YEDİNCİ BÂB
Ebû Bekr,
Ömer, Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ anhüm' Menâkıbı:
Birinci Menâkıb: Muhyissünne İmâm-ı Begavî 'rahimehullah'
(Meâlimüt-tenzîl)
kitâbında, Feth sûresinde, meâl-i şerîfi, (Muhammed aleyhisselâm Allahü
teâlânın Resûlüdür. Onunla berâber olanlar, kâfirlere karşı sert,
birbirlerine
karşı merhametlidirler.....) olan âyet-i kerîmenin tefsîrinde,
buyuruyor.
Mubârek bin Füdâleden, o da Hasenden rivâyet eder, (Allahü teâlâ kâfî
olan
şâhiddir ki, Muhammed Allahın Resûlüdür.) buyuruldukdan sonra; (Onun
ile
olan kimse) kelâmı ile Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
(Kâfirlere karşı şiddetlidirler) ile Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ
anh' kasd edilmekdedir. (Birbirlerine karşı merhametlidirler) ile Osmân
bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir. (Onları rükû'da ve
secdede görürsün) ile Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
(Allahü teâlâdan, dünyâda ve âhıretde her iyiliği, üstünlüğü ve
rızâsını
isterler!) kelâmı ile Cennet ile müjdelenen (Âşere-i Mübeşşere)nin geri
kalanı kasd edilmekdedir. (Onların hâlleri, şerefleri, Tevrâtda ve
İncîlde
bildirilmişdir. İncîlde bildirildiği gibi, onlar ekine benzer.) kelâmı
ile Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kasd edilmekdedir.
(İnce
bir filiz çıkarır) kelâmı ile Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh', (Onu
kuvvetlendirir) kelâmı ile Ömer bin Hattâb 'radıyallahü anh', (Onu
kalınlaşdırır)
kelâmı ile, ya'nî yumuşak iken islâm dîni için sert olur kelâmı ile
Osmân
bin Affân 'radıyallahü anh', (Onu ayakda durdurur) kelâmı ile, islâmı
kılınç
ile müstekîm etdiği için Alî bin Ebû Tâlib 'radıyallahü anh', (Herkes
hayrete
düşer) kelâmı ile diğer mü'minler kasd edilmekdedir. (Kâfirler
kızarlar)
kelâmı ile, sık, kalın, kuvvetli ve güzel ekin gibi ve kuvvetli olan
mü'minlerin
kâfirleri kîne boğacağı bildirilmekdedir. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
îmân ile müşerref olunca; 'Bugünden sonra artık gizli ibâdet etmeyiz'
buyurmuş
idi.
İkinci Menâkıb: (Hulefâ-i râşidînin) yüce şânları için nâzil olan
âyet-i
kerîmeler beyânındadır. Ma'lûm olsun ki, yerlerin ve göklerin yaratanı
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem aleyhisselâmdan beri,
Enbiyâ-i
ızâm 'alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm' hazretlerine indirdiği
yüzdört kitâbın baş tarafında; Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn olan; günâhdan çok sakınan Sıddîk ve
çok anlayışlı Fârûk ve çok cömert Zinnûreyn ve çok vefâlı Alî
'radıyallahü
teâlâ anhüm' hazretlerinin fazîletlerini beyân etmişdir. Bu tertîbin
keşf
ve beyânını ve şerh ve îzâhını, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin
tevfîk ve yardımı ile açıklıyalım.
Allahü
rabbül'âlemîn celle celâlühü ve azze şânühü ve amme nevâlühü
hazretleri on suhuf Âdem alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm
hazretlerine
gönderdi. İlk suhufun başlangıcı Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' ve Çihâr yâr-i güzînin fadlı beyânında idi. Ondan sonra elli
suhuf da Şit 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine
gönderdi.
Açık olarak ilk sahîfelerinde, Muhammed 'aleyhissalâtü vesselâm'
hazretlerinin
ve Çihâr yâr-i güzînin şeref ve fadlının beyânı vardı. Ondan sonra otuz
suhuf da İdris 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine
gönderdi.
Bunun da başlangıcı yine Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzînin ve Eshâb-ı kirâmın fadlı
beyânındadır.
Ondan sonra on suhuf da İbrâhîm Halîl 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm'
hazretlerine gönderdi. Bunun da başlangıcında aynı şeklde, onların
fazîletleri
açıklandı. Mûsâ 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine
Tevrâtı gönderdi. O büyük kitâb içinde, birçok yerde Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini ve yârânlarını anlatdı.
Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, meâl-i şerîfi (Biz nidâ
etdiğimizde,
Tûr cânibinde sen olmadın) olan, Kasâs sûresinin 46.cı âyet-i
kerîmesinin
tefsîrinde buyurur ki, Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma geldi. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerinden selâm getirdi. Dedi ki, Hak celle ve
şânühü
buyurur ki: Ben Hudâyım. Cümle eşyâya kâdirim. Mûsâ bin İmrâna Tûr-i
Sînâda
vâsıtasız otuzbin kelime söyledim. Mûsâya işitdirdiğim otuzbin
kelimenin
yetmiş kelimesi Mûsâ hakkında ve ümmeti hakkında idi. Yirmidokuzbin
dokuzyüzotuz
kelimesi, yâ Muhammed, senin hakkında ve yârânın hakkında, Ebû Bekr-i
Sıddîk
ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Alî Mürtedâ ve gayri eshâbın
ve
ümmetinin hakkında idi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin kelâmı
kadîmdir.
Ve azîmdir. Ve mecîddir. Ve kerîmdir, ezelî ve ebedîdir. Ve evveli ve
âhıri
yokdur. Başlaması ve bitmesi yokdur. Lâkin, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin
kelâmında bildirilen rakam, Mûsâ aleyhisselâmın duymasına [işitmesine]
nisbetledir. Zebûru Dâvüd 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm'
hazretlerine
gönderdi. Orada da, Muhammed Mustafâ 'sallallahü aleyhi ve sellem' ve
Çihâr
yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ anhüm' üstünlüklerini bildirdi. İncîli
Îsâ 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerine gönderdi.
Hazret-i
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ve Çihâr yâr-i
güzînin
üstünlüklerini orada da bildirdi. Fürkân-ı azîm-üş-şânı gönderdi.
Kur'ân-ı
azîm-üş-şânda gelen [Alak sûresinin] beş âyetini, Allahü Sübhânehü ve
teâlâ
hazretleri Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin şânı hakkında
göndermişdir.
1' Meâl-i şerîfi (Herşeyi yaratan Rabbinin ismi ile oku!) olan [Alak
sûresindeki] âyet-i kerîme, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin baht-ı hümâyûn ve şân-ı şerîfleri hakkındadır. Meâl-i
şerîfi,
(İnsanı alakdan yaratdı) [uyuşmuş kandan yaratdı] olan âyet-i kerîme
Ebû
Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Meâl-i
şerîfi (Oku, Rabbin ekremdir) olan âyet-i kerîme; Ömer-ül Fârûkun
'radıyallahü
teâlâ anh' şân-ı şerîfleri hakkındadır. Meâl-i şerîfi (O kimse ki kalem
ile ta'lîm etdi) olan âyet-i kerîme, Osmân bin Affânın 'radıyallahü
teâlâ
anh' şân-ı şerîfleri hakkındadır. Meâl-i şerîfi (İnsana bilmediğini
bildirdi)
olan âyet-i kerîme, hazret-i Alî bin Ebî Tâlibin 'kerremallahü vecheh'
şân-ı şerîfleri hakkındadır.
Âlimlerin ekserîsi, bunun üzerindedir ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri üzerine nâzil olan bu sûrenin o beş âyet-i
kerîmesinden, Onun fadlı ve şerefi anlaşılmalıdır.
Abdüllah bin Amr bin âs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' buyurdu ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine dedim;
(Sizden işitdiğim
hadîs-i şerîfleri yazayım mı?). Buyurdular ki, (Yaz ki, Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretleri böyle buyurur: (Kalem ile ta'lîm etdi. İnsana
bilmediğini
öğretdi.)) Katâde 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Kalem, Allahü
teâlâ
ve tekaddes hazretlerinden büyük bir ni'metdir ki, eğer kalem
olmayaydı,
din yeryüzünde bâkî kalmazdı. Kimse kendi maslahatını hıfz edemezdi
[saklıyamazdı].
2' Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerini ve Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü anhüm'
hazretlerini, Sûre-i Fâtihada yâd etmişdir ve buyurmuşdur.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillahi rabbil'âlemîn. Bu âyet-i kerîme Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin şân-ı şerîfleri ve tâlı'-ı [çiçek tozu]
mubârekleri hakkındadır. Delîl odur ki, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri,
meâl-i şerîfi (Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik) olan âyet-i
kerîmede buyurmuşdur. (Errahmânirrahîm.) Bu âyet-i kerîme Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin şân-ı şerîfleri
hakkındadır. Hücceti,
delîli, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', (Ümmetimin en
çok
merhametlisi Ebû Bekrdir) buyurmuşdur. Fâtihâ sûresinin üçüncü âyet-i
kerîmesi,
Ömer-ül Fârûkun 'radıyallahü teâlâ anh' şân ve şerefi hakkındadır.
Delîli
o hadîs-i şerîfdir ki, hazret-i Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' buyurdu: (Allahın dîninde en kuvvetliniz, Ömer-ibnül
Hattâbdır.)
Fâtihâ sûresinin dördüncü âyet-i kerîmesi, Osmân bin Affânın
'radıyallahü
teâlâ anh' şân-ı şerîfleri hakkındadır. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurmuşdur: (Hayâda en sâdık olanınız, Osmân bin
Affândır.) Fâtihâ sûresinin beşinci âyet-i kerîmesi, Alî bin Ebî Tâlib
'kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin şân-ı
şerîfleri
hakkındadır. Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri;
(Ümmetimin en çok ikrâm edeni ve âlimi, Alî bin Ebî Tâlibdir)
buyurmuşdur.
Sûre-i Fâtihânın geri kalan âyet-i kerîmesi, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin
gadab etdiği ve dalâletde kalan kimseler, yehûdîler, hıristiyânlar,
râfizî
ve hâricîler hakkındadır. Bunlar, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerinin ve Çihâr yâr-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în' hazretlerinin düşmanlarıdır.
3' Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri Sûre-i Fâtihâdan sonra, Kur'ân-ı
azîm-üş-şânda yemîn ederek buyurur ki: (Elif.lâm.mim). (Elif); Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin ilâhlığı ve vahdâniyyeti hakkı için, (Lâm);
Cebrâîl
aleyhisselâmın elçiliği ve imâmeti hürmeti için, (Mim), Muhammed
aleyhisselâmın
nübüvveti ve risâleti hürmeti için denilmekdedir. (Elif), Allah
lafzının
elifidir. (Lâm), Lâ ilâhe illallah lafzının (lam)ı, (mim), Muhammed
aleyhisselâmın
ismindeki (mim)dir.
Beyt:
Seher vakti dostun cemâli görününce,
Benim cânım senin aşkından taht kurdu.
Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinden
on kişinin rivâyetiyle hadîs-i şerîfde bildirmişdir. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki; (Ümm-i Hânî
'radıyallahü
teâlâ anhâ' se'âdethânesinden, beni mi'râca iletdikleri o gece, (Kabe
kavseyn)
makâmına giderken, Arşın önünde, arkasında, sağında ve solunda
üçyüzbiner
perdesinden her birinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ebû
Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ)
'radıyallahü
teâlâ anhüm' yazılı idi. Bu sûre-i azîmenin başlangıcında, Allahü
tebâreke
ve teâlâ buyurdu ki, (elif, lâm, mim) ve bu kasem neden ötürüdür? (Bu
ulu
kitâbdır ki, size bunun ile va'de vermişdik ve bu Kur'ândır ki, yirmiüç
senede teenni ile size göndermişim ve bu kitâbdır ki,
yüzyirmiüçbindokuzyüzdoksandokuz
Nebî [Mevcûd Nebîlerin bir noksanı] 'alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü
vesselâm'
Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden bu kitâbı
istemişler
ve Kur'ân-ı kadîm arzûsu ile dirilmişlerdir. Bunun arzûsu ile intikâl
buyurmuşlar
[göç etmişler]dir. Bunu ne görmüşler ve ne işitmişlerdir. Bu büyük bir
ni'metdir.
Ey müslimânlar, yüzondört sûre olan bu Kur'ân-ı kerîmin kıymetini
bilemez,
hak ve hurmetini gözetemezsiniz. [Bunun için çalışmalıdır.] Ondan sonra
Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri (Onda şübhe yokdur.) buyurur. Ey
benim
kullarım! (Elif); benim hakkım için, zât ve sıfatım hakkı için. (Lâm),
Cebrâîl-i emînim hurmeti için. (Mim), Resûlüm ve seçilmişim Muhammed
hurmeti
için ki, bu kitâb Kur'ândır. Kur'ân-ı azîme doğrulukda şübhe yokdur. Bu
Kur'ân benim kelâmımdır. Benim kelâmımın doğruluğunda şek ve şübhe
yokdur.
Kadîmdir, ciddîdir [oyun değildir], sonradan meydâna gelme ve mahlûk
değildir.
Her ne kadar çok okunursa, dostların dili üzerinde, o kadar hafîf
gelir.
Kimse onu okumakdan usanmaz, bıkmaz. Onu ne kadar işitirler ise,
dostların
kalbinde ferâhlılık olur. Onu işitmekle kimseye bıkkınlık gelmez.
(Müttekîler
için hidâyetdir), beyândır ve delîldir. Mü'min ve zühd sâhiblerine ve
müttekîlere
bu kitâb doğru yoldur. Bu Kur'ân âşıkların gönlüne şifâdır. Fakîrlerin
rûhuna gıdâdır.
Beyt:
Bize tâate ve zühde yapışmayı anlatma,
Bize kerâmet makâmlarından bahs etme.
Çünki, biz ve o dört seçilmiş zât can gibiyiz,
Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî.
Ey müslimân! Bu Kur'ân-ı azîm-üş-şân devleti ve bu îmân ni'meti, bütün
müslimânlar ve cümle mü'minler hakkında umûmîdir. Lâkin, Çihâr yâr-i
güzîn
ve hulefâ-i râşidîn, mürşid-i emîr-ül mü'minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve
emîr-ül
mü'minîn Ömer-ül Fârûk ve emîr-ül mü'minîn Osmân-ı zinnûreyn ve emîr-ül
mü'minîn Aliyyül Mürtedâ 'rıdvânullahi aleyhim ecma'în' hazretlerinin
haklarında
husûsîdir. Bunun delîlini Kur'ân-ı azîm-üş-şândan getireyim. (Gayba
îmân
eden kimseler) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü'minler için umûmî,
Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında husûsîdir. (Nemâzlarını
kılarlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü'minler için umûmî,
hazret-i
Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında husûsîdir. (Onlara
verdiğimiz
rızklardan dağıtırlar) meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü'minler
hakkında
umûmîdir. Hazret-i Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında
husûsîdir.
(Sana indirilen kitâba ve senden önce indirilenlere inananlar..)
meâlindeki
[Bekara sûresinin 4.cü] âyet-i kerîme, bütün mü'minler için umûmîdir.
Hazret-i
Alî ibni Ebî Tâlib 'kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh'
hakkında
husûsîdir.
4' Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin sehâveti
[cömertliği], Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin muhabbetinde
olduğu
için, kabûl edip, âgâh olmak için; meâl-i şerîfi; (... Fekat, iyilik şu
kimselerin iyiliğidir ki, Allahü teâlâya, Âhıret gününe, Meleklere,
Kitâba,
Peygamberlere inanır, sevdiği malını yakınlarına, yetîmlere, fakîrlere
yolculara verir ve rikâbda sarf eder) olan Bekara sûresinin 177.ci
âyet-i
kerîmesinde buyurulmuşdur. Bu âyet-i kerîmede bildirilen güzel
vasflar,Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinde mevcûd idi.
Abdüllah bin Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: Eğer ister
isen sen de o dereceye nâil olmak, çok sevdiğin o malını, sıhhatin
kemâlde
iken, buhl etmeyip [cimrilik yapmayıp], hâlisâne olarak; Allahü teâlâ
için
sadaka ver. Fakîr olmakdan korkma. Şükr edip, fekat öğünme. Hazret-i
Sıddîk-ı
ekber 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri bütün malını, mülkünü dîn-i
islâm
uğruna sarf edip, bir palas ile kalmış idi. Bu husûs birçok
menkıbelerinde
beyân olundu. Niçin mal koyarsın. Cânın hulkûma [rûhun gargaraya]
geldiği
ânda falana bu kadar verin; demenin kıymeti yokdur. Yukarıdaki âyet-i
kerîme
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hakkındadır.
(Nemâzı kılar) meâli şerîfindeki âyet-i kerîme bütün nemâz kılan
mü'minler
için umûmîdir. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında
husûsîdir.
(Zekâtını verir) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme, zekât veren bütün
mü'minler
için umûmîdir. Hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hakkında
husûsîdir.
(Verdikleri sözde dururlar) meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme; ahdinde
vefâ
gösteren bütün mü'minler için umûmîdir. Hazret-i Alî 'kerremallahü
vecheh'
hakkında husûsîdir.
5' Allahü teâlâ hazretleri, [Âl-i İmrân sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde
meâlen] (Sabr edenler) buyurdu. Ya'nî Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' ki, tâat etmek üzerine ve müşriklerin cefâsı ve
yaramazlıklarına
sabr etdi. (Sâdık olurlar) buyurulması, ya'nî o kimseler ki, sırda
[gizlide]
ve âlâniyyede [açıkda] doğru olurlar, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
teâlâ
anh' içindir. Meâl-i şerîfi (Devâmlı itâ'at edenler) olan âyet-i
kerîmede
bahs edilenler, devâm üzere Allahü teâlâ hazretlerine mutî' olan
kimselerdir.
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' içindir. Meâl-i şerîfi (İnfâk
edenler)
olan âyet-i kerîmede anlatılan kimseler, Allahü teâlâ yolunda infâk
ederler,
ya'nî malını dağıtırlar, buyurulması, malını Allah yolunda dağıtan
Osmân
bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' içindir. Meâl-i şerîfi (Seher
vaktlerinde
istigfâr edenler) olan âyet-i kerîmede bahs edilen kimseler, seher
vaktinde
istigfâr ederler. Aliyyül Mürtedâ 'kerremallahü vecheh ve radıyallahü
teâlâ
anh' içindir.
6' Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Âl-i İmrân sûresi 134.cü
âyet-i
kerîmesinde meâlen] (O kimseler ki infâk ederler, sürûr ve sıkıntılı
hâllerinde.)
buyurdu. Her zemân, mubârek eli sehâvetden [cömertlikden] ve fakîrlere
yardımdan geri kalmayan, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' içindir.
(Gadablarını
içine atanlar) meâlindeki âyet-i kerîmede kasd edilen o kimseler, aslâ
kendi nefsi için gadablanmıyan, kızacağı zemân kendini tutanlardır.
Ömer
ibnül Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' ki, kendisi için gadaba gelmezdi.
Geldiği takdîrde gadabını tutardı. Bu âyet-i kerîme hazret-i Ömer
içindir.
(İnsanları afv ederler) meâlindeki âyet-i kerîmede buyurulan o
kimselerdir
ki, intikâma kâdir oldukları hâlde insanları afv ederler. Ya'nî
hazret-i
Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' ki, dâimâ suçluları hatâ ve
sehv
etseler de afv eder, onlara ikrâmda bulunurdu. Bu âyet-i kerîme
hazret-i
Osmân içindir. (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, ihsân edicileri
sever)
meâlindeki âyet-i kerîme, Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
içindir.
7' Hazret-i Resûl-ü Hudâ Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' ve Çihâr yâr-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în',
şu
âyet-i kerîmeleri düâlarında okurlardı. Hazret-i Resûl-i ekrem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem', meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Mahlûkâtı boş yere,
bâtıl yaratmadın. Seni tenzîh ederim. Bizi Cehennem azâbından koru.)
olan
Âl-i İmrân sûresi 191.ci âyet-i kerîmesini okurdu.
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh', meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî!
Cehenneme atdığın kimseyi çok zelîl edersin. Kâfirlerin [zulm
edenlerin]
yardımcıları yokdur.) olan Âl-i İmrân sûresi 192.ci âyet-i kerîmesini
okurdu.
Hazret-i Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh', meâl-i şerîfi, (Yâ
Rabbî!
İnsanları îmâna çağıran bir münâdî işitdik, îmân etdik.) olan, Âl-i
İmrân
sûresi 193.cü âyet-i kerîmesini okurdu. Hazret-i Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anh', meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Günâhlarımızı mağfiret et. Rûhlarımızı,
sâlihlerin rûhları ile berâber et.) olan, Âl-i İmrân sûresi 193.cü
âyet-i
kerîmesinin devâmını okurdu. Hazret-i Aliyyül Mürtedâ 'kerremallahü
teâlâ
vecheh', meâl-i şerîfi, (Yâ Rabbî! Resûllerin lisânı üzere bize va'd
etdiğin
sevâbı ver. Kıyâmet günü bizi rüsvay eyleme. Elbette sen va'dinden
dönmezsin.)
olan, Âl-i İmrân sûresi 194.cü âyet-i kerîmesini okurdu.
8' Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Çihâr yâr-i güzîn 'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri hakkında; Âl-i İmrân sûresi 200.cü
âyet-i
kerîmesinde meâlen: (Ey îmân edenler! Sabr ediniz!) buyurdu. Ya'nî,
îmân
getirmiş o kimselersiniz ki, hazret-i Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ
anh'
dostluğunda sabr ediniz, demekdir. (Sabr edici olunuz!) Ya'nî hazret-i
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' dostluğunda, kâfirler ile gazâda sabrlı
olunuz, demekdir. (Rabt edici olunuz!) Ya'nî hazret-i Osmânın
'radıyallahü
teâlâ anh' dostluğunda sebât ediniz, demekdir. (Allahü teâlâdan korkup,
sakınınız. Ümîd edilir ki, felâh bulursunuz!) Ya'nî, hazret-i Aliyyül
Mürtedânın 'radıyallahü teâlâ anh' dostluğunda, Allahü teâlâdan
korkunuz ki, felâh
bulasınız, demekdir.
9' Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri ve Çihâr yâr-i güzînin vasfları hakkında
mutî'
olan mü'minlere müjde verip, buyuruyor ki: (Her kim ki mutî' olur,
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine ve Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretlerine. O mutî' olanlar ol kimselerdir ki, Allahü teâlâ
hazretleri
onları ni'metlendirmişdir!) [Nisâ sûresi 69.cu âyet-i kerîmesi.]
(Nebîlerden),
hazret-i Resûl-i ekrem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem',
(Sıddîklardan),
mübâlega ile sâdık olanlardan, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretleri, (Şehîdlerden), Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
(Sâlihlerden), Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, (Onlar ne
güzel
refîkdir) buyurulması, Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
Meâl-i şerîfi (Bu fadl Allahdandır) olan Nisâ sûresi 70.ci âyet-i
kerîmesi
ile Ehl-i sünnetin kalbindeki Habîbullahın ve Çihâr yâr-i güzînin ve
eshâbının
sevgisi, Allahü teâlâdan olduğunu bildirmekdedir.
10' Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi 55.ci âyetinde
meâlen], (Sizin velîniz ancak Allahü teâlâ ve Resûlüdür...) buyuruyor.
Ya'nî, mü'minlerin velîsi, Allahü teâlâdan sonra Muhammed 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleridir. (Îmân eden kimselerdir); buyurulmakla,
Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri kasd edilmekdedir.
(Nemâzlarını kılarlar); buyurulmakla, Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri kasd edilmekdedir. (Zekâtlarını verirler) buyurulmakla,
Osmân bin Affân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri kasd edilmekdedir.
(Rükû'da
sadaka verirler) buyurulmakla, Alî 'radıyallahü anh' kasd edilmekdedir.
Müfessirler buyurmuşlardır ki, bir dilenci mescide gelip, birşey
istedi.
O sırada hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' o mescidde nemâzda olup,
rükû'a varmış idi. Rükû' içinde yüzüğünü işâretle çıkarıp, o dilenciye
verdi. [Mâide sûresi 56..cı âyetinde meâlen] (Kim Allahü teâlâyı,
Resûlünü
ve mü'minleri dost edinirse, bilsin ki, şübhesiz Allahü teâlâdan yana
olanlar
üstün gelirler.) buyuruldu. Allahü teâlânın Resûlünü 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' ve mü'minleri velî edinenler, Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinin düşmanları üzerine gâlib gelirler.
11' Allahü teâlâ [Enfâl sûresi 2.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Hâlis
mü'minler o kimselerdir ki, Allahü teâlânın ismi zikr olununca,
kalblerinde
korku hâsıl olur.) buyurdu. Bu, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ
anh'
içindir. (Onlara Allahü teâlânın âyetleri zikr olunduğu zemân îmânları
ziyâde olur) buyurulması, hazret-i Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ
anh'
içindir. (Onlar Rablerine tevekkül ederler) [Enfâl sûresi 2.ci âyetinin
devâmı]; buyurulması, hazret-i Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' içindir.
[Enfâl
sûresi 3.cü âyetinde meâlen], (Nemâzlarını kılanlar ve verdiğimiz
rızklardan
dağıtanlar..) buyurulması, Alî ibni Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh'
içindir.
[Enfâl sûresi 4.cü âyetinde meâlen], (Onlar hakîkî mü'minlerdir)
buyurulmuşdur.
O büyüklerin ve onları sevenlerin hakîkî mü'min oldukları
bildirilmekdedir.
12' [Tevbe sûresi 71.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Mü'min erkekler
ve mü'min kadınlar, onlar ba'zıları ba'zılarının velîleridir. Ma'rûf
ile
emr ederler. Ya'nî nusret ile ve himmet ile ve hayrât ile. Ve münkerden
nehy ederler.) buyurulması, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü
anh'
içindir. (Nemâzlarını kılarlar) buyurulması, Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü
teâlâ anh' içindir. (Zekâtlarını verirler) buyurulması, Osmân
'radıyallahü
anh' içindir. (Allaha ve Resûlüne itâ'at ederler) buyurulması, Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' içindir. Âyet-i kerîmenin devâmında meâlen, (Onlara Allahü
teâlâ
yakında rahmet edecekdir) buyurulmuşdur.
13' [Tevbe sûresi 112.ci âyet-i kerîmesinde; Allahü teâlâ meâlen
buyuruyor]:
(Allahü teâlâya tevbe edenler) [şirkden ve nifâkdan] ile Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh', (İbâdet edenler) ile Ömer-ül Fârûk
'radıyallahü
teâlâ anh', (hamd edenler) ile Osmân 'radıyallahü teâlâ anh', (Oruc
tutup,
hac edenler) ile Alî 'radıyallahü teâlâ anh', (rükû' ediciler) ile
hazret-i
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh', (Secde ediciler) ile Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh', (Sünnet ile ma'rûfu emr ediciler ve bid'atden nehy
ediciler)
ile Osmân 'radıyallahü teâlâ anh', (Allahın hadlerini muhâfaza
ediciler)
ile Alî 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin
devâmında
(Yâ Muhammed! Mü'minleri Cennet ile müjdele.) buyurularak; bu dört yâri
sevmeği emr buyurmuşdur.
14' [Allahü teâlâ Ra'd sûresi 19.cu âyet-i kerîmesinde meâlen
buyuruyor]:
(Ancak akl sâhibleri ibret alırlar.) Burada hazret-i Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' kasd ediliyor. [Aynı sûrenin 20.ci âyet-i kerîmesinde meâlen
buyuruluyor]: (O kimseler Allahü teâlânın ahdinde vefâ ederler,
ahdlerini
bozmazlar.) Burada Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
[Aynı sûrenin 21.ci âyetinde meâlen buyuruluyor]: (Allahü teâlânın sıla
etmesini emr etdiği kimselere sıla-i rahm ederler. Rablerinden
korkarlar.
Hesâbın zorluğundan korkarlar.) Burada Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
kasd
edilmekdedir. [Aynı sûrenin 22.ci âyet-i kerîmesinde meâlen
buyuruluyor]:
(Onlar Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için sabr ederler [emrleri
yapmak
ve yasaklardan kaçmak sûreti ile, birbirlerinin rızâsını taleb etmekden
ötürü]. Nemâzlarını kılarlar. Ve bizim onlara verdiğimiz rızkdan gizli
ve âşikâre olarak infâk ederler. Kötülüğe iyilik ile karşılıkda
bulunurlar.
Cennet serâyı onlar içindir.) Burada Alî 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
[Aynı sûrenin 23-24.cü âyetlerinde meâlen buyuruluyor]: (Adn Cennetine
dâhil olurlar şu kimseler ki, onların babaları, hanımları ve çocukları
sâlih amel işlemiş olurlar. [Bu mü'minler Adn Cennetine dâhil olurlar.]
Melekler onların yanına gelirler. Her kapıdan girdiklerinde selâm
verirler.
Dünyâda yapdığınız sabr sebebi ile, ne güzel serâya kavuşdunuz derler.)
Ya'nî Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin
dostlarınındır,
demekdir.
Mukâtil, kendi tefsîrinde nakl etmişdir ki, dünyâ günlerinden bir gün
bir gece mikdârı zemânda melekler üç kerre onların yanlarına gelip
selâm
verirler ve hediyye getirirler. Derler ki, hoş olsun size ey Çihâr
yâr-i
güzîn muhibleri [sevenleri]. Bütün bu ni'metleri ve kerâmetleri onların
dostluğu sebebi ile buldunuz.
15' Mü'minûn sûresi birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Mü'minler,
muhakkak felâh buldular.) buyuruldu. İkinci âyet-i kerîmesinde, meâlen,
(Onlar, nemâzlarında huşû üzere olan kimselerdir) buyuruldu. Burada Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü anh' kasd edilmekdedir. Üçüncü âyet-i
kerîmesinde
meâlen, (Öyle mü'minler ki, lehv ve la'bdan kaçarlar) buyuruldu. Burada
Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir. Dördüncü
âyet-i
kerîmede meâlen, (Zekâtlarını veren mü'minler) buyurulmakdadır. Burada
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir. Beşinci âyet-i
kerîmede
meâlen, (Öyle mü'minler ki, kendi ferclerini harâmdan hıfz edici
olurlar)
buyuruldu. Burada Aliyyül mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
16' Furkân sûresi 63.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ
hazretlerinin
kulları, şu kimselerdir ki, yeryüzünde, sükûnet ve vakâr ve tevâzu',
ilm
ve hikmet ile yürürler.) buyuruldu. Burada Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh' kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin devâmında, (Câhiller onlara
kehânet
olunan bir şey ile hitâb etdikleri zemân, günâh olmıyan şeylerle veyâ
susarak
karşılık verirler!) buyurulmakdadır. Burada Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü
teâlâ anh' kasd edilmekdedir. Furkân sûresi 64.cü âyet-i kerîmesinde
meâlen,
(Onlar gecelerini, Rableri için evlerinde, secde edip, ayakda durarak
geçirirler.)
buyurulmakdadır. Burada Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir.
65.ci âyetinde meâlen: (Onlar, Yâ Rabbî! Bizden Cehennem azâbını çevir,
uzaklaşdır, derler) buyurulmakdadır. Burada Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
kasd edilmekdedir.
17' Şûrâ sûresi 36.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (... Allahü teâlânın
katında hayrlı ve bâkî olanlar; îmân edenler ve Rablerine tevekkül ve
i'timâd
edenler içindir...) buyurulmakdadır. Burada Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh' kasd edilmekdedir. 37.ci âyet-i kerîmede meâlen, (O kimseler için
ki, büyük günâhlardan ve çirkin şeylerden kaçınırlar. Gadaba
geldiklerinde
afv ederler) buyurulmakdadır. Burada Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir. Otuzsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Rablerine
icâbet
edenler, nemâz kılanlar, işleri için aralarında meşveret edenler ve
verdiğimiz
rızklardan dağıtanlar içindir) buyurulmakdadır. Burada Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' kasd edilmekdedir. Müfessirlerden ba'zısı der ki, bu âyet-i
kerîme Ebû Bekr-i Sıddîkın 'radıyallahü teâlâ anh' şân-ı şerîfi için
nâzil
olmuşdur. Çünki eline ne geçerse dağıtırdı. Kötülediler ve azarladılar.
Cevâb vermedi. O vakt nâzil oldu. 39.cu âyet-i kerîmesinde, (Onlara
zulm
isâbet etse, onlar adl ile karşılıkda bulunurlar) buyurulmakdadır.
Burada
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir.
18' Zâriyât sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Onlar geceleri
az uyurlar ve çok ibâdet ederlerdi) buyuruldu. Burada Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' kasd edilmekdedir. 18.ci âyet-i kerîmesinde meâlen (Seher
vaktlerinde
istigfâr ederlerdi) buyuruldu. Burada Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' kasd
edilmekdedir. 19.cu âyet-i kerîmede meâlen (Onların mallarında birşey
istiyenin
ve [bir şey istemeyip de] mahrûm kalanların da hakkı vardı) buyuruldu.
Burada Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir. 20.ci âyet-i
kerîmesinde
meâlen, (Yakîn sâhibi kimselere yeryüzünde alâmetler vardır) buyuruldu.
Burada Alî 'radıyallahü teâlâ anh' kasd edilmekdedir.
19' Beled sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunları yapan
kimselerin
[köleleri âzâd eden ve fakîrleri doyuran] îmânlı olması lâzımdır)
buyurulmakdadır
ki, Ebû Bekr 'radıyallahü anh' kasd edilmekdedir. Âyet-i kerîmenin
devâmında,
(Sabrı tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Ömer 'radıyallahü anh' kasd
edilmekdedir. Ve (Merhameti tavsiye ederler) buyurulmakdadır ki, Osmân
'radıyallahü anh' kasd edilmekdedir. 18.ci âyet-i kerîmede meâlen,
(Onlar
meymene eshâbıdır) [sağ taraf veyâ bereket eshâbı] buyurulmakdadır ki,
Alî 'radıyallahü anh' kasd edilmekdedir.
20' Tîn sûresinde, Allahü teâlâ meâlen (İncire yemîn ederim) buyuruyor.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anh' kasemdir ki,
hazret-i
Sıddîk-ı Ekber incire benzer idi ki, zâhiri ve bâtını güzel ahlâk ile
dolu
idi. [İncir güzel meyvedir, hazmı kolaydır.] (Zeytine yemîn ederim)
buyuruyor.
Ömer-ül Fâruk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine kasemdir ki,
hazret-i
Ömer zeytine benzer idi ki, onun içi, dış görünüşünden dahâ iyi idi.
(Tûr-i
sînine yemîn ederim) buyuruyor. Osmân-ı Zinnûreyn 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretlerine kasemdir ki, Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' Tûr-i sînâyı
andırır.
Zâhiri meyveler ile bezenmiş, bâtını çeşmeler ile donanmış idi. (Ve bu
Beledil-emîne yemîn ederim) buyuruyor ki, Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine kasemdir ki, Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
Beledil-emîne
ya'nî Mekke-i Mükerremeye benzerdi. Her kim Mekke şehrinde olursa,
azâbdan
emîn olur. Her kim Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini severse
[ya'nî
onun gibi inanır, ibâdet ederse], azâbdan emîn olur.
21' Tîn sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ancak îmân edenler)
buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' içindir. (Sâlih
amel işliyenler) buyuruluyor. Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh'
içindir.
(Onlar için kesilmez ecr vardır) buyurulması, hazret-i Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' içindir. 7.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Ey Resûlüm! Seni ne
tekzîb
eder ve Ey insan! Senin kıyâmet gününü inkâr etmen, bildirdiğimiz
delîllerden
sonra ne sebebledir) buyuruldu ki, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' içindir.
22' Asr sûresinin üçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ancak îmân eden
kimseler) buyuruluyor. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh'
hakkındadır.
(Sâlih amel işleyenler) buyuruluyor. Hazret-i Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh'
hakkındadır. (Birbirlerine hakkı tavsiye ederler) buyuruluyor ki,
hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hakkındadır. (Birbirlerine sabrı tavsiye
ederler) buyuruluyor ki, hazret-i Alînin 'radıyallahü teâlâ anh'
şânındandır.
23' Âyet-i kerîmede işâret olundu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine va'd
buyurdu ki, yâ Muhammed!
Cennetde dört nev' ırmak vardır. Su ve süt, şerâb ve bal. Her birisi
ayrı
bir lezzetdedir. Dünyâda da senin eshâbından dört dost tutarım. Ebû
Bekr,
Ömer ve Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ anhüm'. Onların herbirinin ayrı
bir özelliği vardır. [Cennetdeki o dört ırmağa benzerler.] Muhammed
sûresi
15.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Müttekîlere va'd edilen Cennetde,
kokusu
ve tadı bozulmamış sudan nehrler vardır!) buyuruyor. Bu su kokmaz. Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' su gibidir. Her şey su ile hayât
bulmuşdur.
