BEŞİNCİ BÂB
Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân 'radıyallahü anhüm' Menâkıbı:
Birinci Menâkıb: İmâm-ı Begavî 'rahimehullahü teâlâ' (Mesâbîh-i şerîf)
kitâbında, Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
rivâyet
ederler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri Uhud
dağına çıkdılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' da
Uhud
dağına çıkdılar. Dağ sallandı, ya'nî zelzele oldu. Resûl-i ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri mubârek ayağı şerîfleri ile dağa
vurdu
ve buyurdu ki, (Sâbit ol yâ Uhud! Senin üzerinde bir Peygamber, bir
Sıddîk,
iki şehîd vardır.)
İkinci Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf)de Ebû Mûsâ el Eş'arî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden nakl olunmuşdur. Ebû Mûsâ el-Eş'arî buyurdu
ki,
ben Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
huzûr-ı
şerîflerinde idim. Medîne-i münevvere bağlarından bir bağda idik. Bir
şahs
geldi. Kapıyı açmak taleb etdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana buyurdu:
(Var,
kapıyı aç. Cennet ile onu müjdele!) Ben de varıp, kapıyı açdım. Bakdım
ki, hazret-i Ebû Bekrdir. Resûlullahın buyurduğu şey ile müjde verdim.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd etdi. Ondan sonra bir şahs
dahâ
geldi. Kapıyı açmak taleb etdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' buyurdu: (Var kapıyı aç ve Cennet ile ona müjde ver.) Ben de
varıp,
kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Ömerdir. Ona, Resûlullah
hazretlerinin
buyurdukları şeyi haber verdim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine
hamd
etdi. Ondan sonra bir şahs dahâ kapının açılmasını taleb etdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu: (Var
kapıyı aç
ve Ona Cennet ile müjde ver ve o belâlar onun üzerine erişir.) Ben de
varıp,
kapıyı açdım. Bakdım ki, hazret-i Osmândır. Ona, Resûlullah
hazretlerinin
buyurduklarını haber verdim. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerine hamd edip, sonra dedi ki, (Allahül müste'ân)
[Yardım
ancak Allahü teâlâdan istenir.]
Üçüncü Menâkıb: Yine (Mesâbîh-i şerîf) kitâbında hasen olarak
bildirilen
hadîs-i şerîfde, Abdüllah ibni Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
hazretlerinden
rivâyet olunmuşdur. İbni Ömer dedi ki, biz bu üç serveri, Ebû Bekr,
Ömer
ve Osmânı 'radıyallahü anhüm', Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
zemân-ı şerîflerinde andığımızda terdiye ederdik. Ya'nî 'radıyallahü
anh'
der idik.
Dördüncü Menâkıb: (Lübâb-ül elbâb) kitâbında, Ömer Dehlekî
'rahimehullahü
teâlâ' rivâyet eylemişdir. Şihrîn-i Hôşeb din büyüklerindendir. Âhıret
yolunun sâliklerindendir ve âriflerdendir. Tabakât-ı meşâyıhdendir.
Basîret
ve derece sâhiblerindendir. Demişlerdir ki, Bir gün öğle nemâzını
kılıp,
menzile dönerken [ikâmetgâhına giderken] iki merdi [kişiyi] gördüm.
Birbiri
ile husûmet [münâkaşa] ederler. Birbirine hoş olmıyan sözler söylerler.
Ben dedim ki, Sübhânallah! Sizin elbiseniz mü'min libâsı, ammâ
sözleriniz
câhillerin sözleridir. O iki kişinin birisi dedi: Sen işitmez misin ki,
bu mübtedî' [i'tikâdı bozuk] kötü sözler söyler. Ben dedim, ne söyler.
Dedi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden
sonra hilâfet, hazret-i Alînin idi. Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân galebe
edip,
cebren hilâfete geçdiler, diye söyler. O mübtedî'a dedim, böyle
söyleme.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden sonra
mü'minlerin
büyüğü Ebû Bekrdir. Sonra Ömer, ondan sonra Osmândır. Ondan sonra
Alîdir 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'. Diğer sünnî merde [şahsa]
dedim ki,
bununla münâkaşayı bırak. Allahü teâlâ onun cezâsını verir. O sünnî,
Vallahi
ben onu tâ benimle onun arasında hükm etmeyince elden bırakmam, dedi.
Ben,
Sübhânallah! Hazret-i Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
âhırete
intikâl buyurmuşdur. Ve gökden vahy gelmesi de kesilmişdir. Sizin
aranızda
ben nasıl hükm edeyim, dedim. Sünnî olan genç bakdı gördü ki bir hamâm
külhânı, ateş vurup, iyice kızmış. O râfizîye dedi ki, insâf et ve
söylediğin
sözden pişmân ol ve rücû' et. Yoksa, gel ikimiz bu ateşe girelim. Hak
üzere
olan Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile halâs olur
[kurtulur].
O mübtedî' râfizî dedi ki, insâf veremem, ben hak üzereyim. Ammâ gel
ateşe
girelim. Ben [Şihrîn-i Hôşeb] dedim, etmeyiniz ki, Allahü tebâreke ve
teâlâ
bundan nehy etmişdir. O sünnî ve dîni pâk merd dedi ki, çâresiz ateşe
girmeli.
Sonra sünnî ve mübtedî' her ikisi ateş yanına vardılar. Sünnî, başını
yukarı
kaldırıp, dedi, yâ Rabbel âlemîn! Şükr ve hamd, fadl ve minnet Senin
içindir.
Seni ve melekleri şâhid etdim. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinden sonra halkın en iyisi Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
teâlâ
anh', yâr-i gâr [mağara arkadaşı] ve mûnis-i Resûlullah idi. Dahâ bir
çok
fazîletlerini de saydı. Ondan sonra Ömer-ül Fârûkdur. Ondan sonra
Osmân-ı
Zinnûreyndir. Ondan sonra Aliyyül mürtedâdır 'radıyallahü teâlâ anhüm'.
Sonra, (Benim dînim ve mezhebim budur. Eğer Hak üzere isem, bu ateşi
benim
üzerimden halâs eyle ki, İbrâhîm Halîl 'alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm'
hazretlerini yakmadığın gibi, beni de yakma) dedi ve ateşe girdi. Sonra
râfizî baş kaldırıp, dedi ki, ey Bârî [ey Allahım!] Bütün hamd ve
şükrler
senin içindir. Benim mezhebim ve i'tikâdım budur ki, Resûlullah
hazretlerinden
sonra halkın en yükseği Alî bin Ebî Tâlibdir. Ebû Bekr, Ömer ve Osmân
zulm
etdiler. Hilâfeti ondan aldılar. Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan bîzârım.
