahâ fazla fiyât ile almak
istiyen
var. Hazret-i Osmân dedi ki: Evet yâ halîfe-i Resûlillah! O fazlaya
alan,
onun birini yediyüze alır. Bunlar biri yediye alır. Biz bu buğdayı ona
verdik ki, biri yediyüze alır. O yüz deve yükü buğdayı Medîne
fukarâsına
tasadduk edip ve develeri de kurban etdi. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh' bunu görüp, şâd oldu. Kalkıp, Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinin alnından öpdü. Buyurdu ki: Ben bilmişdim ki, Eshâb senin
sözünü anlamamışlardır ve murâdının ne olduğunu bilmemişlerdir. O gece
emîr-ül mü'minîn Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini rü'yâda gördü. Hulleler giymiş,
mubârek
başına sarığını sarmış; mübârek elinde bir demet menekşe ile, nâzik
civânlar
gibi gülerek bağdan geliyordu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, (Yâ Resûlallah! Nereden teşrîf edersiniz.)
Buyurdular:
(Osmân bin Affânın ziyâfetinden geliyorum. İyi sadaka verdi. Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri dörtyüz yük misk ve anber hazret-i Osmâna verdi.)
Ellidördüncü Menâkıb: Haberde gelmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Osmân bin Affânın şehîd
olduğu
vaktde, kıyâmet gününe kadar her kim müslimânların erkeğinden ve
kadınından,
Osmânın şehâdetini okuyunca; yâhud dinleyince, yâhud fikr edince
[düşününce],
onun sebebi ile mahzûn ve mağmûm [gamlı] olup, gözünden yaş gelirse, o
kimsenin kulağı, ölüm zemânında Lâ büşrâ [müjde yok] nidâsını işitmez.
Onun gözü kabrde ve kıyâmetde karanlık ve körlük görmez. Onun gönlü
dünyâda
ve âhıretde ayrılık derdi ile dertlenmez.) [Ya'nî müjde var nidâsını
işitir.
Kabr ve karanlıkda görür. Gönlü açık olur.]
Ellibeşinci Menâkıb: Hazret-i Aliyyül Mürtedâ 'kerremallahü vecheh',
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden sordu:
(Yâ
Resûlallah! Kıyâmet günü evvelâ kimin hesâbını görürler. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Evvelâ hesâbı
görülen
benim. Sonra Ebû Bekr, sonra Ömer, sonra sen yâ Alî!). Hazret-i Alî
dedi
ki, (Osmânın hesâbı nasıl olur?) Buyurdular ki, (Benim bir vakt Osmâna
bir hâcetim düşdü [ihtiyâcım oldu]. O hâceti Osmândan gizli taleb etdim
[Gizlice yapmasını istedim]. Osmân o hâcetimi [isteğimi] gizlice yerine
getirdi. Ben Hak sübhânehü ve teâlâdan ricâ etdim [istedim], Osmânın
hesâbı
gizli olsun.)
(Düâ): Emîr-el mü'minîn Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' dâimâ bu düâyı
okurdu: (Allahım! Dînimi, islâmımı, emânetimi ve îmânımı, fercimi
[hayâmı]
muhâfaza eyle!)
Osmân; üçüncü meh-i hilâfet,
mazlûm-ü şehîd-ü zü se'âdet.
Dâmâd-ı Nebî, kemâl pîşe,
ferhunde likâ, şeh-i firâset.
Ol himmet edip, becân ol dem,
techîz olundu, ceyş-i usret.
Bu dîn-i mübîne, her cihetle,
hizmetle buldu, fevz-u rif'at.
Eylerdi hayâ, Melâik, ondan,
tashîh olundu, bu rivâyet.
Nûreyni sahâbet etdi; oldu,
mahsûs ona, bu büyük devlet.
Sevmek gerek, ol bihin kadrî,
İslâma budur, büyük alâmet.
Ayrılma! O şem'i râh-ı dinden,
lâzımsa sana eğer hidâyet.
Etsin o şehin Hudây-ı mennân,
rûhuna hezâr ravh-u ihsân.