İslâm dîni de Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' ile hayât bulmuşdur.
Nitekim
Allahü teâlâ hazretleri Enbiyâ sûresinin 30.cu âyetinde meâlen (Biz her
şeyi su ile diri kıldık) buyurmuşdur. Muhammed sûresinin 15.ci âyet-i
kerîmesinde
devâmla; meâlen, (Tadı bozulmamış sütden nehrler vardır) buyuruluyor.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' süt gibidir. Herkes süt ile kuvvet bulduğu
gibi,
İslâm dîni de Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' ile kuvvet bulur. Aynı
sûrenin
devâmında meâlen, (İçenlere lezzet veren şerâbdan nehrler vardır)
buyuruluyor.
[Bu şerâb, dünyâ şerâbı gibi değildir.] Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
Cennet
şerâbı gibidir. Nice gençlerin gönüllerinin neş'esi ve sürûru şerâb ile
olduğu gibi, gâzîlerin kalblerinin de kuvveti ve sürûru Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinin fî sebîlillah infâkı ile olur. [Allahü
teâlânın
rızâsı için verdiği şeyler ile olur.] Âyet-i kerîmenin devâmında,
meâlen
(Saf baldan nehrler vardır) buyuruluyor. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
bal
gibidir. Nice hasta kimselerin şifâsı bal iledir. Mü'minlerin
gönüllerinin
şifâsı, Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin kâfirler ile karşı
karşıya
gelmesi ve muhârebe etmesi iledir.
Nükte: Cennetin hayât suyunu içmek istersen, hazret-i Sıddîk-ı ekberi
'radıyallahü teâlâ anh' sev ki, Cennet suyuna benzer. Cennet südünü
içmek
istersen, hazret-i Ömeri sev ki, Cennet südüne benzer. Cennet şerâbını
içmek istersen, Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'ı sev ki, Cennet şerâbına
benzer. Cennet balını bulmak istersen, hazret-i Alîyi sev ki, Cennet
balının
benzeridir 'radıyallahü teâlâ anhüm'.
(İşâret): Nehr, ırmağa derler. Ayn, çeşmeye derler. Cennetde çeşmeler
de vardır. Selsebîl gibi ve zencebîl gibi. Ve rahîk ve kâfûr gibi.
İnsan
sûresinin 5.ci âyetinde meâlen, (Ebrâr, âhıretde, içinde şerâb olan
(ke's)den
[çanakdan] içeceklerdir. Mizâcı kâfûrdur) buyuruldu. 6.cı âyetinde
meâlen,
(Bu kâfûr bir çeşmedir. Allahü teâlânın seçilmiş kulları, çanaklarla
şerâbı
kâfûr suyu ile karışık içerler. O çeşmeyi istedikleri tarafa akıtırlar)
buyurulmuşdur. Yine İnsan sûresi 17.ci âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Cennetde
onlara zencebîl ile karışık şerâbdan çanaklar ile verilir) buyuruldu.
18.ci
âyet-i kerîmesinde meâlen, (Cennetde selsebîl isminde bir çeşme dahâ
vardır)
buyuruldu. Mutaffifîn sûresi 25.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlara
hatm
okunmuş Rehîkden içirilir) buyuruluyor. Çihâr yâr-i güzîn hazretlerinin
ismlerinin baş harfları (Ayn) kelimesinin baş harfi ile aynıdır. Atîk,
Ömer ve Osmân, Alî 'radıyallahü teâlâ anhüm' buna delîldir. [Bu
kelimelerin
baş harfleri Ayndır.] Cennetde o dört çeşmeyi bu dört yâr tutarlar. Her
kim onları severse, o dört çeşme onun için olur. Bu dört muhteşemi
sevmeyen
ve buğz eden, iki cihânda mahrûm ve biçâre kimsedir. [Onun için, Ehl-i
sünnet i'tikâdında olmak, farzları yapıp, harâmlardan kaçmak, o
büyükleri
sevmek lâzımdır.]
Bu dört ırmağın ve bu dört çeşmenin bedeli, Cehennemde dört nesnedir.
Gıslîn ve Sadîd ve Hamîm ve Mehl. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
El-hakka
sûresinin 36.cı âyetinde, meâlen, (Cehennemdekilerin yiyeceği
Gıslîndir)
buyuruyor. [Gıslîn: Yaradan çıkan irin.] İbrâhîm sûresi 16.cı ve 17.ci
âyetlerinde meâlen, (Cehennemdekilere Sadîd suyundan içirilir. Onu
yudum
yudum alırlar. Hemen yutamayıp, boğazlarında kalır) buyuruluyor.
[Sadîd:
Cehennemdekilerin derilerinden çıkan irindir.] Duhân sûresi 43 ve 44.cü
âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Cehennemde büyük günâhlıların yiyeceği
zakkûm
ağacıdır) buyuruluyor. [Zakkûm ağacı, Cehennemde bir ağacdır, meyvesi
acı
ve kerîhdir.] Aynı sûrenin 45 ve 46.cı âyet-i kerîmesinde meâlen,
(Erimiş
bakır gibi karınlarında galeyân eder. Hamîmin galeyânı da böyledir)
buyuruluyor.
Allahü teâlâya sığınırız. Yâ Rabbî! Bizi dört büyük Sahâbeyi
'radıyallahü
teâlâ anhüm' hâlis ve sâdık sevenlerden eyle. (Âmîn)
24' Çihâr yâr-i güzînin şân-ı şerîfleri hakkında vârid olan, Allahü
teâlânın Kur'ân-ı azîm-üş-şânda Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerine göndermiş olduğu âyet-i kerîmeleri bu kitâbda
topladım.
Eğer büyük âlimler bunlardan başkasını bilirler ise, beni
ayblamasınlar.
Zîrâ Allahü Sübhânehü ve teâlâ Yûsüf sûresi 76.cı âyet-i kerîmesinde
meâlen,
(Her ilm sâhibinin üstünde âlim vardır) buyurmuşdur.
Üçüncü Menâkıb: Şimdi, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'in
buyurduğu, âlimlerin bildirdiği hadîs-i şerîfleri bildirelim:
1' Kâdî imâm-ı Nizâmüddîn Cemâl-ül-islâm müceddid-i kudat Ebû Muzaffer
bin Hibe-tullah-il esed, isnâd ile Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîden müteşekkil dört
kişinin sevgisi, ancak mü'min kulun kalbinde toplanır.)
2' Yine üstâdım, Kâdî imâm-ı Nizâmüddînden isnâd ile, Mu'âz bin Cebel
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden nakl ediyor. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Ümmetim arasında bid'atler
yayılıp,
Eshâbım şetm olunduğu [kötülendiği] zemân, Âlimler üzerine lâzımdır ki,
ilmlerini açıklasınlar [doğruyu bildirsinler]. Eğer bildirmezler ise,
Allahü
teâlânın ve meleklerin la'neti onların üzerine olsun.) Âlimlerin
açıklayacağı
ilm nedir, yâ Resûlallah, dediler. Buyurdu ki, (Ehl-i sünnet vel
cemâ'at
mezhebini açığa çıkarmak, Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în'
hazretlerinin fazîletlerini bildirmek. Tâ ki, bid'at fırkaları fırsat
bulmayıp,
Ehl-i sünnet mezhebi gâlib gelsin [kuvvetlensin].)
3' İmâm-ı Refî'uddîn, Tâc-ül-islâm Osmân bin Aliyyi Mersedî sahîh isnâd
ile, Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinden
rivâyet
eyler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki:
(Muhakkak
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, sizin üzerinize nemâzı, orucu,
haccı
ve zekâtı farz etdi ise, Ebû Bekr, Ömer ve Osmân ve Alî 'radıyallahü
teâlâ
anhüm' hazretlerinin sevgilerini farz etdi. Her kimse bu dördünden
birine
buğz ederse, onun ne nemâzını kabûl eder. Ve ne orucunu kabûl eder. Ve
ne zekâtını ve haccını kabûl eder. Kıyâmet günü kabrinden Cehenneme
gitmek
üzere haşr olunur.)
4' İmâm-ı Zehrî sağlam isnâd ile, Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' buyurmuşlardır ki: (Allahü teâlâ size, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve
Alînin sevgisini, nemâz, oruc, hac ve zekât gibi farz etdi. Allahü
teâlâ
onların üstünlüklerini inkâr edenlerin nemâzlarını, oruc, hac ve
zekâtlarını
kabûl etmez.)
5' Rükneddîn Ahmed bin Cürcânî, Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ
anhümâ' hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Zemân ve mekândan mukaddes,
kemiyyet
ve keyfiyyetden münezzeh olan Allahü teâlâ, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve
Alînin
sevgisini sizin üzerinize farz etmişdir. Nasıl ki, nemâzı ve zekâtı,
orucu
ve haccı farz etmişdir. Nasıl ki, tenleriniz [vücûdlarınız], nemâzın ve
zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir ise, kalbleriniz de,
Ebû
Bekr ve Ömer, Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerinin
muhabbetleri
ile süslenir, şerefli olur. Âgâh olunuz. Her kim benim ümmetimden,
bedeni
ile nemâz kılar ve eliyle zekât verir ve ağzı ile oruc tutar ve ayağı
ile
hacca gider, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi kalbi ile dost edinir, o
kimse,
Allahü tebâreke ve teâlâ huzûrunda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselâm
gibidir.
Her kim nemâz kılar, zekât verir, oruc tutar ve hac eder ve lâkin,
gönlü
ile Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîyi 'radıyallahü teâlâ anhüm' sevmezse,
o kimse, Allahü teâlâ celle şânühü dergâhında iblîs gibidir ve iblîsden
kötü ve mel'ûndur.) Allahü teâlâ muhâfaza etsin.
Eğer bir kimse, cehâlet ve tenbellikden dolayı ömrü boyunca az ibâdet
işlemiş olsa ve şartlarını yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört
serveri
sevse, sonunda firdevs-i alâya gelir. Eğer bir kimse Nûh ve Lokmân
'aleyhimesselâm'
hazretlerinin ömrü kadar yaşayıp, her sâatinde bir çeşid hizmet ve tâat
işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğz olsa, sonunda
Lazy
Cehenneminden başka yere gitmez. Sonunda, bin sene tâat ve ibâdet, bir
zerre sevilenlere buğz ile fâidesiz hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin
sene
boyunca hatâ ve ma'siyyet işlese, bir zerre Çihâr yâre sevgi ile
Cennetlik
olur. Tabî'atiyle, sünnîlerin [ehl-i sünnet i'tikâdında olanların]
günâhından
îmân ve tevhîd ve se'âdet kokusu gelir. Mübtedî'lerin [bid'at
fırkasında
olanların] tâat ve ibâdetinden küfr ve ilhâd ve şekâvet kokusu gelir.
Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' nemâza benzer. Ömer-ül Fârûk
'radıyallahü
anh' zekâta benzer. Osmân-ı Zinnûreyn 'radıyallahü anh' oruca benzer.
Aliyyül
Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hacca benzer. Senin de böyle bilmen
lâzımdır.
Netîcesinde iyilik bulursun. Bunlar hakkında şâir senâ edip, demişdir
ki:
Beyt:
Aklen güzel olan şudur ki, işe başlarken,
Sözün temeli, Allahdan başkası hâtıra gelmemesi.
Aczsiz kudret, cehlsiz hikmet Ona mahsûsdur,
Bütün herşeyi yaratan kudret sâhibi Odur.
Onun yaratdıkları sayısızdır,
Her mahlûkuna verdiği ni'metler de sayısızdır.
Bu âyetde her çeşid ihtilâf ile alâkalı muhâbere vardır,
Biz ehl-i sünnetin hizmetcisi, Çihâr yârın dostlarıyız.
6' Refi'üddîn 'rahmetullahi aleyh', Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretleri buyurdu ki: (Muhakkak ben ümmetimden, onları Lâ
ilâhe
illallah, Muhammedün Resûlullah kavline da'vet etdiğim gibi, Ebû Bekr,
Ömer, Osmân ve Alînin 'radıyallahü teâlâ anhüm' sevgisini de isterim.)
Bu hadîs-i şerîf hakkında açıklanacak çok şey vardır. Eğer onları beyân
edersek, söz uzar.
7' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri, doğru rivâyet
ile bildirmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu
ki: (Ben ilmin şehriyim. Ebû Bekr zemînidir. Ömer dıvârlarıdır. Osmân
semâsıdır.
Alî kapısıdır. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî hakkında hayr söyleyiniz!)
Eğer hayr söylerseniz, önünüze hayr gelir. Onların dostlukları
bereketinden
hepiniz hayr bulursunuz. Eğer bedbahtlık ve şer söylerseniz, onların
yüksekliklerine
zerre mikdârı eksiklik gelmez. Lâkin, o ni'mete kavuşamamış bîçâre
kendi
bedbaht olup, o şer [kötülük] sebebi ile, o din serverlerinin
şefâ'atinden
mahrûm olur. Aslâ kurtuluş bulmaz.
8' Sahîh rivâyet ile Abdürrahmân ibni Avf 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
bildirdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Ben yakında ölürüm. Siz de ölürsünüz. Kıyâmet günü amellerinizden
size süâl olunur. Size oğul, baba ve dede fâide vermez. Ancak selîm
kalb
ile Allahü teâlâ hazretlerinin huzûruna gelen kurtulur. Günâhı olanlara
kıyâmet gününde şefâ'at etmemi ihsân, ikrâm etmişlerdir. Benim
şefâ'atim,
benim eshâbıma kötü söyliyenlere, dil uzatanlara harâm olur.)
9' Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Eshâbıma
söğen kimseleri gördüğünüz zemân, her neye kâdir iseniz, tevbe etmeleri
için onu yapınız. Müslimân olsunlar. Eğer onlar Ehl-i sünnet ve cemâ'at
olmazsa aranızdan gitsinler [aranızdan çıkarınız]. Sakın onlar gibi
sapık
fikrlere aldanmayınız, yanarsınız.)
10' Refi'üddîn 'rahmetullahi aleyh' Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' buyurdu ki: (Ebû Bekr benim vezîrimdir. Benim yerimi tutar.
Ömer benim dilimdir. Ondan söz söyler. [Sözleri bendendir.] Osmân
bendendir.
Ben Osmândanım. Alî benim amcamın oğlu ve kardeşimdir. Yâ Ebâ Bekr!
Öyle
zan ediyorum ki, kıyâmet günü, benim ümmetime şefâ'at edeceksin!)
'radıyallahü
teâlâ anhüm'.
11' Sahîh rivâyet ile Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ
hazretlerinden bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Ebû Bekr dînin direğidir.
Ömer
fitnenin kilididir. Ömer hayâtda oldukça fitne olmaz. Osmân
münâfıkların
mihnetidir. Ya'ni ibtilâsıdır. [Belâya düşürdükleri kimsedir.] Onun
kâtilleri
tarafında olanlar, münâfık olup, Cehennemin aşağılarında olsalar
gerekdir.
Alî bendendir ve ben Alîdenim. Onun olduğu yerde ben olurum. Benim
olduğum
yerde Alî olur.)
12' Abdüllah bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinden rivâyet
ile bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekr benim ümmetimin en iyisi ve
en sâdığıdır. Ömer ümmetimin en azîzidir. Osmân ümmetimin en
hayâlısıdır
ve en çok ikrâm edenidir. Alî ümmetimin en nûrlusudur.) Bir rivâyetde
(En
âlimidir.)
13' Abdüllah bin Mes'ûd 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyeti ile bildirilen
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Ebû Bekr, islâmın tâcıdır. Ömer, islâmın hullesidir
[elbisesidir].
Osmân, islâmın cevâhiri ile süslü imâmesidir. Alî, islâmın güzel
kokusudur.)
Her kim başına tâc koymak, hulleyi örtünmek, süslü imâmeyi [sarığı]
başına
bağlamak ve güzel koku sürünmek isterse, karanlığın [zulmetin] ışığı ve
doğru yol üzere olan bu imâmlara uymalıdırlar. Zîrâ onlar yağmura
benzer
ki, nereye düşerlerse fâideli olurlar.
14' Hubeyş bin Hâlid 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Ebû Bekr,
Ömer, Osmân ve Âişe; Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin âlidir. Alî
ve Hasen, Hüseyn ve Fâtıma; benim âlimdir. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri
kıyâmet gününde, kendi âli ile benim âlimin arasını Cennet
bağçelerinden
bir bağçe ile birleşdirir.)
15' Zübeyr bin Avvâm 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Yâ Rabbî!
Ümmetimden eshâbıma verdiğin bereketi geri tutma. Eshâbımdan Ebû Bekre
verdiğin bereketi ondan geri tutma. Eshâbımı Ebû Bekr etrâfında topla.
Onun işlerini dağınık etme. Ebû Bekr dâimâ senin işini kendi işleri ve
meşgûliyyetleri üzerine tercîh etmişdir. Allahım! Sen Ömer bin Hattâbı
azîz kıl. Osmânı sabr ve tehammül üzerine kıl. Alîye tevfiki refîk
kıl.)
16' Enes 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyeti ile bildirilen hadîs-i
şerîfde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki:
(Ebû Bekrin sevgisi gufrânı vâcib kılar. Ömerin sevgisi isyânı mahv
eder.
Osmânın sevgisi îmânı kuvvetlendirir. Alînin sevgisi, Cehennem ateşini
söndürür.)
17' Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri rivâyeti ile
bildirilen hadîs-i şerîfde; Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ hazretleri Ebû Bekre rahmet
etsin.
Bana kızını tezvîc etdi. Beni hicret şehrine götürdü. Ya'nî bana deve
verdi
ve bana mu'âvenet etdi. Ve yoldaş oldu. Mekke-i Mükerremeden, Medîne-i
münevvereye vardık.) Âlimlerden ba'zısı derler ki, (hamelenî dâr-ı
hicret)
[Beni hicret diyârına taşıdı]nın ma'nâsı odur ki, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri hicret gecesi, Mekkeden dışarı
çıkdılar.
Bir mikdâr yaya gitdiler. Bir mikdâr yol gitdikden sonra yoruldular.
Gitmeğe
ta'katları kalmadı. İstedi ki o yere otursunlar. Hâlbuki müşrikler
yollara
gözcüler koymuşlar idi. Ebû Bekr hazretleri, kâfirler izlerince gelip,
bunları bulurlar diye korkdu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerini arkasına alıp, Allahü teâlânın kendisine güç ve kuvvet
vermesi
ile, üç mil yâhud dahâ ziyâde mesâfe mikdârı götürdü. Sonra develerin
yanına
vardılar. (Allahü teâlâ şânühü rahmet etsin Ömere ki, acı da olsa,
hakîkati
söyler. Allahü teâlâ rahmet etsin Osmâna ki, melekler ondan hayâ
ederler.
Allahü tebâreke ve teâlâ Alîye rahmet etsin. Allahım! Alîye, her
bulunduğu
yerde hakkı söylemesini muvaffak eyle.)
18' Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin rivâyet etdiği
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Rabbimden, ümmetimden râzı olmasını süâl etdim. Allahü
teâlâ, bana vahy gönderdi ki, ben ümmetinden, üç kimse hâriç râzı
oldum.
Bunlar [ya'nî, râzı olmadıklarım], Kur'ân-ı azîm-üş-şâna mahlûkdur
diyen.
Diğeri o kimse ki, senin eshâbını seb' eyledi [kötüledi]. Biri o kimse
ki, kader ile tekellüm eder [konuşur].) Ya'nî Kaderî olur. [Ehl-i
sünnet
i'tikâdında olanlar kadere inanmış, hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan
olduğuna
îmân etmişlerdir.]
19' Âişe-i Sıddîkanın 'radıyallahü teâlâ anhâ' rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Ümmetimin en şerlileri Eshâbımı 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'
kötüleyenlerdir.) [Ya'nî şî'îlerdir.]
20' Enes bin Mâlikin 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Allahü teâlâ hazretlerine iblîs münâcât edip, dedi ki, Yâ Rabbî!
Âdem
aleyhisselâm Cennetden yeryüzüne indi. Ben bilirim ki, ona kitâb, resûl
gönderilir. Onların kitâbı nedir. Resûlleri kimdir. Allahü teâlâ
buyurdu
ki: Onların Resûlleri melekler olur. Kendilerinden Peygamberler olur.
Onların
kitâbı Tevrât ve İncîl ve Zebûr ve Fürkân olur. Dedi, yâ Rabbî! Benim
kitâbım
nedir ve Resûlüm kimdir. Allahü teâlâ azze ismühü buyurdu ki: Senin
kitâbın
odur ki, a'zâlarını [uzvlarını] iğne ile döğüp [iğne batırıp],
üzerlerine
çivid sürmek ve şi'r okumak. Resûllerin kâhinlerdir ki, remil atarlar,
gayb söylerler, cadılık ederler. Ta'âmın [yiyeceğin] o yiyecekdir ki,
onun
üzerine benim ism-i şerîfim anılmaya. Şerâbın [içeceğin] serhoş eden
her
nesnedir ve evin hamâmdır. Âdem oğlu eğer bir hatâ edip, bir günâh
işlerse,
sonra pişmân olup, istigfâr ederse, o günâhı yok olur. İblîs dedi; ben
onların kalblerine bir günâh salarım ve gözlerinde zînetlendiririm ki,
o günâhdan istigfâr ile halâs olmazlar. [Bu günâh] Ebû Bekr ve Ömer ve
Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ anhüm' hakkında kötü söz söylemek,
Onlara
düşman olmakdır.)
21' Abdüllah bin Abbâsın 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet etdiği
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Her şeyin bir aslı vardır. Îmânın aslı vera'dır. Her
şeyin
bir fer'i vardır. Îmânın fer'i sabrdır. Her şeyin bir koruyucusu
vardır.
Bu ümmetin koruyucusu amcam Abbâsdır. Her şeyin bir torunu vardır. Bu
ümmetin
torunu, oğullarım Hasen ve Hüseyndir. Herşey için bir kanat vardır. Bu
ümmetin kanadı, Ebû Bekr ve Ömerdir. Her şey için bir hisâr vardır ki,
onun sebebi ile düşman fırsat bulamaz. Bu ümmetin kalkanı ve hisârı,
Osmân
ve Alîdir 'radıyallahü teâlâ anhüm'.)
22' Sahîh rivâyet ile Ebû Zer-i Gıfârînin 'radıyallahü teâlâ anh'
bildirmiş
olduğu hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdular ki: (Yay gibi oluncaya kadar Allahü teâlâya
ibâdet
etseniz, yay kirişi gibi oluncaya kadar oruc tutsanız, dizleriniz kuru
oluncaya kadar nemâz kılsanız, ehl-i beytimden veyâ eshâbımdan birisine
buğz etseniz, elbette Allahü teâlâ hazretleri sizi burnunuz üzerine
sürüyerek
Cehenneme dâhil eder.)
23' Enes bin Mâlikin 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki:
(Her Peygamberin bir nazîri vardır. Benim ümmetimden Ebû Bekr İbrâhîm
Halîle 'aleyhisselâm' benzer. Ömer, Mûsâ kelîme 'aleyhisselâm' benzer.
Osmân,
Hârûna 'aleyhisselâm' benzer. Alî bana benzer. Îsâ bin Meryeme
'aleyhisselâm'
bakmağı seven, Ebû Zer Gıfârîye baksın 'radıyallahü teâlâ anh'.)
24' Bera' bin Azîbin 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmiş olduğu
hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki:
(Arş üzerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i
Sıddîk,
Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı şehîd ve Aliyyül Mürtedâ yazılıdır.)
25' Ebû Hüreyrenin 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmiş olduğu hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Ebû Bekr ne iyi kişidir. Ömer ne iyi kişidir. Osmân ne iyi
kişidir.
Alî ne iyi kişidir. Ebû Ubeyde ne iyi kişidir. Mu'âz bin Cebel ne iyi
kişidir.)
26' Seleme tebnil-Ekvânın 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmiş olduğu
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Yıldızlar, semâ ehli için emân halk olundu. Eshâbım,
ümmetime
emân için halk olundu.) Yıldızlar gökde olduğu müddetçe, semâ ehli
âfetlerden
emîndirler. Eshâbımın muhabbeti, gönüllerde oldukça, ümmetim dürlü
azâblardan
emîn olur.
27' Enes bin Mâlikin 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmiş olduğu
hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Üç şey Enbiyâ işlerindendir. Mu'allimlere ve üstâdlara hediyye
vermek.
Âlimleri mükerrem tutmak. Eshâbımı sevmek.)
28' Ebû Sâid-il Hudrî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin rivâyet
etdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdular ki: (Eshâbımı kötülemeyiniz! Rûhum onun yed-inde
olan Allahü teâlâ hakkı için, eğer sizin biriniz Uhud dağı kadar altın
sadaka fakîrlere verseniz, onlardan birisinin bir müd mikdârı
sadakasının
yerini tutmaz ve yarım müdünün sevâbına erişmez.) Bir müd
ikiyüzyetmişüç
dirhem ve iki dank eder. [875 gramdır.]
29' Hazret-i Ümm-i Selemenin 'radıyalahü teâlâ anhâ' rivâyet etdiği
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Gökden bir kovanın indiğini gördüm. Ben ki,
Resûlullahım!
O kovadan on yudum içdim. Sonra ondan Ebû Bekr ikibuçuk yudum içdi.
Ömer
onbuçuk yudum içdi. Ondan sonra Osmân onikibuçuk yudum içdi. Sonra bu
kova
semâya kaldırıldı.) Bunun ma'nâsı, Allahü teâlâ bilir, odur ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin o zemân
ömrü on sene
kalmışdı. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' ikibuçuk sene hilâfet
etdiler.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' onbuçuk sene halîfe oldular. Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' onikibuçuk sene halîfe oldular.
30' Ebû Sâid-i Hudrî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin rivâyet
etdiği hadîs-i şerîfde, Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdular ki: (Size kelâm-ı kadîm ile bildirilenleri
yapmanız
lâzımdır. Amel etmemekde aslâ özrünüz makbûl değildir. Eğer
Kitâbullahda
olmazsa, benim sünnetim ile amel ediniz. Eğer benim sünnetimde de
olmazsa,
benim Eshâbımın söyledikleri ile amel etmekle meşgûl olunuz.
'radıyallahü
teâlâ anhüm ecma'în.' Zîrâ, muhakkak benim eshâbım gökdeki yıldızlar
gibidir.
Hangisine uyarsanız, hidâyet bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı size
rahmetdir.)
Resûl-i muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
kavl-i şerîflerine muvâfık [uygun] olarak başka yerlerde de
buyurulmuşdur.
(Ümmetim arasında ihtilâf rahmetdir.) Ya'nî ümmetimin âlimleri, dînin
aslını
muhâfaza etmekde hırslıdırlar. (Kitâb, Sünnet, İcmâ' ve Kıyâs)dan
dışarı
çıkmazlar. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir ümmetde bir tâife
yaratdı.
Bu söz sâhibi âlimler fürû-ı dinde ihtilâf etdiler. Dînin aslını
kıyâmete
kadar, saklı tutdular [Üsûl-i dîne dokunmadılar.] Eshâb-ı hadîs,
eshâb-ı
rey' ehl-i sünnet vel cemâ'at üzeredir. Onları hıfz etmişdir. Şer'î
konularda
birbirlerinin arasında ihtilâf olan âlimler, birbirlerine kâfir
demezler.
Mu'tezile, hâricî ve râfizî tâifelerinden başka hiçbir tâife yokdur ki,
başka tâifeye kâfir desin. [Bu üç tâife de bozukdur.] Muhakkak ki
onların
sıfatı ile alâkalı olarak Allahü teâlâ kelâm-ı kadîminde buyurmuşdur:
(...
Ancak Rabbinin rahmeti ile anlaşıp, ayrılmayanlar müstesnâdır...) [Hûd
sûresi 119.cu âyeti kerîmesi meâli.] Eshâb-ı kirâmın ihtilâfında bizim
için rahmet vardır. Onların herbirini sevmelisin ki, rahmete kavuşasın.
31' Refî'üddînden 'rahmetullahi aleyh' sahîh rivâyet ile bildirildi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
(Eğer
Ebû Bekrin fazîletlerini gök üzerine koysalar idi, ateş üzerinde
tencerenin
kaynaması gibi, gökün kaynamasını işitirdiniz. Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri, o kimsedir ki, heybeti meleklere te'sîr eder. Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' o kimsedir ki, melekler gelip, Onun
Kur'ân-ı
kerîm okumasını dinlerler. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri o
kimsedir
ki, üzerinde yürüdüğü için yer onunla öğünür.)
32' Sahîh rivâyet ile Rüknül-islâm Ahmed-el Cürcânî, Enes bin Mâlik
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden bildirmiş olduğu hadîs-i
şerîfde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' efendimiz hazretleri
buyurdu
ki: (Muhakkak benim havzum için dört rükn vardır.) Ya'nî bu havzun
şerâbına
dört yol vardır. Çihâr yâr-i güzîn olan Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alînin
tasarrufundadır 'radıyallahü teâlâ anhüm'. Nebîlerden sonra, gelmiş ve
gelecek bütün insanların
üstünüdürler. Kevser havzının birinci rüknü Ebû Bekrin elinde olur.
İkinci
rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde olur. Dördüncü
rüknü
Alînin elinde olur. Yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygamberin ümmetinden
bir
kimseye Çihâr yârdan iznsiz o havza varmağa izn yokdur. Kimsenin onun
ile
işi yokdur. Halk o gün susuz ve başı açık ve hasta ve yanmış olup,
Havz-ı
Kevser ile feryâdlarını gidermeğe, ferâhlamağa muhtâcdır. Her kim Ebû
Bekri 'radıyallahü teâlâ anh' sever, Ömeri 'radıyallahü teâlâ anh'
sevmezse;
o kimse Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin yanına
gidip, su isterse, o kimseye su vermez. Her kim Ömeri 'radıyallahü
teâlâ
anh' sevip, Ebû Bekri 'radıyallahü anh' sevmezse, o kişi hazret-i
Ömerin
yanına varınca, hazret-i Ömer, Ebû Bekri sevmiyene su vermez. Her kim
hazret-i
Osmân bin Affânı sevip, hazret-i Alîyi sevmese, o kişi hazret-i Osmânın
yanına vardıkda, hazret-i Osmân, hazret-i Alîyi sevmiyene su vermez.
Her
kim hazret-i Alîyi sevip, hazret-i Osmânı sevmezse, hazret-i Osmânı
sevmiyen
hazret-i Alînin yanına vardıkda, hazret-i Alî, ona su vermez.
Süâl: Eğer sen dersen ki, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömeri sevmiyeni,
hazret-i Alî hazret-i Osmânı sevmiyeni nereden bilir?
Cevâb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurmuşdur
ki, (Bir kimse, benim eshâbımın zerre mikdârı buğz ve adâvetini
gönlünde
tutarsa, alnında siyâh bir hat şeklinde yazı olduğu hâlde kalkar: (Bu
kimse
Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetinden ümîdini kesmişdir) yazılıdır.)
Ondan sonra Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular
ki: (Bir kimse ki, dilinin sözünü ve kalbinin i'tikâdını, hazret-i Ebû
Bekr-i Sıddîkın büyüklüğünde ve temizliğinde iyi tutup ve Ebû Bekr-i
Sıddîki
hak üzere halîfe bilse, din ve islâmını doğru etmişdir. Allahü tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin rahmetine kavuşamamak derdinden emîn olmuşdur.
Her
kim dilinin sözünü ve kalbinin i'tikâdını Ömer-ül Fârûkun büyüklüğünde
ve temizliğinde iyi tutup, Ömeri Ebû Bekrden sonra emîr ve imâm
bilirse,
kendi kurtuluş yolunu bütün şübhelerden pâk eder Hakîkat ve yakîn ile
yükü
hafîfliyenler ve kurtulanlar cümlesinden olur. Bir kimse ki, dilinin
sözünü
ve kalbinin i'tikâdını, Osmân bin Affânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi
tutarsa [dili ile ve kalbi ile onu iyi bilirse], Ömerden sonra halîfe
ve
imâm bilirse, nûr-ül lütf ve kemâl-i îmân ile ve Kur'ân-ı kerîmin nûru
ile münevver ve rûşen olur ve kabr karanlığını o sebeb ile kendinden
uzak
tutmuş olur. Bir kimse dilinin kavlini [sözünü] ve kalbinin i'tikâdını
Aliyyül Mürtedânın büyüklüğü ve temizliğinde iyi tutup [onu iyi bilip],
Alîyi Osmândan sonra halîfe ve imâm bilirse, o kimse, takvâ elini îmân
ağacının budaklarından [dallarından] bir budağa uzatmış, dostluk ve
âşinâlık
ahdini Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ile ve melekler ile ve
Nebîler
ile ve bütün mü'minler ile sağlamlaşdırmış olur. Bir kimse, benim bütün
eshâbıma ve Ehl-i beytime, küçüğüne ve büyüğüne, günâhkârına ve
günâhsızına,
dili ile medh-ü senâ etse, kalbiyle, hayr ve salâh, sıdk ve sevâb ve
reşâd
i'tikâd etse, o kimse mü'mindir. Bir kimse benim eshâbıma, aralarındaki
muhârebelerden ve sulhden, hayrdan ve şerden, fâide ve zarardan, onlar
hakkından dili ile kötü söz söyler ise, kalbiyle onları inkâr ve buğz
ederse,
o kimse münâfıkdır. Ebedî Cehennemde kalır ki, Allahü teâlâ Sûre-i Nîsâ
145.ci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Münâfıklar elbette Cehennemin esfel
derekesinde olurlar. Onlar için hiçbir yardımcı yokdur.) buyurmuşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin bu havzına
Kur'ân-ı azîm ve kitâb-ı kadîmde delîl vardır. Söz uzayacak ise de,
bahs
etmek lâzımdır. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
mübârek sözleri, Kur'ân-ı azîm-üş-şânda bildirilmişdir. Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri buyuruyor: (Bismillâhirrahmânirrahîm. İnnâ a'taynâ
.......) Bu sûrenin harflerini ve kelimelerini beyân edelim. Sonra
fazîletini
beyân edelim. Bu sûre üç âyetdir. Kelimeleri ondur, harfleri
kırkikidir.
Emîr-ül mü'minîn Alî 'radıyallahü teâlâ anh' haber verdi. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Her kim bir kerre İnnâ a'taynâ
sûresini
okursa, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, o kimseye, Cennetde o
kadar
ni'met ve hil'at, makâm ve derece verir ki, temâmı, yeryüzü
doğudan-batıya
kadar deve ile dolu olsa ve her deve üzerinde bir kitâb olsa, her
kitâbın
eni ve uzunluğu bütün yeryüzü kadar büyük olsa, o kitâbların temâmı kıl
kalem ile ince yazılmış olsa, cümlesi bu sûre-i azîmeyi okuyanın
kazandığı
ni'metlerin, mülklerin, köşklerin, çardakların, odaların vasflarını
açıklamaya
ancak yeter.)
Allahü teâlâ hazretleri Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerine buyurdu ki: (Biz sana senden ötürü ve senin
ümmetinden
ötürü bir havz i'tâ etdik. Bütün Peygamberler ve ümmetleri o kıyâmet
günü
o havzın şerâbını arzû edici olurlar.) Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri o günde Cebrâîl aleyhisselâmdan İnnâ a'taynâ
sûresini
işitdi. Sonra Mi'râca çıkdığında, gözleri ile gördü.
Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' arasında Kevser
havzından bahs edilmediği ân az olur idi. Dünyâda, yaratıldığı ândan
beri
Havz-ı Kevsere benzer bir havz görülmemişdir. Bundan sonra da kıyâmete
kadar olması mümkin değildir. Onu gördükden sonra, onun akması sesini
işitdi.
Murâd etdi ki [istedi ki], Kevser havzının sesini vasf etsin. Mümkin
olmadı.
Zîrâ o ibâre Eshâb-ı güzînin kudretine ve fehmine sığmaz. Cebrâîl
aleyhisselâm
geldi ve dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ buyurdu ki: (Sen onun
sesini
vasf etmekde zorluk çekiyorsun. Eshâbının da fehm etmeğe [anlamağa]
kudretleri
yokdur. Biz kemâl-i lütfumuz ile, zahmetsiz ve sıkıntısız, Kevser havzı
suyu dört ırmağının sesini işitdirdik ki, havz-ı kevsere gider. Su,
süt,
şerâb ve bal ırmaklarından gider. İşte senin eshâbına ve ümmetine
gösterdik.
Her kim isterse ki, söyle, iki parmağını iki kulağına koysun. O sesi
bunca
yıllık yoldan kendi kulağı ile işitir.)
33' Kevser havzı vasfı için söylenen haberler devâmla şöyledir.