Eğer
benim sözüm doğru ise, bu ateşi benim üzerime soğuk eyle, dedi ve o da
ateşe girdi. O külhâncı, o fırının kapısını kapadı. Şihrin-i Hôşeb
'rahimehullah'
der ki, benim karârım kalmadı. Hâlim mütegayyir oldu [değişdi]. Ondan
buna,
bundan ona koşdum ve dolandım ve fikr ederdim ki, onların hâli ateş
içinde
ne oluyordu. İkindi vakti oldu. Bakdım, o külhânın kapağı düşdü.
Düşündüm
ki, şimdi bu ateşden selâmet ile kim çıkar. Ağlardım ve gözüm ona bakıp
dururdum. Hemen gördüm o sünnî terlemiş olarak ateşden dışarı geldi.
Hemen
kalkdım. Onu kucakladım. İki gözünün arasından öpdüm. Dedim ki, Allahü
tebâreke ve teâlâ seni ateşde ne yapdı. Dedi ki, beni bir bostâna
iletdiler
ve bir döşek üzerinde uyutdular. Dediler, gelinlerin yatdığı gibi yat.
Ben de bu âna dek yatdım. Tâ şimdi kalkıp, uyardılar ve dediler, kalk
nemâz
vakti geldi. İkindi nemâzını cemâ'at ile kılasın. Ben de dışarı geldim.
Şihrîn-i Hôşeb der ki, o sünnînin elini tutup, hemen o mekâna oturtup,
külhâncıları çağırdım. Kürek getirip, o ateşi dışarı çıkarıp, râfizîyi
kürek ile çekdiler. Temâm vücûdu yanmış, kömür gibi olmuş. Ancak alnı
üzeri
açık kalmış, yanmamış. Alnının üzerinde üç satır yazılmış. (Birinci
satırda,
(Bu tugyân ve isyân eden bir kuldur.) İkinci satırda, (Ebû Bekr, Ömer
ve
Osmâna hurmet etmedi.) Üçüncü satırda, (Bu kul bâgî oldu [ısyân etdi].
Ebû Bekr ve Ömer ve Osmâna kâfir oldu dedi ve Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin rahmetinden ümîd kesdi.) yazılmışdı. Şihrîn-i Hôşeb der
ki,
o gün dörtbin râfizî tevbe edip, sünnî müslimân oldular. Üç gün boyunca
etrâfdan halk gelip, o mübtedî' râfizîye bakdılar. Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretlerinin yapdığını ve kahrını müşâhede edip, ibret aldılar. Uzak
şehrlere
nâmeler [mektûblar] yazıp, gönderdiler ki, zinhâr ve zinhâr
[kat'iyyetle],
hiç kimse, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm'
hazretlerine
kötü sözler söyleyip, seb' etmeye ki, böyle ahvâl vâki' oldu. (İbret
alınız,
ey akl sâhibleri.)
Beşinci Menâkıb: İstanbulda Mustafâ Pâşa Câmi'inde halka nasîhat eden,
Sünbül efendi seccâdesinde halîfe olan Hasen efendi 'rahimehullah'
rivâyet
eder. Arabistânda seyâhat ederken, Hasen-i Basrî 'kuddise sirrûh'
hazretlerinin
mezârını ziyâret etmek niyyeti ile Basraya vardım. Hâcı Ahmed derler
bir
mü'min muvahhid kimsenin odasına müsâfir oldum. Birkaç gün orada
müsâfir
kaldım. Konuşma esnâsında, hâcı Ahmed hikâye eyledi ki, şehrimizde
Yahyâ
adlı bir imâm var idi. Gâyet ilm ve söz sâhibi bir kimse idi. Lâkin
râfizîlerden
idi. Def'alarca, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer-ül Fârûk ve
hazret-i
Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anhüm' haklarında nice uygunsuz
sözler
işitdik. Ammâ gelen pâşaların koltuğuna girmekle [onlar ile iyi
geçinmek
ile] kimse ona bir şey yapmağa cür'et edemezdi. Onların ona zararı
olmazdı.
Hattâ bir gün pâşaya benden şikâyet eder. Benim onun ardında nemâz
kılmadığımı
müslimânları onun arkasında nemâz kılmakdan, ona uymakdan men' etdiğimi
söyler. O da beni çağırıp, niçin imâma uyarak nemâz kılmazsın, dedi.
Ben
de dedim ki, sultânım, ahvâline vâkıf olduğum için uymuyorum. Pâşa ıtâb
tarîkiyle [azarlama yolu ile] dedi ki, elbette uyup nemâz kılmalısın,
yoksa
sen bilirsin, hâlini perîşân ederim. Ben dedim ki; sultânım! Göz göre
göre
kişi kendini ateşe bırakır mı? Bir kimsenin ahvâlini bildikden sonra, o
ânda başımı dahî kessen ona uyup [iktidâ' edip] nemâz kılmam, dedim,
dışarı
çıkdım. Birkaç günden sonra, bir gün çarşıda otururken, o râfizî imâm
Yahyâyı
gördüm. İmâm durmayıp, yüksek sesle çağırıp, yanıma gelin müslimânlar
diye
seslenir. Acele ile, acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki,
avucu içine dişlerini doldurmuş. Ne oldu diye süâl etdik. Cevâb verdi
ki,
bunlar, ağzımda olan dişlerimdir. Bu gece rü'yâmda gördüm. Kıyâmet
kopmuş.
Bana da susuzluk ârız olmuş ki, helâk olmak üzereyim [ölmek üzereyim].
Mahşer yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenârında yaşlı, nûr
yüzlü
biri durur. Gelip-geçenlere su ulaşdırır. Yanına vardım. Süâl etdim ki,
sen kimsin. Ebû Bekr-i Sıddîkım 'radıyallahü anh', dedi. Ben dedim ki,
dünyâda iken ben seni sevmezdim. Suyundan da içmem. Sonra havuzun bir
tarafını
dolaşdım. Uzun boylu, salâbetli [sağlam] ve mehâbetli [heybetli] sultân
durur. Gelenlere su ulaşdırır. Yanına varıp, dedim ki, sen kimsin. Dedi
ki, Ömer-ül Fârûkum 'radıyallahü anh'. Ne dünyâda iken severdim, ne
şimdi.