Abdüllah
bin Ömer 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinin rivâyet etdiği
hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Muhakkak benim için bir havz vardır. Rabbim bana va'd etmişdir.
Kıyâmet
günündeki, o havuzdan çok hayr ve fâide görülse gerekdir. O havzın adı
Kevserdir. O havzın sâkîleri, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı
Zinnûreyn ve Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretleridir. O
havzın eni magrib ile meşrık arası kadardır. Uzunluğu gök ile yer arası
kadardır. Onun çanakları ve kadehleri, ibrikleri ve maşrapalarının
sayısı,
yıldızlar adedince, beşyüz senelik yol boyunca güzel bir şeklde
dizilmiş.
Her [âhıret] şerâbı içici, bu bardaklar, kadehler, ibrik ve maşrapalar
ile içer. Üzerlerinde kudret-i ilâhî ile bütün [mü'minlerin] ismleri
yazılmışdır.
Her yer bir cevherden ve her kadeh bir bakırdan, her cam bir heykelden,
her kadeh bir sûretden, her ibrik bir hilkatdendir. O havzın dibinde
taş
parçaları ve kum yerine kırmızı yâkut ve yeşil zeberced vardır. O çakıl
taşlarının altında çamur yerine, kokucu misk ve çamurun altında yer ve
toprak yerine güzel kokulu kâfûr, her tarafı nûr üzerine nûr, sürûr
üzerine
sürûrdur. Etrâfında za'ferân kubbeleri, mercân incisi çadırları, her
yerde
renk renk döşekler döşenmiş, her yerde tahtlar ve istinât yerleri
koyulmuş.
O havzın şerâbı sütden beyâz ve baldan tatlı, kardan soğukdur. Dünyâda
olan her güzel kokudan dahâ güzel kokusu vardır. Âb-ı hayâtdan ziyâde
hazm
olucudur. Her kim o havuza dalsa, boğulmaz. İstese ki o havuzdan bir
dağ
kadar su götürebilir. Gücü yeter, za'îflik yokdur. Her kim ki, onun
şerâbından
bir katre tatsa, başından ayağına kadar bütün ağrılardan, dertlerden,
hastalıklardan
kurtulur. Hiç susamaz. Korkudan emîn olur. Kim ki bir katrenin kokusunu
o havz-ı kevserden alsa, bütün insanların ve kokuların ve ferâhlığın
aslını
ve fer'ini, o kimse cânında ve teninde işitir. Menba'ı [kaynağı] ve
yolu
Tûbâ ağacının kökündedir. Aslı sidret-ül müntehâdandır. Dört ırmakdır,
dört tarafından gelir. O ırmaklar birbirine mülâkat etdikden sonra,
havz-ı
kevsere gelir. Biri su ırmağı, biri süt ırmağı, biri şerâb ırmağı, biri
bal ırmağı. Su ırmağı Ebû Bekr tâli'ine, süt ırmağı Ömer-ül Fârûk
tâli'ine,
şerâb ırmağı Osmân-ı Zinnûreyn tâli'ine, bal ırmağı Aliyyül mürtedâ
tâli'ine 'radıyallahü teâlâ anhüm' akarlar. Bir şerâb ki, hem simâ'
eder, hem cemâl
verir, hem kuşlar gibi uçar, pervâz eder [döner], hem ma'şuklar ve
dilberler
gibi işve ve naz eder. İçenler ile söyleşir. Onda her vakt tavus var,
ve
arûs [gelin] var. Kuşlar var. Deve boynu gibi boynu olan herbir kuş, o
şerâbın [havz suyunun] üzerinde, dostların murâdı üzerine gelirler.)
Ebû
Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk dediler ki: Yâ Resûlallah! O kuşlar
ikrâm
edici mi olurlar. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (O kimseler ki, o kuşları yir. Onlar ziyâde ikrâm edici
olur.) Sonra, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular
ki: Muhakkak benim havzımın dört rüknü olur. Birincisi Ebû Bekrin
elinde
olur. İkinci rüknü Ömerin elinde olur. Üçüncü rüknü Osmânın elinde
olur.
Dördüncü rüknü Alînin elinde olur 'radıyallahü anhüm ecma'în'
34' Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyeti ile bildirilen
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bütün âlemlerden,
Peygamberlerden
ve Resûllerden beni seçdi. Peygamberler ve mürselînden gayri, bütün
âlemler
üzerine benim Eshâbımı seçdi. Bütün Eshâbımdan Çihâr yârı ihtiyâr etdi
[seçdi]. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî. Bunları bütün eshâbımdan büyük
ve
fazîletli yapdı 'radıyallahü anhüm'. Sonra yüzyirmidört binden ziyâde
Peygamberin
ümmeti arasında benim ümmetimi ihtiyâr etdi [seçdi]. Ümmetim arasında
dört
devr seçdi. Bu dört devrden üçü birbiri akabincedir. Sahâbe, tâbi'în,
tebe-i
tâbi'în. Bir kavm ki, vakti Îsâ aleyhisselâmın nüzûlü vaktidir.
[Dördüncü
devre, bu devredir.] Bu dört tâifenin zikri Kur'ân-ı mecîdde, Vâkıa
sûresinin
evvelinde gelmişdir. O üç tâifenin hakkında, (Onların büyük kısmı eski
ümmetlerdendir) diye bildirilmiş, dördüncü kısmdakiler ise, (Bir kısmı
da sonrakilerdendir) buyurularak bildirilmişdir. [Vâkıa 13-14]
35' Nu'mân bin Beşîr 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyeti ile bildirilen
hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekrdir. Allahın dîninde
en kuvvetli olanınız Ömerdir. Hayâda en sâdık olanınız Osmândır. En
isâbetli
hükm vereniniz Alîdir.) Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri bu ümmete
mahsûs dört büyük ni'met vermişdir ki, hiçbir ümmete, insanların evveli
Âdem 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerinin zemân-ı
şerîfinden
bu ümmete gelinceye kadar böyle ni'met vermemişdir. Bu dört ni'metin
şükrünü
bu ümmetden bunun hüccetini ve hikmetini bilen bu dört kimse üzerine
farz
etmişdir. Birincisi, Muhammed 'aleyhisselâtü vesselâm' hazretleri gibi
bir Peygamber, ya'nî Resûl ni'metidir. İkincisi, islâm dîni gibi,
kıymetli
bir din ni'metidir. Üçüncüsü, Kur'ân-ı kadîm gibi, bir kelâm-ı kerîm
ni'metidir.
Dördüncüsü, kendi zât-ı pâkına mahsûs muhabbeti, dostluğu, bu ümmete
hediyye
etme ni'metidir. [Allahü teâlâ Mâide sûresi 54.cü âyetinde meâlen
(Allahü
teâlâ onları sever. Onlar da Allahü teâlâyı severler) buyurmuşdur.]
Âlem
halk olunalıdan beri, bizden başka kimseye, Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinden
bu dört ni'met müyesser olmamışdır. Bu dört hil'at verilmemişdir.
Bizden
evvel olan ümmetlerde Peygamberler çok idi. Lâkin Muhammed 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri gibi yok idi. Bu ümmetlere de kitâb
nâzil olmuş idi. Lâkin Kur'ân-ı azîz ve mecîd-i kerîm gibi nâzil
olmamışdı.
Bizden önceki ümmetlere Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri çok
ni'metler
verdi. Lâkin kendi husûsî muhabbeti gibi kimseye vermedi. [Bu ümmete
verdi.]
Ondan dolayı ki, Cebrâîl ve Mikâîlin kulluğu husûsî ni'metler ile,
İsrâfîl
ve Azrâîlin kulluğu husûsî hil'atlar iledir. Bunun gibi, Ruhâniyân ve
Kerûbiyân
meleklerinin kulluğu husûsî ni'metler iledir. Hamele-i arş ve kürsîyi
nakl
eden meleklerin ve Levh-i mahfûz emînlerinin ve Kalem-i alâ
rakîblerinin
kulluğu husûsî hil'at iledir. Ümmet-i Muhammedin ya'nî bize mahsûs
hil'at
ve ni'met, onun dostluğudur.
Beyt:
Güneşde zerreyi görmek, dahâ kuvvetle mümkündür,
Fekat her zerrede güneşi görmek nasıl mümkündür.
Gece bekçisi aynı olur mu hiç,
Kucağında Sultânı besliyen kimse ile.
Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretleri, bu ümmete dört büyük
ni'met ve hil'at ihsân buyurdu. Bu dört ni'metin şükrünü temâm ve lâyık
olduğu üzere, bu ümmetden talep etdi. Buyurdu ki: Eğer siz bu dört
ni'metin
şükrünü istenilen şeklde yerine getirirseniz, üzerinize hıfz ederim.
Onun
üzerine dîdâr ve cemâlimi görmeği ziyâde ederim. [İbrâhîm sûresi 7.ci
âyet-i
kerîmesinde meâlen], (Ni'metlerime şükr ederseniz, onları artdırırım)
buyurulmuşdur.
Burada, (artdırırım, ziyâde ederim) kelâmı, dîdâra, Cenâb-ı Hakkın
cemâlini
görmek ma'nâsınadır. Çünki, Yûnüs sûresi 26.cı âyetinde meâlen,
(Dünyâda
güzel amel işleyenlere Hüsnâ ve ziyâde vardır) [Cennet ve Allahü
teâlâyı
görmek vardır] buyurulmuşdur. Lâkin, bu cümle ile Allahü teâlâ bilir
ki,
bizim ömrümüz, diğer ümmetlerin ömründen kısadır. Bizim bedenimiz,
diğer
ümmetlerin bedenlerinden küçükdür. Bu ni'metleri ki bize verdi ve
şükrünü
vâcib kıldı. Bilir ki, Ona lâyık şükr etmeğe kâdir değiliz. Şükr kemâl
üzere olmayıp, azl edilmiş ve ayrı düşmüş kalırız. Sonra kendi fadlı ve
rahmeti ile takdîr ve tedbîr edip, bu ümmetden dört kimseyi, bu dört
ni'metin
şükrü için seçdi. Birincisi, Ebû Bekr-i Sıddîkı, Muhammed Mustafa
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' ni'metinin şükründen dolayı seçdi. İkincisi,
Ömer-ül
Fârûk; dîn-i islâm ni'metinin şükründen dolayı seçdi. Üçüncü; Osmân
Zinnûreyni,
Kur'ân-ı azîm ni'metinin şükründen dolayı seçdi. Dördüncü, Aliyyül
Mürtedâyı,
kendi muhabbeti ni'metinin şükründen dolayı seçdi. Ebû Bekr-i Sıddîk
'radıyallahü
teâlâ anh', Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
ni'metinin
şükrünü lâyıkı ile edâ etdi. Teni ve cânı ve malı ve evlâdı ile
yardımda
bulundu. Fâide ve zararını hep onun işi yoluna harc etdi. Ömer-ül Fârûk
'radıyallahü teâlâ anh' islâm ni'metinin şükrünü kemâli ile edâ etdi.
Bütün
gayretini, şiddetini islâmiyyet yolunda kullandı. Gizli islâmı âşikâr
etdi.
Osmân-ı Zinnûreyn 'radıyallahü teâlâ anh' Kur'ân-ı azîm-üş-şânın
şükrünü
gerekdiği gibi edâ etdi. Kur'ân-ı kerîmi topladı. Kendi beş adet
Kelâmullah
yazdırdı. İslâmın dört bir tarafındaki beldelere gönderdi. İki rek'at
nemâzda
Kur'ân-ı kerîmi hatm etdi. Aliyyül mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri,
özel muhabbetin şükrünü hakkıyla edâ etdi. Kılıncını kınından çekdi. O
kılıncın kahrı ile dostları düşmanlardan ayırdı. O dört ni'metin hayr
ve
bereketi ve o dört hil'atin şükrü, bugün dünyâda ve yarın âhıretde
ebedî
kalacakdır. Bizim üzerimizde o hayrın ma'nâsı şudur: Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Ümmetimden, ümmetim üzerine en
merhametlisi
Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Allahü teâlânın dîninde en kuvvetli olanınız
Ömer-ül
Fârûkdur. Hayâ cihetinden en sâdık olanınız, Osmân bin Affândır. En
cömerdiniz,
hem beden, hem mal ile Alî bin Ebî Tâlibdir.)
Rahmetin en kâmil olanı Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' nasîbidir.
Kuvvetin temâm olanı Ömerin 'radıyallahü anh' nasîbidir. Hayânın en
yükseği
Osmânın 'radıyallahü anh' nasîbidir. Cömertlik ve yiğitlikde en önde
olmak
Alînin 'radıyallahü anh' nasîbidir. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' rahmet
ile
vasflandırılmışdır. Rahmetin yeri gönüldür. Ömer kuvvet ile
vasflandırılmışdır.
Kuvvetin mahalli bedendir. Ebû Bekr gönül yerindedir. Ömer beden
yerindedir.
Gönül ile beden birbiri ile berâber bulunur. Lâkin beden gönlün
hizmetindedir.
Gönül bedenin âmiridir. Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hilâfetin
aslıdır.
Ömer fer'idir. Bunun gibi, hayâ Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh'
sıfatıdır.
Civânmertlik Alînin sıfatıdır. Hayânın mahalli gözdür. Civânmertlik el
ile olur. Göz ve el ikisi de kişinin zînetidir. Lâkin göz elden
üstündür.
O sebebden ki, yarın kul kıyâmet gününde, eli ile Allahü teâlâ
hazretlerinin
hil'atını tutar. Ammâ, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin bîçûn ve
bîçûgûne [nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan] cemâl-i
ezelîsini,
gözü ile [nasıl olduğu anlaşılamıyan ve anlatılamıyan şeklde] müşâhede
eder.
36' Zehrî 'rahmetullahi aleyh', isnâd ile Abdürrahmân bin Avfdan
'radıyallahü
teâlâ anh' rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri, bir gün Medîne-i münevverenin mescidinde, ömrlerinin
altmışüç
yaşının son günlerinde, çok cemâ'at arasından kalkdı. Minbere çıkdı.
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ eyledi. Başlangıc sözünden
sonra buyurdu. (Bana ne olmuşdur ki, sizi ihtilâf içinde görürüm. Ey
havâs
ve avâm! Benim sevgim, ehl-i beytimin sevgisi, Eshâbımın sevgisi, benim
ümmetimin üzerine kıyâmet gününe kadar farzdır.) Buyurdu ki, (Ebû
Bekr-i
Sıddîk nerededir.) Ebû Bekr de olduğu yerden sür'atle ayak üzerine
kalkıp,
dedi ki, yâ Resûlallah! Ben buradayım. Hazret-i Server-i âlem buyurdu:
(Bana yakın gel yâ Ebâ Bekr!) O da yakınına vardı. Buyurdu: (Minber
üzerine
gel.) Minber üzerine vardı. Resûlullahın huzûruna vardı. Onu yanına
aldı.
Onun yüzünü kendi mubârek sînesine [göğsüne] tutdu. Bir müddet yüzünü,
mubârek sînesine sürdü. İki gözünün arasından öpdü. Orada o kadar
ağladı
ki, mubârek gözlerinin yaşı, mubârek yüzünden kendi üzerine ve Ebû
Bekrin
üzerine akıyordu. Yüksek ses ile: (Ey müslimânlar! Bu gördüğünüz Ebû
Bekr-i
Sıddîkdır. Muhâcîr ve Ensârın seyyidi ve büyüğüdür. O kimsedir ki,
Allahü
tebâreke ve teâlâ bana emr etdi ki, ben onu kendime, dünyâda baba
mertebesinde
tutdum. Âhıretde sonsuz olarak dost edindim. Bu benim musâhibimdir.
Cümle
halk beni tekzîb ederken, o beni tasdîk etdi. O vakt ki, bütün herkes
beni
sürdüğü zemân bu beni mekânlandırdı, makâmlandırdı. Herkes benden
kaçıp,
nefret etdiği zemân bu benimle ülfet ve ünsiyyet etdi. Herkes beni
öldürmek
istediği zemân, malını, cânını, bedenini bana fedâ etdi. Kızı Âişe-i
Sıddîkayı
bana tezvîc etdi. Bilâli kendi malından benim için âzâd etdi. Allahü
teâlâ
ve tekaddes hazretlerinin la'neti ve meleklerin la'neti, bütün
insanların
la'neti, buna buğz edenlerin üzerine olsun. Allahü teâlâ buna buğz
edenlerden
bîzârdır. Ben de bîzârım. Her kim isterse ki, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinden ve benden bîzâr olmak; Ebû Bekrden bîzâr olsun.) Sonra
buyurdu
ki; (Ey müslimânlar! Burada bulunup, benim sözlerimi işitiyorsunuz! Bu
sözleri, benim ümmetimden burada bulunmıyanlara, kıyâmete dek iletiniz.
Yâ Ebâ Bekr! Geri dön, yerinde otur. O şeyi ki, ben senin hakkında
söyledim.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bilir, gerçekdir, sâbitdir. Ve
benim
söylediğimden ziyâdedir.) Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' minberden
inip,
yerine oturdu.
Sonra buyurdu ki, (Ömer bin Hattâb nerededir). Ömer 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretleri yerinden sür'atle kalkıp, dedi ki, (Yâ Resûlallah! Ben
buradayım.) Buyurdu: (Yâ Ömer, benim yanıma gel!) O da geldi. Buyurdu:
(Yâ Ömer, minber üzerine gel.) Ömer 'radıyallahü anh'da minber üzerine
geldi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' onun yüzünü
mubârek
sînesine [göğsüne] dayadı. İki gözünün arasından öpdü. Gördük ki,
mubârek
gözlerinin yaşı hazret-i Ömerin üzerine damladı. Sonra minber üzerinde
yüksek ses ile buyurdu ki; (Ey müslimânlar! Bu Ömer-ibnül Hattâbdır.
Muhâcir
ve Ensârın büyüğüdür. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri
bana emr etdi ki, ben bunu yardımcı ve meşveret edici olarak aldım. Bu
o kimsedir ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ Kur'ân-ı kerîmi bunun lisânı,
kalbi ve yed-i üzerine nâzil etmişdir [indirmişdir]. Bu o kimsedir ki,
acı da olsa, hakkı kabûl eder. Bu o kimsedir ki, Allahü teâlâ
hazretlerinin
emr ve yasaklarında, ayblayanların ayblamalarından çekinmez. Bu o
kişidir
ki, şeytân ondan kaçar. Bu odur ki, bunun heybetinden, hârâ taşı, demir
ve çelik erir ve mahv olur. Bu odur ki, yarın Cennetin ışığıdır ve
Cennet
ehlinin mefâhiridir. Buna buğz edenin üzerine Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerinin, meleklerin ve bütün halkın la'neti olsun. Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri buna buğz edenlerden berîdir [uzakdır], ben de
uzağım.)
Sonra (Osmân bin Affân) nerededir, buyurdu. Osmân bin Affân
'radıyallahü
teâlâ anh' oturduğu yerden sür'atle kalkıp, (Yâ Resûlallah! İşte ben
buradayım)
dedi. Buyurdu: (Yâ Osmân bana yakın gel!) O da gelip, minbere çıkdı.
Onu
da mubârek göğsüne çekip, iki gözünün arasından öpdü. Sonra o kadar
ağladı
ki; Nakl eden der ki: Mubârek gözlerinin yaşı akıp, hazret-i Osmânın
üzerine
döküldüğünü gördüm. Sonra yüksek sesle buyurdu: (Ey müslimân cemâ'ati!
Bu Osmân bin Affândır. Muhâcir ve Ensârın büyüğüdür. Bu, o kimsedir ki,
Allahü teâlâ hazretleri bana emr etdi ki, ben onu sened ve dâmâd
ittihâz
etdim [seçdim]. İki kızımı vererek dâmâd seçdim. Eğer üçüncü kızım
olaydı,
onu da tezvîc ederdim. Bu, o kimsedir ki, gökdeki melekler bundan hayâ
eder. Buna buğz edenler üzerine Allahü teâlâ hazretlerinin ve bütün
la'net
edenlerin la'neti olsun!)
Sonra buyurdu: (Alî bin Ebî Tâlib nerededir.) Alî 'radıyallahü teâlâ
anh' oturduğu mekândan sür'atle kalkıp, dedi ki: (Yâ Resûlallah! Ben
burada
hâzırım.) Resûl-i Hudâ Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri, (Bana yakın ol) buyurdu. O da yakın oldu. (Minber üzerine
gel)
buyurdu. O da geldi. Yüzünü mubârek göğsüne basdı. İki gözünün
arasından
öpdü. O kadar ağladı ki, mubârek gözlerinin yaşı hazret-i Alînin
'radıyallahü
teâlâ anh' üzerine akdı. Sonra mubârek eli ile tutup, yüksek sesle
buyurdu
ki, (Ey müslimân cemâ'ati! Bu Alî bin Ebî Tâlibdir. Bu Muhâcir ve
Ensârın
büyüğüdür. Ve benim kardeşimdir. Amcam oğludur. Ve benim dâmâdımdır.
Tenimdendir,
kanımdandır, tüyümdendir. Bu, iki torunumun babasıdır. Hazret-i Hasen
ve
Hüseyn ki, Cennet gençlerinin seyyidleridir. Bu, çok gam ve gussayı
benden
gidermişdir. Çok alçak ve kuvvetli düşmanları susdurmuşdur. Bu o
kimsedir
ki, adı mukâbilinde, Allahü teâlânın aslanı ve kılıncıdır. Allahü
teâlânın
ve bütün la'net edenlerin la'neti, yeryüzünün düşmanlarına ve buna buğz
edenlere olsun. Allahü teâlâ ona buğz edenlerden berîdir [uzakdır]. Ben
de berîyim [uzağım]. Kim Allahü teâlâdan uzak olmak istemezse, Alî bin
Ebî Tâlibden uzak olmasın. Sizden hâzır olanlarınız, bu vasiyyetleri,
burada
bulunmıyanlara ulaşdırsın.) Sonra buyurdular ki; (Var otur, yâ Ebel
Hasen.
Her ne ki, senin hakkında söyledim. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri
âlimdir ki, fazlası ile doğrudur.) Ondan sonra yüksek sesle buyurdu:
(Ey
müslimânlar! Eğer, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine ibâdet
etmekden
yay kirişi gibi incelseniz, dizleriniz kuruyuncaya kadar nemâz
kılsanız,
ondan sonra ehl-i beytimden ve eshâbımdan birine buğz etseniz, Allahü
teâlâ
hazretleri sizi, Cehennem zebânîlerine emr ederek, yüzünüz üzerine
Cehenneme
dâhil ederler.)
37' Câbir bin Abdüllah 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (O gün ki,
hazret-i Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm bu âyet-i kerîmeyi getirdi. Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri [Mâide sûresi 6.cı âyet-i kerîmesinde
meâlen]
buyurur: (Ey îmân edenler! Nemâza kalkdığınız zemân, yüzünüzü ve
dirseklere
kadar kollarınızı yıkayınız! Başınıza mesh ediniz! Topuklara kadar
ayaklarınızı
yıkayınız!) Cebrâîl aleyhisselâm, Hilâfet hüccetini [delîlini], abdest
âyet-i kerîmesi ile bana bildirdi. Dedi: Yâ Muhammed! Muhakkak, yüz ve
eller, baş ve ayaklar tahâretde, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer bin Hattâb,
Osmân
bin Affân, Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anhüm' gibidir.) Bunun
beyânı
uzun sürer, ammâ, onu söylemekden başka çâre yokdur.
Bu Çihâr yâr-i güzîni 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' sevmek
farzdır.
Bunu anlatmak îcâb eder. Bu dört işin yapılması birbirinden ayrı
değildir.
Birbiri ile alâkalıdır. Bu Çihâr yârın dostluğu [sevgisi] de ayrı
değildir.
Birbiri ile alâkalıdır. Tahâret [abdestde yıkanacak] mahalli dört
uzvdur.
Halîfelik mahalli de dört şahsdır. Tahâretde yıkanacak farz olan mahal
dörtdür. Lâkin o mahallerin aslı birdir ki, kalb ve dindir. Bu dört
işin
doğruluğu, bu dört mahalde niyyete bağlıdır. Niyyet olmayınca tahâret
olmaz.
Diğer tarafdan bu dört büyük halîfenin sevgisi risâlete [Peygamberliğe]
bağlıdır. Risâlet olmayınca halîfelik olmaz. Zîrâ burada, bu dört uzvun
tahâretinde tertîb farzdır. Evvelâ yüzü yıkamak, sonra kolları yıkamak,
ondan sonra başı mesh etmek, ondan sonra ayakları yıkamak. Burada da
Çihâr
yâr-i güzînin dostluğunda tertîb farzdır. Evvelâ Ebû Bekr, ondan sonra
Ömer, sonra Osmân, dahâ sonra Alîdir 'radıyallahü teâlâ anhüm'. Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' abdestde yüz menzilesindedir. [Ya'nî yüz
gibidir.]
Yüzün temâmını yıkamak farzdır. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' abdestde
kol
yerindedir. Kolların yarısını yıkamak farzdır. Osmân 'radıyallahü teâlâ
anh' abdestde baş yerindedir. Başın dörtde birini mesh etmek farzdır.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' abdestde ayak yerindedir. Ayağı topuğu ile
yıkamak
farzdır. [Bacağın] sekizde biridir. Bunun gibi, temâmı yıkanan uzv,
yarısı
yıkanan uzvdan efdaldir. Yarısı yıkanan uzv, dörtde biri mesh olunan
uzvdan
efdaldir. Dörtde biri mesh olunan uzv, sekizde biri yıkanan uzvdan
efdaldir.
Böylece Ebû Bekr, Ömerden; Ömer, Osmândan; Osmân, Alîden 'radıyallahü
teâlâ
anhüm' efdaldir. Alî 'radıyallahü anh', kendi vaktinden kıyâmete kadar
olan bütün müslimânlardan efdaldir.
İşâret: Ebû Bekr-i Sıddîk, tehâretde yüz [çehre] menzilesindedir.
Ömer-ül
Fârûk el [kol] menzilesindedir. Osmân-ı Zinnûreyn baş menzilesindedir.
Aliyyül Mürtedâ ayak menzilesindedir. Yarın Cennetde ayağın işi ve
meşgûliyyeti,
tahta oturmak ve bir Cennet bineğine binmekdir. Başın meşgûliyyeti ve
işi,
gölgelik ve tâc takmakdır. Elin işi ve meşgûliyyeti, yimek, içmek ve
alıp
vermekdir. Yüzün işi ve meşgûliyyeti, bîçûn ve bîçûgûne olan Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerinin, cemâl-i ezeliyyesini müşâhede etmekdir.
[Kıyâmet
sûresi 22.ci âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki:] (Kıyâmet günü bir
kısm yüzler güzel ve parlak olup, Allahü teâlâ hazretlerine âşikâre,
hicâbsız
nazar ederler.)
38' Nu'mân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin rivâyet etdiği hadîs-i
şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden mi'râcda, sidret-ül
müntehâda
süâl etdim. Rabbim o makâmda yok idi. Rabbim o makâmlardan münezzehdir.
Dedim, yâ Rabbî, yâ Pâdişâh-ı Mutlak! Benden sonra benim eshâbım
aralarında
ihtilâf ederler. Ve aralarına ihtilâf salarlar. Sen o hilâf edenlere ve
ihtilâf salanlara ne yaparsın. O kimselerden ba'zısı diğerinin sözünü
tutar.
Ba'zısı bir başkasının sözünü tutar. Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri
buyurdu: (Benim Habîbim, benim azîzim! Senin Eshâbın benim katımda
yıldızlar
gibidir. Ba'zısı ba'zısından nûrludur. Aralarında olan ihtilâflardan
dolayı
onları afv ederim. Her kimse ki, onlardan birisinin kavliyle ve
fetvâsıyla
amel eder ve yol giderse, hidâyet üzeredir. O yolu hidâyet ile
süslemişim.)
39' Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinin rivâyet
etdiği hadîs-i şerîfde; Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular ki: (Benim Eshâbım Nûh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Nûh
aleyhisselâmın
ümmetinden, Nûh aleyhisselâma îmân getirip, verdiği habere i'tikâd
edip,
emrine uyup gemiye binen, dünyâda tûfan azâbından, âhıretde, Cehennem
azâbından
ve hicrândan, mahrûmlukdan emîn oldu. Her kim ki, Nûh aleyhisselâm
hazretlerine
îmân getirmedi ve i'tikâd ile emrine uymayıp, gemiye girmedi, dünyâda
tûfandan
boğulmağa mübtelâ olup ve âhıretde mahrûmluğa, hicrâna ve azâba düçâr
oldu
[yakalandı]. Böylece, benim ümmetimden her kim ki, eshâbıma muhabbet
ederse,
dünyâda bid'at ve dalâlet deryâsına gark olmakdan halâs olur
[kurtulur].
Âhıretde, ayrılık, mahrûmluk, hicrân azâbından selâmet bulur.
Ümmetimden
bir kimse, eshâbıma muhabbet etmeyip, benim eshâbım hakkında söylediğim
habere i'tikâd etmeyip, eshâbıma buğz ve adâvet etse, dünyâda hâricî ve
râfizî yolunu tutmuş, bid'at ve dalâlet tûfanında gark olmuşdur
[boğulmuşdur].
Âhıretde hüsrân ve nedâmet ve hicrân acısına gömülüp, artık, kurtuluş
ümîdi
kalmaz.)
40' Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Allahü teâlâ hazretleri,
Cebrâîl
aleyhisselâm vâsıtası ile bana vahy etdi ki, sizin Rabbiniz olan ben,
Ebû
Bekrin isteklerini yerine getirdim. Bunların en aşağısı olarak,
kıyâmete
kadar onu sevenleri ve onun dostlarını afv etdim.)
41' Yine sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki:
(Ömer-ibnül
Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh', hüccet ve izzet ve gayret ve salâbet
cihetinden,
Allahü teâlânın katında demir bir dağ gibidir. Emr ve yasakları yerine
getirmekde kötüleyenlerin [ayblıyanların] sözü ona mâni' olamaz.)
42' Yine sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde; Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri meleklerine, ümmetimin hepsi için umûmî, Osmân ve
Alî 'radıyallahü anhüm' için husûsî olarak öğünür.)
43' Yine bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri buyurdular ki: (Ebû Bekrin günlerinden bir gün,
Ömerin
kendi günlerinden ve kendi vaktinden kıyâmete kadar olan günlerden
hayrlıdır.
Ömerin günlerinden bir gün, Osmânın bütün günlerinden ve kendi
zemânından
kıyâmete kadar olan günlerden hayrlıdır. Osmânın aynı şeklde. Alînin
günlerinden
bir gün, bütün ümmetin kıyâmete kadar olan günlerinden hayrlıdır.)
44' Sahîh rivâyet ile bildirilen bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak, dünyâ
göğünde,
seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr ve Ömeri 'radıyallahü anhümâ'
sevenler
için istigfâr ederler. İkinci gökde seksenbin melek vardır ki, Ebû Bekr
ve Ömere 'radıyallahü anhüm' buğz edenlere la'net ederler. Üçüncü gökde
de seksenbin melek vardır ki, Osmân ve Alîye 'radıyallahü anhüm'
muhabbet
edenlere [sevenlere] istigfâr ederler. Dördüncü gökde de seksenbin
melek
vardır ki, Osmân ve Alîye 'radıyallahü teâlâ anhümâ' buğz edenlere
la'net
ederler.)
45' Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin, her gökde
dörtyüz
meleği vardır ki, Allahü teâlâ onları benim eshâbımın dostlarına hayr
düâ
etmeğe, düşmanlarına nefret ve la'net etmeğe vazîfelendirmişdir.)
46' Bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdular ki: (Her gökde ikiyüzbin melek dâimâ, Ebû Bekr,
Ömer,
Osmân ve Alînin dostlarına istigfâr ederler. İkiyüzbin melek dâimâ, Ebû
Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin düşmanlarına nefret ve la'net ederler.)
47' Bir hadîs-i şerîfde, Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Allahü Sübhânehü ve
teâlâ hazretleri, Cenneti yaratdığı zemândan bugüne ve bugünden
kıyâmete
kadar, hergünde, Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alînin dostları için,
birbirine
benzemiyen yediyüz çeşid rahmet ve se'âdeti Cennetde meydâna
çıkaracakdır.)
Dördüncü Menâkıb: (Çihâr yâr-i güzînin şerefli şânları hakkında
mu'teber
kitâblarda nakl olunan haberler hakkındadır.)
Sahih isnâd ile Muhtâr bin Abdüllah, Enes bin Mâlik 'radıyallahü teâlâ
anh' hazretlerinden rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri bir gün Medîne-i münevvereden çıkdı. Ben de
çıkdım.
Ensârdan birinin bostânına girdi. Ben de girdim. Buyurdu ki: (Yâ Enes!
Kapıyı bağla.) Ben de bağlayıp, huzûr-ı şerîflerine geldim. O sâatde
bir
şahs gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdu ki: (Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsı Cennet ile
müjdele.
Ona benden haber ver ve söyle ki, Benden sonra ümmetim üzerine halîfe
olacakdır!)
Ben de vardım, kapıyı açdım. Hâlbuki, kapıyı çalanın kim olduğunu
bilmiyordum.
Bakdım ki, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleridir. Ben
de hazret-i Server-i âlemin buyurdukları haberi verdim. Kapıyı
bağladım,
geldim.
Bir kişi dahâ gelip, kapıya vurdu. Resûlullah yine buyurdu ki: (Yâ
Enes! Var kapıyı aç, o kişiye Cennet ile haber ver ki, Ebû Bekrden
sonra,
ümmetim üzerine halîfe olsa gerekdir.) Ben de vardım, kapıyı açdım.
Hâlbuki
kim olduğunu bilmezdim. Bakdım ki, Ömer-ül Fârûkdur 'radıyallahü teâlâ
anh'. Hazret-i Seyyid-i veledi âdemin buyurdukları müjdeleri haber
verdim.
Sonra kapıyı bağladım, geldim.
Sonra bir şahs dahâ gelip, kapıyı çaldı. Resûlullah yine buyurdu ki:
(Yâ Enes! Var kapıyı aç! O şahsa Cennet ile müjde ver. Ebû Bekr ve
Ömerden
sonra, ümmetim üzerine halîfe olacağını haber ver. Ve haber ver ki,
hilâfeti
zemânında, mazlûm ve günâhsız olarak öldürülse gerekdir ve o kanını
akıtdıkları
zemân sabr etsin.) Ben de kapıyı açmağa vardım. Hâlbuki kim olduğunu
bilmiyordum.
Kapıyı açdım, bakdım ki, Osmân-ı Zinnûreyndir 'radıyallahü teâlâ anh'.
Habîb-i ekrem ve Nebiyyi muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
buyurdukları haberleri söyledim. O dedi ki, (Yâ Rabbî! Yardım, herkese
Senden gelir. Bize sabr ihsân eyle.) Kapıyı bağladım.
Ondan sonra bir şahs dahâ kapıya vurdu. Resûlullah yine buyurdu ki:
(Var yâ Enes, kapıyı aç! O şahsa Cenneti müjdele. Ve haber ver ki, Ebû
Bekr, Ömer ve Osmândan sonra, ümmetim üzerine halîfe olsa gerekdir.
Hilâfet
onun ile temâm olur. Hilâfetinin sonunda, nemâz kılarken katl olunsa
gerekdir.)
Ben de vardım. Hâlbuki kim olduğunu bilmezdim. Kapıyı açdım. Aliyyül
Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleridir. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretlerinin buyurdukları müjdeleri haber verdim.
Beşinci Menâkıb: Yine Enes 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile bir
vaktde de bir bostâna
vardık. O tertîb ile Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ anhüm' gelip,
Resûlullah hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde ayak üzeri durdular.
Resûlullah
hazretleri bostândan dışarı çıkdılar. Ben önde Çihâr yâr-i güzîn
arkamda,
Resûlullahı 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ta'kib etdik. Mubârek
gözleri
yaşlı idi. Çihâr yâr-i güzîn ve ben de ağladık. Gözlerimiz yaş ile
doldu.
Resûlullah hazretleri, bostândan dışarı çıkdıkdan bir müddet sonra,
buyurdular
ki: (Yâ Enes! Görür müsün ki, haber verdiğim o sözlerden, hepimizin
gözleri
yaş ile doldu. Yâ Enes! Ondan gayri ilâh olmıyan Allah hakkı için,
benim
vefâtımdan kıyâmete kadar, benim ümmetimden, eshâbımın ve ehl-i
beytimin
çekdiği sıkıntılar için gözleri yaşaran [ağlıyan] ve kalbleri mahzûn
olan
[üzülen] kimselere Allahü teâlâ nazar eder. Allahü teâlânın nazar
etdiği
kimse, Cehennem azâbından emîn olur.)