Suyundan içmem deyip, havuzun bir tarafını dolaşdım. Gördüm ki bir alîm
ve selîm bir pîr-i mubârek durur. Gelene ve gidene su ulaşdırır. Nûr
yüzünden
ışık vurur. Yanına varıp, dedim, sen kimsin! Ben Osmân-ı Zinnûreynim
'radıyallahü
anh'. Ben dedim. Seni dünyâda sevmezdim. Suyundan da içmem. Havuzun o
köşesini
de dolaşdım. İri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve şecâ'at ve
mehâbetli
[heybetli] ve cesâretli bir sâhib-i se'âdet su ulaşdırır. Havuz
kenârına,
yanına vardım. Dedim ki, sen kimsin. Dedi ki, Aliyyül mürtedâyım
'radıyallahü
anh'. Ben hemen mubârek ayaklarına düşüp, yüzümü ve gözümü sürdüm.
Dedim
ki, sultânım, meded bana. Bir içim su ihsân et ki, gâyet susamışım.
Buyurdu
ki, yukarıda benim kardeşlerime rast gelmedin mi. Ben dedim, evet rast
geldim. Lâkin ben onları sevmiyorum. Sularını da içmedim. Seni severim.
Suyundan içmek isterim, deyince, İmâm hazretleri 'radıyallahü teâlâ
anh'
benim sûratıma bir tokat vurdu ki, o ızdırâb ile uyandım. Bütün
dişlerim
avucumun içine düşdü. Ey müslimânlar, bu âna kadar dalâlet yolunda
idim.
Allahü teâlâya hamd olsun ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ şimdi hidâyet
edip,
doğru yola kavuşdum, deyip, çihâr yâr-i güzînin muhabbetini kalbinde
ihlâs
ile yerleşdirdi. Rübâi:
Gördüğü rü'yâda ki, döküldü bütün dişleri,
Se'âdet yolunu buldurdu, dökülen bu dişleri.
Zebânîler ona ateşi hâzırlamışlar iken,
Böylece kurtuldu o elîm ateşden!
Altıncı Menâkıb: Bir râfizî, ayakkabısının ökçesine, Ebû Bekr, Ömer
ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin ismlerini kazdırmışdı.
Bir yola giderken basdığı yerde bu serverlerin ism-i şerîfleri
okunurdu.
Bir mü'min muvahhid kimse, onun ardında gelirdi. O serverlerin
ismlerini
görünce izin tutup gitdi [ya'nî o izi ta'kîb etdi]. Mel'ûn râfizî ana
yoldan
çıkıp, bir ormana sapmış. Bir ağaç gölgesinde uyumuş. O mü'min sofî de
izleyip giderken, yoldan sapdığını görünce, o da ormana teveccüh edip
[girip],
o râfizîye erişip, gördü ki, yüzü üzerine yatmış. Ayakkabılarının
altında
o üç din büyüğünün ism-i şerîflerini kazımış gördü. Diledi ki o
râfizîyi
öldürsün. Yine düşündü ki, belki, bu ismlerin yazıldığından haberi
yokdur,
sorayım, dedi. Şî'î gözlerini açdı. Gördü ki, başı üzerinde bir sofî
durur.
Sofî sordu ki, ayaklarının altında olan ism-i şerîflerden haberin var
mıdır.
Mel'ûn râfizî, kötü sözler söylemeğe başlar. Sofînin yanında da bir
gizli
kılıncı var imiş. Çıkarıp (Bismillâhirrahmânirrahîm) deyip, râfizîyi
öldürür.
Kılıncı kınına koyup, râfizînin murdar leşini sürüyüp, bir çukura
koyar.
Üzerine biraz çör-çöp bırakır. Sonra yoluna revân olur. Biraz yol
gider.
Karşıdan çok heybetli dört atlı görünür. Sofîyi görürler. Üzerine at
salıp,
derler ki, sen adam öldürmüşsün, kanlısın. Çabuk leşini bize göster.
Sofî
feryâd eyledi. Ben fakîrim, kâtil değilim, nice-nice özr ve behâne
ederse
de, gördü ki ellerinden kurtulamadı. O dört atlının arasından birisi
göğsüne
harbesini dayayıp dedi ki, dön geri, yoksa sen bilirsin. Sofî de
çâresiz
önlerine düşüp, o mel'ûnun murdar leşini gömdüğü çukura gelir. Üzerinde
olan çalıyı kaldırdığı gibi, bakdı ki, râfizînin yerinde bir büyük
domuz
leşi yatar. Sofî onu gördüğü gibi, hayret edip, tefekküre vardı. Ondan
sonra bu dört atlı sofîye dediler ki, sana müjde olsun ki, Allahü teâlâ
senin cümle günâhlarını afv etdi ve Cehennem ateşinden âzâd etdi.
Cenneti
nasîb kıldı. Sofî de şâd ve mesrûr olup, onlara sordu ki, siz
kimlersiniz.
Onlar buyurdular ki, birimiz Ebû Bekr ve birimiz Ömer ve birimiz Osmân,
evvelce göğsüne harbeyi koyan da hazret-i Alîdir 'radıyallahü anhüm'.
Sofî
de Allahü tebâreke ve teâlânın bu ihsânına şükr edip, şâd ve handân
olarak
yoluna gitdi.
Yedinci Menâkıb: Bir zemânlar bir tâcir var idi. İsmine Eyyûb bin Hasen
derler idi. Pâdişâhlardan birine ba'zı kumaş ve meta' satmak için
huzûruna
varır. Tesâdüfen o sırada pâdişâh; emîr-ül mü'minîn Ebû Bekr, Ömer ve
Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hakkında uygun olmıyan kötü sözler
söyler. Tâcirin
gönlüne bu sözler hoş gelmez! Pâdişâha nasîhat etmek ister. Sonra, o
sultânlara
[üç halîfeye] dil uzatan zâlimlerden hayr gelmez, belki söylersem beni
öldürür; deyip, işini görüp, gider. O gece Server-i âlem 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerini rü'yâsında görür. O pâdişâhı da orada,
huzûrlarında
durmuş görür. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri,
tâcire iltifât edip, buyurur ki: (Benim Eshâbıma uygunsuz sözler
[kelimeler]
söyliyen bu mudur.) Evet yâ Resûlallah diye cevâb verdikde, bunu katl
eyle
diye öldürülmesini emr buyurur. Ben dedim, (Yâ Resûlallah! Bir nesne
yokdur
ki onu katl edeyim.) Resûl-i ekrem hazretleri tâcirin eline bir bıçak
verir.
Tâcir de emr-i şerîfine itâ'at edip, şahsı boğazlar. Rü'yâdan uyanıp,
bu
rü'yâyı varıp, şâha anlatmak ister. Serâyının kapısına varır ki,
ağlamak
ve feryâd sesleri işitir. Bu hâl nedir diye sorar. Cevâb verirler ki:
Bu
gece pâdişâhı yatağında katl etmişler.