Altıncı Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl-i emîn aleyhisselâm, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûrlarına geldi. Dedi ki:
Senden
sonra ümmetin üzerine Ebû Bekr halîfe olacakdır. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ
hazretleri de Mi'râc gecesi vâsıtasız olarak [harfsiz ve sessiz olarak]
Resûlullah hazretlerine buyurmuşdu ki, (Senden sonra ümmetin üzerine
islâm
halîfesi ve hak üzere halîfe Ebû Bekr olacakdır.) O Ebû Bekrin
halîfeliği
senin emrinle olmadı. Sonunda Alînin halîfeliği de senin emrinle
olmadı.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ve mü'minlerin seçmesi
ile olmuşdur. Eğer bunu yakîn üzerine bilmek istersen, Huzeyfe bin
Yemân 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet buyurduğu haberi dinle. Rivâyet
eder ki,
Sahâbe-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' (Yâ Resûlallah!
Bizim
gönüllerimiz onun sebebi ile emîn olması ve muhâliflerin [düşmanların]
dedi-kodularının kesilmesi için, kendi ihtiyârın ile bizim üzerimize
bir
halîfe ta'yîn buyurur musun!) dediler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' cevâbında buyurdular ki: (Eğer sizin üzerinize benden sonra
kendi emrim ile halîfe ta'yîn etsem, sonra siz ona âsî olsanız,
üzerinize
azâb nâzil olur. Ben kendi murâdım ile ümmetimin başına halîfe ta'yîn
etmeği
uygun bulmam ki, Mûsâ-i kelîm aleyhisselâm Hârûn aleyhisselâmı kendi
ihtiyârı
ile, kırk gün kavmi üzerine halîfe ta'yîn etdi. Geri döndükde, sekiz
bin
adem buzağıya tapıp, kâfir oldular, dinden çıkdılar. Ben de eğer
ümmetim
üzerine kendi re'yim ile halîfe ta'yîn etsem, bilirim ki, kıyâmetde
hiçbir
kimseyi, doğru din üzerine, Kitâb ve Sünnet ahdi üzerine geri bulmam.
Lâkin,
ben bir iş işlerim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerini ümmetim
üzerine
halîfe kılarım. (Vallahü halîfeti aleyküm.) Ben ümmetimi Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerine ısmarladım. Allahü teâlâ bilir. O kimi irâde
ederse,
tarafından ta'yîn buyurur.) Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, kendi
tarafından Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yapdı. Bütün âlem bilir ki, Ebû
Bekr-i
Sıddîk, beyânları ile ve nişânlar ile, Resûlullah hazretlerinin
halîfesidir.
Lâkin burhân ve fermân ile Allahü teâlâ hazretlerinin halîfesidir.
Bilmiş ol ey civânmert. Sen ki, benim cânım sana fedâ olsun. Âlem halk
olunan zemândan, kıyâmete kadar, Resûlullah hazretleri gibi bir Nebî ne
gelmişdir ve ne de gelecekdir. Bundan dolayı ki, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi
bir sâdık takvâ sâhibi ne gelmişdir ve ne de gelecekdir 'radıyallahü
teâlâ
anh'. Râfizîye söyle ki, dünyâda ve âhıretde, kör ve zelîl ve başı
aşağı
eğik olsun.
Beyt:
Giden gitdi, olan da oldu,
Gönlün gamlanması fâide vermez.
Yedinci Menâkıb: Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Bir vakt,
muhâcir ve ensârdan, kalabalık bir cemâ'at ile, Medîne-i münevverenin
bir
mahallinde, ensârdan sâlihâ bir hâtunun ziyâfetinde, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile berâber oturmuşduk. Elimizi
yiyeceğe
uzatmadan evvel, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdular
ki, (Bu sâatde [şimdi] Cennet ehlinden bir merd gelir ki, benden sonra
o merd, ümmetim üzerine hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği sırada
Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' içeri girdi. Sonra buyurdu ki,
(Şimdi,
ehl-i Cennetden bir merd dahâ gelir ki, ümmetimin üzerine Ebû Bekrden
sonra,
hak üzere halîfe olur.) Bunu söylediği ânda, Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü
teâlâ anh' meclise dâhil oldu. Sonra buyurdu ki: (Bu vaktde ehl-i
Cennetden
bir şahs dahâ bu meclise dâhil olur ki, Ömerden sonra hak üzere halîfe
olur.) Sözü temâmlandığı ânda Osmân-ı Zinnûreyn 'radıyallahü teâlâ anh'
meclisde hâzır oldu. Sonra buyurdu ki: (Ey benim eshâbım, yârlarım!
Yemek
hâzır oldu. Lâkin bir merd dahâ kalmışdır ki, o merdin de bu yemekde
bizim
ile berâber rızkı vardır. Ehl-i Cennetdir. Osmândan sonra ümmetim
üzerine
hak üzere halîfe olur. Bu sırada gelir. Ondan sonra ta'âm yinecekdir.)
Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' bu sözü söyledi. Bir sâat bekledi. Mubârek yüzünü kapı
tarafına
çevirip, başka şey ile meşgûl olduğu hâlde düâ edip, buyurdu: (Yâ
Rabbî,
Alîyi bu zümrede kıl!) Üç kerre bu düâyı buyurdu. Hemen Aliyyül Mürtedâ
'radıyallahü teâlâ anh' kapıdan girdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdu: (Ta'âmı koyunuz. Size âfiyet olsun!)
Sekizinci Menâkıb: Sa'îd bin Cübeyr 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
Medîne-i
münevverede, Mescid-i şerîfi binâ etmek istediler. Onbinden ziyâde taş
toplanmışdı. Resûlullah hazretleri bu kadar taşdan bir taş kaldırdı.
Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir
taş
kaldır!) Sonra Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine buyurdular ki:
(Sen de bir taş kaldır!) Sonra Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerine
buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Sonra Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretlerine buyurdular ki: (Sen de bir taş kaldır!) Her birisi bir taş
kaldırdılar. Ya'nî ellerine taş aldılar. Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi
teâlâ
aleyhim ecma'în', muhâcir ve ensâr, huzûrda el kavuşdurup, dururlardı.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, mubârek
elleri
ile
kaldırdığı taşı, götürüp, gerekli yere koydu. Ondan sonra buyurdular
ki:
(Yâ Ebâ Bekr! Kaldırdığın taşı getir, benim koyduğum taşın yanına koy!)
O da getirip, yanına koydu. Sonra buyurdular ki: (Yâ Ömer! Sen de
getir,
o taşı Ebû Bekrin taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Ondan sonra
buyurdular ki: (Yâ Osmân! Sen de getir o taşı Ömerin taşının yanına
koy!)
O da getirip, koydu. Ondan sonra buyurdular ki: (Yâ Alî! Sen de getir o
taşı Osmânın taşının yanına koy!) O da getirip, koydu. Sonra,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Eshâb-ı
güzîne hitâb edip,
buyurdular ki: (Ey Eshâbım! Bu taşlar arasında gördüğünüz sıra, benden
sonra halîfe, Ebû Bekr, ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan
sonra
Alînin olacağına açık bir delîldir. Siz ki benim eshâbım, muhâcir ve
ensâr!
Herkes ne mikdâr bu taşlardan ister ise, alıp nereye ister iseniz
koyunuz.)
Medîne-i münevvere mescidinin yapılışındaki bu taş haberi çok yerde
anlatılmışdır.
Ammâ, bize gelen haberlerin en sahîhi budur.
Dokuzuncu Menâkıb: Bu haberin râvîsi Sefînedir 'radıyallahü teâlâ anh.'
Sefîne, Sahâbe-i güzînden olup, Ümm-i Seleme 'radıyallahü teâlâ anhâ'
hazretlerinin
kölesidir. Ümm-i Seleme hazretleri ezvâc-ı tâhirâtdan idi. Sefîneyi
alıp,
hayâtı boyunca [yaşadığı sürece] Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin hizmet-i şerîflerinde bulunması şartı ile âzâd
etdi.
O da bu şart ile âzâd olmağı kabûl etdi. Resûlullah hazretlerinin
hizmet-i
şerîflerinde bulunurdu. Bir gün ondan sordular. Sefîne adını sana kim
koydu.
Dedi ki: Ma'lûmunuz olsun ki, biz Resûlullah hazretleri ile, bir
seferde
idik. Bir konak yerinde, eşyâlarımız ve silâhlarımız çoğaldı.
Davârlarımız
za'îf idi. Bir büyük kilimimiz var idi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' ben kuluna buyurdu ki, (O kilimi yere döşe ve askerin fazla
eşyâsını o kilim üzerine topla.) Ben de o sâatde kilimi yere döşeyip,
eşyâları
ve silâhları o kilim üzerine topladım. Bana buyurdu ki, (Kilimin
uçlarını
bağla! Kilimin içinde olan sefer takımlarını götür. Yola gir. Mert
şeklde
git ki, sen Sefînesin!) Ben de o bütün silâhları Onların himmetleri ile
götürüp, atlılar ile berâber yürüdüm. Gideceğimiz menzile erişdim. Aslâ
yolda bir zorluk ve elem görmedim. O günden bugüne kadar istediğim
zemân
on devenin yükünü götürürdüm. On menzil yere iletirdim. Bunu Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin mubârek lafzları
[sözleri]
bereketiyle yapardım. O zemândan beri ismim Sefînedir.
O Sefîne rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri hergün sabâh nemâzının farzını edâ etdikden sonra, mubârek
yüzünü,
eshâbına döndürüp, süâl buyururlar: (Sizden bir kimse bu gece bir rü'yâ
görmüş ise, haber versin.) Eğer gören var ise anlatırdı. Dinleyip,
ta'bîrini
beyân buyururlardı. Eğer kimse görmemiş ise, Nebiyyi muhterem
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri uygun buldukları bir konuda onlar
ile
söyleşip, kalkarlar idi. Bir gün de hiç kimse rü'yâ görmemişdi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular
ki: (Ey eshâbım!
Bu gece ben acâib bir rü'yâ gördüm. Gördüm ki, gökden bir terâzî aşağı
asdılar. O terâzînin iki latîf ve güzel ve büyük kefeleri var. Beni
terâzînin
bir kefesine koydular. Ebû Bekri diğer kefesine koydular. İkimizi
tartdılar.
Ben Ebû Bekrden ziyâde [ağır] geldim. Sonra beni terâzînin kefesinden
çıkardılar.
Ömeri koydular. Ömer ile Ebû Bekri tartdılar. Ebû Bekr Ömerden ağır
geldi.
Sonra Ebû Bekri çıkardılar. Osmânı o kefeye koydular. Ömeri Osmân ile
tartdılar.
Ömer Osmândan ağır geldi. Ömeri çıkardılar. Alîyi o kefeye koydular.
Osmânı
Alî ile tartdılar. Osmân Alîden ağır geldi. Osmânı o kefeden dışarı
çıkardılar.
Sonra Alînin vaktinden kıyâmete kadar, cümle ümmeti o kefeye koyup,
bütün
ümmeti Alî ile bir tartdılar. Alî cümleden ziyâde geldi [ağır geldi].
Sonra
o terâzîyi gök yüzüne çekdiler.)
Onuncu Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: (Ondan başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya yemîn ederim
ki,
âlemin yaratılmasından beri hiç bir Nebî ve Mürsel, ümmetlerinden Ebû
Bekr-i
Sıddîkdan fazîletli kimse ile sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurmuşdur ki, (Âlem halk olunalıdan beri,
yüzyirmidört
bin Peygamberden hiçbiri, Ömer bin Hattâb gibi dîni kuvvetli birisi ile
sohbet etmemişdir.) Yine Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurmuşdur ki: (Hiç kimsenin dili, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin
kelâmını, Osmândan çok zikr etmemişdir.) Yine Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurmuşdur ki: (Âlem vücûda geleliden beri, hiçbir
behâdırın
eli ve kolu ehl-i kâfirin başına, Alînin eli ve kolu kadar kuvvetli
kılıç
vurmamışdır.)
Onbirinci Menâkıb: Abdüllah bin Ebî Baysânîye Allahü teâlânın Arşından
sordular. O dedi ki, Yahyâ bin Ebî Tâlibden; Allahü teâlânın Arşından
süâl
etdim. O da dedi ki, ben de, Abdülvehhâb bin Atâdan, Rabbil'izzenin
Arşından
süâl etdim. O da Sa'îd bin Urveye Rabbil'izzenin Arşından süâl etdim,
dedi.
O da, Katâde bin Deâmeye Rabbil'izzenin Arşından süâl etdim, dedi. O
da,
Enes bin Mâlike 'radıyallahü anh' Rabbil'izzenin Arşından süâl etdim,
dedi.
O da, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine süâl
etdi. Resûlullah se'âdetle buyurdular ki: (Ben de Rabbimin Arşından
Cebrâîl
aleyhisselâma süâl etdim. O dedi, süâl eyledim, Mikâîl aleyhisselâmdan,
Rabbil'izzenin Arşından. O buyurdu, süâl eyledim İsrâfîl
aleyhisselâmdan,
Rabbil'izzenin Arşından.O buyurdu; ben süâl eyledim Levh-i mahfûza,
Rabbil'izzenin
Arşından. O dedi, süâl eyledim, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine,
Arşından ve Arşın büyüklüğünden. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki,
Arş-ı Mecîdin üçyüzaltmışbin kâimesi var, ya'nî ayağı var. Her ayağının
altmışbin kerre yedi kat gök ve yer kadar büyüklüğü var. Her ayağının
altında
altmışbin sahrâ, her sahrâda altmış bin âlem, her âlemin yaratılan
insan
ve cinnin altmış bin katı kadar mahlûku var.) Burada anlaşıldığı üzere,
Allahü teâlânın yaratdıkları kemâl üzeredir ve cemâldedir. Ondan dahâ
mükemmelinin
olması mümkin değildir. Herkes Allahü teâlânın yaratdıklarını fehm
edip,
Allahü teâlânın azamet ve celâlini anlıyamaz. Herkesin ilmi ve aklı,
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretlerinin melekûtinin izzetine ve ceberûtinin
sırrına
erişemez. Allahü teâlâ hazretlerinin gayb-ül gayb esrârının sırrından,
cümle halkden bir kimse bir nefesi âşikâre alamaz. Nasıl ki, bir şâir
beyân
etmişdir:
..
Aşk yolunu tutanların kapısında bekle,
Âşıklığın bayrağını meydâna çıkarma.
Aşk nişânsız ve belirsizdir,
Kimse o nişânsız Zâtdan bahs etmesin.
Sermâye kalmayınca aşk da kalmaz,
Câna ve cihâna güvenme.
..
Âşıkların lebbeykini söylemiyen,
Büyüklük mahremi olamaz.
[Allahümmagfir lî ve li-vâlideyye ve li-ecdâdî ve ceddâtî ve li-âbâî-ve
ceddât-i zevcetî ve li-ihvetî ve ehavâtî ve lil-mü'minîne vel-mü'minât
vel-müslimîne vel-müslimât el-ahyâ-i minhüm vel-emvât bi-rahmetike yâ
Erhamerrâhimîn.]
Çok sayıdaki mahlûklar ve melekler, Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerinin
Âdemi ve evlâdını, iblîsi, gökleri ve yerleri Cenneti ve Cehennemi
yaratdığını
bilmezler. Sâdece Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
hazretlerine ve onların muhib sâdıklarına istigfâr ederler. Onların afv
olunmasını taleb ederler. Burada Ehl-i sünnet vel cemâ'at i'tikâdında
olanlara
büyük şeref ve fazîlet vardır. Bunun için sevinmeli, Allahü teâlâya
şükr
ve hamd etmelidir.
Onikinci Menâkıb: Bu hadîs-i şerîfin tercemesi çokdur ve uzundur. Lâkin
lâzım olduğu mikdâr beyân edelim. Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü
teâlâ
anhümâ' hazretleri rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri buyurdular ki: Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
ne vakt ki, vâsıtasız ve âletsiz Âdem 'alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü
vesselâm'
hazretlerini kendi yed-i kudreti ile halk etdi. O zemân onu bir aksırma
ile imtihân buyurdu. Aksırma Âdem 'aleyhisselâm' hazretlerinin mubârek
ağzından çıkdı. Cân-ı azîzi [rûhu] istedi ki, aksırma ile bedeninden
ayrılsın.
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselâma ilhâm buyurdu. O zemân
Allahü teâlâ hazretlerine tahmîd etdi. [Ya'nî Elhamdülillah, dedi.]
Karşılığında
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri (Yerhamükellah) buyurdu. Ma'nâsı
şudur:
Allahü teâlâ sana rahmet eder ve senin nesline rahmet eder ve bereket
verir.
(Elhamdülillah) bereketi ile Âdem aleyhisselâmın bedeni aksırma
sıkıntısından
kurtuldu, râhata kavuşdu. (Yerhamükellah) bereketi ile cân-ı azîzi
[rûhu],
mubârek bedeninde râhatlayıp, râhat oldu. Lâkin, Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretlerinden (Yerhamükellah) mubârek lafzını işitince, hemen o zemân
iki elini, başı üzerine koyup, dedi ki, âh, âh, herhâlde bir günâh
işledim.
O melekler o vakt orada hâzır idiler. Dediler ki: Yâ Âdem! Sen ilm-i
gaybı
bilmezsin. Olmamış günâhı nasıl bildin. Âdem aleyhisselâm buyurdu ki:
Evet,
ben ki, Âdemim. Günâh işlemeseydim Allahü teâlâ hazretlerinin rahmetine
kavuşmazdım. Zîrâ, Allahü teâlâ hazretlerinin rahmeti ve mağfireti
günâhkârlar
içindir.
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü anhümâ' hazretleri der ki, Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Âdem
aleyhisselâmın
bedeninin bir bölüğü canlı, bir bölüğü cansız olduğu vakt, Âdem arkası
ile göğsü arasından bir söyleyicinin sesini işitdi ki, Âdemin rûhu o
sesin
aşkı ile titredi. O söyleyici dedi ki, (Rabbimize şükr olsun. Onun
çocuğu
yokdur. Mülkünde ortağı yokdur. Onu çok büyük bilmek lâzımdır.) Ondan
sonra
bir ses dahâ işitdi ki, (Doğru söyledin. Rabbimiz büyükdür. Azîzdir.)
diyordu.
O sesden sonra gördü ki, bir nûr mubârek göğsünde meydâna geldi. O
nûrun
şevketinden Cennetin kapıları açıldı. Ondan sonra o nûrun berâberinde
birbirine
müsâvî iki nûr dahâ Âdem aleyhisselâmın göğsünde meydâna geldi. O iki
nûr
birbirine muvâfakat ve müsâadetle, öyle bir parıldadılar ki, Cennetin
dereceleri
ve bu derecelerde ne var ise hepsi, açıkca göründüler. Beşinci kerre
Âdem
aleyhisselâm kendi bâtını aynasında [rûhunun aynasında] bir şahs sûreti
gördü. Şemâilinde [görünüşünde] heybet ve şefkat sebeblerinden ve
eserlerinden
çok çok zuhûra gelip hâsıl olmuş bir şahs ki, çok kuvvetli, gâyet
şiddetli,
fevkal'âde heybetli, iri yapılı ve sıhhatli idi. Aynı zemânda kemâl-i
gayret
ve salâbetle süslü bir kılınç sûreti de o sûretin omuzuna konulmuş.
Âdem
aleyhisselâm buyurdu ki, o beş nesne o beş kimsedendir. Birinci,
söyleyiciden,
ikinci, tasdîk ediciden, üçüncü, nûrdan, dördüncü, nûrdan, beşinci
söyliyen
ve o kılıncı taşıyan heybetli ve siyâsetli şahsdan ki, onun gibi
birbirine
ulaşmış ve rahmet ve kerâmetle süslenmişdir.)
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki,
(Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Âdem aleyhisselâmın, üst yarısı rûhu ile
canlı,
alt yarısı cansız olduğu vaktde, kendi baş gözü ile ve gerekli kulağı
ile
o beş nesneyi ve o beş nesneden görmesi gerekeni gördü, işitmesi
gerekeni
işitdi. O acâibliği görünce, başından kendi kendine hareket etdi.
Mubârek
lisânını tesbîh ve tehlîl ve tahmîd ve tekbîr ile Allahü teâlânın
yüceliğini
dile getirdi. (Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Sübhâneke rabbî. Mâ
a'zameke
ve mâ a'zam kudretike ve mâ evsa' mağfiretike ve rahmetike. Lâ ilâhe
illâ
ente tebârekete ve teâleyte rahmeten vesiat külle şey'in ilmen ve
ahseyte
külle şey'in adeden.) [Ey noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim. Seni
tesbîh ederim. Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. En büyük kudret,
en geniş magfiret ve rahmet sendedir. Senden başka ilâh yokdur. Sen çok
büyüksün ve şânın çok yüksekdir. İlmin herşeyi içine almışdır.] Yâ
Rabbel'alemîn!
Bana haber ver ki, bu gördüğüm şaşılacak iş nedir. İşitdiğim güzel ses
neden ötürüdür. O kimse kim idi. Sana şükr ve senâ etdi. İkinci kim idi
ki, evvelkini tasdîk etdi. O nûr ne nûr idi ki, Cennetin kapıları o nûr
ile açıldı. Yâ o iki nûrlar da ne nûr idi, o nûrdan sonra ki, Cennetin
dereceleri o iki nûrdan aydınlandı. O âhıretde gördüğüm; heybetli,
salâbetli
sûret, kimin sûreti idi. Allahü Sübhânehü ve teâlâ buyurdu ki: Yâ Âdem!
Henüz onların meydâna çıkmaları vakti gelmedi. Ammâ sen bu sâatde
Âdemsin.
Sana lâzımdır ki, onlardan iki nesneye kanâat edesin. Birincisi,
onların
adları o yerde yazılmışdır; göresin. İkincisi, sıfatlarını benden
işitesin.
Âdem 'aleyhisselâm' dedi ki: Yâ Rabbil'âlemîn! Sen neyi irâde edersen o
olur. Ne buyurursan o meydâna gelir. Allahü teâlâ hazretlerinden buyruk
geldi ki, (Yâ Âdem! Biz bu sırrı sana açdık, perdeyi kaldırdık. Bak,
göresin.)
Âdem aleyhisselâm iki gözünü arş tarafına çevirdi. Arşın kenârında, (Lâ
ilâhe illallah. Muhammedün Resûlullah! Ebû Bekr-i Sıddîk. Ömer-ül
Fârûk.
Osmân-ı Zinnûreyn. Aliyyül Mürtedâ.) yazılmış gördü. Âdem
'aleyhisselâm'
dedi ki: Yâ İlâhî! Meğer bunları benden evvel yaratmışsın. Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri buyurdu: Yâ Âdem, ben onları senden evvel
yaratmadım.
Muhakkak senin neslinden yaratacağım. Lâkin adlarını gökden ve yerden,
Cennet ve Cehennemden ikibin kerre bin sene evvel, Arş üzerinde ve tâcı
üzerinde yazmışım. Senin evlâdların dünyâda, her ne vakt ki, benim
ismlerimi
zikr ederler. Benim bendelerim olan melekler de, ulvî âlemde, onların
ismlerini
zikr ederler. Âdem aleyhisselâm dedi: Yâ Rabbî! Onların yüzünü görmeyip
ve onları görmekle şâd ve hurrem olmadıkdan sonra, bana onların
adlarını
görmekden ne fâide olur. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu:
Yâ Âdem; onların adlarını bu vaktde görmenin fâidesi şudur ki, ilmel
yakîn
bilesin ki, senin hayâtın vaktinde veyâ senin evlâdın vaktinde
karşılaşacağınız
her lüzûm ve ihtiyâc, onların sebebi ile görülür. Onların şefâ'atinden
gayri kurtuluş yokdur. Senin etdiğin her düâ veyâ senin evlâdının
etdiği
düâların kabûlüne sebeb onların şefâ'atlarından gayri yokdur. Bu söz
söylendi
ve geçdi.
Hayât Âdem aleyhisselâmın mubârek teninde karâr kıldı. [Ya'nî bedeni
canlandı.] Cennete girdi. Yasak edilen ağacdan yidi. Bu sebeble
Cennetden
dışarı düşdü [çıkarıldı]. Dürlü dürlü ve çeşidli üzüntüler ile
karşılaşdı.
Üçyüz sene aralıksız Allahü teâlâdan hayâ edip, istigfâr ve düâlar
eyledi.
Üçyüz sene temâm oldukda, bir gün yukarıda söylenilen sözler hâtırına
geldi.
Hemen o sâatde iki elini kaldırıp ve iki gözünü arş-ı azîm tarafına
dikip,
dedi ki: Ey âlemlerin Rabbî! O beş kimsenin hürmeti için ki, onların
rûhlarını
kendi sînemde müşâhede etdim. Ve ismlerini Arşın kenârında yazılmış
gördüm.
Onlar, Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
ve Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömer-ül Fârûk ve Osmân-ı Zinnûreyn ve Aliyyül
Mürtedâdır 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'. Benim günâhımı onların
hürmetine afv
et. Hemen Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Yâ Âdem, senin özrün
ve
düzelmen ve tevben kabûl olması, O kimselerin hurmetine ve haşmetine
oldu.
Âdem 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm', işte böyle işleri ve
sözleri
işitdikden ve gördükden sonra, o beş kişinin şânını ve hâlini Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretlerinden süâl etdi. Allahü teâlâ onların hâllerini,
sîretlerini,
yollarını ve güzel mu'âmelelerini beyân buyurdu. O vaktde Âdeme
bildirdi
ki, yâ Âdem! Şükr ve senâ etdiğin o söyleyici, âlemin vücûdunun aslıdır
ve âlemde yaşıyanların kutbudur. Üzerine hüccetdir. Bütün varlıklar
onun
sâyesinde vardır. O kimsedir ki, halkla, benimle ve kendi ile doğrudur.
O kimse ki, şirkin ve nifâkın kökünü ve temelini keser. İnâd perdesini
yırtar. O, bâtılın başını ve boynunu kırar. Ve söndürür. O, küfrün
hiçbir
yerinde kâdir ve kıymetini koymaz. O, benim ismetimin sırrındadır. Ve
nusretimin
himâyesindedir. O bir çırâğdır. Ben kara gönülleri o çırâğın nûru ile
parlatır,
aydınlatırım. O bir dostdur ki, ben onun dostlarının cürüm ve cefâsını
ve kendi dostlarımın sehv ve hatâsını onun hürmeti ile örterim. O
resûl,
rahmet ve kerâmetdir. O kıyâmet gününde, yalnız başına mahşerdekilere
şefâ'at
eder. O arabî olan Ahmed, Hâtem-ül nebiyyin ve Kureyşi olan
Muhammeddir.
Bütün Resûllerin seyyididir.
Yâ Âdem! O ikinci ki, birinciyi üç kerre tasdîk etdi. O Ebû Bekr-i
Sıddîkdır. O ihtiyâr [şeyh] çok büyük, kemâl ve cemâl ile süslenmişdir.
Ahlâkı güzelliklerde öğülmüş ve beğenilmiş bir yegânedir [eşsizdir].
Hayrlı
ve çok iyidir. Dînin muhiblerinin [sevenlerin] güzîdesidir. Hiçbir amel
işlemezden evvel bizim kabûl olunmuşumuzdur. Vücûda gelmezden
[yaratılmadan]
evvel, husûsî muâmele edilen üstün kimselerin tanınmışıdır. Onun sîreti
ehl-i islâma ışıklı yoldur. Onun tarîkati [yolu] ehl-i sünnet vel
cemâ'at
için ana caddedir. Hem râzı olmuş, hem de râzı olunmuşdur. Hem
muvaffak,
hem mukarrebdir. Sâbıkdır ve sâdıkdır. Müslimânlık dîninin aslında,
doğru
ve dürüstdür. Atîk-i ezhardır. Sâdık-ı ekberdir. Yüzyirmidörtbin
ümmetin
büyüğü ve efendisidir.
Yâ Âdem! O nûr ki, onun ışığı ile Cennetin kapıları açıldı. O kimsedir
ki, bu kendi gönderdiğim Hak dînime onunla nusret veririm. Ben islâmı
onunla
azîz ederim. Ben hakkı ve hak ehlini onunla meydâna çıkarırım. Bâtıl ve
bâtıl ehlini onunla yok ederim. Şeytânı onun ile korkuturum ve
kaçırırım.
Ben îmânı küfrden, küfrü îmândan onunla ayırırım. Âhır zemânda Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin dînine
nusreti
onunla peydâ ederim. O milletin direğidir. Zînetidir, hüccetidir;
çırâğıdır.
O vâhib (afv eden), evvâb, tevvâb [tevbe edici] ve Ömer-ül Hattâbdır.
Yâ Âdem! Ammâ o iki nûr ki, birbirine muvâfık ve müsâid ve birisi îmân
nûru ve birisi Kur'ân nûrudur. O iki nûrun ehli ve o nûrun mahremi,
hayâ
sâhibi Osmân bin Affândır. Hem nâşîr-i Kur'ândır. O, benden râzıdır.
Ben
ondan râzıyım. Doğru kanâatli ve doğru düşüncelidir. Her ne yaparsa
ihlâs
üzeredir. Her ne söyler ve buyurur ve işitirse ihlâs üzeredir. Geceleri
kıyâmda ve kuûdda [ka'dede], rükû'da ve secdede diri tutar. Nebîlerin
rûhunu
ve meleklerin şahsını, kendi tehlîl ve tesbîhi ile âsûde ve râhatlıkda
tutar. Dirlik vaktinde [sulh zemânında] kerâmet ehli olur. Kıtâl [harb]
vaktinde, kemâl ve şehâdet ehli olur.
Yâ Âdem! O civânmert ki, onun sûreti sînenle iki yanın arasında tasvîr
edilmişdir. O merddir ki, fütüvvet ve mürüvvet esâsı olarak ne varsa,
şecâat
ve şehâmet temeli olarak ne mevcûd ise, hepsi bir onun şemâilinin
rüzgârında
yer tutmuşdur. Civânmerddir ve şîr-i merddir [aslan gibi yiğitdir].
Sığınılacak
bir kal'adır. İlm hazînesidir. Hilm kaynağıdır. Süvârî olduğu [ata
bindiği]
vaktde, mukaddem ve sâbıkdır. Yaya olduğu zemân müctehîdlerin büyüğü,
hidâyet
ehlinin sancağı ve vilâyet ehlinin rabbânîsidir. Kendi ameli ile sâbık
ve benim hükmümle nâtıkdır. Her gâlib üzerine gâlib ve adı Alî ibni Ebî
Tâlibdir 'radıyallahü teâlâ anh'.
Diğer rivâyet: Âdem 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm' onların
ism-i şerîflerini arşda gördüğü vakt, dedi ki: Yâ Rabbî! Gördüm ve
bildim,
ammâ, onların herbirşeyi benimle kalır mı, yoksa benden ayrılır mı?
Cevâb
geldi ki, yâ Âdem! Sen bizim ahdimizde vefâ üzerindesin. Bizim
emrimizde
ve rızâmıza tâbi'sin. Bu hediyyeler, bu inciler, bu nûrlar, sendedir,
seninledir.
Ahdimizi bozar ve vefâdan dönersen ve emr ve rızâmıza muhâlefet
edersen,
o vakt sen bilirsin. Hazret-i Âdemin cânı [rûhu], mubârek tenine
dağılıp,
yerleşdi. Bedende [tende] sükûnet buldu. Cennet hullesini giydi.
Kerâmet
tâcını başının üzerine koydu. Kurbiyyet kemerini bağladı. İzzet
tahtının
üzerine oturdu. Aslı misk-i esfer [çok güzel koku] olan o uğurlu ve
bereketli
binek üzerinde, gökler melekûtine geldi. O binek üzerinde Cennetlere
geldi.
Kudsî âlemlerin hepsinde dolaşdı. Her âlemde, o âlem halkının kıblesi
oldu.
Cebrâîl ve Mikâîl Âdemin ma'iyyetinde gidiyordu. Bütün bu fazîletleri,
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin bereketi ile verdi. Âdem aleyhisselâmın
hullesinin
[elbisesinin] rengi yıldız gibi ve mubârek teninin rengi ay gibi,
mubârek
yüzünün rengi güneş gibi idi. Mubârek alnı üzerinde yazılmış: Lâ ilâhe
illallah Muhammedün resûlullah. Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk,
Osmân-ı
Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ. Mukarreblerden, mukaddeslerden,
rûhânîlerden,
kerûbîlerden o kadar melek, hazret-i Âdemin gelip-geçeceği yollar
üzerine
dururlardı. Âdem aleyhisselâmın yüzüne bakarlar, alnında yazılı olan
(lâ
ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk,
Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ)yı görürlerdi. Âdem aleyhisselâm
Cennetde
ni'metlenip ve zevklendi. Sonra sûrî isyân olup, Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretleri, lutf-i kereminden tevbesini kabûl edip, zellesini afv etdi.
Âdem aleyhisselâm düâ edip, dedi: Yâ Rabbî! Bir kerre dahâ o beş nûru
bana
getir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmın düâsını kabûl edip, Âdeme
Cennetin
şimşîr ağacından bir tabût [sandık] indirdi. O tabutda, ezelî ilmi ve
ezelî
irâdesi te'alluk etmiş, üç arşın yüksekliği, üç arşın eni vardı.
Tabutda
yüzyirmidört bin Nebînin sûreti, o sûretin herbirine bir hâne olmak
üzere
yüzyirmidört bin hâne, her hâneye de dıvâr, dam, kapı, pencere, perde
ve
perdedâr halk etmiş. Başlangıçda Âdem aleyhisselâmın hânesi, sonunda
Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin hânesi
vardır.
Bir tarafında Enbiyâ hânesi, bir tarafında hazret-i Resûlullahın
kırmızı
yâkutdan hânesi. Hâne ortasında nemâza durmuş ve sağ elinin ayasını sol
elinin üzerine koymuş ve Resûlullah hazretlerinin sağ tarafında bir
merd-i
mutî'nin [itâat eden merdin] sûreti vardır ki, alnında yazılmışdır: Bu
Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Sol tarafında da bir merdin sûreti vardır ki,
alnında
yazılmışdır: Bu Ömer-ül Fârûkdur. O merd ki, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinden
gayri kimseden korkmaz. Önünde Osmânın 'radıyallahü anh' sûreti ve alnı
üzerinde yazılmışdır ki: Bu, iyi merdlerin hâsı ve iyi kulların
büyüğüdür.
Hazret-i Mustafânın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' arkasında
Aliyyül
Mürtedânın sûreti, kılıcını omuzuna almış ve alnı üzerinde yazılmış ki,
Mustafâ hazretlerinin birâderi ve amcazâdesidir. Ondan sonra Çihâr yâr
sûretinin etrâfında amcaların ve dayıların sûreti ve diğer halîfeler
ile
vekîllerinin sûreti, muhâcir ve ensârın gâzîlerinin hepsi, başlarında
yeşil
imâme ve yeşil tâclar ve yeşil silâhlar ve binekleri de hepsi yeşil.
Yarın
kıyâmetde de böyle gelirler. Dünyâda güneşin nûru dünyâyı aydınlatdığı
gibi, onların atlarının tırnaklarının nûru arasat meydânını
nûrlandırır.
Âdem aleyhisselâm dünyâda hayâtda idi; o tabut yanında idi. Âdem
aleyhisselâm
dünyâdan göç etdiler. Şît 'alâ nebiyyina ve aleyhissalâtü vesselâm'
hazretlerine
mîrâs kaldı. Şîtden 'aleyhisselâm' İdrîse 'aleyhisselâm' ve böylece tâ
İbrâhîm Halîl ve İsmâ'îl ve Mûsâ Kelîmullah ve Îsâ ibni Meryem 'alâ
nebiyyinâ
ve aleyhimüssalâtü vesselâm' hazretlerine mîrâs kaldı. Bu kıssa
uzundur.
Bundan maksad odur ki, hazret-i Âdemin zemân-ı şerîfinden, hazret-i
Îsânın
zemân-ı şerîfine kadar her bir Nebî ve her bir Resûl, gazâya gideceği
ve
Allahın düşmanları ile harb edeceği zemân o tabutu kendi ile berâber
götürürdü.
Muhammed Mustafa 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
berekât
ve hayrâtından ve Çihâr yâr-i güzînin berekâtından zafer ve nusret ve
fırsat
müyesser olurdu. Bu konu (Kısâs)da mevcûddur.