Sekizinci Menâkıb: Tebriz şehrinde bir râfizî vardı. Dâimâ işi-gücü
bu üç serveri seb' etmek [kötülemek] idi ve bunlara buğz ve adâvet
etmek
idi. Bir gece rü'yâsında gördü ki, kıyâmet kopmuş. Bütün mahlûklar ayak
üzere durur. Herkes hayret içinde gezerken, buna gâyet susuzluk ârız
olmuş.
Mahşer yerinde gezip, su ararken gördü ki, bir alay adam geçer.
Aralarında
bir mubârek âdem vardır. Elinde bir maşrapa tutar. Durmayıp, su
dağıtır.
O râfizî derhâl o ihtiyâr kişinin önüne vardı. Bana da su ver, dedi. O
nûr yüzlü kişi su verdi. İçeceği sırada o pîrin ism-i şerîfini sordu.
Dediler
ki, bunun adına Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' derler. Ne
zemân
ki o mubârek ismi işitdi. Suyu içmeyip geri verdi. Ondan sonra bir alay
dahâ geldi. Onların aralarında bir nûrânî ve vakâr sâhibi adam var.
Elinde
bir maşrapa su tutar. Durmayıp mahşer yerinde istiyene su verir. O
râfizî
onun yanına varıp, su istedi. O da maşrapayı sundu. İçeceği zemân onun
da, ism-i şerîfini sordu. Dediler, bunun adına Ömer-ül Fârûk derler. Ne
zemân Ömer-ül Fârûkun ism-i şerîfini işitdi. Suyu içmeyip, geri verdi.
Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi. Onların aralarında bir nûr yüzlü
adam var. Elinde bir maşrapa ile su tutup, durmayıp ulaşdırır. O râfizî
onun yanına varıp, su istedi. O da eline su verdi. İçeceği zemân ism-i
şerîfini sordu. Dediler ki, bunun ismine Osmân-ı zinnûreyn 'radıyallahü
teâlâ anh' derler. Osmân-ı zinnûreynin ism-i şerîfini işitdi. Suyu
içmeyip,
geri verdi. Ondan sonra bir alay dahâ adam geldi. Onların aralarında,
büyük,
heybetli, se'âdet sâhibi bir zât var. Elinde bir maşrapa su tutar.
Durmayıp,
dağıtır. O râfizî derhâl yanına varıp su istedi. O zemân onun da ism-i
şerîfini sordu. Dediler ki, bunun adı Aliyyül mürtedâdır 'radıyallahü
teâlâ
anh'. Aliyyül mürtedânın ism-i şerîfini işitdi. Mubârek ayaklarına
düşüp,
meded yâ Alî, bana da su ver diye feryâd etdi. Hazret-i Alî
'kerremallahü
vecheh ve radıyallahü teâlâ anh' ona, önce geçen büyüklerden niçin su
taleb
edip, içmedin diye sordu. O râfizî dedi ki, ben dünyâda iken onları
sevmezdim.
Dâimâ buğz ve adâvet ederdim. Onların sularından da içmem. Ben seni
severdim.
Senin âşıklarındanım, dedi. Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' iki
mubârek
parmaklarını o râfizînin gözlerine sokup, iki gözünü de çıkardı. O acı
ile uykudan uyanıp, kendini kör buldu. Hattâ ba'zı kimselerden mervîdir
ki, merhûm Sultân Süleymân 'aleyhirrahmetü rabbihül gufrân' acem [Îrân]
seferinde o köre Tebrîz sokaklarında rast gelmişdir ki, süâl edip, bu
vak'âyı
bizzat kendinden, olduğu gibi işitmişdir. Yapdığı işe pişmân olup,
dâimâ
tevbe ve istigfâr ederdi. Ve halka nasîhat ederdi.
Dokuzuncu Menâkıb: Bir mü'min muvahhid ile bir râfizî, Mekke-i
Mükerremeye
giderken yol arkadaşı oldular. O mü'min, râfizîye herhâlde nasîhat eder
ve derdi ki: (Gel bu râfizîlikden ferâgat eyle, bunun sonu nedâmetdir
[pişmânlıkdır].
Dünyâda yüz karalığıdır ve âhıretde hasretdir. Göz göre göre niçin
kendine
kıyarsın. Ve cânını Cehennem ateşine atarsın. Molla Câmî 'kuddise
sirruhüssâmî'
hazretlerinin kıt'asını râfizîler hakkında işitmemişmisin. Bu kötü
fi'lden
vazgeç. Yoksa son pişmânlık fâide vermez. İşitmedim ki, bir kimse Çihâr
yâr-i güzîn 'rıdvânullahü teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerini sevmese;
Allahü tebâreke ve teâlâ saklasın; o kimse nasîhat almayıp, aslâ ona
tenbîh
te'sîr etmez.) Gördü ki, insâfa gelmedi. Hem meşhûrdur: Cühûd îmâna
gelmez!
Mülhid kişi tevbekâr olmaz! O mü'mine nisbet için, râfizî i'tikâdından
vazgeçmedi. Nasîhatlarını maskaralığa aldı. Hikmet-i Rabbânî, Kâ'be-i
şerîfeye
yaklaşdıklarında, bir hınzır göründü. Hemen o mel'ûn râfizî deve
üzerinde
iken, Allahü teâlânın emri ile hınzır şeklinde olup, deve üzerinden
yere
atlayıp, hınzırlara karışıp, onlar ile gitdi. Bütün hâcılar bu ahvâli
görüp,
ibret aldılar. Aklı olan kimse bu kıssadan hisse alıp, çihâr yâr-i
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerine karşı, zerre
mikdârı
buğz ve adâvetden kalbini pâk edip, hem çihâr yâr-i güzîn sevgisi ile
kalbini
doldurur.
Onuncu Menâkıb: Bir zemânda bir yehûdî bir râfizî ile çekişip,
dövüşürler.
Allahü teâlâ kelbi [köpeği] hınzır [domuz] üzerine musallat eder.
Yehûdî
râfizînin gözünü çıkarır. Râfizî yehûdînin eteğine yapışıp, mahkemeye
götürüp,
kâdî huzûruna varırlar. Râfizî der ki, bu yehûdî benim gözümü çıkardı.
Efendi hazretleri, hakkımı bu yehûdîden alıver. Kâdî efendi, yehûdîye
ıtâb
edip, bre mel'ûn, bu kişinin gözünü niçin çıkardın, dedi. Yehûdî dedi,
sultânım işitdim ki, rûz-i mahşerde râfizîler yehûdîlerin merkebi olup,
yehûdîler üzerine binip, Cehennem ateşine varırlar. Benim o gün bineğim
bu olsun diye gözünün birini çıkardım. Zîrâ hâfızam za'îf ve görüşüm
azdır.
Şâyed o günde teşhîs etmem güç olup ve yaya olarak Cehenneme varmakdan
ise, bir gözlü merkebe binmek iyidir, dedi. Kâdî efendi ve meclisde
hâzır
olanlar yehûdînin bu ilzâmından hoşlandılar ve râfizîye ta'zîr
eylediler
[azarladılar]. Muhakkak râfizîlerin Allahü teâlâ katında ve insanlar
yanında
bütün milletden kötü olduklarında şübhe yokdur. Zîrâ kâfirlerin
inâdları
bâtıl da olsa birer cevâbları vardır. Ammâ bu mel'ûnların aslâ bir
delîlleri
yokdur. Ondan dolayıdır ki, hazret-i Molla Câmî 'kuddise sirruhüssâmî'
râfizîler hakkında şöyle buyurmuşdur: Kıt'a:
Râfizî olur kıyâmetde yehûdî eşeği,
Yeder onu mülhid câhil, tutup elinde yularını.
Nasrânî elinde bir demir çomak ile,
Sürer onu tâ o menzile dâr-el bevâr.
Nice yüzbin la'net o Hakdan, Resûlden de,
Eşeğe binene yedene sürene ki var.
Râfizîler kıyâmet gününde başka bir bölük olup, süâlsiz ve azâbsız
Cennete dâhil olalım diye ümîd edip, doğru Cennetin yolunu tutup,
giderler.
Cennet kapılarından bir kapıya varırlar. Görürler ki, kapıda Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri durur. Durmadan kevser şerâbını ehl-i islâma
içirir.
Râfizîler hazret-i Ebû Bekri görünce derler ki, dünyâda iken biz bunu
sevmezdik.
Şimdi de bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve bunun elinden kevser
şerâbını içmeyiz. Oradan dönüp Cennetin bir başka kapısına varırlar.
Görürler
ki, o kapıda hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' durur. Durmadan
mü'minlere
kevser şerâbı içirir. Tekrâr o hınzırlar derler ki, dünyâda iken biz
bunu
sevmezdik. Şimdi bunun olduğu kapıdan Cennete girmeyiz. Ve kevser
şerâbını
da içmeyiz. Oradan dönüp, bir başka kapısına varırlar. O kapıda Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri durur. Müslimânlara kevser şerâbı içirir. Tekrâr
o murdârlar derler ki, dünyâda iken biz bunu da sevmezdik. Onun olduğu
kapıdan da Cennete girmeyiz. Bunun da elinden kevser şerâbını içmeyiz.
Oradan da dönüp, Cennetin bir başka kapısına varırlar. Görseler ki, o
kapıda
duran İmâm-ı Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleridir. Bunlara sorar
ki,
hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmânın 'radıyallahü teâlâ
anhüm' kapılarına uğramadınız mı? Onlardan kevser şerâbını içmediniz
mi?
Onlar derler ki, Onları biz dünyâda iken sevmezdik. Onun için biz bugün
de onların şerâblarından da içmedik. Onların kapılarından Cennete
girmedik.
Dünyâda iken biz seni severdik. Senin elinden kevser şerâbını içmek
isteriz.
Senin kapından Cennete girmek isteriz. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
bunları red eyleyip, bre mel'ûnlar! Bilmez misiniz ki onlardan tezkire
almayınca kimseyi Cennete koymam ve kevser şerâbını içirmem. Yıkılın
buradan,
buyurur. Hazret-i Alîden yüz bulamayınca, can başlarına sıçrar.
Bilirler
ki, yanlış yola gitdiklerinden belâya uğradılar. Yapdıkları işe pişmân
olup, nedâmetler çekerler. Velâkin bu pişmânlıklarının fâidesini
görmezler.
Bu felâketde iken her râfizîye birer yehûdî havâle olunur. Şimdiye dek
sizleri ararız, nerede gezersiniz, derler. Yine o hâlde birer nasrânî
de
gelerek, birer râfizînin sakalını tutup, çeke-çeke mahşer yerinin
temâmını
gezdirirler. Bütün mahşer halkı arasında rüsvay olurlar. Ondan sonra
Allahü
teâlâ korusun, azâb için zebânîler gelir. Temâmını bu hâl ile Cehenneme
götürürler. Beyt:
Ni'metleri fânî olan bu denî dünyâyı aşağı tut,
Sonu pişmânlık olan işi yapma.
Mahşer ehli bunlardan yüz dönüp, nefret ederler.
Onbirinci Menâkıb: Din büyüklerinden biri rivâyet eder. Medâyinde
bulunuyordum.
Her nerede bir kimse vefât etse, varıp ona kefen sarardım. Bir kimse
gelip
dedi ki, Kûfe ehlinden bir kervân geldi. Aralarında biri vefât etdi.
Gelip
kefen sarasın. Hizmetçimi kefen almağa gönderdim. Ben o kimsenin
meyyitini
görmeğe vardım. Yanına vardım. Gördüm ki, vefât eylemiş. Karnı üzerine
bir kerpiç koymuşlar. Âniden o meyyit kalkıp oturdu. Feryâd edip, dedi
ki, yazıklar olsun bana, vay bana. Ben dedim ki, (Lâ ilâhe illallah
Muhammedün
resûlullah) söyle. Bana dedi ki, bu kelime-i şerîfeyi demenin fâidesi
yokdur.
Zîrâ ben kavmim ile olurken, Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anhüm' hazretlerine dil uzatıp, uygunsuz sözler söylerlerdi. Ben de
onlara
uyar, söylerdim. Sonunda helâk oldum. Beni Cehenneme iletip yerimi
gösterdiler.
Benim rûhumu geri verdiler ki, halka haber vereyim. Sakın, sakın, o
serverlere
dil uzatmayın. Bu sözleri temâm etdikden sonra, tekrâr öldü.
(Şevâhid-ün
nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Onikinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'kerremallahü vecheh' rivâyet
buyurmuşlardır.
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerine uygun
olmıyan
sözler söyleyen bir kimse vardı. Bir gün yüzünde bir yara peydâh oldu.
O yara giderek yüzünü tutup, yüzünün temâmı kara oldu. Her dürlü ilâcı
denediler, şifâ bulmadı. Bütün insanların yanında rüsvay oldu. Sonra bu
şeklde öldü. Hem dünyâda ve hem âhıretde melâmet oldu [yüzü kara olmak
bedbahtlığına kavuşdu]. (Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Onüçüncü Menâkıb: Büyüklerden biri rivâyet eder. Çocukluğumda râfizî
bir hocam var idi. Beni de râfizî yapmışdı. Bir gece rü'yâmda kıyâmet
kopmuş.
Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri huzûrlarına
ve mubârek hâk-i pâyelerine bütün halk toplanmış, şefâ'at ricâ ederler.