Onüçüncü Menâkıb: Sahîh isnâd ile Atâdan, o da Abdüllah bin Abbâsdan
'radıyallahü teâlâ anhümâ' bildirilen hadîs-i şerîfde, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Kıyâmet günü bir nidâ edici,
nidâ
eder ki, Ehlullah olan kalksın! Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî
'radıyallahü
teâlâ anhüm' kalkarlar. Ebû Bekre denilir ki: Var, Cennet kapısında
dur.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin rahmeti ile, istediklerini
Cennete
koy. İstemediğini de Allahü teâlânın kudreti ile Cennete koyma. Ömere
'radıyallahü
teâlâ anh' denir: Var, mîzân [terâzî] yanında dur! Kimi istersen,
Allahü
teâlânın bereketi ile mîzânını ağır et. Kimi istersen, Allahü teâlânın
bereketi ile, mîzânını hafîf et. Osmâna 'radıyallahü teâlâ anh'
denilir.
Al bu asâyı. Var Kevser havzının yanına dur! Kimi istersen havuzdan su
içir. Kimi istersen içirme. Alîye 'radıyallahü teâlâ anh' denilir ki:
Bu
hulleyi giy! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bu hulleyi senin için
hâzırlamışdır.)
Şimdi, ey sünnîler, ehl-i sünnet i'tikâdında olan temiz müslimânlar!
Bu dört hâl, Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'
hazretlerinin
şeref ve fazîletinin ifâdesidir. Ma'lûm olsun ki, Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerinin hulle giymesi, ikbâl-i tâmdır. Kevser şerâbı üzerine
emîn olmak, Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' işi oldu. Adâlet terâzisini
kendi fermânında tutmak Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' işi oldu.
Cennetde
tesarruf etmek Ebû Bekrin 'radıyallahü teâlâ anh' işi oldu. Cümlesinden
üstün ve efdaldir.
Ondördüncü Menâkıb: Übeyy bin Ka'b 'radıyallahü teâlâ anh', Eshâb-ı
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretlerinin Kur'ân-ı kerîm
okuyanlarının efdallerindendir. O rivâyet etmişdir. Ben bir gün Vel-Asr
sûresini, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı
şerîflerinde
okudum. Bitirince, dedim ki: Yâ Resûlallah! Vallahi, benim canım, babam
ve anam sana fedâ olsun ki, lutf eyleyip, bu sûre-i azîm-üş-şânın
tefsîrini
beyân buyurun. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdular ki: Birinci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü tebâreke ve
teâlâ
günün âhırine yemîn ederim) buyurmuşdur. İkinci âyet-i kerîmede meâlen,
(Elbette, Ebû Cehlin işi ziyânda, zelîl ve başı aşağıdadır)
buyurmuşdur.
Üçüncü âyet-i kerîmede meâlen, (Ancak îmân edenler) buyurması, Ebû
Bekr-i
Sıddîk içindir. [ve devâmında meâlen] (Amel-i sâlih işliyenler)
buyurulması,
Ömer-ül Fârûk içindir ki, çok amel işleyici ve şükr edici ve iyi işler
yapıcıdır. (Hakkı tavsiye ederler); Osmân-ı Zinnûreyn içindir ki, sabr
tutucu ve hayâ-hilm sâhibidir. (Sabrı tavsiye ederler), Aliyyül Mürtedâ
içindir ki, vefâkârdır ve kendini hıfz edicidir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Kelâm-ı
kadîm tefsîrinde, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerini
îmâna benzetdi. Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini
amel-i
sâlihe benzetdi. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini hak işde
vasıyyete
denk etdi. Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini, sabr
işinde
vasıyyete benzetdi. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' îmân yerinde oldu. Ömer
'radıyallahü anh' amel yerinde oldu. Ömer Ebû Bekrin fer'idir. Ebû Bekr
îmân yerindedir. Îmân kalbin fi'lidir. Ömer amel yerindedir. Amel
bedenin
fi'lidir. Kalb bedene tâbi' değil, beden kalbe tâbi'dir. Allahü teâlâ
ve
tekaddes hazretlerinin Kur'ân-ı kerîminde okursun ve görürsün. Âyet-i
kerîmede;
(Îmân edenler, sâlih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı
tavsiye
edenler) buyurulması, burada da, önce Allahü teâlâ hazretlerini
bilesin.
Sonra Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini
bilesin ve dîn-i islâmı tutasın. Dîn-i islâm üzerine sülûk edesin
[ilerleyesin].
O Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini hak üzere halîfe ve
imâm
bilesin. Ondan sonra Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini, ondan
sonra
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini, ondan sonra Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerini hak üzere halîfe ve imâm bilesin. Ümîd olur ki,
onların muhabbetleri hurmetine müslimân dirilirsin ve kıyâmet günü
müslimânlar
safında olup, müslimânlar zümresinde haşr olursun. Bütün şiddetlerden
ve
belâlardan emîn olasın, inşâallahü teâlâ.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu:
(Her kim bir kerre nemâzda veyâ nemâz hâricinde vel-asr sûresini
okursa,
o kimse, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden iki şey bulur. Biri
dünyevî,
biri uhrevî. Dünyevî olan odur ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri,
ömrünün sonuna kadar sabr mührünü vurur. Tâ ki, o kimsenin ölüm
cihetinden
hiçbir korku ve sıkıntı önüne gelmez. Uhrevî olan odur ki, Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri o kimseyi kıyâmetde hak ehli ile ve kendi hâs
kulları
ile haşr eder. Tâ o kimsenin de gönlüne yalnızlık ve kimsesizlik
cihetinden
bir korku ve yabancılık fikri gelmez. Her bir okumağa bu iki ni'metin
karşılığı
hâzırdır. Bu Vel-asr sûresi hem hakkı zikr eder, hem sabrı zikr eder.
Bu
sûreyi okuyanın, dünyâda ömrünün sonu sabr üzere olur. Âhıretde haşrı,
hak ehli ile olur. Âyetleri dörtdür. Kelimeleri ondörtdür. Harfleri
altmışsekizdir.
Her âyetin sonunda çok tehıyyât ve salavât ve her kelimenin sonunda çok
berekât ve hayrât ve harflerinin mukâbilinde çok derece ve hasenât
vardır.)
Onbeşinci Menâkıb: Bu haber, Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
hazretleri hakkında meşhûr haberlerden biridir ve onların fazîlet ve
şerefleri
beyânında vârid olmuşdur. Onların muhabbetleri bizim bedenimizde ve
canımızda
hayâtımız gibi olmuşdur. Cânımızda îmânımız gibi olmuşdur.
Elhamdülillah!
Onların muhabbet güneşleri bundan da fazla olursa, lâyıkdırlar. Eğer
yüz
bu kadar veyâ bin bu kadar veyâ dahâ da fazla olursa yine lâyıkdırlar.
Hiçbir kimse, bu âna kadar onların dostluğundan dolayı ziyân
etmemişdir.
Bundan sonra da etmez. Hiçbir ferd bu zemâna kadar onlara düşmanlık
yapmanın
fâidesini görmemişdir, zararını görmüşdür. Bundan böyle kıyâmete kadar
onlara adâvet sebebi ile bir fâide bulmak ihtimâli yokdur. Mutlaka
zarar
vardır. O kimseler hem Muhammed Mustafânın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' makbûlü ve mardîsi olur ve hem Muhammed Mustafâ 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin mahbûb ve memdûhu olur. Dahâ ne
istersin.
Bundan ziyâde ne gerek. Oradan ki, niyyet himmetdir ve ta'rîf-i
muhabbetdir.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ve
Çihâr
yâr-i güzînin temiz olmalarında ve büyüklüklerinde şek ve şübhe yokdur.
Kur'ân-ı kerîmde geçen âyet-i kerîmeleri zikr etdik. Menâkıb-ı
şerîflerinde
ve o haberler ve eserlerin çokluğundan ki, tafsîl etdik ki, şerefli
şânlarında
gelmişdir. Acaba o insâfsız ve mürüvvetsiz ve zâlim ve münâfık
kimseler,
bu kadar Kur'ân-ı azîm âyetlerini ve bu kadar Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin hadîs-i şerîflerini okur ve dinlerler
de,
niçin gönlünde tutmaz ve inkiyâd ile kabûl etmezler. Göklerin ve yerin
bile Çihâr yâr-i güzînin şerefinden haberleri vardır. Cennet ve
Cehennem
onların nefesinden haberdârdır. Süflî âlem [dünyâ], üzerinde o
büyükleri
taşıdığı için iftihâr duyar [öğünür]. Levh ve kalemin her ikisi, Çihâr
yâr-i güzîni senâ eder. Arş ve Kürsînin her ikisi Çihâr yâr-i güzîne
düâ
eder. Allahü teâlâ ve Resûli, Çihâr yâr-i güzîni medh ederler.
[Meâl-i şerîfi; (... Sabr edenler ...) olan Âl-i İmrân sûresi 17.ci
âyet-i kerîmesi, Çihâr yâr-i güzîn ile alâkalıdır.] Sağlam rivâyet ile
Abdüllah bin Abbâsın 'radıyallahü teâlâ anhümâ' bildirdiği hadîs-i
şerîfde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, bir cemâ'ate
karşı buyurdu ki, kıyâmet günü olunca, herkesin niyyet ve himmeti, gam
ve sıkıntıdan kendisini kurtarmak olur. Önce gelenler ve sonra
gelenler,
murâdlı ve murâdsız [istekli, isteksiz] bir meydânda toplanırlar. Kendi
defterlerini okumak üzerine ve kendi yönlerinin katılığı üzerine ve
kendi
iyi bahtını kabûl etmek üzerine veyâ Allahü teâlâ muhâfaza etsin, kendi
kötü bahtını kabûl etmek üzerine gönül verirler. Eğer bu tarafda söz
söyler
isek, söz uzar ise de, eğer söylemeyip, geçersek, gam ve gussada
kalırız.
Bunun için burayı uygun bir şeklde beyân edelim. Lâkin gönül katılığı
ve
göz körlüğü fâide vermez. Âdem 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm'
hazretlerinin zemân-ı şerîflerinden kıyâmet kopuncaya kadar, her kim
ki,
vücûda gelmişdir, hepsi toplu olarak veyâ müteferrik olarak temâmı
toplanırlar.
Bir kavm ayak üzerine durmuş, bir kavm dizleri üzerine durmuş
şekldedir.
(Her ümmeti dizleri üzerine oturarak toplanmış görürsün!)
buyurulmuşdur.
[Câsiye sûresi 28.ci âyet-i kerîme meâli.] Kalbleri göğüsde hurûşa
gelmiş,
beyinleri dîmâglarda çûşâ gelmiş olur. Dizleri üzerine gelmiş kimsenin
gönlü sıkıntıda olur. Kendilerinden bîzâr olurlar. Ümîd etdikleri
şeylere
kavuşamadıklarını, lezzetlerden uzak olduklarını görürler. Gönüllerini
[kalblerini] kendi yapdıklarının ve dediklerinin cezâsı ile başbaşa
bırakırlar.
Büyük ve küçük günâhlıları, bir tarafda tutarlar. Kuvvetli ve za'îf
hasmları
diğer tarafda tutarlar. Mürâîlik, yankesicilik, nemmâmlık, ikiyüzlülük
perdelerini yırtarlar. [Ya'nî bu vasflar açığa çıkar.] Dimâglarda,
gönüllerde
olan her ne varsa açığa çıkar. Yâ se'âdet nûruna kavuşur. Veyâ Allahü
teâlâ
korusun, şekâvet ve zulmetine kavuşur. [Şûrâ sûresi 7.ci âyet-i
kerîmesinde
meâlen], (Bir fırkası Cennetde, bir fırkası Cehennemde olurlar)
buyuruldu.
Mü'min ve kâfirin başdan gidecekleri yer belli olur. Bu bâbda bu kadar
yazıldı.
Biz bîçâreler ve derdine dermân arayanlar. Ne edelim, ne yapmağa
kâdiriz.
Biz nasîbsiz kimseler, kime ne söyliyelim, kime ne ağlayıp, sızlayalım.
Keşki, annemizden doğmıyaydık. Veyâ çocuk iken ölse idik. [Meryem
sûresi
23.cü âyet-i kerîmesinde; Îsâ aleyhisselâmın doğumu zemânında; hazret-i
Meryemin; (Ne olaydı bu hâlden evvel ölmüş olsaydım; unutulup
gitseydim)
dediği bildirilmekdedir.] Yâ Rabbî! Sana karşı ağlayıp-sızlayalım.
Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini sana şefâ'atçi
getirelim. Sonra Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ anhüm'
hazretlerini
de sana şefâ'atçi getirelim. Evet, evet. Vallahi delîl budur. Gözümüzün
suyu, böyle günde, böyle vaktde gâyet hoşdur, büyük sermâyedir.
Rubâi':
Senin aşkın zarar olsa da, her ne kadar, yine hoşdur,
Aşkında can korkusu olsa yine de hoşdur.
Diyelim ki, bu dünyâda sana kavuşamadım,
Âhıretde bir ümîd, bulunsa yine de hoşdur.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' kıyâmet gününün
şiddetini,
dehşetini beyân etdikden sonra buyurdular ki, bu şiddetli ânda iki
minber
getirirler. Her ikisi de kemâli nûr ile münevver, her ikisi hâlis
nûrdandır.
Birisini Arşın sağ tarafına, birisini sol tarafına koyarlar. İki şahs,
ikisi de mukarreb melek, ikisi de heybetli ve haşmetli gelirler. O iki
minber üzerine otururlar. Ondan sonra, o sağ tarafda minberde oturan
güzel
ses ile der ki, (Beni bilmiyenler bilsin ki, Cennetin hâzini Rıdvânım.
Cennetin makâmları, hazîneleri, dereceleri, benim elimdedir. Sevâb
işleyenlerin
işlerini gören benim. Şimdi emîn olun ve bilin, işte Cennetin
anahtârları
bendedir. Bugün Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri buyurdu, yâ
Rıdvân!
Kilitleri, Muhammed Mustafâya 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
teslîm
et. Ben de iletdim. Resûlullah hazretleri bana buyurdu ki, bu kilitleri
Ebû Bekre ve Ömere teslîm et. İkisine benden selâm da söyle. Ve hem
Allahü
teâlâ ve tekaddes hazretlerinden selâm söyle. Ve onlara söyle ki,
Cennet
kapılarını açınız. Kendi dostlarınızı, gönlünüzün murâdı üzerine
azâbsız
Cennete götürünüz. Şimdi ben geldim. Kilitleri Ebû Bekre ve Ömere
teslîm
etdim. Siz şâhid olunuz.
Ondan sonra o ikinci melek, Arşın sol yanındaki minberden yüksek sesle
nidâ eder. Heybetlidir ve haşmetlidir. Yâ mahşer halkı. Her kim beni
bilirse
hoşdur. Her kim beni bilmez ise, bilsin ki, ben Cehennem meleği
Mâlikim.
Azâb ehlini ben bilirim. Cehennem derecelerini, tabakalarını, acı
yerlerini
bilirim. Cinnîleri ve Âdem oğullarını, eğer istesem; arasat meydânından
bir elimle tutar alırım. Ben ki bir sayhâ ile [bağırma ile] ve bir
helâk
edici bağırma ile insanların ve cinnîlerin başına intikâm getiririm.
Eğer
istesem, Cehennemin dörtyüz derekesini bir boncuk gibi, elimin ayası
üzerinde
döndürürüm. Eğer istesem, ağaçlar yaprağı adedince, sahrâlar kumu
adedince
olan zincir ve halkaları, yılan ve akrebleri bir da'vet ile Cehennemin
hâviyesinden dışarı çıkarırım. Şimdi, size haber vermeğe ve söylemeğe
geldim.
İyi bakınız ve dinleyiniz. Bunlar, Cehennemin kilitleridir. Allahü
teâlâ
bana emr etdi ki, Cehennemin bütün kilitlerini Muhammed Mustafâya
vereyim.
Ona söyliyeyim ki, her kimi ister isen, Cehennemden geri tut. Ben de
geldim
kilitleri teslîm etdim. Allahü tebâreke ve teâlânın emrlerini haber
verdim.
Muhammed aleyhisselâm buyurdu ki, şimdi sen de, Allahü teâlâ şânühü
hazretlerinin
emri ile ve benim buyruğum ile Cehennemin bu kilitlerini, Ebû Bekr ve
Ömere
teslîm et. Ve onlara söyle. Her ikiniz düşmanlarınızı Cehenneme
götürünüz.
Şimdi, ben ki Mâlikim. İşte getirdiğim kilitleri, Ebû Bekr ve Ömere
teslîm
etdim. Siz şâhid olunuz.
Ondan sonra, konulan o iki minber üzerine Rıdvân ile Mâlik çıkıp,
otururlar.
Sonra iki minber dahâ, cemâl ve kemâl-i nûr ile münevver oldukları
hâlde
getirirler. O iki minberin yanına koyarlar. Birinin sağında ve birinin
solunda. Mukarreb ve mutahhar iki şahs [melek] gelip, herbiri bir
minber
üzerine çıkıp, otururlar. Ondan sonra o sağ tarafdaki minberde oturan
mukarrep
melek nidâ eder ve der ki, Yâ mahşer halkı. Ben Mikâîlim. İzzet
hazînelerine
müvekkilim. Minnet zâhireleri üzerine düşmüşüm. Suların, rüzgârların ve
rızkların hazînadârı benim. Meşgûliyyetlerin, işlerin, fethlerin ve
nusretlerin
koruyucusu benim. Allahü teâlâ şânühû, kevser havzının kaynağını,
suyunun
dolup-boşalmasını, dağıtım ve tutumunu bundan önce benim emrime
vermişdi.
Bugün bana buyurdu ki, biz o nesneyi, sana vermiş idik. Bizim emrimiz
ile
benim hâs Resûlüm Muhammed Mustafâya 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
teslîm et. Bugün Kevser havzında cârî olan herşey, Resûlün 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' murâdı ve rızâsı ile cârî olacakdır. Ben vardım
bu hükmü ve bu işi, hazret-i Mustafâya teslîm etdim. Muhammed Mustafâ
hazretleri,
bu işi, Osmân-ı Zinnûreyn hazretlerine verdi. Kendi dostlarını ve Ebû
Bekr,
Ömer ve Alînin 'radıyallahü teâlâ anhüm' dostlarını havzın şerâbından
içirerek
kandırsın. O Çihâr yârın düşmanlarını, havz-ı kevserden mahrûm edip,
geri
döndürür. Sonra Arşın sol tarafında olan minberdeki melek nidâ eder: Yâ
mahşer halkı. İşte cümle meleklerin büyüğü olan rûh benim. Vilâyetin
fahri
ve memleketin zeyni, cümle meleklerin berâberi benim ki, benim şânımda
gelmişdir. Allahü teâlâ hazretleri [Nebe sûresi 38.ci âyet-i
kerîmesinde
meâlen], (... Kıyâmet günü Rûh ve melekler saf olup, dururlar...)
buyurdu.]
Şimdi bakın ve görün ki, sıratdan geçmek berâtı benim elimdedir. Görün
ki, Allahü teâlâ şânühü, bundan evvel beni, sırat yolcularının
gözeticisi
etmişdi. Hiç kimse, benim icâzetim olmayınca, sıratdan geçemez. Bugün
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ bana buyurdu ki, var bu cevâzı Muhammed Mustafâya
ver.
Ben de vardım, bu cevâzı Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine teslîm etdim. Muhammed aleyhisselâm bana buyurdu ki, sen
bu
cevâzı Aliyyül Mürtedâya teslîm et. Bugün Aliyyül Mürtedâ kendi
dostlarını
ve Ebû Bekr, Ömer ve Osmânın dostlarını selâmetle sıratdan geçirsin.
Düşmanlarını,
tepe aşağı Cehenneme yollasın.
Onaltıncı Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
oturunca,
sağ tarafına Ebû Bekr-i Sıddîk, sol tarafına Ömer-ül Fârûk, karşı
tarafına
Osmân-ı Zinnûreyn, arka tarafına Aliyyül Mürtedâ 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
otururdu. Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh', Muhammed Mustafâ
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin sağ tarafında oturmasının sebebi,
ondan dolayıdır ki, bu ümmetde Ebû Bekrden dahâ merhametli kimse
olmamışdır.
Cennet rahmet serâyıdır. Cennet sağ tarafdadır. [Vâkı'a sûresi 27.ci
âyet-i
kerîmede meâlen; (Defteri sağ tarafdan verilenler, ne mutlu o eshâb-ı
yemîne
[sağcılara].) buyuruldu. 28.ci âyet-i kerîmede meâlen; (Eshâb-ı yemîne
Cennetde ne ikrâmlar olacakdır. Onlar, dikeni olmıyan, meyvesi çok olan
sedir ağaçlarının altında olurlar) buyuruldu.] Ebû Bekr 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretlerinin sağ tarafda oturması bundan dolayıdır.
Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh', Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin sol tarafında oturması ondan dolayıdır
ki, iblis-i la'în her kavmin arasına sol tarafdan gelir. Ya'nî İblîsin
yolu sol tarafdan idi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' şeytânın yolu
üzerine
oturmuş olurdu. Âlem yaratılalıdan beri şeytân kimseden, hazret-i
Ömerden
korkduğu gibi korkmazdı. Hangi evde hazret-i Ömer olur ise, şeytân
oraya
giremezdi. Bir evde şeytân olduğu zemân, hazret-i Ömer o eve girdiği
gibi,
İblîs fîrâr ederdi. Dâimâ Ömer 'radıyallahü teâlâ anh', toplantılarda
ve
meclislerde; Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
sol tarafında otururdu. Tâ ki, iblîs o yoldan kavmin arasına gelmesin
diye.
Osmân-ı Zinnûreyn 'radıyallahü teâlâ anh' Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin önünde oturmasının pek büyük fâideleri
var idi. Zîrâ Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' meclisi,
dervîşlerin ve gayrilerin ve yetîmlerin ümîdgâhları idi. Bir arzûsu,
derdi
olanların, çâre bulacakları yer idi. Her vaktde, her sâatde, gün olurdu
ki, on kerre, fakîrler ve dilek ve ricâ sâhibleri, ihtiyâcları için bu
meclise gelirlerdi. Kendilerine gerekli olan önemli şeyleri o hazretden
taleb ederlerdi. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' onların en zengini ve en
cömerdi idi. Dinâr dizileri ve dirhem keseleri önünde konulmuş idi.
Elbiseleri
ve dürlü dürlü hediyyeleri hizmetcileri tutup, dururdu. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri kalb ile cümlenin en zengini idi.
Lâkin
beden ile dervîş idi. İstek sâhibleri gelirler, murâdlarını ve
maksadlarını
ve arzûlarını taleb ederlerdi. Hazret-i Osmân kalkar, o meclisin
hakkını
ve o hazretin hakkını kendi malından edâ ederdi.
Aliyyül Mürtedâ, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin,
mubârek arka tarafında oturmasının sebebi şu idi. Böyle bir meclisde,
onun
gibi büyük ve iftihâr edilen böyle bir rehber ve Peygamber düşmansız
olmazdı
ve kıskananları, inâdcıları olacakdı. Bu düşman ve hâsid ve muânidler
[inâdcılar],
hîle ve zarar etmeğe gelecekleri zemân, çok def'a arka tarafdan
gelirler.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' onun için muhâfız ve gözcü (bekçi) idi.
Gerçi
hakîkî muhâfız ve koruyucu Allahü teâlâ hazretleridir. Lâkin zâhiren,
sebebe
yapışarak arkada otururdu. Eğer bir düşman gelip, çirkin bir hareket
etse
idi, Allahın aslanı o kimsenin başını Zülfikâr adındaki kılıcı ile
keserdi.
Onyedinci Menâkıb: Şâkîk-i Belhî 'rahimehullahü teâlâ' dedi ki, islâm
bir ağaca benzer ki, ona dört şey lâzımdır. Kök, gövde, dal ve meyve.
Ebû
Bekr 'radıyallahü anh' islâm ağacının köküdür. Ömer 'radıyallahü anh'
gövdesidir.
Osmân 'radıyallahü anh' dalıdır. Alî 'radıyallahü anh' meyvesidir.
Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ism-i şerîfi
dört harfdir.
Mim; Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' Allahü tebâreke
ve
teâlâ hazretlerine uygunluğudur. Ha, Resûlullahın müslimânların
işlerinde
hasbiyetidir. Ya'nî her ne işler ise, Allahü teâlâ hazretlerinin rızâ-ı
şerîfi idi. Kimseden bir nesne tama' etmez, birşey beklemezdi. Mim;
akrâba
ve ehline muhabbet ve muâşeretdir. Dal; islâm dînine kâfirleri
da'vetdir.
Muvâfakat, Ebû Bekrin nasîbi oldu. Hasbet, Ömerin nasîbi oldu.
Muâşeret,
Osmânın nasîbi oldu. Da'vet Alînin nasîbi oldu 'radıyallahü teâlâ
anhüm.'
İşâret: Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' seferde ve hazarda, cânını
ve malını fedâ ederek mime muvâfakatı hıfz etdi. Allahü teâlâdan bu
hil'atı
buldu ki, (Mağarada bulunan iki kişinin, ikincisi) diye anılmak
şerefine
mazhar oldu. Ve hazîre-i kuddüsde mucâverâtı Rabbil'âlemîni buldu. Ömer
'radıyallahü teâlâ anh' âlemi ihtisâb kamçısı ile düzene sokdu.
Binlerce
mescidlerin bağrında nûr saçan minberler ta'yîn etdi. Hiç kimseden
korkmadı.
Kendi oğlu üzerine dîni had cezâsını uyguladı. Bütün hâllerinde
bağlılığını
sâdece Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hasretdi. [Muhammed sûresi
11.ci âyet-i kerîmesinde meâlen]; (Elbette Allah îmân edenlerin
velîsidir)
buyuruldu. Allahü teâlâ, hakkında böyle buyurdu. Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anh' muâşeret mimini seçdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden
başka,
bütün yaratıklardan alâkasını kesip, Rabbil'âlemînin hizmeti ile meşgûl
oldu. Her gece iki rek'atde bütün Kur'ân-ı kerîmi hatm etdi. Dünyâ
muhabbetini
kalbinden dışarı atdı. Ni'met ve malını Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerine ve Eshâb-ı güzîne harc etdi. Meâl-i şerîfi
(Dînî
vazîfelerine devâm eden, geceleri secdede ve kıyâmde geçiren...) olan
Zümer
sûresinin 9.cu âyet-i kerîmedeki hitâba nâil oldu. Alî 'radıyallahü
teâlâ
anh' halkı da'veti seçdi. Keskin kılıcı ile kâfirleri kahr etdi. Sabr
ve
sebâtından dolayı Cennete gitdi. [İnsan sûresi 12.ci âyetinde meâlen],
(Sabrları sebebi ile, Onlara Cennet ve ipek elbise giymekle karşılık
verir)
buyuruldu ki, buradaki ihsânlara kavuşdu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Her kim Ebû Bekri severse, beni bulur.
Her
kim Ömeri severse, beni görür. Her kim Osmânı severse, o bana lâyıkdır.
Her kim Alîyi severse hemnişînim olur.) [hemnişîn: Celis: Meclisinde
bulunan].
Onsekizinci Menâkıb: Şekîk-i Belhî 'rahimehullahü teâlâ' buyurdu: Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin ismine câhiliyye
devrinde
(Atîk) derlerdi. İslâmiyyet zemânında Ebû Bekr dediler. Gökde Sıddîk
dediler.
Yeryüzünde Abdüllah dediler. Cennetde Zülfadl [fazîlet sâhibi]
olacakdır.
Arşdakiler Züsse'a [ya'nî vüs'at, kudret sâhibi] dediler. Tevrâtda
Mu'tî
okudular. İncîlde müttekî okudular. Zebûrda, Ma'meyân okudular.
Kur'ân-ı
kerîmde sâhib okudular. Kıyâmetde Şâfi' okudular. Cehennemde rahîm
okudular.
Melekler Cevâd okudular. Allahü teâlânın dîdârına kavuşma ânında
Mükerrem
okudular (dediler).
Ömer bin Hattâb 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine câhiliyye
zemânında
Ömer derlerdi. İslâmiyyet devrinde Ebû Hafs dediler. Düşmanları Bâsıta
[memleketleri feth ederek yayılıcı] dediler. Cennetde Sirâc
denilecekdir.
Yeryüzünde Kâhir dediler. Gökyüzünde Fârûk dediler. Tevrâtda nâsır
okudular.
İncîlde Mensûr okudular. Zebûrda Nâtık-ı bil hak [ya'nî hak ile
konuşan]
okudular. Kur'ân-ı kerîmde (Eşiddâü alel küffâr) [ya'nî kâfirlere karşı
şiddetli davranan] okudular. Kıyâmetde Fâtih okudular. Cehennemde Hâmid
okudular. Melekler âdil dediler. Allahü teâlânın dîdârını görme
vaktinde
(Mu'azzam) diyeceklerdir.
Osmâna 'radıyallahü anh', câhiliyye devrinde Ebû Ömer dediler.
İslâmiyyet
devrinde Osmân dediler. Evinde Zinnûreyn dediler. Arşda Müstehyî [hayâ
sâhibi] dediler. Tevrâtda Müşfik okudular. İncîlde Reşîd okudular.
Zebûrda
Sa'îd okudular. Kur'ân-ı kerîmde şehîd okudular. Kıyâmetde Sahî
[cömerd]
dediler. Cennetde Münfik [nafaka veren] dediler. Cehennemde Mutık [gücü
yeten] dediler. Melekler Kânit [dindâr, itâatli] dediler. Allahü
teâlâyı
rû'yet vaktinde muhterem diyeceklerdir.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin ismine câhiliyye zemânında
Haydar dediler. İslâmiyyet devrinde Ebül Hasen dediler. Gökde Alî
dediler.
Yeryüzünde Emîr-ül mü'minîn dediler. Tevrâtda Millî [din ile alâkalı]
okudular.
İncîlde Esedillah okudular. Zebûrda civânmerd okudular. Kur'ân-ı
kerîmde
Ehl-i beyt okudular. Cehennemde Kerrâr dediler. Melekler Hâzim-ül ahzâb
dediler. Rü'yet zemânında Müeyyed diyeceklerdir.
Ondokuzuncu Menâkıb: Abdüllah bin Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
hazretleri ve Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri dediler
ki,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerine
vardık. Ebû Zer-i Gıfârî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
huzûrlarında
oturmuş idi. Buyurdular ki, (Yâ Ebâ Zer! Muhâcir ve Ensâra câmi'e gelin
diye nidâ et!) O da nidâ eyledi [seslendi]. Mescidi doldurdular.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri minbere
çıkdı. Belîg bir
hutbe okudu. Sonra buyurdu ki, (Ey Muhâcirler ve Ensâr! Ben size bir
hediyye
vereyim mi? Cebrâîl aleyhisselâm, bana yedi kat göklerin üstünden
hediyye
getirdi.) Biz verin, yâ Resûlallah! dedik. Rıdâ-i şerîflerinin altından
bir ayva çıkardı. Ebû Bekr-i Sıddîka verdi. Sonra Ömere verdi. Ondan
sonra
Osmâna verdi. Sonra da Alîye verdi 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'. O
ayva fasîh lisân ile tesbîh, tahmîd ve tehlîl etmeğe başladı. Râvî
[nakl
eden] der ki, Muhâcir ve Ensâr işitip, konuşma ve güzel sesinden hayret
etdiler. O ayva, benim sesimden ve konuşmamdan, siz hayret mi
ediyorsunuz,
dedi. Muhammed aleyhisselâmı hak Peygamber göndermiş olan Allahü
teâlâya
yemîn ederim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, hazret-i Âdem
aleyhisselâmı
yaratmadan seksen bin sene önce, yedinci gökde, seksen bin şehr
yaratmışdır.
Her şehrde seksen bin kasr, her kasrda seksen bin ev, her evde seksen
bin
bostân, her bostânda seksen bin ağaç, her ağaçda seksen bin dal, her
dalda
seksen bin yaprak, her yaprağın altında seksen bin ayva yaratmışdır.
Her
ayva tesbîh, tahmîd, tehlîl, takdîs ve tekbîr ederler. Sevâbını Ebû
Bekr,
Ömer, Osmân ve Alînin 'radıyallahü anhüm' dostlarına ve muhiblerine
verirler.
Yirminci Menâkıb: Ebû Bekr-i Şiblî 'rahimehullahü teâlâ'
hazretlerinden,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurduğu (Ben ilmin
şehriyim,
Alî kapısıdır) hadîs-i şerîfini sordular. Şiblî cevâb verdi ki, Siz
Alîyi;
Ebû Bekr, Ömer ve Osmândan 'radıyallahü teâlâ anhüm' evvel zikr
ediyorsunuz.
Dört nesne Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' mahsûs oldu.
Bu dört nesneyi Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, Resûlüne mahsûs
kıldı.
Sıdkı Resûlüne mahsûs kıldı [Resûlullahın sıdkı temâm oldu]. Ma'rifete
mahsûs kıldı. Ma'rifeti kemâle erişdi. İlme has kıldı. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu: (Ben sıdkın şehriyim. Ebû
Bekr
o şehrin kapısıdır!) Bunun doğruluğu Kur'ân-ı kerîm ile bildirilmişdir.
[Zümer sûresi 33.cü âyetinde meâlen; (Onlar ki, sıdk ile geldiler ve
onu
tasdîk etdiler) buyuruldu.] Burada kasd edilen Ebû Bekrdir 'radıyallahü
teâlâ anh'. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki:
(Ben îmânın şehriyim. O şehrin kapısı Ömerdir.) Bunun tahkîki
kitâbullahdadır.
[Enfâl sûresi 64.cü âyetinde meâlen; (Ey Resûlüm! Sana Allah ve
mü'minlerden
sana tâbi' olanlar yetişir) buyuruldu.] Burada kasd edilen Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleridir. Yine Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
buyurdu ki: (Ben ma'rifetin şehriyim. Osmân o şehrin kapısıdır.) Bunun
tahkîki kitâbullahdadır. [Zümer sûresi 9.cu âyetinde meâlen, (Geceleri
devâmlı secdede ve ayakda ibâdet eden ile küfr ve isyânda olan bir olur
mu?) buyuruldu. Burada kasd edilen Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleridir.
Sonra Şiblî 'rahimehullah' sükût etdi. O süâl eden kimse dedi ki; niçin
Alînin fadlına istidlâl etmeyip, sükût etdin. Şiblî 'rahimehullahü
teâlâ'
buyurdu; biz şunun üzerine şübhe etmeyiz ki, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' buyurdu: (Ben ilmin şehriyim! O şehrin kapısı
Alîdir.)
Bunun tahkîki kitâbullahdadır. [İnsan sûresi 7.ci âyet-i kerîmesinde
meâlen;
(Nezrlerinde vefâ gösterenler, şiddeti yaygın olan kıyâmet gününden
korkarlar)
buyuruldu.] Burada kasd edilen Alîdir 'radıyallahü anh'.
Yirmibirinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile nakl olunmuşdur. Hazret-i
Cebrâîl
aleyhisselâm, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerine,
dört elma getirdi. Resûlullah, birisini Ebû Bekre 'radıyallahü anh'
verdi.
Birisini Ömere 'radıyallahü anh' verdi. Birisini Osmâna 'radıyallahü
anh'
verdi. Birisini Alîye 'radıyallahü anh' verdi. Ebû Bekrin 'radıyallahü
teâlâ anh' elması üzerinde (Hâzâ hediyyetün minel Melik-işşefîk alâ Ebî
Bekr-i Sıddîk) [Bu meliküşşefîkden Sıddîka hediyyedir] yazılmışdı.
Ömerin 'radıyallahü teâlâ anh' elması üzerinde (Hâzâ hediyyetün minel
melikil
vehhâb alâ Ömer-il Hattâb), [Bu melikül vehhâbdan, Ömer-ül Hattâba
hediyyedir]
yazılmışdı. Osmânın 'radıyallahü teâlâ anh' elması üzerine (Hâzâ
hediyyetün
minel melik-ül hannân el mennân alâ Osmân bin Affân) [Bu, melikül
Hannân
ve mennândan Osmân bin Affâna hediyyedir] yazılmışdı. Alînin
'radıyallahü
teâlâ anh' elması üzerinde, (Hâzâ hediyyetün minel melikil Vâhibil
Gâlib
alâ Alî ibni Ebî Tâlib) [Bu, Melikül Vâhibül Gâlibden, Alî bin Ebî
Tâlibe
hediyyedir] yazılmışdı. Yine Ebû Bekrin 'radıyallahü anh' elması
üzerine,
(Ebû Bekre buğz eden zındıkdır) yazılmış idi. Ömerin 'radıyallahü anh'
elması üzerine, (Ömere buğz edenin yeri Sekar [Cehennem]dir) yazılmış
idi.
Osmânın 'radıyallahü anh' elması üzerine (Osmâna buğz edenin hasmı
Rahmândır)
yazılmış idi. Alînin 'radıyallahü anh' elması üzerine (Alîye buğz
edenin
hasmı Nebîdir) yazılmış idi.
Yirmiikinci Menâkıb: Hadîs-i şerîfde Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' buyurdular ki: (Nûh aleyhisselâm, kavminden, haddinden
ziyâde
eziyyet ve müşkilât çekip, müslimân olmalarından da kat'î ümîdini
kesip,
düâ edip, [Nûh sûresi 26.cı âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulduğu
gibi],
(Yâ Rabbî! Yeryüzünde dolaşan hiçbir kâfiri bırakma.) dedi. Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretleri düâsını kabûl etdi. Cebrâîl aleyhisselâm gelip,
tûfanın
nasıl olacağını ve nasıl gemi yapacağını söyledi. Nûh aleyhisselâma
neccârlığı
[marangozluğu] ta'lîm etdi ve dedi ki: Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri
buyurdu ki, bir gemi yapacaksın. Nûh aleyhisselâm dedi; nasıl yapmam
lâzım.
Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Yüzyirmidört bin Peygamber adına birer tahta
yont. Nûh aleyhisselâm buyurdu: Yâ Cebrâîl! Ben bütün Peygamberlerin
adlarını
bilmem. Cebrâîl aleyhisselâm dedi: Allahü teâlâ hazretleri, senin tahta
yontmanı emr buyurur. Cümle eşyânın hâlıkı olarak, ben onların adlarını
halk edip, tahtalar üzerinde zuhûra getiririm buyurur. İlk tahtayı ki
kesip,
yontdu. Âdem 'alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü vesselâm' hazretlerinin ismi
o tahta üzerinde meydâna geldi. Bir tahta dahâ yontdu. Şis [Şît]
aleyhisselâmın
ismi meydâna geldi. Üçüncü tahtada İdrîs aleyhisselâmın ismi, dördüncü
tahtada Nûh aleyhisselâmın ismi meydâna geldi. Böylece her bir tahta
üzerinde
bir Peygamberin ism-i şerîfi meydâna geldi. Son tahtayı traş etdikde
Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ism-i şerîfi
zuhûra geldi. Sonra yüzyirmidört bin mıh [çivi] yapdı. Her çivi
üzerinde
bu tertîb ile, bir Peygamberin ism-i şerîfinin yazılmış olduğunu gördü.
Cebrâîl aleyhisselâm geldi ve dedi ki: Allahü teâlâ buyurur: Tahtaları
terkîb edip, mıhları [çivileri] muhkem et. Temâmını yerleşdirdi. Temâm
olmadı. Dört tahtalık yer eksikdi. Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi. Yâ
Nûh! Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hâtem-ün-nebiyyindir.
Onun dört yâri vardır. Birincisi Ebû Bekr, ikincisi Ömer, üçüncüsü
Osmân,
dördüncüsü Alîdir 'radıyallahü teâlâ anhüm'. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretleri buyurur ki: Bu dört tahtaya da Çihâr yâr ismine yont ki,
senin
gemin temâm olsun. Nûh aleyhisselâm dört tahta dahâ yontup, terkîb
etdikde,
o gemi temâm oldu. Cebrâîl aleyhisselâm (Şimdi senin sefînen temâm
oldu)
buyurdu.
İşâret: Yâ Nûh! Mustafâ adı ve Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî adı
yazılmış
olmayınca, su tûfanından sana kurtuluş olmaz, diye bildirildi. Ey
mü'min!
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
muhabbeti
ve Çihâr yâr-i güzînin muhabbeti senin kalbinde olmayınca, Cehennem
ateşinden
kurtulamazsın. Ebedî Cennete erişmezsin. Bîçûn ve bîçûgûne olanın
dîdârını
görmezsin. Dâr-ı islâmda doğru oturmazsın.
Yirmiüçüncü Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
(Dîni pâk ve muvahhid her mü'min hâlis kalb ile
(Bismillâhirrahmânirrahîm)
söylese, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, ondan dolayı Cennetde
kırmızı
yâkutdan bir şehr binâ eder. Her şehrde, zebercedden bin kasr, her
kasrda
bin serây, her serâyda bin hâne, her hânede bin taht, her tahtda
sündüsden
ve harîrden [ipekden] bir döşek. Her döşeğin üzerinde bir hûrî,
ayağından
beline kadar anber, belinden gerdânına kadar, beyâz kâfûrdan,
gerdânından
başına kadar nûrdandır. Alnına Ebû Bekr-i Sıddîk, sağ yanağına Ömer-ül
Hattâb, sol yanağına Osmân bin Affân, çenesinde Aliyyül Mürtedâ,
dudaklarına
(Bismillâhirrahmânirrahîm yazılmışdır.). Mutî' ve muhlis olanların
hepsi,
ömürlerinde dilleri ile bir kerre besmele söylese, onun kurtulmasına ve
halâsına sebeb olur. Nerede kaldı ki, gece ve gündüzde farz ve nâfile
nemâzlarda
mü'minler besmele okurlar. Gâfil olmayıp, âgâh olanlar, her işlerinin
başında
besmele okurlar.
Yirmidördüncü Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
hazretlerinin rivâyet etdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Cebrâîl
aleyhisselâmdan
işitdim, dedi ki: Rabbil'âlemîn, Muhammedin 'aleyhisselâm' nûrunu
yaratdıkdan
sonra [akabinde], bir kandil halk etdi. O kandili Arş-ı azîmin altına
asdılar.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin nûru
o kandilin etrâfında iki bin sene ibâdet etdi. Ondan sonra dört katre
su
o kandilden damladı. Medîne-i münevvereye düşdü. Emr geldi ki, yâ
Cebrâîl
o toprağı kaldır. Bir şemâme yap. Ben de yapdım. Buyruk geldi ki, o
şemâmeyi
Rıdvânın önüne ilet. Onu kâfûr ve anber ile, misk ve za'ferân ile
yoğursun.
Rıdvânın yanına iletdim. O şemâmeyi yoğurdu. Ondan sonra buyruk geldi
ki,
yâ Cebrâîl! Bu kâfûr ve anber, misk ve za'ferân ile yoğrulan çamuru,
rahmet
deryâsına daldır. Götürdüm, rahmet deryâsına daldırdım. Bin sene orada
kaldı. Buyruk [emr] geldi ki, yâ Cebrâîl! Şimdi, rahmet deryâsından onu
çıkar. Heybet deryâsına ilet [götür]. Heybet deryâsına götürdüm. Bin
sene
de orada kaldı. Emr geldi ki, çıkar, hayâ deryâsına daldır. Ben de hayâ
deryâsına daldırdım. Bin sene de orada kaldı. Emr [buyruk] geldi: Temâm
oldu mu dedi. Temâm oldu, dedim. Her şeyi en iyi şeklde Sen bilirsin,
dedim.
Emr geldi ki, ondan çıkar, ilm deryâsına götür. Ben de çıkarıp, ilm
deryâsına
götürdüm. Bin sene de orada kaldı. Emr geldi ki, temâmdır. Cebrâîl
aleyhisselâm
der ki, küstahlık edib, dedim ki, yâ Rabbî! Bu nûrdan ne halk etmek
istersin.
Buyruk geldi ki, yâ Cebrâîl! Bu nûrdan bir kulu halk etmek isterim ki,
Arşdan toprağa kadar âlemde ondan azîz bir kul olmaz. Arşın kenârına
bakdım.
Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah, yazılmış gördüm. Senin adını
bildim ve dedim, yâ Rabbî! Kâfûr ve anber, misk ve za'ferândan ne halk
etmek istersin. Buyurdu ki, onun kemiğini kâfûrdan, halk ederim. Etini
anberden, sinirini za'ferândan. Ey Cebrâîl, za'ferân renginde yüzünü,
miskden
tüyünü ve anberden kokusunu halk ederim. Rahmet deryâsından Ebû Bekri
halk
ederim. Heybet deryâsından Ömeri, hayâ deryâsından Osmânı, ilm
deryâsından
Alîyi halk ederim 'radıyallahü teâlâ anhüm'.
Yirmibeşinci Menâkıb: Sahîh rivâyet ile gelmişdir. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: Allahü teâlâ bir bostân halk
etmişdir.
O bostânda kendi kudret ve nusretiyle dört ırmak yaratmışdır. Biri
ikrâr
ırmağı. Biri tevhîd ırmağı. Biri ahkâm-ı islâmiyye ırmağı. Biri kelâm
ırmağı.
Her bir ırmağı bir bucakda [köşede] yaratdı. Ebû Bekr muhabbetini bir
bucağa
[köşeye] koydu. Ömer muhabbetini ikinci bucağa koydu. Osmân muhabbetini
üçüncü bucağa koydu. Alî muhabbetini dördüncü bucağa [köşeye] koydu.
Her
köşede on ağaç halk etdi [yaratdı].
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın
birincisi şehâdet ağacı, ikincisi havf ağacı, üçüncüsü recâ ağacı,
dördüncüsü
şevk ağacı, beşincisi cehd, altıncısı hayr, yedincisi şükr, sekizincisi
tevâdu', dokuzuncusu nusret, onuncusu ihlâs ağacı idi.
Ömer 'radıyallahü anh' muhabbetinin olduğu köşede halk etdiği
[yaratdığı]
on ağacın, birincisi emânet ağacı, ikincisi salâbet ağacı, üçüncüsü
şefkat,
dördüncüsü inâbet, beşincisi muhabbet, altıncısı ihlâs, yedincisi
kanâat,
sekizincisi rızâ, dokuzuncusu temyîz, onuncusu tevfîk ağacı idi.
Osmân 'radıyallahü anh' muhabbetinin köşesinde halk etdiği on ağacın
birinci ağacı vefâ ağacı, ikincisi haşyet ağacı, üçüncüsü hurmet,
dördüncüsü
müvâneset, beşincisi tevekkül, altıncısı hamiyyet, yedincisi ilm,
sekizincisi
hilm, dokuzuncusu sehâ, onuncusu hayâ ağacıdır.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' muhabbetinin köşesinde halk etdiği on
ağacın,
birinci ağacı şefâ'at ağacı, ikincisi sehâvet, üçüncüsü istikâmet,
dördüncüsü
nemâz, beşincisi sabr, altıncısı istitâ'at, yedincisi zühd, sekizincisi
rahmet, dokuzuncusu yakîn, onuncusu sadâkat ağacıdır.
Bu bostânı hâzır edince, iki tâife bostâna geldiler. Bir tâife riâyet
edip, bostâna nazar etmediler. Önlerine bakdılar. Adâvet ağacını
gördüler.
Sağ taraflarına bakdılar la'net ağacını gördüler. Sol taraflarına
bakdılar,
şekâvet ağacını gördüler. Arkalarına bakdılar, gadab ağacını gördüler.
Dediler, gelin bu bostâna girelim. Ayaklarını; adâvet ve la'net ve
şekâvet
ve gadab vâdisine koymağı kasd etdikleri gibi, buyruk erdi ki [emr
geldi
ki], ey bağban [bahçevân], bunları geri döndür. Ses melekûte yayılınca,
bunlar kimlerdir fermânı gelince, bunlar râfizîlerdir denildi. Bundan
evvel
bir tâife bostâna girmek istediler. Edeble ve hurmetle ayaklarını
koydukları
gibi, Çihâr yârin muhabbeti kalblerinde sâbit olduğu hâlde, nidâ geldi
ki, ey bağban [bahçevân], kapıyı aç, dostlar içeri girsinler. Bunlar
bizim
dostlarımız cümlesindendir. Bostâna girdiler. Bir nesne tatmadılar,
meyvelerinden
yimediler. Ellerini farzlara vurdular. Ayaklarını sünnet makâmına
koydular.
[Sünnet üzere hareket ederler.] Muhabbet bostânı tarafına giderler. O
bostân
ortasında tecrîd tahtını koydular. Rızâ yasdığına dayandılar. İhtiyâr
döşeğini
döşediler. Bu tahtın ortasında hamd simâtını döşediler. O simât [sofra]
üzerine hazret ta'âmı koydular. O sofranın kenârlarında şükr şekerini
dizdiler.
Bu sofranın önünde, se'âdet ve şehâdet iskemlesini koydular. Ve kerâmet
lâmbasını onun üzerine koydular. Ve ihlâs yağını o lâmbadan içine
koydular.
Yakîn fitilini ona dikdiler [geçirirler]. Muhabbet ateşi ile
ışıklandırdılar.
Bu ta'âmı yidiler. Mahmûr oldular. Ellerini havf çalgısına götürdüler.
Sabr ibrişîmini ona bağladılar. Aşk mızrâbı ile, sabr ibrişîmine vurup,
na'me çıkardılar ki; biz Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
Çihâr yârını, ya'nî, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî 'radıyallahü teâlâ
anhüm'
hazretlerini cândan severiz. Sonra, onlara rahmet nazarı ile nazar
olundu.
Se'âdet makâmına onları oturturlar.
Yirmialtıncı Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ile bir
bağa gitdik. Hazret-i Resûl-i ekrem, bana buyurdu ki, (Yâ Ebâ Zer!
Bilmiş
ol ki, Hallâk-ı âlem celle celâlühü, bu bağda, Âdem 'alâ nebiyyinâ ve
aleyhissalâtü
vesselâm' hazretlerinden bin kerre bin sene evvel bir emânet
koymuşdur.).
Ebû Zer 'radıyallahü anh' der ki, o bağa girdik. Dört dal gördük.
Herbir
dalda yapraklar var. Bir dalın yapraklarında, (Lâ ilâhe illallah
Muhammedün
Resûlullah, ben Ebû Bekr-i Sıddîkım) yazılı olduğunu gördüm. Bunu
görünce,
istedim ki, geri döneyim. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine haber vereyim. İkinci dal bana dedi ki, sabr et, ki
göresin.
İkinci dal üzerindeki kırmızı yapraklar üzerinde, (Lâ ilâhe illallah
Muhammedün
Resûlullah, ben Ömer-ül Fârûkum) yazılmış gördüm. İstedim ki, geri
döneyim.
Üçüncü dal bana dedi ki, sabr et, göresin. Üçüncü dal üzerinde, beyâz
yapraklar
üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ben şehîd Osmânım)
yazılmış
gördüm. İstedim ki, geri döneyim. Dördüncü dal bana dedi, sabr et de
göresin
[neler göreceksin]. Dördüncü dal üzerinde, yeşil yapraklar üzerinde (Lâ
ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Ben Aliyyül Mürtedâyım) yazılmış
gördüm. Ayrıca herbir yaprak üzerinde; Allahü tebâreke ve teâlânın
la'neti,
bunları seb' edenlere, bunlara buğz edenler üzerine olsun, yazılı idi.
Yirmiyedinci Menâkıb: Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ'
hazretleri rivâyet etmişdir. Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Gördüm ki, mubârek
dudağını dudağı üzerine koymuş. Resûlullahı o şeklde hiç görmemiş idim.
Mubârek eli ile bana işâret eyleyip, yanına çağırdı. Varıp, yanına, ne
oldu yâ Resûlallah, dedim. Buyurdu ki, (Yâ Abbâs oğlu! Bu sâatde bir
melek
yanıma geldi. Bir turunçu bana sundu [verdi]. Elime almazdan evvel,
turunç
dört pâre oldu. Bir pâresi [parçası] ikiye bölünüp, gördüm, içinden bir
hûrî çıkdı ki, yetmiş bölük kisvesi var. Yetmiş hulle giymiş ki, o
hullelerden
[elbiselerden], kemiklerinin ilikleri görünür. Eğer ağzının suyu
deryâlara
[denizlere] salınsa [damlasa], denizler tatlı olurdu. Dedim, sen kimsin
ve kimin içinsin. Ben müslimânların imâmı, muhâcirlerin evveli, Ebû
Bekr-i
Sıddîk içinim. İkinci parça da iki bölük olup, onun içinden bir hûrî
çıkdı
ki, eğer gözünü açsa idi, gözünün nûrundan, dünyâ münevver olurdu.
Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, onu kâfûrdan ve miskden ve anberden halk
etmiş. Dedim, sen kimin içinsin. Dedi, ben Ömer ibnül Hattâb içinim.
Üçüncü
parça da iki bölük olup, içinden bir hûrî çıkdı. Başı üzerine bir tâc
koymuş.
O tâcın dört tarafı var. İnci ve yâkut dizilmiş. Ben dedim, sen kimin
içinsin.
Dedi, ben Osmân bin Affân içinim. Dördüncü parça da bölünüp, içinden
bir
hûrî çıkdı. Hulleler giymiş. Saçlarını [zülüflerini] salıvermiş. Ben
dedim,
sen kimin içinsin. Ben Fâtıma içinim, dedi. Onların [üç halîfenin]
karşılığı
hûrîler oldu. Alînin karşılığı hûrî olmadı. Zîrâ hazret-i Alîye
Fâtıma-tüz-zehrâ
verilmiş idi ki, bin kerre bin hûrîden dahâ iyidir [kıymetlidir]
'radıyallahü
teâlâ anhüm ecma'în'.
Yirmisekizinci Menâkıb: Bir vakt Cebrâîl aleyhisselâm, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûruna geldi. Dedi ki: yâ
Resûlallah!
Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, Âdem 'aleyhisselâm' hazretlerini
halk edip, rûhunu bedenine verdi. O vakt buyurdu ki, yâ Cebrâîl!
Cennete
var, bir elma getir. O elmayı kuvvetlice sık. Tâ ki, elmadan su çıksın.
Elmayı getirdim. Kuvvet ile sıkdım. Ondan bir katre su çıkdı. O bir
katreyi
Âdem 'aleyhisselâm' hazretlerinin boğazına damlatdım. Allahü tebâreke
ve
teâlâ hazretlerinin emri ile o beş katre [damla] oldu. Bir katreden
seni
halk etdi ki, Muhammed aleyhisselâmsın. İkinci katreden Ebû Bekri halk
etdi. Üçüncüden Ömeri, dördüncüden Osmânı, beşinciden Alîyi halk etdi
[yaratdı].
Bundan ötürü ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdu: (Ben ve eshâbım bir sudan yaratıldık.)
Yirmidokuzuncu Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri buyurdular ki: Bir gün Cebrâîl aleyhisselâm benim yanıma
geldi.
Ben dedim, ey Cebrâîl. Sen ne zemândan beri, Ebû Bekri bilirsin
[tanırsın].
Dedi ki, yâ Resûlallah! Allahü teâlâ seni ve Âdemi halk etmezden
onsekizbin
sene evvel, beni halk etdi [yaratdı]. Başımı secdeye koydum. Emr geldi
ki, yâ Cebrâîl ben kimim! Başımı yukarı kaldırıp, dedim ki, (Sen
yaratıcı
olan Allahsın!) Bir kerre dahâ başımı secdeye koydum. Yine emr olundu
ki,
ben kimim. Başımı kaldırıp, dedim ki, (Sen her şeyi yaratan Allahsın!)
Sonra âlemi yaratdı. Emr etdi ki, Cebrâîl ileri gel. İleri gitdim. Nidâ
geldi ki, doğru söyledin. Başımı secdeye koydum. Küstâhlık etdim,
dedim:
Ey Allahım! Benden evvel kimse halk etdin mi? Önüne bak diye hitâb
geldi.
Bakdım, bir nûr gördüm. Sağıma ve soluma bakdım. Nûr gördüm. Ardıma
bakdım,
nûr gördüm. Dedim, ey Allahım! Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, ey
Cebrâîl,
önce bu nûru yaratdım. Bu nûra Muhammed Mustafâ diye ad verdim. Yâ
Rabbel'âlemîn.
Bu dört nûr ki, dört tarafındadır. Bu nûrlar nedir. Nidâ geldi ki, yâ
Cebrâîl!
O önündeki, nûr, Ebû Bekr-i Sıddîkdır. O sağındaki nûr, Ömer bin
Hattâbdır.
O solundaki nûr, Osmân bin Affândır. O arkadaki nûr, Aliyyül
Mürtedâdır.
[Ya'nî onun nûrudur.] Ben dedim, yâ Rabbel'âlemîn! Onların Senin
dergâhında
ne kadar kıymetleri vardır. Nidâ geldi ki, yâ Cebrâîl! Benim izzetim
celâlim
hakkı için, her kim, benim birliğime inanıp, Muhammed Mustafânın
risâletine
şehâdet ederek, kıyâmet gününe gelir, bu çâr-i yârin [ya'nî hülefâ-i
râşidînin]
muhabbeti onun kalbinde olursa, onu Cennete dâhil kılarım.
Otuzuncu Menâkıb: Rivâyet edilmişdir ki, dört âyet nâzil oldu. Bu dört
âyet-i kerîmenin herbiri ile, Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü teâlâ
anhüm',
kendini kurtulmağa sebeb edindi. Bundan sonra Allahü tebâreke ve teâlâ
Çihâr yâr-i güzînin senâsı hakkında dört âyet-i kerîme dahâ nâzil
kıldı.
Meâl-i şerîfi (İşte onlar, Allahü teâlâya karz-ı hasen ile borç
verirler...)
olan, Bekara sûresi 245.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki, bu âyet-i kerîme nâzil oldukdan sonra, ben dünyâ
malından kendime bir nesne alıkoymam dedi. Her ne malı var ise, hepsini
verdi. Meâl-i şerîfi (İşte o verenler, takvâ sâhibi oldukları için
verirler)
olan, Leyl sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâl-i şerîfi (...
Cum'a
günü nemâz için ezân okunduğu zemân, Allahı anmağa koşun. Alış-verişi
bırakınız...)
olan, Cum'a sûresi 9.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu ki, (Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki, bir
sâat
bey' etmeyiniz. Bundan sonra bey' etmem.)
[Nûr sûresi 37.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (O kimselerin
alış-verişleri
Allahın zikrine engel olmaz...) buyuruldu. Sonra, meâl-i şerîfi
(Geceleri
biraz uyudukdan sonra nemâza kalk. Bu senin için nâfiledir...) olan,
İsrâ
sûresi 79.cu âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (Bir sâat uyumayın). Ben
bundan
böyle geceleri uyumam. Bu âyet-i kerîme nâzil oldu. [Zümer sûresi 9.cu
âyet-i kerîmesinde meâlen], (Bütün gece devâmlı secde ederek, ayakda
durup
ibâdet edip, Rabbinin rahmetini ümîd eden...) buyuruldu.
Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ mü'minlerin nefslerini, Allah yolunda fedâ
etmelerini istedi) olan, Tevbe sûresi 111.ci âyet-i kerîmesi nâzil
oldu.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' dedi ki, Allahü teâlâ hazretleri buyurur:
(Cihâd
eyle.) Ben bundan sonra cihâdı terk etmem. Meâl-i şerîfi (Allahü teâlâ
din yolunda saf olup, cihâd edenleri elbette sever) olan, Saf sûresi
4.cü
âyet-i kerîmesi nâzil oldu.
Otuzbirinci Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri beni güzîde kıldı.
Benim
için Eshâbımı güzîde kıldı. Onların ba'zısını kayınbabam etdi.
Ba'zısını
benim dâmâdım yapdı. Hepsi benim Eshâbımdandır. Bana nusret
edicidirler.
Onlardan sonra bir kavm gelecekdir. Onları seb' ederler. O kavm ile su
içilmez. Onlara kız verilmez. Onların nemâzı kılınmaz. Onları aranızdan
çıkarınız. Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alîye 'radıyallahü anhüm' buğz
ederler.
Toprak onların başlarına olsun. Güneşi ve Ayı ve Ülkeri ve Tan
yıldızını
sevmezler. Ebû Bekr güneş gibidir. Ömer Ay gibidir. Osmân Ülker
gibidir.
Alî Tan yıldızı gibidir. Meyve güneş ile pişer. Ay ile renk tutar.
Ülker
ile lezzetlenir. Tan yıldızı ile belâdan emîn olur. İslâm, Ebû Bekrin
îmânı
ile mekân tutdu. Ömerin îmânı ile süslendi. Osmânın îmânı ile hoş oldu.
Alînin îmânı ile düşman belâsından emîn oldu.
İşâret: Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' incir gibi idi. Zâhiri-bâtını
bir idi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' zeytin gibi idi. Sırrı,
alâniyyesinden
iyi idi. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' sinîn [Tûr-i sînâ] gibi idi.
Zâhiri
meyve ile süslü, bâtını su çeşmeleri ile donanmış idi. Alî 'radıyallahü
teâlâ anh' Mekke-i mükerreme şehri gibi idi. Her kim Mekkede oldu,
azâbdan
emîn oldu.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' sâhib-ül gâr [mağara arkadaşı] idi.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' şeyh-ül iftihâr idi. Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anh' Fâtih-ül emsâr [şehrler feth eden] idi. Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
kâtil-i füccâr [kâfirleri öldüren] idi. Ebû Bekr 'radıyallahü anh'
Resûlullaha 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ilm idi. Ömer
'radıyallahü anh' o hazrete
haşmet idi. Osmân 'radıyallahü anh' dirhem idi. Alî 'radıyallahü anh'
kalem
idi. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' ârif idi. Ömer 'radıyallahü anh' âdil
idi.
Osmân 'radıyallahü anh' âkıl idi. Alî 'radıyallahü anh' âlim idi. Ebû
Bekr-i
Sıddîk, sıdk ve safâ ile idi. Ömer-ül Fârûk, kuvvet ve salâbet ile idi.
Osmân-ı Zinnûreyn cevâd ve sehâ ile idi. Aliyyül Mürtedâ, heybet ve
şecâ'at
ile idi.
Ebû Bekr 'radıyallahü anh' tâc-ı islâm idi. Ömer 'radıyallahü anh'
izz-i islâm idi. Osmân 'radıyallahü anh' nûr-i islâm idi. Alî
'radıyallahü
anh' fahr-ül islâm idi. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' takî idi. Ömer
'radıyallahü
anh' nakî idi. Osmân 'radıyallahü anh' zekî idi. Alî 'radıyallahü anh'
vefî [vefâlı] idi. Ebû Bekr 'radıyallahü anh' Seyyid-üs-sâbikîn idi.
Ömer 'radıyallahü anh' Seyyid-ül-sâdikîn idi. Osmân 'radıyallahü anh'
Seyyid-ül-münfikîn
idi. Alî 'radıyallahü anh' Seyyid-ül-mü'minîn idi. Ebû Bekr
'radıyallahü
anh' Dâî-i Hak ve Seyyid-ül Berere [Hakka da'vet edici, iyilerin
seyyidi]
idi. Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü anh' Kâhir-ül-Fecere [fâsıkları kahr
edici]
idi. Osmân 'radıyallahü anh' Seyyid-ül-Hiyere [seçkinlerin efendisi]
idi.
Alî 'radıyallahü anh' Kâtil-ül-kefere [kâfirleri öldürücü] idi.
Her kim Ebû Bekri 'radıyallahü anh' severse, Allahü teâlâ onu sever.
Her kim Ömeri 'radıyallahü anh' severse, işleri iyi olur. Her kim Osmân
'radıyallahü anh' severse, sevâbı bîşumâr [hesâbsız] olur. Her kim
Alîyi 'radıyallahü anh' severse, karşılığı Cennet ve dîdâr olur. Her
kim bunları
sevmezse, karşılığı Cehennem ve nâr olur. Devleti nigünsâr [baş aşağı]
olur. Allahü teâlâ ondan bîzâr olur.
Otuzikinci Menâkıb: Rivâyet ederler ki, bir gün Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin Sahâbe-i güzîni 'rıdvânullahi
teâlâ
aleyhim ecma'în' toplanmışlar idi. Kendi hâllerinden söz söyliyorlar
idi.
Birisi aralarından kalkıp, dedi ki, yâ Ebâ Bekr! Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretlerinin izzet ve azameti için söyle, bu mertebeye ne ile erişdin.
Buyurdu ki: Yemîn verdiğiniz için söylemek lâzımdır. Dünyâya karşı,
dîni
ihtiyâr etdim [seçdim]. Âhıretden, Allahü teâlânın rızâsını seçdim.
Hiçbir
gün önüme bir hâl gelmedi ki, o husûsda, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerinin
hakkını, kendi hakkım üzerine üstün tutmıyayım. [Ya'nî Allahü teâlânın
hakkını üstün tutdum.] Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine süâl
etdiler.
Sen bu mertebeye ne ile erişdin. Buyurdu ki: Onunla erişdim ki,
muhakkak
iki cihânda, Allahü teâlânın istediğini azîz ve zelîl etdiğini aklımdan
çıkarmadım. Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine süâl etdiler.
Sen
ne ile bu dereceye erişdin. Buyurdu ki, Kitâbullahı sağ tarafıma
koydum.
Resûlullahın sünnetini sol tarafıma koydum. Muhakkak bildim ki, Allahü
teâlâ hazretleri benim sırrıma muttalîdir. Alî 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden süâl etdiler: Sen ne ile bu dereceye erişdin. Cevâb
buyurdu
ki; cihâd ile erişdim. Otuz sene mücâhede kılıncı ile ve haşyet
zırhıyle
ve vera' kalkanı ile, tâat ve ibâdet oku ile, gönül kapısında oturdum.
Bir nesneyi ki, gönlüme koymadım ve hâtırıma getirmedim. Allahü
teâlânın
rızâsı dışında bir nesneyi gönlüme sokmadım.
Otuzüçüncü Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu, (Ebû Bekr benim görür gözümdür ve işitir kulağımdır.)
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin gözüne
ve kulağına ta'n
eden kimsenin gözleri kör olsun. Yine buyurdu: (Ömer benim arkam
[sırtım]
ve sığınağımdır.) O hazretin arkasını ta'n eden kimsenin arkası
kırılsın.
Buyurdu: (Osmân benim elimdir.) O Sultân-ı Enbiyânın elini ta'n eden
kimsenin
eli kesilsin. Buyurdu: (Alî benim gömleğimdir.) Server-i âlemîn
gömleğini
ta'n eden kimsenin gömleği parça parça olsun. Haberde vârid olmuşdur
ki,
kıyâmet gününde ümmet-i Muhammedin güzîdeleri [seçilmişleri] arş önüne
varırlar. Âsîlerin ahvâllerini görürler ki, arz ederler. Ebû Bekr-i
Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, yâ Rabbî, doğru sözlüleri bana
bağışla.
Ömer-ül Fârûk 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, yâ Rabbî! Âdilleri bana
bağışla.
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, yâ Rabbî! Hayâ edenleri bana
bağışla.
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' der ki, yâ Rabbî! Civânmerdleri bana
bağışla.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurur;
yâ Rabbî, fakîrleri bana bağışla.
Otuzdördüncü Menâkıb: Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Cehennem kıssasını
söyledi.
Ümmet-i Muhammedin günâhkârlarının Cehenneme gideceklerini söyledi.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' üzülüp, mahzûn oldular.
Çihâr yâr-i
güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri birbirine
bakışdılar.
Dediler, ne dersiniz? Ebû Bekr 'radıyallahü anh' buyurdu: Ben onların
günâhlarının
yarısını götürürüm. Ömer 'radıyallahü anh' buyurdu: Ben de yarısını
götürürüm.
Osmân 'radıyallahü anh' buyurdu: Ben Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretlerine
düâ ederim. Tâ beni onlara fedâ etsin. Beni o kadar büyük [iri] yapsın
ki, Cehennemde onların bütün yerlerini doldurayım. Onlara girecek yer
kalmasın.
Alî 'radıyallahü anh' buyurdu: Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bana
o kadar kuvvet versin ki, sırâtın köşesini düz tutayım. Tâ ki, onlar
selâmetle
sırâtı geçsinler. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Meryem sûresi
85.ci
âyet-i kerîmesinde meâlen, (O gün müttekîleri rahmân huzûrunda elçiler
olarak haşr ederiz) buyurmuşdur. Âyet-i kerîmedeki (Vefd) kelimesi
Sahâbelerdir.
Kıyâmet günü olunca, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
hizmetinde ve ümmet-i Muhammedin şefâ'atinde kıyâm gösterirler.
Otuzbeşinci Menâkıb: Rivâyet olunmuş ki, Ebû Nevâs bir şâir idi. Ömrünü
günâh ile geçirmiş, hüsrân ile sonuna götürmüş, amel defterini de
simsiyâh
etmişdi. Öldükden sonra, bunca günâhkârlığı ile, rüyâda gördüler. Süâl
etdiler ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ sana ne mu'âmele etdi. Cevâb
verdi
ki, Çihâr yâr-i güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretlerinin
ve diğer sahâbîlerin medhleri hakkında yazmış olduğum dört beyt sebebi
ile beni bağışlayıp, afv etdi. O beytleri evimin falan yerine
koymuşdum.
Rü'yâyı gören varıp, bu beytleri ta'rîf edilen yerde yazılmış buldu:
Sâhib-i gâr Atîki [Ebû Bekri], sevdiğim gibi derim,
Ebû Hafsı [Ömeri] ve Onu sevenleri severim.
Râzı olmadım Şeyhin, ben evinde katline,
Çok severim, Şeyhi [Osmânı] de Alîyi de.
Bence bütün sahâbe önderdirler ilmde,
Aksini söyliyenler, yara açarlar bu dinde.
Yâ Rab! Sen bilirsin hepsini sevdiğimi,
Onların hurmetine, âzâd et nârdan beni.
Otuzaltıncı Menâkıb: Süleymân bin Zekvân adında, zâhid, derecesi çok
yüksek, tatlı bir kimse olduğu rivâyet edilen bir kimse var idi. O der
ki: Benim bir komşum var idi. Müfsid ve aşağı bir kimse idi. Gündüz
pazarda
olurdu. Gece gelir şerâb içerdi. Bana çok cefâ verirdi. Âciz oldum.
Oğluma
dedim, gel; bu mahalleden bir başka mahalleye gidelim. Bunu görmiyelim.
Kalkdık, bir başka mahalleye gitdik. Orada oturduk. Sonra, o adam öldü.
O öldükden sonra, vatan-ı aslîmize geldik. Gecelerden bir gece, bir
kimse
kapıyı çaldı. Çıkıp, kapımı açdım. Bir merd gördüm ki, ayağı yerde,
ama,
o kadar yukarı bakdım, yüzünü göremedim. Bana dedi ki, dışarı gel. Ben
dedim, korkarım. Korkma, dışarı gel, benim ardımca yürü. Ben de dışarı
çıkdım ve izince gitdim. Kabristâna vardık. Bir mezâr üzerinde durduk.
Bana dedi ki, bu mezârı aç. Ben de o mezârın toprağını açıp, lahdin
kerpicine
erişdim. Dedi ki, kerpici kaldır. Kerpici kaldırdığım gibi, bir bağçe
gördüm
ki, nihâyeti yok. Ve orta yerinde bakdım bir taht kurulmuş. Üzerinde
elvân
döşekler döşenmiş. O müfsid dediğim merd onun üzerine oturmuş. Bana
dedi
ki, bu merdi tanır mısın. Ben dedim, bu benim komşumdur. Ben mahalleyi
bunun yaramazlığı yüzünden terk etmişdim. Bana acâib gelmişdi
[Hayretler
içinde kaldım]. O Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı için ki,
sana
bu kerâmeti vermişdir. Söyle ki, o merd bu kadar fısk ve fücûr ile bu
mertebe-i
aliyyeye ne sebeble erişmişdir. O dedi, hakîkaten, bu adam senin
dediğin
gibi idi. Lâkin, bir iyi âdeti var idi. Ben dedim, Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretleri için, o âdeti beyân eyle. Dedi, âdeti bu idi ki, farz nemâzı
kılıp, selâm verip, nemâzdan çıkdıkdan sonra, (Yâ Rabbî! Ebû Bekre,
Ömere,
Osmâna ve Alîye 'radıyallahü anhüm' rahmet et) diye düâ okurdu. Bu
kıssadan
ma'lûm oldu ki, her kim Çihâr yâre muhabbet besler ise; Allahü teâlâ ve
tekaddes hazretleri o kimseye ne kadar mücrim ve günâhkâr dahî olsa da
rahmet eyler.
Otuzyedinci Menâkıb: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri islâmı âşikâre eylediği vaktde, âlemin zulmeti cemâli
nûrânîsi
ile münevver oldu. Her tarafa elçiler ile mektûblar gönderdi. Bütün
insanları,
karadan ve denizden, dağ ve ovadan Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine
da'vet etdi. Dıhye 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerini nâme [mektûb]
ile
rûm şâhı Kaysere gönderdi. Dıhye 'radıyallahü anh' rûm diyârına
vardıkda,
Kaysere haber verdiler. Mekke-i mükerremede Peygamberlik da'vâsı eden
Muhammed
Mustafâdan 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' elçi gelmişdir, kapıda
durur.
Rûm Kayseri, çağırın içeri gelsin, dedi. Dıhye 'radıyallahü anh' der
ki,
ben içeri girdim. Mektûbu Kaysere sundum. Kayser mektûbu benden alıp,
ayağa
kalkdı. Başı üzerine koydu. Gözlerine sürdü ve öpdü. Sonra mektûbu
açdı.