Ben de huzûrlarına vardım ki, şefâ'at isteyeyim. Gördüm, sağ yanında
nûr
yüzlü, selîm ve hilm sâhibi ihtiyâr durur. Sol yanında bir mubârek
kimse
durur. O da şecâ'atlı ve bahâdır ve mubârek yüzü nûrlu bir kimsedir.
Hemen
beni gördüler. Dediler ki; yâ Resûlallah! Bu adam bizden ne ister ki,
her
gün bize dil uzatıyor, biz bu adama ne yapdık. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri mubârek elini uzatıp, beni tutmak istedi.
Ben kaçdım. Bu ızdırâb ile ve bu korku ile uykudan uyandım. Gördüm ki,
bütün saçım ve sakalım ve kaşım ve kirpiğim dökülmüş. Dört ay dışarı
çıkamadım.
Dünyânın ilâcını kullandım. Aslâ fâide vermedi. Bir gün dostlarımdan
biri
beni görmeğe geldi. Benim hâlimi sordukda, ben de ahvâlimi olduğu gibi
anlatdım. O da dedi ki, sen meğer Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerine salevât getirmekden habersizsin. Birkaç gün
salevât-i
şerîfe getirmeğe devâm eyle ve Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi aleyhim
ecma'în'
hazretlerine, derûn-i dilden [kalbden] muhabbet eyle. Yapdığın
kabâhatlere
tevbe ve istigfâr eyle. Ümîd edilir ki, kısa zemânda bu belâdan
kurtulup,
halâs olursun. Hemen ibrik getirtip, abdest alıp, sonra iki rek'at
nemâz
kılıp, hâlis niyyet ile etdiğim işlere nâdim olup, tevbe ve istigfâra
meşgûl
oldum. Bir hafta temâm olmadan saçım ve sakalım, kaşım ve kirpiğim
çıkıp,
evvelkinden de çok oldu. Onun için, bu sultânlara ihânet üzere olanlar,
dünyâda ve âhıretde sıkıntıdan kurtulamazlar. (Şevâhid-ün nübüvve)den
terceme
olunmuşdur.
Ondördüncü Menâkıb: İmâm-ı Müstagfirî (Delâil-i Nübüvve) adlı kitâbında
yazmışdır. Büyüklerden birisi rivâyet eder. Üç nefer kimse Yemen
diyârına
doğru yola çıkdılar. Bu müslimânlara bir de râfizî katılmış idi.
Râfizî,
O serverler [Eshâb-ı kirâm] hakkında uygunsuz kelimeler söylerdi. Bu
müslimânlar
ona her ne kadar nasîhatlar etdiler ise de aslâ te'sîr etmeyip, râfizî
devâm ederdi. Berâberce birgün bir menzile kondular. Bir mikdâr
istirâhat
etdiler. Bir zemândan sonra uykudan uyanıp, abdest almağa kalkdılar. O
bedbaht maymûn gibi yatarken, onu da uyardılar. Hemen uykudan uyandı.
Âh,
âh, herhâlde ben bu menzilde kalsam gerekdir, dedi. Müslimânlar dediler
ki, bu menzilde niçin kalacaksın, aslâ olmaz. O bedbaht dedi ki,
Peygamberi 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' rü'yâda gördüm ki,
başımın ucuna geldi.
Bana dedi ki, bre bedbaht, bu menzilde senin sûretin değişse gerek. Bu
müslimânlar dediler ki, ne durursun, kalkıp, abdest alıp, tevbe ve
istigfâra
meşgûl olup, niyâzda bulun. O da ayaklarını toplayıp, kalkmak
istedikde,
o ân Allahü teâlânın emri ile iki ayak parmakları değişikliğe uğrayıp,
maymun parmakları gibi oldu. Ondan sonra topuklarına kadar değişdi.
Ondan
sonra dizine kadar, ondan sonra kuşağına kadar, ondan sonra göğsüne
kadar
çıkdı. Sonra, temâm vücûdu maymûn oldu. Müslimânlar bu hâli görünce,
tutup
sıkıca devenin üzerine bağladılar. Yemene yakın vardıkda, akşama yakın
bir meşelik yere uğradılar. Orada çok maymûn vardı. Hemen maymûnları
gördü.
Deve üzerinden zorlayıp, bağlarını kırıp, yere indi. Varıp o maymûnlara
ulaşdı. Biz de maymûnlardan korkduk ki, bize hücûm edecekler diye.
Sonra
gördük ki, bütün maymûnlar yakın yere gelip, durdular. Değişikliğe
uğrayan
aralarından ayrılıp, bize karşı gelip, durdu. Gözlerinden o kadar yaş
akdı
ki, vasfa gelmez [anlatılamaz]. Sonra diğer maymûnlara karşı gitdi.
Şimdi
aklı olan kimselere hemen bu ibret yeter. Nerede kaldı ki, o büyükler
hakkında
nice âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır.
Yâ Rab, lutfün ile dâimâ bize doğru yolu göster,
Sapık yolları değil, sana varan yolu göster.
Onbeşinci Menâkıb: Büyüklerden biri Şâm şehrine uğrar. Bir mescidde
sabâh nemâzını kılar. İmâm nemâzı kıldıkdan sonra, arkasını mihrâba
dönüp,
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin
haklarında
uygunsuz sözler söylemeğe başlar. O büyük zât, imâmdan bu sözleri
işitince
çok üzülüp ve mahzûn olarak kalkıp, yoluna gider. Bir seneden sonra
yine
yolu Şâm şehrine uğrar. Tekrâr o mescide varıp, sabâh nemâzını kılar.
Nemâzı
kıldıkdan sonra, imâm olan kimse, arkasını mihrâba dönüp, O serverlerin
[Ebû Bekr, Ömer, Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin]
büyüklüklerinden
bahs etmeğe, onları medh etmeğe başlar. O büyük zât, cemâ'atden birine
süâl eyler ki, bu imâm geçen sene o serverlerin şânlarına uygunsuz
sözler
söyledi. Şimdi de medh ve senâ eyledi. Sebebi nedir. O müslimân dedi
ki,
evvelki imâmı görmek ister misin. O büyük zât dedi, görmek isterim. O
da
önüne düşüp, bir odaya girdiler. Gördü ki, bir siyâh köpek, boynundan
zincir
ile bağlı, yatar. O büyük dedi ki, bu kelb [köpek] nedir. O müslimân
dedi
ki, geçen seneki imâm budur. O din büyüklerine hâşâ, uygunsuz sözler
söylerdi.
Bir gün arkasını mihrâba dönüp, kötü âdeti üzere kötü sözler söylerken,
değişip, bu sûrete girdi. O büyük yanına varıp, sen geçen seneki imâm
mısın.