Önüne koydu. Davûl ve kös çalınmasını söyledi. Cümle reâyası [devlet
adamları]
toplandılar. Kayser, hatîblerin minbere çıkdıkları gibi yüksek bir yere
çıkdı. Zîrâ minber yok idi. Sonra yüksek ses ile dedi ki, ey kavmim,
bilin
ve âgâh olun ki, o merd ki, Mekke-i mükerremede risâlet da'vâsı eder.
Bu
mektûbu bize göndermişdir. Cümlemizi hak dînine da'vet etmişdir. Siz ne
dersiniz ve ne cevâb verirsiniz. O kavm birden feryâd edip, bağırdılar.
Dediler ki, sen nasâra dînine kötülük yapmak istersin ve başka bir dîne
girmek istersin. Kayser dedi ki, elem çekmeyiniz. Murâdım sizi tecrîbe
etmek idi. Göreyim dinlerine nusret ederler mi. Geri dönün. Selâmetle
evinize
varınız. Kayser de kalkıp, serâyına vardı.
Dıhye 'radıyallahü anh' der ki, bir gün Kayser beni çağırdı. Kayserin
yanına vardım. Yalnız idik. Elimi tutup, serâyına iletdi. O serâydan
içeride
bir başka serâya götürdü. Sonra bir odanın kapısını açdı. Gâyet süslü
ve
çok insan sûretleri o odada nakş edilmişdi. Bana dedi ki, yâ Dıhye, bu
üçyüzonüç Nebînin sûretleridir ki, Îsâ aleyhisselâm bu dıvârda nakş
edilmişdir.
Dıhye der ki, ben o sûretlere nazar ederken [bakarken], nâgâh,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin hilye-i
şerîfine gözüm
takıldı. O sûretler [resmler] arasında, ondördüncü ayın yıldızlar
arasında
parladığı gibi parlıyor idi. Ben dedim ki, bu bizim Peygamberimiz
Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin sûret-i
şerîfidir.
Kayser dedi, doğru söylersin; ben de kitâblarımızda böyle buldum. Dıhye
der ki, bakdım o Serverin sağ yanında bir sûret gördüm; oturmuş. Kayser
bana dedi; bu kimdir. Ben dedim, Ebû Bekr-i Sıddîkin sûretidir. Sol
yanında
oturmuş birini gördüm. Yüksek ve heybetli, uzun boylu idi. Kayser dedi,
bu kimdir. Ben dedim, Ömer bin Hattâbın sûretidir. Kayser dedi, ben de
kitâbda böyle bulmuş idim. Birini dahî gördüm, önünde hayâ ile oturmuş.
Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Osmân bin Affânın sûretidir. Kayser
dedi, ben de kitâbda böyle bulmuş idim. Birini dahî gördüm, ardında;
dalkılınç
olmuş durur. Kayser dedi, bu kimdir. Ben dedim, Alî bin Ebî Tâlibin
sûretidir.
Kayser dedi, doğru söylersin. Bizim kitâbımızda da böyledir. Dıhye der
ki, Mekke-i mükerremeye döndüm. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' huzûr-ı şerîfine vardım. Kayserin kıssasını haber verdim.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Kayser
doğru söylemiş.
Kayser doğru söylemiş. Yâ Dıhye! Onlar beni ve benim Eshâbımı bilirler.
Ammâ, ezelî şekâvet bedbahtlık ki, onlara erişmişdir; zarûrî olarak
mahrûm
olup, Cehennemlik olurlar.)
Otuzsekizinci Menâkıb: Ey müslimânlar, muvahhidler ve sünnîler. Bu
makâmda çok şirin bir kelâm edelim; inşâallahü teâlâ. Ma'lûm ola ki,
her
ikbâl ve devlet, salâh ve se'âdet, çok ve az, Allahü teâlâ âlemde halk
etmişdir. O devlet, ikbâl ve salâh ve se'âdetin aslını ve beyânını dört
şeyde koymuşdur. O cümlenin hudûdunu ve sayısını Allahü tebâreke ve
teâlâ
hazretlerinden gayri kimse bilmez. Lâkin o mikdâr bu hâlde bu fakîr ve
bîçârenin fehminde ve ilmindedir. İşitin ve hâtırınızda tutun.
1' Allahü Sübhânehü ve teâlâ, çok memleketlerde zemânın salâhını
[düzenini]
dört şey ile te'mîn etmişdir. Yaz, kış, behâr, güz.
2' Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Nebîler 'aleyhimüsselâm'
ve âlimler, hâkimler ve bezîrgânlar [tüccârlar].
3' Cennetin salâhını dört şeyde koymuşdur. Altın ve gümüş, cevher ve
nûr.
4' Cehennemin sıkıntısı dört şeydedir. Bend [Zincirden bağ bukağı],
gul [demir tasma], çâh [ateş kuyusu] ve zulmet [karanlık].
5' Gök yüzünün büyüklüğünün [yüksekliğinin] salâhını dört şeyde
koymuşdur.
[Ya'nî düzeni dört şey iledir.] Yıldız, ay, güneş ve melekler.
6' Yer bostânının [yeryüzünün] salâhını [düzenini] dört şeye
bağlamışdır.
Toprak ve su, ateş ve rüzgâr [yel].
7' Kur'ân-ı azîm-üş-şân dört şeyden hâsıl olmuşdur. Harf ve kelime,
âyet ve sûre.
8' Îmânın keşfinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Sabr ve yakîn, cihâd
ve adl.
9' Îmân ve sabrının salâhını dört şeye bağlamışdır. Havf [korku] ve
şevk, zühd ve murâkabe.
10' Îmân yakîninin salâhını dört şeye bağlamışdır. Hikmet ve basîret,
gayret ve sünnet.
11' Îmân cihâdının salâhını dört şeye bağlamışdır. Emr-i ma'rûf ve
nehy-i münker. Hamiyyet ve salâbet.
12' Îmân adlinin salâhını dört şeye bağlamışdır. Fehm ve ahkâm-ı
islâmiyye,
ilm ve hilm.
13' Merdin [erkeğin] kurtuluşunu dört şeye bağlamışdır. [Ya'nî kişinin
se'âdetini dört şeye bağlamışdır.] İyi adı olmak, iyi bahtlılık,
tevadu'
ve kanâ'at.
14' Kadının salâhını dört şeye bağlamışdır. [Ya'nî kadının iyiliği
dört şey iledir.] Gayret ve iffet, setr ve emânet.
15' Aklın salâhı dört şey iledir. Uygunluk, şükr edici olmak. Sakınıcı
olmak ve iyi işli olmak.
16' Tabî'atin salâhını dört şeyde koymuşdur. [Tabî'atin düzeni dört
şey iledir.] Harâret [sıcaklık], burûdet [soğukluk], rutûbet [nem] ve
yübûset
[kuraklık].
17' Dînin salâhı dört şey iledir. Nemâz ve zekât, oruc ve hac.
18' Nemâzın salâhı dört şey ile meydâna gelir. Kıyâm, rükü', secde,
kade-i ahîre.
19' Zekâtın salâhı dört şey iledir. Verici ve alıcı, nisâb ve hamûl
[mal].
20' Orucun salâhını dört şeyde koymuşdur. Oruca niyyet ve imsâk ve
ka'biliyyet, vakt.
21' Haccın salâhını dört şeyde koymuşdur. İhrâm ve vukûf, tavâf ve
say'.
22' Gazâ etmenin salâhını dört şeyde koymuşdur. Kuvvet ve gayret,
şehâmet
ve şecâ'at.
23' Farzın salâhını dört şeyde koymuşdur. Şart ve rükn, eb'az ve
hey'et.
24' İnsanın düzeni dört şey iledir. Yiyecek, içecek, giyecek ve ev.
25' Dünyânın salâhını dört şeyde koymuşdur. Hil'at, hürmet, muhabbet
ve meveddet.
26' Yüzyirmidört bin Nebînin 'aleyhimüsselâm' salâhı dört
Peygamberdedir.
Âdem, İbrâhîm, Mûsâ ve Muhammed Mustafâ 'alâ nebiyyinâ aleyhissalâtü
vesselâm'.
27' Gökden inen kitâblar dört dânedir. Tevrât ve İncîl, Zebûr ve
Kur'ân-ı
azîm-üş-şân.
28' Şehâdet kelimesini dört kelimeye koymuşdur. Lâ ilâhe illallah,
Muhammedün Resûlullah.
29' Sûre-i ihlâsın salâhı dört âyetde yerleşdirilmişdir. Kul hü ...
Allahü ... Lem ... Ve lem... .
30' Onsekizbin âlemin salâhını dört şeyde koymuşdur. Arş ve Kursî,
Lehv ve Kalem.
31' Doksandokuz esmâ-i hüsnânın salâhını dört ismde koymuşdur. Evvel
ve âhır, zâhir ve bâtın.
32' Yedi kat gökün ve yedi kat yerin ehlinin hâl ve bağlantısının
salâhını
dört kimsede koymuşdur. Cebrâîl ve Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl
'aleyhimüsselâm'.
33' Ulvî ve süflî âlem ehlinin salâhını dört şeyde koymuşdur. Hareket
ve sükûn. İctimâ ve iftirak [toplanmak ve ayrılmak].
34' Âlimlerin salâhı dört şey iledir. Hak söylemek ve nasîhat etmek.
İlmi büyük tutmak ve bildiği ile amel etmek.
35' Müteallim [talebe]lerin salâhı dört şey iledir. Hakkı işitmek,
nasîhat kabûl etmek. İlm üzerine konuşmak. Âlimi büyük tutmak.
36' Pâdişâhların salâhı da dört şey iledir. Vilâyet, asker, vezîr ve
hazîne.
37' Reâyânın salâhı dört şey iledir. Sultânın adâleti. İnfâk, ülfet.
Dostlar arasında ve düşmanlardan emîn olmak.
38' Zâhirin salâhı dört şey iledir. Göz ve kulak, el ve ayak.
39' Bâtının düzeni de dört şey iledir. İlm ve akl, havf ve recâ [korku
ve ümîd].
40' Abdest dört şey ile temâm olur. Yüzü yıkamak ve kolları yıkamak.
Başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak.
41' Ayların salâhını dört şeyde koymuşdur. Receb, Zilka'de, Zilhicce
ve Muharrem.
42' Onsekiz bin âlemin din ve ibâdetinin salâhını, Çihâr yâr-i güzînin
muhabbetinde koymuşdur. Bunlar, emîr-ül mü'minîn Ebû Bekr-i Sıddîk,
emîr-ül
mü'minîn Ömer-ül Fârûk, emîr-ül mü'minîn Osmân-ı Zinnûreyn, emîr-ül
mü'minîn
Aliyyül Mürtedâdır 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'. Bunların hepsini,
tafsîl etdik. Her dörtden biri yerine getirilmez ise veyâ birisi olmaz
ise, o şey zâyi' olur ve harâb olur. Eğer, Allahü teâlâ muhâfaza etsin,
bir bedbaht ve bir devletsiz ve rezîl ve bir aşağılık, bir utanmaz ve
yüzü
kara, zerre kadar bu dört yâre buğz ve adâvet ve düşmanlığı beğense ve
kalbinde ona yer etse, dünyâda ve âhıretde hüsrânda, ziyânda, mel'ûn ve
bahtsız olur. (Dünyâda ve âhıretde hüsrân, o kimseler içindir.)
Otuzdokuzuncu Menâkıb: (Münebbihât) kitâbından terceme olunmuşdur.
[Bu kitâbı İbni Hacer Askalânî yazmışdır.] O haberleri ve sözleri beyân
ederken, evvelâ Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
hadîs-i şerîflerini nakl eder. Sonra Çihâr yâr-i güzînin o hadîs-i
şerîfe
muvâfık tertîbi ile her birinden bir eser (söz) nakl eder.
İki maddeli kıymetli sözler: Rivâyet olunmuş ki, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki:
(İki
haslet [özellik] vardır ki, o ikisinden efdal birşey yokdur. Allahü
tebâreke
ve teâlâ hazretlerine îmân getirmek. Müslimânlara fâideli olmak.) Ebû
Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur: (Bir
kimsenin
azıksız kabre girmesi, gemisiz denize girmesi gibidir.) Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Dünyânın izzeti mal iledir. Âhıretin
izzeti amel iledir.) Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu
ki:
(Dünyâ gammı kalbe zulmetdir. Âhıret gammı kalbe nûrdur.) Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Bir kimse ilm talebinde olsa, Cennet
de onu taleb eder. Bir kimse ma'siyyet talebinde olsa, nâr [Cehennem]
da
onu taleb eder.)
Üç maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri buyurdular ki: (Bir kimse geçim darlığından
şikâyetci
olduğu hâlde sabâha çıksa, Rabbinden şikâyet etmiş gibi olur. Bir kimse
dünyâ işi için üzülerek [mahzûn olduğu hâlde] sabâha çıksa, Allahü
teâlâyı
darıltmış olarak sabâhlamış olur. Bir kimse tevâdu' etse bir zengine
zenginliğinden
ötürü, dîninin üçde ikisi gider.) Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
buyurdu ki: (Üç şeye üç şey ile ulaşılmaz. Zenginliğe arzû ile
erişilmez.
Yiğitliğe boya ile [süslenmekle] erişilmez. Sıhhate devâlar [ilâclar]
ile
erişilmez.) Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki:
(İnsanlar
ile güzel geçinmek aklın yarısıdır. Güzel süâl sormak ilmin yarısıdır.
Güzel tedbîr ma'îşetin yarısıdır.) Osmân 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
buyurdu ki: (Bir kimse dünyâyı terk etse, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
o kimseyi sever. Bir kimse günâhları terk etse, melekler o kimseyi
sever.
Bir kimse, başka insanlardan tama'ı kesse, insanlar onu sever.) Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Dünyâ ni'metlerinden ni'met olmak
cihetinden,
islâm sana kifâyet eder. Dünyâ meşgûliyyetinden sana ibâdet etmek,
meşgûl
olmak cihetinden kifâyet eder. İbret almak cihetinden ölüm sana kifâyet
eder.)
Dört maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri Ebû Zer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine
buyurdular
ki: (Yâ Ebâ Zer! Gemiyi yenile. Muhakkak ki, deryâ derindir. Azık al,
zîrâ
yolculuk uzundur. Yükünü hafîf et. Zîrâ geçilmesi zor geçitler var.
Amelini
hâlis eyle. Zîrâ; hâlisi-bozuğu ayıran Basîrdir.) Yine Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Yıldızlar gök ehli için
emândır.
Ne zemân ki yıldızlar gök ehlinin üzerine dökülür; kazâ nâzil olur.
Benim
eshâbım da ümmetim üzerine emândır. Ne vakt eshâbım zâil olursa,
ümmetim
üzerine kazâ nâzil olur. Eshâbım üzerine de ben emânım. Ben gitdim,
eshâbım
üzerine kazâ nâzil olur. Dağlar yer ehli için emândır. Ne zemân ki
dağlar
yer üzerinden gitdi. Yer ehli üzerine kazâ nâzil oldu.)
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: (Dört şey vardır ki, dört
şey ile temâm olur. Nemâz, secde-i sehv ile temâm olur. Oruc sadaka-ı
fıtr
ile temâm olur. Hac fidye ile temâm olur. Îmân cihâd ile temâm olur.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Deryâlar dörtdür:
Allahü
teâlâ hazretlerinin rahmeti, günâhlar için deryâdır. Nefs, şehvetler
için
deryâdır. Ölüm, ömrler için deryâdır. Kabr, nedâmetler [pişmânlıklar]
için
deryâdır.) Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Dört
şey
vardır ki, zâhirleri fazîletdir. Ve bâtınları farzdır. Kur'ân-ı
azîm-üş-şânın
tilâveti fazîletdir. Onunla amel farzdır. İnsanlara ihsân etmek
fazîletdir.
Hasımları birbirinden râzı etdirmek farzdır. Sâlihler ile berâber
bulunmak
fazîletdir. Yapdıklarına uymak farzdır. Hastaları sormak fazîletdir.
Vasıyyetlerini
kabûl etmek farzdır.) Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu
ki:
(Bir kimse Cennete müştak olsa [Cenneti arzû etse], hayrlı işlere
koşar.
Bir kimse ateşden [Cehennemden] korksa, şehvetlerinden kendini men'
eder.
Bir kimse ölümü yakın bilse, dünyâ lezzetlerinden sakınır. Bir kimse
dünyâyı
bilse [tanısa], musîbetler ona hor olur [musîbetlerin te'sîrinde
kalmaz].)
Beş maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri, bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (Her kim beş
nesneyi
hakîr ve hor görse, beş nesneden mahrûm olur. Bir kimse ulemâyı hakîr
görse,
dinden mahrûm olur ve dînine ziyân eder. Bir kimse ümerâyı [âmirleri]
hakîr
görse, dünyâdan mahrûm olur. Bir kimse akrabâsına istihfâf etse [hafîf
görse], mürüvvetden mahrûm olur. Bir kimse kendi ehline istihfâf etse
[aşağı
görse], ma'îşetden mahrûm olur. Bir kimse komşularına istihfâf etse
[aşağı
görse], menfe'atlerinden mahrûm olur.) Yine Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, bir hadîs-i şerîfde, buyurdular ki:
(Muhakkak
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri bir kimseye beş şeyi hâzırlamadan
beş
şeyi vermez. Bir kimseye, ni'metini artdırmasını hâzırlamadıkça şükr
vermez.
Kabûl etmeği hâzırlamadıkça düâ vermez. Afv etmeği hâzırlamadıkça
istigfâr
vermez. Kabûl edeceğini hâzırlamadıkça tevbe vermez. Karşılığını
hâzırlamadan
sadaka verdirmez.)
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden mervîdir, buyurdular
ki, (Beş zulmetin beş ışığı vardır. Dünyâ zulmetdir. Işığı, tâatdır.
Günâh
zulmetdir. Işığı tevbedir. Kabr zulmetdir. Işığı, Lâ ilâhe illallah
Muhammedün
Resûlullahdır. Âhıret karanlıkdır. Bunun ışığı, sâlih ameldir. Sırat
karanlıkdır.
Işığı, yakîndir.) (Münebbihât)dan bizde olan nüshasında, kabr zulmetine
ışık, Lâ ilâhe illallah, yazılıdır. Lâkin Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh'
hazretlerinin menâkıb-ı şerîflerinde zikr olundu ki, Ebû Bekr
'radıyallahü
teâlâ anh' Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah sözlerini
birbirinden
ayrı dememişdir. Son menâkıbda mufassal beyân olunmuşdur. Bu âdet-i
şerîfleri
bozulmasın diye, burada da berâber yazıldı. En doğrusunu Allahü teâlâ
bilir.
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden mervîdir. Merfû olarak,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki, (Eğer böyle
olmasa idi, ya'nî Allahü âlem, bu şehâdete magrûr olup, ibâdete ve
tâ'ate
tenbellik edip, gevşek davranmasalardı, beş kimseye şehâdet ederdim ki,
muhakkak onlar Cennet ehlindendir. Birisi, ıyâl [çoluk-çocuk] sâhibi
olan
kimse. Birisi, zevci ondan râzı olan hanım. O hanım ki, mehrini ve
çeyizini
zevcine hediyye eder. Birisi o kimse ki, vâlideyni [anne-babası] ondan
râzı olur. Birisi o kimse ki, günâhdan tevbe eder.)
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden mervîdir, buyurdu ki,
(Beş nesne müttekîler alâmetlerindendir. Dînini ıslâh eden kimseler ile
oturmak. Fercinin ve lisânının üzerine gâlib olmak. Kendisine dünyâdan
erişen çok şeyi vebâl görmek. Âhıretden az bir şey erişirse, onu
kendisine
ganîmet bilmek. Harâm olur korkusu ile halâlden mi'desini çok
doldurmamak.
Başkalarını kurtulmuş, kendisini helâk olmuş bilmek.)
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden mervîdir, buyurdu ki, (Beş
haslet olmasaydı, insanların hepsi sâlih olurlar idi. Câhilliğe kanâ'at
etmek. Dünyâya hâris olmak. Malın fazlasına cimrilik. Reyde, fikrde
ucb,
kendini beğenmek.)
Altı maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretleri buyurdular ki: (Altı şey, altı vatanda [mahalde,
hâlde]
garîbdir. Mescidler, içinde nemâz kılmıyan kavm arasından garîbdir.
Okumıyanlar
arasında Kur'ân-ı kerîm garîbdir. Kur'ân-ı kerîm, fısk işleyenler
yanında
garîbdir. Kötü huylu, zâlim kocanın elindeki sâliha kadın garîbdir.
Kendini
dinlemiyen kavmin arasındaki âlim garîbdir. Kötü huylu kadının elindeki
sâlih zevc garîbdir. Allahü teâlâ onlara kıyâmet gününde elbette rahmet
nazarı ile bakmaz.)
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (İblîs, önünde
durur. Nefs, sağında durur. Hevâ solunda durur. Dünyâ arkanda durur.
Etrâfında
a'zâlar durur. Cebbâr [mekânlı olmıyan] seni devâmlı görür. İblîs, seni
dînini terk etmekden yana da'vet eder. Nefs, seni ma'siyyetden yana
da'vet
eder. Hevâ, şehvetlerden yana da'vet eder. Dünyâ, kendini âhırete
tercîhden
yana da'vet eder. A'zâlar [uzvlar], günâh işlemekden yana da'vet eder.
Cebbâr, seni Cennet ve magfiretden yana da'vet eder. Her kim ki, iblîse
icâbet ederse, dîni gider. Her kim ki, nefse icâbet etdi, rûhu necât
bulmaz.
Her kim ki, hevâya icâbet ederse, akl ondan gider. Her kim ki, dünyâya
icâbet ederse, âhıreti gider. Her kim ki, a'zâlara [uzvlara] icâbet
ederse,
Cennet elinden gider. Her kim ki, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine
icâbet ederse, bütün fenâ ve zararlı şeyler ondan gider. Bütün hayrlara
nâil olur.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, (Muhakkak Allahü teâlâ
hazretleri
altı nesneyi altı nesnede gizledi. Rızâ-ı şerîfini tâ'atda gizledi.
Gadabını
ma'siyyetde gizledi. İsm-i a'zamını Kur'ân-ı kerîmde gizledi.
Evliyâsını
insanlar arasında gizledi. Ölümü, ömr içinde gizledi. Kadr gecesini
Ramezân-ı
şerîf içinde gizledi. Salât-ı vustâyı beş vakt içinde gizledi.)
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, (Muhakkak ki, mü'min altı
nev' korkudadır. Birisi, Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri
cânibinden
[tarafından] korkudadır ki, onun rûhunu ânîden alır, diye. İkincisi,
hafaza
melekleri cihetinden korkudadır ki, onun üzerine yazdıkları nesne
sebebi
ile, kıyâmet gününde rüsvay olur. Üçüncü, şeytân cânibinden korkudadır
ki, onun amelini bâtıl eder. Dördüncü, melek-ül-mevt hazretleri
cânibinden
korkudadır ki, gafletde iken rûhunu alır. Beşinci, dünyâ cânibinden
korkudadır
ki, dünyâya magrûr olup, dünyâ onu âhıretden meşgûl eder. Altıncı,
ehl-i
ıyâl cânibinden korkudadır ki, onlar ile meşgûl olup, onlar onu Allahü
teâlânın zikrinden meşgûl ederler.)
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdular ki: (Altı hasleti
bulunduran kimseler, Cennete çağrılan yolların hiçbirini terk etmez.
Nâra
[Cehenneme] götürecek yolların hiçbirine varmaz. Allahü Sübhânehü ve
teâlâ
hazretlerini bilip, ona tâ'at etmek. Şeytânı bilip, ona ısyân etmek.
Bâtılı
bilip, ondan sakınmak. Hakkı bilip, ona ittibâ' etmek. Âhıreti bilip,
onu
taleb etmek. Dünyâyı bilip, onu terk etmek.
Yedi maddeli kıymetli sözler: Ebû Hüreyre 'radıyallahü teâlâ anh'
rivâyet
etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, yedi kimseyi, Arş-ı azîmin
gölgesinde
o günde gölgelendirir. O gün Arş-ı azîmin gölgesinden başka
gölgelenecek
yer olmaz. Yalnız Arş-ı azîmin gölgesi olur. Bunlar:
1' Âdil devlet başkanı,
2' Allahü teâlâya tâ'atde bulunarak yetişen genç,
3' Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretlerini tenhâlarda zikr edip ve
gözlerinden
Allahü teâlânın korkusundan yaş akıtan kimse,
4' Kalbi mescide bağlı olan kimse,
5' Sağ elinin verdiği sadakayı, sol elinin bilmediği kimse,
6' Birbirini Allahü teâlâ için seven iki kimse,
7' Bir cemâl sâhibi kadın [güzel kadın] kendisini da'vet etdiği zemân,
ondan kaçıp, Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâdan korkarım diyen
kimse.)
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, (Bahillerin [cimrilerin]
malı, yedi belâdan birinde olur [birine uğrar]. Mîrâs yiyen bir vârisi,
malını isrâf eder, onu Allahü teâlâ hazretlerinin tâ'atinden başka
yerde
harcar. Veyâ Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri o bahilin [cimrinin]
üzerine
bir eziyyet edici kimseyi [zâlimi] musallat eder. Onun malını, onun
nefsini
hor ve zelîl etdikden sonra alır. O bahili [cimriyi] bir şehvet
harekete
getirir ki, o şehvet ile uygunsuz işler yaparak malını ifsâd eder. Onda
bir düşünce peydâ olur. İftihâr [öğünmek] için bir binâ yapar. Yâ bir
fâidesiz
harâbeyi ta'mîr eder. Malını onlara sarf eder. Yâ dünyâ âfetlerinden
bir
âfet peydâ olur. Suda gark olur, hırsız çalar veyâ ona dâimî bir dert
erişir.
Malını doktorlara yidirir. Yâ malını bir mekânda saklar. Sonra unutur.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Çok gülen kimsenin
heybeti az olur. Çok şaka yapan istihfâf edilir [hakîr görülür]. Çok
konuşan
çok yanılır. Çok hatâ edenin hayâsı az olur. Hayâsı az olanın vera'ı az
olur. Vera'ı az olanın kalbi ölü olur. Kalbi ölü olanı Allahü teâlâ
Cehenneme
dâhil eder.)
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: (Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri [Kehf sûresi 82.ci âyet-i kerîmesinde meâlen], (Onun altında
ikisine âid hazîne var idi.) buyurdu. O kenz altından bir levha idi.
Onda
yedi satır var idi. 1' Ben teaccüb ederim [şaşarım] o kimseye ki,
muhakkak,
bütün işler takdîr iledir. Hâlbuki o kimse kaçırdığı şeyler için
üzülür.
2' Şaşarım o kimseye ki, ölümü bildiği hâlde güler. 3' Şaşarım o
kimseye
ki, Cehennemi bildiği hâlde günâh işler. 4' Şaşarım o kimseye ki,
Cenneti
bildiği hâlde istirâhat eder. 5' Şaşarım o kimseye ki, Allahü tebâreke
ve teâlâ ve tekaddes hazretlerini bildiği hâlde, başkasını zikr eder.
6'
Şaşarım o kimseye ki, dünyânın fânî olduğunu bildiği hâlde içindekilere
rağbet eder. 7' Şaşarım o kimseye ki, Kıyâmetde hesâba çekileceğini
bildiği
hâlde mal biriktirir.)
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden süâl olundu ki, (Gökden
ağır olan nedir, yerden geniş olan nedir, denizden engin olan nedir,
ateşden
sıcak nedir, taşdan katı nedir, Zemherîrden soğuk nedir, zehrden acı
olan
nedir?) Alî 'radıyallahü teâlâ anh' cevâb verdi ki, (Gökden ağır olan,
temiz bir kimseye iftirâ etmekdir. Yerden geniş olan; Hak, doğru olan
şeydir.
Denizden engin olan, kanâ'at eden kalbdir. Ateşden sıcak olan, zulm
eden
sultândır. Taşdan katı olan, münâfıkın kalbidir. Zemherirden soğuk
olan;
levm eden, kınayan kimseye ihtiyâcını arz etmekdir. Zehrden acı olan,
sabr
etmekdir.)
Sekiz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki: (Sekiz
şey,
sekiz şeyden doymaz. Göz nazardan [bakmakdan]. Yer yağmurdan. Kadın
erkekden.
Âlim ilmden. Süâl soran sormakdan. Hâris, mal yığmakdan. Deryâ [deniz]
sudan. Ateş odundan.)
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Sekiz şey,
sekiz şeyin zînetidir: İffet, fakrin süsüdür. Şükr, zenginliğin
süsüdür.
Sabr, belânın süsüdür. Tevâdu', hasebin [asâletin] süsüdür. Hilm, ilmin
süsüdür. Çok ağlamak korkunun süsüdür. Başa kakmamak, ihsânın süsüdür.
Huşû' nemâzın süsüdür.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Bir kimse fuzûlî
konuşmağı [fazla lüzûmsuz konuşmağı] terk etse, ona hikmet bağışlanır.
Bir kimse fuzûlî bakmağı terk etse, ona huşû' bağışlanır. Bir kimse
fuzûlî
yimeği terk etse, ona ibâdetin lezzetini duymak bağışlanır. Bir kimse
gülmeği
terk etse, ona heybet bağışlanır. Bir kimse mîzâhı [şakalaşmağı] terk
etse,
ona hüsn ve melâhat [güzellik ve tatlılık] verilir. Bir kimse dünyâ
sevgisini
terk etse, ona âhıret sevgisi verilir. Bir kimse, başkalarının aybı ile
meşgûl olmağı terk etse, ona nefsinin ayblarını ıslâh etmek nasîb olur.
Bir kimse Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin zât-i pâkinin
keyfiyyetinden
tecessüsü terk etse, ona nifâkdan berâat bağışlanır [ya'nî o nifâkdan
korunur].)
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Âriflerin alâmeti
sekizdir: Kalbi, korku ve ümîd iledir. Dili, hamd ve senâ iledir.
Gözleri
hayâ ve ağlama iledir. İrâdesi dünyâyı terk etmek ve Allahü teâlânın
rızâsını
kazanmakdır.)
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Huşû' olmıyan
nemâzda
hayr yokdur. Boş söz konuşulmanın terk edilmediği orucda hayr yokdur.
Dikkat
etmeden Kur'ân-ı kerîm okumakda hayr yokdur. Vera' olmıyan ilmde hayr
yokdur.
Sehâ [cömerdlik] olmıyan malda [zenginlikde] hayr yokdur. Devâmlı
olmıyan
ni'metde hayr yokdur. İhlâs, ta'zîm ve tekrîm olmıyan düâda hayr
yokdur.)
Dokuz maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki, (Allahü teâlâ Mûsâ
'aleyhissalâtü
vesselâm' hazretlerine Tevrâtda vahy etdi. Muhakkak hatâların anası
üçdür.
Kibr, hırs ve hased. Onlardan altı hatâ dahâ doğdu. Temâmı dokuz oldu.
O altı hatâ; Tokluk. Uyku. Râhatlık. Mal sevgisi. Övünme sevgisi. Reîs
olma sevgisidir.)
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Âbidler üç
sınıfdır. Her bir sınıfın alâmetleri vardır ki, o alâmetler ile
bilinir.
Bir sınıfı, Allahü teâlâ hazretlerine korku yolu ile ibâdet ederler.
Bir
sınıfı, ümîd yolu ile ibâdet ederler. Bir sınıfı, muhabbet yolu ile
ibâdet
ederler. Birinci sınıf için üç alâmet vardır: Sevdiği nesneyi bağışlar.
Rabbinin râzı olmasına, nefsinin gadabını değişmez. Herhâlde Rabbinin
emrini
yapıp, nehyinden kaçar. İkinci sınıf için de üç alâmet vardır: Kendi
nefsini
hakîr, aşağı görür. Yapdığı ihsânı kıymetsiz bulur. Akranlarını
[emsâllerini]
üstün görür. Üçüncü sınıf için de üç alâmet vardır: Herhâlde insanlara
önder olur. Bütün insanların cömerdi olur. Allahü teâlâya, halkın
temâmının
hakkında hüsn-i zannı olur.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (İblîsin
zürriyyetinde
dokuz nefer vardır ki şunlardır: Zenbûr; sokaklar sâhibidir. Sokakda
bayrağını
diker. Vetin; musîbetler sâhibidir. Evân; sultân sâhibidir [onunla
berâberdir].
Hefâf; şerâbın sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Mürre; mizmârlar
[çalgılar]
sâhibidir. Lekûs, mecûsînin sâhibidir [onunla arkadaşdır]. Müsavvit;
yalan
haberler sâhibidir. Dâsim, hâneler, evler sâhibidir. Eğer bir şahs
evine
geldikde, Allahü teâlânın ism-i şerîfini zikr etmezse, o kişi ile
hanımı
arasında adâvet ve münâze'a vâki' olur. Hattâ aralarında talâk ve hul'
ve darb [dövme] vâki' olur. Velhân; abdestde, nemâzda ve diğer
ibâdetlerde
vesvese verir.)
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki, (Bir kimse beş vakt nemâzını
vaktinde, devâmlı kılsa, Allahü teâlâ ona dokuz ikrâmda bulunur. Allahü
teâlâ o kimseyi sever. Bedeni sıhhatli olur. Melekler onu korurlar.
Onun
evine bereket nâzil olur. Sâlihlerin sîmâsi, yüzünde zâhir olur. Allahü
tebâreke ve teâlâ hazretleri, onun kalbini yumuşak kılar. Sıratdan
şimşek
gibi geçer. Allahü teâlâ hazretleri onu Cehennemden korur. (Onlar
üzerine
korku ve hüzn dahî olmaz) kelâmı ile medh edilenler ile berâber olur.)
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (Ağlamak üç
şeydendir.
Birisi, Allahü teâlâ korkusundan, ikincisi, gadabından, üçüncüsü
kat'iyyet-i
haşyetinden. Birinci ağlamak, günâhlara keffâretdir. İkinci ağlamak,
ayblarının
temizlenmesidir. Üçüncü ağlamak, vilâyet ve mahbûbun rızâsıdır.
Günâhlarının
temizlenmesinin semeresi, kurtuluşdur. Ayblardan temizlenmenin
semeresi,
Na'îmde olmakdır. Vilâyet ve mahbûbun rızâsının semeresi Allahü teâlâyı
rü'yetdir.)
On maddeli kıymetli sözler: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki, (Misvâk kullanmağa
devâm
ediniz! Zîrâ onda on haslet vardır. Ağzı temizler. Allahü teâlâ ondan
râzı
olur. Şeytânı gadaba getirir. Hafaza melekleri onu severler. Diş
etlerini
kuvvetlendirir. Balgamı keser. Ağız kokusunu güzelleşdirir. Safra
harâretini
söndürür. Göze cilâ verir. Ağız kokusunu keser.) Misvâkı kullanmak
sünnetdir.
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki: (Allahü teâlâ
hazretleri on haslet ile kullarını âfâtdan koruyup, mukarreblerin
derecesine
çıkarır: 1' Kanâ'at eden kalb ile devâmlı sıdk. 2' Devâmlı şükr ile,
kâmil
sabr. 3' Hâzır zühd ile devâmlı fakîrlik. 4' Aç karın ile devâmlı zikr.
5' Fâsılasız korku ile devâmlı hüzn. 6' Mütevâzî beden ile devâmlı
gayret.
7' Dâim rahm ile devâmlı rıfk. 8' Hayâ ile devâmlı muhabbet. 9' Devâmlı
hilm ile fâideli ilm. 10' Sâbit akl ile dâimî îmân.)
Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: (On şey, on şeyden başkası
ile düzgün olmaz, ıslâh edilemez: 1' İlm, vera'dan başkası ile ıslâh
olmaz.
2' Amel ilmsiz olmaz. 3' Korkusuz kurtuluş olmaz. 4' Sultân, adâletden
başka şey ile ıslâh olmaz. 5' Asâlet [şeref], edeb ile ıslâh olur. 6'
Sevinç,
emniyyet ile olur. 7' Zenginlik, cömerdlik ile ıslâh olur. 8' Üstünlük
tevâdû' ile olur. 9' Fakîrlik, kanâ'at ile ıslâh olur. 10' Tevfîk
olmadan
cihâd olmaz.)
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyurdu ki, (On şey, muhakkak
kayb edilmişdir: 1' Süâl sorulmıyan âlim. 2' Amel edilmiyen ilm. 3'
Kabûl
edilmiyen doğru fikr. 4' Kullanılmıyan silâh. 5' Nemâz kılınmıyan
mescid.
6' Okunmıyan Kur'ân-ı kerîm. 7' Fakîrlere verilmiyen mal. 8' Binilmiyen
at. 9' Yalnız dünyâ için olan ilm. 10' Yol azığı hâzırlanılmadan geçen
uzun ömür.)