O da eli ile başına işâret edip ve gözlerinden yaş akıtdı. Bu büyük de,
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine şükr edip, işte cezânı buldun,
dedi.
(Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olunmuşdur.
Onaltıncı Menâkıb: Gâzîlerden biri rivâyet eder. Bir gazâda, cemâ'at
ile gazâya giderken, aramızda Benî Temîmden Ebû Hayyân nâmında bir
kimse
vardı. O serverlerin haklarında uygun olmıyan çirkin sözler söylerdi.
Hepimiz
o mel'ûna nasîhat ederdik. Fâide etmeyip, uslanmazdı. Yolda bir hâkim
var
idi. Yolumuz ona uğradı. Hâdiseyi hâkime açıkladık. Hâkim bize dedi ki,
o kimseyi benim yanımda bırakın. Mümkindir, onu ıslâh edeyim. Bir
zemândan
sonra yola müteveccih olup, giderken, o bedbahtı gördük ki, arkamızdan
yetişdi. O mel'ûn kişiye hâkim hil'at giydirip, bir at bağışlamış.
Ardımızdan
yetişdi. Bize eziyyet vermek maksadı ile yine o serverlere uygunsuz
sözler
söylemeğe başladı. Bize karşı, ey Allahın düşmanları, beni nasıl
buldunuz,
dedi. Biz de dedik ki, ey bedbaht ve nasîbsiz kimse, bizden uzak ol.
Yanımızda
yürüme. Tâ ki senin nasîbsizliğin bize de bulaşmasın. Hepimiz üzerine
yürüdük.
Kovduk. Bizden uzak yürüdü. Mel'ûn, kazâ-i hâcet sebebi ile, yoldan
sapıp,
bir yerde otururken, kızıl arılar üzerine hücûm etmişler. Mel'ûn
feryâda
başlayıp, bizden yardım istedikde, biz de şâyed bundan kurtulursa,
insâfa
gelir diye, bu niyyet ile yardıma vardık. Yanına vardığımızda, o arılar
bize hücûm edip, az kaldı ki, hepimizi helâk edecekler. Biz de
sokmalarına
tâkat getiremeyip, çâresiz geriye kaçdık. O arılar da bize saldırmayı
bırakıp,
yine o bedbaht kişinin [râfizînin] üzerine saldırıp, bir sâatde
gövdesinin
etini delik-delik edip, bağıra-bağıra ölüp, cânı Cehenneme gitdi. Biz
de
bir yerde durup, bunun ahvâlini seyr ederken ve birbirimiz ile
söyleşirken
gaybdan bir ses işitdik ki, çihâr yâr-i güzîni sevmiyen kişinin dünyâda
cezâsı budur. Âhıretde yakalanacağı azâbların şiddeti ve nihâyeti
yokdur.
(Şevâhid-ün nübüvve)den terceme olundu.
Onyedinci Menâkıb: Şeyh-i Ekber [Muhyiddîn-i Arabî] 'kuddise
sirruhül'azîz'
hazretleri (Fütühât-ı Mekkiyye) adlı kitâbında zikr etmişdir.
Evliyâullahdan
bir tâife vardır ki, Recebîler derler. Onlar kırk kişi olup, fazla ve
eksik
olmazlar. Onların hâli Receb ayının ilk gününde öyle olur ki, sanki
gökler
üzerine konulmuşdur. Harekete mecalleri olmaz. Ne ayak üzerine
durabilirler
ve ne oturabilirler. Ellerini ve ayaklarını değil, gözlerini harekete
kâdir
olamazlar. Recebin ilk gününde öyle olurlar. Ammâ günden güne o hâlet
bunlardan
kalkar. Şa'bân ayı girince, temâmen o hâlden kurtulurlar. Onlara
Recebde
Allahü teâlânın izni ile çok keşf ve nihâyetsiz tecellîler olur. Şa'bân
ayı girince bu hâller onlardan kalkar. Ba'zan o hâllerin ba'zısı o
tâifenin
ba'zısında sene temâm oluncaya kadar bâkî kalır. Hazret-i Şeyh
'rahmetullahi
teâlâ' der ki, o tâifeden birini gördüm ki, onda râfizînin keşfi bâkî
kalmışdı.
O Recebî, râfizîleri hınzır şeklinde görürdü. Ba'zan olurdu ki, hâli
örtülü
bir kişiye, hiç kimsenin mezhebini bilmediği kimseye uğrardı. Eğer o
kişi
râfizî i'tikâdında ise, hınzır sûretinde görürdü. O şahsı taleb ederdi.
Ona nasîhat ederdi. Tevbe etmesini ve Allahü teâlâ hazretlerine rücû'
etmesini
ve râfizî olduğunu söylerdi. O şahs teaccüb ederdi. Eğer tevbe ederse
ve
tevbesinde sâdık olursa, onu insan sûretinde görürdü. Derdi ki, doğru
söylersin.
Eğer yalan söylüyorsa, o şahsı yine hınzır sûretinde görürdü. Tevbe
etmedin.
Yalan söylüyorsun, derdi. Bir gün, şâfi'î mezhebinde olan ve iyi olarak
bilinen iki kimse ona geldiler. Hiç kimse onların râfizî i'tikâdında
olduğunu
zan etmezdi. Şi'â cemâ'atinden de değiller idi. Lâkin o mezhebi
seçmişler
idi. O iki mu'temed kimse, o azîze [büyük zâta] vardılar. Bunları
dışarı
çıkarın, buyurdu. Sebebini sordular. Buyurdu ki, ben sizi hınzır
sûretinde
görürüm. Bu benimle Hak Sübhânehü ve teâlâ arasında bir alâmetdir ki,
râfizîleri
bana bu sûretde gösterir. Bu ma'nâdan te'accüb edip [şaşırıp], hemen o
bâtıl mezhebden ve fâsid i'tikâddan temâmen dönüp, kurtuldular.
Onsekizinci Menâkıb: O sultânın haklarında edebsizlik etmiş ve uygunsuz
sözler söylemiş olan râfizî tâifesinin cezâları. Hâce Muhammed Pârisâ
'kuddise
sirruhül'azîz' hazretleri (Fasl-ül-hitâb) adlı kitâbda buyurmuşdur.
Hazret-i
Alî 'kerremallahü vecheh' buyurmuşlardır ki: (Bir tâife beni Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin üzerlerine tafdîl
ederler [üstün tutarlar]. Gönüllerinde nifâk vardır. Bununla ehl-i
islâm
arasına ihtilâf ve fitne salarlar. Bana Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri haber verdi. Bunların katli ile bana emr eyledi.
Zâhiren ehl-i islâma kardeş olduklarını söylerler. Bâtınlarında din
düşmanıdırlar.
Yalanı güzel, kötülükleri temiz görürler. Mushaf-ı şerîfi iptâl
ederler.
[Kur'ân-ı kerîmin hükmünü kaldırırlar.] Fücûr [kötülük] üzerine
birbirleri
ile yarışırlar. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine
ve Eshâb-ı kirâm hazretlerinin büyüklerine seb' ederler. [Dil
uzatırlar.]
Eshâb-ı kirâm arasında olan vâkı'aları anlatıp, anladıklarına tâbi'
olurlar.
Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri onları afv etmez. Küçükleri
büyüklerinden
bozuk fikrleri öğrenip, o şeklde terbiye olunurlar. Sünnet-i islâmı
harâb
ederler. Bid'at-ı seyyieleri ihyâ ederler [yayarlar]. O zemânda
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' sünnetine yapışan
kimse şehîdlerin
ve âbidlerin efdalidir. Se'âdet onlarındır. Yeryüzünde râfizîden dahâ
hoşlanılmıyan
kimse yokdur. Yerin gadabı onlaradır. Gök istemiyerek onların üzerine
gölge
verir. O tâifenin âlimleri o günde gök altında olan kimselerin
şerlisidir.
Fitne onlardan çıkar ve onlarda olur. Allahü teâlâ korusun. Onlar şu
kimselerdir
ki, gökdeki melekler arasında pislikler diye adlandırılırlar. Sahâbe-i
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în hazretlerini meclislerinde ve
mahfellerinde ve mescidlerinde seb' ederler [kötülerler]. Bu habîs işi
kendilerine şi'âr ederler. Hikmet kalblerinden gider. Allahü tebâreke
ve
teâlâ hazretleri râfizî, bid'at ve dalâlet ehlinin şekllerini
değişdirir.)
Eshâb-ı güzîn bu sözleri işitdiler. Dediler ki, (Yâ Emîr-el mü'minîn.
Eğer biz o zemâna erişirsek ne yapalım.) Hazret-i Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu ki, Îsâ 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm'
hazretlerinin
havârîleri gibi olunuz. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Nebîsine
itâ'atden
ve Eshâbına muhabbetden ve o tâifeden [râfizîlerden] uzak olmakdan
başka
size bir şey emr etmemişdir. Ben size derim, Hak ve sünnet üzerine
olmak,
bid'at ve dalâlet üzerine olmakdan hayrlıdır.
Rivâyet olundu ki, imâm-ı Alî 'kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerine bu haber erişdi ki; Abdüllah bin Sebe' seni Ebû Bekr,
Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' üzerine tafdîl eder [üstün
tutar].
Alî 'kerremallahü vecheh' yemîn ederek (Vallahi onu öldürürüm) buyurdu.
Dediler ki, yâ Emîr-el mü'minîn! Sana muhabbet edeni katl eder misin!
Elbette.
Benim olduğum şehrde olmasın. Hemen bulunduğu şehrden sürdü.
(Şevâhid-ün
nübüvve)den nakl olundu. Velhâsıl Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ
aleyhim
ecma'în' aralarında bu dördü [dört büyük halîfe], mezîd-i fazîlet ve
kemâl-i
mekremet ve vüfûr-i ihtirâm ve ikrâm-i tâm ve hülefâ-i nübüvvet ve
uyûn-ı
ehl-i hicret ve büyüklerin büyüğü ve seçilmişlerin seçilmişi olmakla en
öndedirler. Bu bâbda kıyâs yapmağa ve düşünmeğe hâcet yokdur. Nitekim,
onları üstün bilmek, büyüklerin sözü ve icmâ' ile sâbitdir. Büyüklerin
sözlerine ve icmâ'a uymak lâzımdır. Boş sözlere ve bid'atlere
uymamalıdır.
Allahü teâlâ bizi bunlardan korusun. (Şevâhid-ün nübüvve)den
alınmışdır.
Ondokuzuncu Menâkıb: Ebüdderdâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri,
Süveyde bin Akîkden rivâyet eder. Süveyde der ki, Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerine söyledim. Ben şi'âdan bir kavm üzerine uğradım ki,
Ebû
Bekr ve Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerini naks ile zikr
ederler
[kötülerler]. Eğer onlar senin kalbinde olanı bilseler idi, bu sözü
söylemeğe
cür'et edemezlerdi. Hemen Aliyyül mürtedâ 'kerremallahü vecheh' buyurdu
ki: (Onlar hakkında kalbimde iyilik ve güzellikden başka birşey
bulundurmakdan
Allahü teâlâya sığınırım). Sonra kalkdı. Mubârek gözleri yaş ile doldu.
Elimi tutdu. Ağladığı hâlde gelip, minbere çıkdı. Elinde beyâz ve güzel
bir nesne tutduğu hâlde, bir beliğ ve muhtasâr hutbe okudu. Buyurdu ki:
Nedir o kavmlerin hâli ki, Kureyşin iki seyyidini kötü zikr ederler. Ve
bana zan ederler o şey ile ki, ben o şeyden pâkım. Ve onların
dediklerinden
berîyim. Ve onların dedikleri üzerine, onları Allah hakkı için
cezâlandırırım.
Onları mü'min olanlar sevmez. Onlara ancak fâcirler buğz etmez. Her kim
ki o ikisini sever. Muhakkak beni sever. Her kim o ikisine buğz eder;
bana
buğz eder. Ben ondan berîyim. Bilmiş olunuz ki, muhakkak cümle nâsın
hayrlısı
bu ümmetde, Peygamberlerden sonra Ebû Bekr-i Sıddîkdır 'radıyallahü
teâlâ
anh'. En önce müslimân olan odur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerine ondan sevgili yokdur. [En sevdiği odur.] Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri indinde bu ümmetin en mükerremi odur. Bu ümmetde
Peygamberlerden
sonra ondan efdal ve ondan hayrlı kimse olmadı. Dünyâda ve âhıretde
ondan
sonra bütün insanların hayrlısı Ömer-ül Fârûkdur. Ondan sonra Osmân-ı
Zinnûreyndir.
Ondan sonra benim 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'. Allahü teâlâya
benim
için ve bütün müslimânlar için istigfâr ederim.
Zâhidâ! Aç
gözün, sahraya bak da, ibret al!
Şu direksiz kubbe-i semâya bak da, ibret al!
Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,
her sabâh, seher vakti, dünyâya bak da ibret al!
Pâdişâh olsan da, derler 'er kişi niyyetine',
Var, musallada yatan mevtâya bak da, ibret al!
Bir kefendir âkıbet, sermâye-i beğ ve fakîr,
varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?