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri buyuruyor ki, (Mîrâsın hayrlısı
ilmdir. Rızkın en iyisi edebdir. Azığın hayrlısı, takvâdır. Sermâyenin
en kazanclısı ibâdetdir. En iyi rehber sâlih amellerdir. Arkadaşın
iyisi
güzel huydur. Hilm, en iyi yardımcıdır. Muhtâc olmamanın en iyisi
kanâ'atdir.
Yardımın hayrlısı tevfîkdir. Terbiye edicilerin en iyisi ölümdür.)
Buraya
kadar (Münebbihât)dan nakl olunmuşdur.
Kırkıncı Menâkıb: Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri, Âişe-i Sıddîka 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinin
mubârek
evine vardı. İnsanlık îcâbı karınları acıkmışdı. Buyurdular ki, (Yâ
Âişe!
Hiç bir yiyecek var mıdır?) Mubârek sözlerini temâmlamadan, kapı
çalındı.
Kapıyı açdılar. Gördüler ki, Ebû Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleridir. Resûlullah hazretleri 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
buyurdu ki: (Yâ Ebâ Bekr! Bu vakt gelmenize sebeb nedir?) Ebû Bekr-i
Sıddîk
cevâb verdi ki, (Yâ Resûlallah! Üç gündür bir ta'âm yimemişim. Açlık
cânıma
kâr etdi. Geldim ki, mubârek dîdâr-ı şerîfinizin müşâhedesi ile karnım
tok olsun.) Bu konuşma sırasında iken, yine kapı çalındı. Kapıyı
açdıkda,
bakdılar ki, Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleridir. Sonra Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' geldi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
buyurdu: (Gelmenize sebeb nedir.) Buyurdular ki, yâ Habîb-i
Rabbil'âlemîn!
Üç gündür yemek yimedik. Çok acıkdık. Geldik ki, mubârek, emsâlsiz
cemâlinizin
müşâhedesi ile, bu dağdağadan halâs olup, karnımız tok olsun. Hazret-i
Alî dedi ki, yâ Resûlallah. Üç gündür seyyidünnisâ Fâtıma-tüz-zehrâ
'radıyallahü
teâlâ anhâ' hazretleri ve imâmeyn-i ciğer gûşeleriniz Hasen ve Hüseyn
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' hazretleri de açlıkdan kat'î bunalmışlardır. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu: (Üç gündür ben de ta'âm
yimedim.
Karnım açdır.) Hazret-i Alî dedi ki, yâ Nebiyyallah! Dün yoldan
geçerken,
Mu'âz bin Cebelin 'radıyallahü teâlâ anh' havlusunda olan hurma
ağacında
hurma gördüm. Bunu söyleyince, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri buyurdu ki, (Kalkın, Mu'âzın evine gidelim! Bizi hurma ile
konuk
etsin [müsâfir etsin]!)
Server-i Enbiyâ, Çihâr yâr-i güzîn hazretleri ile, Mu'âz hazretlerinin
kapısına gitdiler. Güçlükle vardılar. Vay başımıza, vay cânımıza!
Sultân-ı
kevneyn ve Resûl-i sakaleyn ki, onsekizbin âlem onun yüzü suyu
hürmetine
yaratılmışdır. Görünüz hazret-i Çihâr yâr-i güzîn ile birlikde ne
zahmetler
çekmişlerdir. Allah saklasın, bir gün aç kalmış olsak, başımıza kıyâmet
kopar. Dünyâ bize zindân olur. Eğer Eshâb hazretlerinden birisi
merkad-ı
şerîflerinden [kabrlerinden] başını kaldırıp, bu zemânda olan ümmet-i
Muhammede
nazar etse [baksa], teâccüb edip [hayret edip] der ki, acabâ bunlar
hangi
milletdendir, hangi tâifedendir. Hangi Peygamberin ümmetidir. Biz de
insâf
etsek. Hergün dahâ iyiye mi gidiyoruz! Allahü teâlâ şânühü hazretleri,
bu sultânların hurmetine, kendi lutf, kerem, fadl ve ihsânı ile, bizim
o yüzümüzün karalığına bakmayıp, afv buyursun. Biz âsî ve mücrim
kullarını
dîdârı ile şereflendirsin. Âmin! Yâ Rabbî, âmin diyen kullarını
magfiret
buyur.
Murâdımıza gelelim. Mu'âz hazretlerinin kapısına vardılar. Ebû Bekr
'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri seslendi ki, yâ Mu'âz! Devlet kuşu
başına
kondu. Allahü teâlânın Resûlü kapına geldi. İçeride olanlardan kimse
duymadı.
Mu'âzın bir küçük kızcağızı var idi. O duydu. Annesini çağırdı. Yâ ana,
yâ ana! Ne yatarsın, hazret-i Ebû Bekr kapımıza geldi; çağırıyor.
Annesi
kızı azarladı. Ne yalan söylersin; hiç bu vakt, hazret-i Ebû Bekr
kapımıza
gelir mi? Kızı da, ne yapsın; yatdı. Birâz sonra, Ömer 'radıyallahü
teâlâ
anh' çağırdı. Yine kız uyandı. Annesine haber verdi. Annesi evvelki
gibi
azarladı. Birâz sonra da hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' çağırdı.
Yine kız uyandı. Annesine haber verdi ki, yâ anne! Hazret-i Alî kapıya
gelmiş; çağırıp durur. Annesi kızı, yine azarladı. Behey kız, deli mi
oldun;
ne söylersin. Kız yine sükût edip, yatdı. Sonra, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem', (Yâ Mu'âz) diye seslendi. Kız evvelki gibi
uyanıp,
dedi ki, yâ anne! Sana demedim mi ki, Ebû Bekr, Ömer ve Alî kapıya
geldiler.
Bana inanmadın. İşte Sultân-ı Enbiyâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
kendisi çağırır. Annesi diledi ki, yine kızı red eylesin. Kız
vâlidesine
bakmayıp, babasının yanına vardı. Resûlullah hazretlerinin şevkiyle
babasını
çağırdı. Yâ baba, ne yatarsın. Devlet ve se'âdet kuşu başına kondu.
Allahü
teâlânın Resûlü 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ve Ebû Bekr, Ömer
ve
Alî 'radıyallahü anhüm' hazretleri kapıya gelmişlerdir. Hemen o sâat,
hazret-i
Mu'âz kızından bu haberi işitince, acele ile yerinden kalkıp, kapıya
koşdu.
Kapıyı açıp, dedi ki, devlet ve se'âdet Mu'âzın başına kondu.
Habîbullah
hazretlerinin mubârek ayaklarının tozlarına yüz sürüp, içeri buyurun,
dedi.
Fahr-i âlem hazretleri de, Eshâb-ı güzîn ile içeri dâhil oldular. Ondan
sonra buyurdular ki, (Yâ Mu'âz! Üç gündür ben ve Eshâbım yemek
yimemişiz!
Dün Alî yoldan geçerken, senin havlunda olan hurma ağacında hurma
görmüş.
Onun için geldik ki, bizi hurma ile müsâfir edesin.) Mu'âz 'radıyallahü
teâlâ anh' dedi ki, yâ Nebiyyallah! O hurmaları bugün düşürdük
[ağacından
topladık]. Kimini biz yidik. Ba'zısını fakîrlere ve komşularımıza
ulaşdırdık.
Bir hurma kalmamışdır. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
karşısına bakdı. Bir büyük zenbil gördü. Hemen hazret-i Alîye buyurdu
ki,
(Yâ Alî! Bu zenbili eline al! Bu gördüğün hurma ağacına var. Benden
selâm
eyle! Ve söyle ki, Resûlullah senden hurma taleb eder.) Alî
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretleri o zenbili alıp, hurma ağacının yanına vardı.
Peygamberin
selâmını götürdü, iletdi. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin izni
ile
hurma ağacı fasîh bir lisân ile selâmı aldı. Ta'zîm eyleyip, eğildi.
Sonra
Allahü teâlânın izni ile, ağacda hurmalar doldu. Hazret-i Alî o zenbili
hurma ile doldurup, Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
huzûr-ı
şerîflerine getirdi. O hurmadan yidiler. Bütün Eshâba ulaşdırdılar.
Hattâ
o zenbili hurma ağacına asdılar. Resûlullah hazretlerinin dâr-ı bekâya
intikâline kadar hiç boşalmadı.
Kırkbirinci Menâkıb: Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' bir gün
hastalandı.
Ebû Bekr, Ömer ve Osmân 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretleri iyâdetine
[hasta ziyâretine] vardılar. Hazret-i Alînin yanında bir tas bal var
idi.
Bu tas ile balı bunların önüne götürdü. Tas ak, içindeki bal kızıl idi.
O tasın içinde kara bir kıl vardı. Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ
anh' buyurdu ki, biz baldan, her birimiz bu üçü için bir misâl
getirmeyince
yimeyiz. Kendisi buyurdu ki, (Dîn-i islâm tasdan münevverdir
[nûrludur].
Îmân baldan tatlıdır. Dînin hükmü kıldan incedir.) Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki, (Cennet tasdan münevverdir. Cennetin ni'metleri
baldan tatlıdır. Sırat köprüsü kıldan incedir.) Osmân 'radıyallahü
teâlâ
anh' buyurdu ki, (Kur'ân-ı azîm-üş-şân tasdan münevverdir. Kur'ân-ı
kerîm
okumak baldan tatlıdır. Kur'ân-ı kerîmin tefsîri kıldan incedir.)
Hazret-i
Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: (Müsâfirin nûru tasdan
münevverdir
[nûrludur]. Müsâfirin sözü baldan tatlıdır. Müsâfirin gönlüne ri'âyet
etmek
kıldan incedir.) Her biri kendi hâllerine münâsib kelâm buyurdular.
Kırkikinci Menâkıb: Birgün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', Eshâb-ı güzîn
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în' hazretleri ile oturur idi. Kudretden ortaya bir
ak tas geldi. İçi ak bal ile dolu idi. Üstünde bir ak kıl vardı Hayret
etdiler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Gelin her birimiz bu üçüne bir temsîl getirmeyince el sürmiyelim.)
Hazret-i Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu ki: (Resûlullah
hazretleri
bu tasdan nûrludur. Resûlullah ile konuşmak bu baldan tatlıdır.
Resûlullahın
sünnetini yerine getirmek bu kıldan incedir.) Hazret-i Ömer
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki: (Îmân bu tasdan nûrludur. Îmân getirmek bu
baldan
tatlıdır. Îmân ile gitmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra, Osmân
'radıyallahü
teâlâ anh' buyurdu ki: (Kur'ân-ı kerîm bu tasdan nûrludur. Kur'ân-ı
kerîm
okumak bu baldan tatlıdır. Kur'ân-ı kerîmin buyurduğunu tutmak bu
kıldan
incedir.) Ondan sonra Alî 'radıyallahü teâlâ anh' buyurdu: (Müsâfirin
yüzü
bu tasdan nûrludur. Müsâfir ile yemek yimek bu baldan tatlıdır.
Müsâfirin
hâtırını yerine getirmek bu kıldan incedir.) Ondan sonra hazret-i Âişe
'radıyallahü teâlâ anhâ' buyurdu ki: (Halâl [zevcin] yüzü bu tasdan
nûrludur.
Halâli ile söyleşmek bu baldan tatlıdır. Halâlin hizmetini yerine
getirmek
bu kıldan incedir.) Ondan sonra Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ
anhâ'
buyurdu ki: (Kız çocuğun yüzü bu tasdan nûrludur. Annesini-babasını
sever
olması bu baldan tatlıdır. Kız çocuğunun aybsız evlenmesi bu kıldan
incedir.)
Ondan sonra Fahr-i âlem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki:
(Ümmetimin yüzü bu tasdan nûrludur. Ümmetim için şefâ'at bu baldan
tatlıdır.
Şefâ'atin kabûl olması bu kıldan incedir.)
Kırküçüncü Menâkıb: Ebû Zer-i Gıfârî 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
eder. Bir gün Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
se'âdethânesinden dışarı çıkdı. Yürümeğe başladılar. Ben de ardınca
gitdim.
Bir mevzi'e vardı. Ben huzûruna vardım. Karşısında selâm verip,
oturdum.
Buyurdu: (Neden geldin, yâ Ebâ Zer!) Dedim, (Allahü teâlâ bilir.) O
sırada
Ebû Bekr 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Resûlullah hazretlerinin sağ
tarafına
oturdu. Sonra Ömer 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Ebû Bekrin sağ
tarafına
oturdu. Sonra Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Ömerin sağ tarafında
oturdu. Sonra Alî 'radıyallahü teâlâ anh' geldi. Osmânın sağ tarafında
oturdu. Sonra Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
yerden yedi tâne taş aldı. Mubârek avucunun içinde tutdu. O taşlar
tesbîh
etmeğe başladılar. Şöyle ki, onların sesini bal arısı gibi işitir idim.
Ondan sonra o taşcağızları yere koydu. Sesleri kesildi. Sonra onları
kaldırdı,
Ebû Bekrin eline verdi. Yine evvelki gibi tesbîhe başladılar. O da yere
koydu. Sesleri kesildi. Sonra yine Habîbullah hazretleri onları
kaldırdı,
Ömerin eline verdi. Yine evvelki gibi tesbîh eylediler. O da yere
koydu.
Sesleri kesildi. Yine onları yerden alıp, Osmânın eline verdi. Yine
tesbîh
eylediler. O da yere koydu. Sesleri kesildi. Onları Alînin eline verdi.
Yine tesbîhe başladılar. O da yere koydu. Sükût eylediler. (Şevâhid-ün
nübüvve)den alınmışdır.
Kırkdördüncü Menâkıb: Çihâr yâr-i güzînin 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim
ecma'în' medhini, bu menâkıb-ı şerîfin toplayıcısı ve yazarı olan âsî
ve
müsrif, Allahü teâlânın kullarının en hakîri ve fakîri, Seyyid Eyyûb
bin
Sıddîk ibni Seyyid Alî bin Muhammed el müştehir bi hazret bâbâ el
mülekkab
bi âcizî Urmavî der ki, ceddi âlimiz olan hazret-i Bâbâ 'kaddesallahü
sirrehül'azîz
ve nevverallahü merkedehü ve ce'alel cennete mesvahü' ba'zı vecd ve
sekr
hâlinde, huzûr veren, hikmet dolu bir kitâb te'lîf etmişlerdir. (Bâbâ)
demekle şöhret bulmuşdur. O kitâba mahsûs bir hikâye yazmışdır.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin na't-i
şerîfleri, medh-i
şerîfleri beyânında ve Çihâr yâr-i bâ safâ 'radıyallahü teâlâ anhüm'
hazretlerinin
medh-i şerîfleri beyânında. O hikâyeden de bir mikdâr teberrüken
yazalım.
Nûr-ün alâ nûr olsun. Hikâye şi'r şeklinde nakl edildi ve yazıldı.
Bir sözüm vardır, derim ey merdümân [insanlar],
Cânını mum eyleyip, önünce yan.
Dinler isen, bir hikâye söyleyim,
Mustafânın Çihâr yârın medh eyleyim.
Tabi'i merdâne isen gel beri,
Ger usanırsan da gâyet git geri.
Neyse ki, meclis bu dem biraz gider,
Aşk ile dinlediğin sana yeter.
Aşk ile dinler isen ey din eri,
Nitekim bu tanıtır, her bir eri.
Var ise gözün yaşı sığa, gide,
Aç kulağı ki, bu söze yer ede.
Değme bir sözler gibi sanma bunu,
Kalb içinde mesrûr eyler ol cânı.
Başa yüzü sana dâim göstere,
Dünyâ âhır üstüne kanat gere.
Anun ile tanıyasın sen onu,
Maksûda ermek dilersen koy beni.
Ben diyenler maksûduna ermedi,
Bil yakîn kim hakka mahrûm olmadı.
Andan özge gayri görme aradan,
Dinlemiyen olur savış git oradan.
Tabi'i iblîsliğin ma'lûm ola,
Fi'li kubhun [kötü işin] karşına perde ola.
Dinleyen için derim ben bu sözü,
Yâ İlâhî! meclise aç ol yüzü.
Ola ki, meclisimiz pür nûr ola,
Fikr-i vesvese kalbimizden dûr [uzak] ola.
Mü'min isen bir salevât ver ona,
Cümle melek işitip, kalsın dona.
Dinlesin ki, bunca dürûd kimedir,
[dürûd: medh, selâm, düâ]
Bu dürûdun biri ânda binedir.
Bu dürûd ki adı dilde söylenir,
Cümle eşyâ ol dürûdu kullanır.
Ol dürûdu dîme dağ ve taş söyler,
Ol dürûdun âhıri, asla yeter.
Kim onun yoluna verse bir dürûd,
Cânım önünce olsun onun şem'i od.
Odur sermâye, onun zülfün tut,
Görmemiş âşık, orada böyle sevd.
Er isen şem' ol, bu yolda yanasın,
Ne ise her harf işitesin kanasın.
Cân fedâ ol, bubde ol cânana sen, [bûb: yaygı]
Başına erişesin cânâne sen.
Ten olasın, câyı onu bilesin,
Cân ve dilden ona ikrâr veresin.
Çün yürürsen, dîninle yürü sen,
Çün bilesin aldın imdi biri sen.
Kim onun yoluna verse bir dinâr,
Koymaz onu tamu'da ki yandıra nâr.
Nâr onun içindir onu tanımaya,
Çâr-ı yârına onun inanmıya.
Her ki bu mâni'den almadı haber,
Kılmadı o nefsini zîr-ü zeber.
Bağlamadı beline nûrdan kemer,
Kalbi kara, gözünü gaflet yumar.
Gaflet olmasa gözünde ey civân,
Sen seni her dem göresin hoş iyân.
Cümle eşyâ maksûdu sen olduğun,
Hem görürsün âna hayrân kaldığın.
Kim ki tanıdı onu kurtuldu ol,
Ölü gördü nefsini Hak buldu ol.
Ey işiten sıdk söyle sâdık ol,
Ândan oldu, ehl-i Hakka doğru yol.
Bil onun dîni ulaşmışdır sana,
Hâl onun zikri ulaşmışdır sana.
Zî beşâret bir tecellîdir gelir,
Hamdü lillah ki gönül dolmuş gelir.
'
Çâr-i yârin mührü dâim sendedir,
Mustafânın mi'râcı seyrindedir.
Bil yakîn ki, lâyık oldun dergâha,
Hakkın feyzi her dem içindedir.
Cümle melek tesbîhi oldun bu kez,
Tesbîhine çarh olanlar bendedir.
'
Çâr-ı yârı münkir olan yazık oğul,
Sen bu medhi, bu âsîden yaz oğul.
Nerde olsan sen bunu okuyasın,
Rûha kuvvet, nefsini kakıyasın.
Azûben azgın yola gitmiyesin,
Mustafânın dînini unutmıyasın.
Küfrü îmânı bir yere katmıyasın,
Dünyâlığa özünü satmıyasın.
Dünyâyı gör, niceleri hor eyledi,
Tutdu zihnini, görmedi kör eyledi.
Rahmet-i Hakdan onu, kaçar eyledi,
Âhır onun yerini nar eyledi.
Ver salevât, gör tecelli-i safâ,
Mustafâya, hem Çâr-ı yâre bâ-safâ.
Bil ki onlar dînin çırâğıdır,
Ver salevât kalbinin durağıdır.
Ölü gönül Hak ile her dem dirile,
Rahmet-i Hak, gele kalbe dizile.
Hubb-ı dünyâ kalb içinden sürüle,
Hazret-i Hakdan sana hidâyet verile.
'
Çünki kalbin ânların meydânıdır,
Meydân eri durmaz özün tanıtır.
Paylarında bu âşıkın cânıdır,
Önlerinde yatmak onun şânıdır.
Pervâz eyler, her dem ona gitmeğe,
Bu tecellî bu âşıkın cânıdır.
Çünki cânım onların kurbanıdır,
Çünki onlar kalbimin sultânıdır.
Cümle eşyâ kuldur, onlar hânıdır,
Durma yürü, Hakkı onlar tanıtır.
'
Beyt içinde bil yakîn Allah olur,
Kalb-i mü'min, cümle beytullah olur.
Ma'nâ ehli iki cihânda şâh olur,
Ermiyen bu ma'nâya gümrâh olur.
'
Gayri yerde olduğun kurban değil,
Bu kadehden içmeyen mestân değil.
Söz onun Kur'ân ki dilde okunur,
Onsuz okur isen Kur'ân değil.
Herze nefsin tutsağıdır, hân değil,
Bu bahre dalmıyan sultân değil.
Nice âşık olmamışsan ol yüze,
Ara yerde küfr imiş, îmân değil.
'
Her nâmerdin yerin dâr-ı meydân değil,
Bu yola koşulmıyan merd âdem değil.
Bir kuru gövde gezer ol cân değil,
Rahmet-i Hak kalbine iyân değil.
Bu salâta gelmiyenin savmı yok,
Bundan özge pâdişâhın emri yok.
Hakkın emridir, işit ey mü'minân,
Mustafâ dîninden özge kavli yok.
'
İşlemiyen kişi gâyet yorulur,
Hac ve zekât boynuna Hak buyurur.
Vesveselerini kalb içinden süre ol,
Cennete onun için dîn-i islâm süre ol.
Bu sebebden nice ise, dürlü yol,
Hâk-ı pâyini gözüne süre ol.
Girdi onun eline dosdoğru yol,
Bil yakîn ki, yetdi bugün yere ol.
'
Yâd önünce tutmayasın kâhe sen, [kâhe: saman, çöp]
Çıkma yoldan, düşmeyesin çâhe sen. [çâh: kuyu]
Sev onları, yanmayasın nâra sen,
Pişmân olup, kılmayasın ahe sen.
'
Binme bunda her gün nefsin atına,
Özünü yetir onun Hazretine.
Her deminde kalbine nûr akıta,
Gel ey âsî, yan aşkının oduna.
Âşıkı mest eyleyen o kokudur,
Seyyid-i sâdât onların şâhıdır
Bu sülûke girmeyen sâlik değil,
Ol kokudan almıyan âşık değil.
'
Her nefesde nice perde geçilir,
Kande baksan yüzüne bâb açılır.
Durma yürü, râh onların râhıdır,
Taht-ı sultân senin kalbinin mâhıdır.
'
Mustafânın şerî' dosdoğru yolun,
Onlar ile okunur, dâim hâlin.
Kamu bilsin hoca hoş ola huyun,
Bu sülûkden açılır, perr-ü bâlin.
Ol kişinin hükmü erdi bâtına,
Kim ki erdi onların hazerâtına.
Ver salevât onların kuvvetine,
Din açıldı onların heybetine.
Durma din zât gele, kalbe dola,
Ver salevât dînine hem kuvvet ola.
Kande olsa koğala, çevkân topunu,
Yol eri isen, sâid eyle cânını.
Sen şerîfsin, cümle nebîden güzîn,
Seyyid-i sâdât, hâtem-i dünyâ ve din.
Hak teâlâ rahmetidir, kovanları,
Tâ gele, haşrde bile sevenleri.
Meydân içre aşk atını çâpesiz,
Kim ki haşrde onlar ile kopensiz.
Kalk ayağa sen dahî, şirâne gel,
Sen dahî merd isen koş meydâna gel.
Sen çırâğı ümmetânsın, ey şefi'il müznibîn,
Olma melûl haşr için ey mü'minîn.
Ümmet isen, durma sev gel onları,
Mü'min isen ayrı görme onları.
Bil yakîn kim hulle olur donları,
Her kişi ki, bunda sevse onları.
Vasla yetmiş evveli ve âhıri,
Ebter olmaz herkiz onun sonları.
'Senden oldur ki, onları sevesin,
Ölmek için yollarında ivesin.
Cân ve dilden tesbîhini diyesin,
Hulle-i tecellî rıdâsın giyesin.
Çünki tecellîn âşıka don imiş,
Bî-haberler işbu sırdan nâdan imiş.
Allah ile bî'at eden ol imiş,
Doğru gider kim ki, yolun tanımış.
Doğru git ki yetesin menzilgehe,
Sapma yoldan irmişken iyiliğe.
Ver salevât Mustafâya sıdk ile,
Dayanak ola her dilekde dînine.
Nice onlar dînin direğidir,
Cemi' muhtâcların dilediğidir.
Ondan oldu Arş ve Kürsî, Levh-ü Kalem,
Nice kim cümle Nebînin önüdür.
Ver salevât onlara din açıla,
Üstünüze dürr-i rahmet saçıla.
Meclis içre şâd-ı şerbet içile,
Kalbimizden fikr-i vesvâs saçıla.
Din odur ki, onlar gele açıla,
Kanat oldur, onlar gele uçula.
'
Pes gerek ki onlar ile uçasın,
Her deminde maksûduna yitesin.
Sıdk ile hem ma'bûduna yitesin,
Benliğini kalb içinden atasın.
Gül içinde buy veresin güle sen,
Dönesin bu hâllerine gülesin.
Bulmaya hiç kimse senden bir haber,
Gül olup, bülbül önünde bitesin.
Gök içinde benzeyesin güne sen,
Öyle san ki, ma'şûkunla bilesen.
Pes gerek kim yoluna seyr olasın,
Cân-u dilden âna esîr olasın.
Arta kemâl Mûsâya tûr olasın,
Nice müşkillere tedbîr olasın.
'
Ver salevât meclise açdı cemâl,
Mustafâdan açılır zevk-u kemâl.
Kim kemâli Mustafâdan aldı ise,
Kalbi ayılmaz ânın gözü humâr.
Hiç humardan almak olmadı haber,
Bu haberden özge olmaz mu'teber.
Bu haber eyler seni zir-ü zeber,
Bu haberden bağlanır bele kemer.
Mustafâya her zemân getir îmân,
Çâr-ı yâra olmasın şek ve gümân.
Cânın her dem önlerince peyk ola,
Hazret-i Hakdan sana rahmet ine.
'
Mustafâ kavliyle tut dâim işi,
Mustafâ kavli mum eyler, her taşı.
Delîl oldun, bil yakîn her râhe sen,
Kande gidersin imdi ey kişi sen.
Himmet ile kişi oldun ey kişi,
Tâbi' oldun, dahî çekme teşvişi.
Tâbi' olan Hakdan alır, alışı,
Âyinedir gösteren her bir işi.
Âyineye baku ben özün göre,
Her arada Mustafâ sözün göre.
Her ne hâcet dileye Allahdan ol,
Her kapıyı yüzüne açık göre.
'
Başına dâim hisârda olasın,
Kalbine bir yeni mühr vurasın.
Açıla rahmet kapısı yüzüne,
Cümle eşyâyı tecellî bürüye.
İşi gerek, her kişinin işi bu,
Seyri uça fahr ana kim hoş huylu.
Çâr-ı yâr hubbını al kalbine,
Mustafâ âyine ola, aynına.
'
Emîn eyle taşranı endîşeden,
Ehem bil sen bunları her pîşeden.
Hâk-ı bay-ı Mustafâdan yâ ganî,
Sen bizi ayırmağıl bu rîşeden. [rîşe: kök, asl]
Dâimâ perde açılır, yüzüne,
Meclis ehli rahmet ala özüne.
Ver salevât durma meveddetine,
Mustafâ ve Çihâr yâr hazretine.
Âcizin derdine merhem olur,
Nice ki, Allaha, ulu yâr olur.
Onların nazarına yokdur hicâb,
Her dem onlara, olubdur, feth-i bâb.
Enbiyâdan, Evliyâdan, yâ İlâhî,
Sen bizi ayırma, hiç, ey Pâdişâh.
Okuyanı, dinleyeni, yazanı,
Rahmetinle, hesâba çek, yâ Ganî.
Kırkbeşinci Menâkıb: Mûsâ kelîmullah 'alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü
vesselâm' hazretleri, varıp, Tûr-i Sînâda, Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri
ile mukâleme etdikde [konuşdukda], kelâm-ı Rabbânînin hazzından, bir
mertebeye
varırdı ki, dünyâ ve içindekiler unutulduğu gibi, kendinden geçer, aklı
başından giderdi. O hâle geldikde, akllı olanlara nisbetle, ba'zı büyük
süâller sorardı ki, akla ağır gelirdi. Bir günde vecd ve sekrleri
kemâle
erdikde, süâl etdiler ki, (ey Hay ve Alîm! İleride cihâna gelecek olan
ve bütün dinlerin hükmlerini yürürlükden kaldıracak olan Muhammed
kimdir.
O Muhammed mi üstündür, ben mi?) Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes
hazretleri
buyurdu: (Yâ Mûsâ! Falan vâdiye var. Hayretler içinde kalacak
acâiblikler
göreceksin.) Hazret-i Mûsâ da o vâdîye varıp, bir mikdâr durdukda,
gördü
ki, bir kuş, bir dal üzerine konar. Allahü tebâreke ve tekaddes
hazretlerinin
kemâl-i kudreti ile nutka gelip [konuşmağa başlayıp], fasîh bir lisân
ile,
Mûsâ kelîm 'aleyhisselâm' hazretlerine selâm verip, der ki, yâ Mûsâ,
sen
Rabbil'âlemîne münâcâtda ve arz-ı hâcetde süâl etdin ki; ben mi
yükseğim
[üstünüm], yoksa Muhammed mi. Sen bilmez misin ki, Enbiyâ ve Evliyâ,
hepsi
Onun nûrundan halk olunmuşdur. Dünyâda ve âhıretde âşıklarıdırlar ve
Onu
taleb ederler [ararlar]. Mûsâ aleyhisselâm o kuşdan vehm alıp, der ki,
Allahü teâlâ hazretleri için olsun bize haber veresin, kimsin ve adın
nedir.
Seni gördüm, hayretde kaldım. Sözün bana gâyet te'sîr eyledi.
Bahtlılığa
dil ve cânıma tatlı oldu. O kuş da der ki, ben Ebû Bekr-i Sıddîkın
rûhuyum.
Muhammed aleyhisselâm bu cihâna gelip, devletle şark ve garbı alır. O
zemân
ki, Mekkeden Medîneye hicret ederken, bir mağaraya varırız. O mağaraya
girdiğimiz gibi, kapısına örümcekler ağ örüp, güvercinler yumurta
çıkarır.
Kâfirler bunları görmekle bize kötülük yapamazlar [burada yoklar
derler].
Sonra Fahr-i âlem ve Resûlü muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretleri asâyiş etdikde, çeşidli mahlûklar gelirler. Hazret-i Resûl
ekremden
nasîb alırlar. Sonra bir ejder [yılan] gelir. Bir koğukdan başını
çıkarır.
Ben de mâni' olup, onun murâdını almağa mâni' olup, ökçemi o deliğe
tıkarım.
Çâresiz kalınca ökçemi ısırıp, zehri bütün vücûduma dağılacakdır.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, uykudan
uyanıp, rengimi değişmiş gördükde, süâl buyururlar. Ben de
olup-bitenleri
huzûrlarına arz ederim. Dönüp o ejderhâya hitâb edip, azarladıklarında,
ejderhâ fasîh lisân ile cevâb verir ki, yâ Nebiyyallah! Ben geldim ki,
mubârek cemâlini göreyim. Huzûr-u şerîfinde îmân getirmekle maksadıma
ereyim.
Sıddîk mâni' olup, koymadı. Zor durumda kalıp, bir hatâ etdim.
Kereminizden
afv buyurun. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın da bütün a'zâsını mubârek
eliniz
ile sığayınız, zehr gayb olur; diyecekdir. Ben o Sıddîkım ki,
ejderhâları
sıdkımla zebûn ederim. Yâ Mûsâ! Senin asân ejderhâ oldu. Onun
heybetinden
korkup, geri döndün. Bunu dedi. Zuhûr edip, o kuş gitdi.
Sonra ağaç başına bir kuş dahâ geldi. Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine
selâm verip, dedi ki, yâ Mûsâ! Sen Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri ile yarışamazsın. Çünki, Muhammed Mustafânın
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' dîninde, her birgün ve gecede beş vaktde
ezânlar
okunup, yeri ve gökü onun heybeti kaplar. Dîn-i Muhammedî âşikâre olur.
Sâir dinlerden ne varsa yürürlükden kalkar. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm
o kuşa süâl buyurdu ki, ey kuş. Bütün sözlerin latîf ve mevzûn ve
zarîf.
Kimsin, söyle seni bileyim. O kuş dedi ki, ben Ömer-ül Fârûkun rûhuyum.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
âşıkıyım
ve hayrânıyım. Emvâlime [malıma] ve evlâdıma meylim yokdur. Mekke-i
mükerremede
kamçımı yere sapladığım zemân, rûm kayserini tahtı üzerinden yıkarım.
Bunu
söyledi ve uçup gitdi. Yerine bir başka kuş geldi. O da Mûsâ
aleyhisselâm
hazretlerine selâm verip, ağzını açıp, hoş sözler söyledi. Dedi: Yâ
Mûsâ
bin İmrân! Hiç kimse Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinden bahtlı gelmedi. O Muhammed bütün âlemin şâhıdır. Bütün
insanların
matlûbu ve âlemlere rahmetdir. Yine Mûsâ aleyhisselâm sordu ki, Allahü
teâlâ hakkı için söyle, sen kimsin. Onları bildim. Seni de bileyim. O
kuş
dedi, yâ Mûsâ! Ben Osmân-ı Zinnûreynin rûhuyum. Muhammed Mustafâ
hazretlerinin
üçüncü yâriyim. Ben, Kur'ân-ı azîm-üş-şânı toplarım. O Habîb bir kızını
bana verir. O vefât eder, yine bir kızını verir. O kızı da vefât
edince,
buyurur ki, eğer bir üçüncü kızım olsa idi, onu da sana verirdim. Ve
benim
dünyâlığıma aslâ iltifât etmez. Yâ Mûsâ! Dünyâda sen Şu'ayb peygamber
'salevâtullahi
alâ nebiyyinâ ve aleyhi ve sellem' hazretleri ile on sene müşerref
olursun.
Bunu dedi, o da uçup gitdi. Onun yerine kuş sûretinde bir şehsüvâr zât
geldi. O da Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine selâm verip, konuşmaya
başlayıp,
der ki, yâ Mûsâ kelîm! O Muhammed Mustafâ hazretleri ki, Allahü
tebâreke
ve teâlâ ve şânühü hazretleri onun hakkında, (Sen olmasaydın eflâki
yaratmazdım)
ve (Elbette sen huluk-i azîm üzeresin) buyurmuşdur. Bunun misâli âyet-i
kerîmeler gönderir. Enbiyâdan bir kimsenin ondan efdal olmak ihtimâli
olur
mu? Hazret-i Mûsâ 'aleyhisselâm' der ki, söyle sen kimsin, bileyim. O
kuş
der ki, ben Aliyyül Mürtedânın rûhuyum. Muhammed Mustafâ hazretlerinin
doğru yâriyim. O Muhammed 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' geldiği
vakt,
zemân yenilenir. Onun şerefli zemânına yetişip de dîne gelmiyenin vay
başına
gelen belâ ve helâke. Yâ Mûsâ! Benim sözüm çokdur. Uğrarım bir behâdır
ere. Yâ Mûsâ 'aleyhisselâm' hazretleri, onu yere yıkıp, göğsü üzerine
çıkarım.
Zebûn olup, ağlar. Cân ve ciğerini dağlar. Ben ona o hâlde derim; ey
Pehlivân.
Bir cândan ötürü bunca feryâd ve fîgân nedir? O der ki; er öldüğü için
ağlamaz. Zîrâ koç, her zemân kurban içindir. Ama, beni yere düşüren ve
ömür ipimi kesen Alî mi ola, yoksa Alî gibi bir er mi ola. Adı-sânı
belli
server mi ola. Ben de Alî olduğumu ona bildiririm. Sonra kasd edip, onu
öldüreyim. Der ki; (Sen ben Alîyim diyorsun. Alî isen hani sahâvetin.
Sana
sahî [cömerd] derler. Şimdi beni öldürüp, kanımı yere dökmek istersin.
Bu cömerdlik işi midir. Cömerd odur ki, ağlamışı güldürür. Nerede kaldı
ki, dirileri öldürsün. Onun için ağlarım yâ Alî. Sana kanımı halâl
eylerim.
Lâkin Çin pâdişâhının kızına âşıkım. Senin başını benden ağırlık
istediler.
Atına bin, elbisesini giy gel, sana kızı verelim dediler. Ben de geldim
ki, senin ile murâdıma ereyim. Sen şimdi beni murâdıma kavuşdurmamak
istersin.)
Bunu ki söyler. Ben de üzerinden kalkarım. Gel şimdi başımı kes ve
elbisemi
giy. Ve atıma bin. Gidip, ağırlığını ver. Tâ ki murâdına erişesin. O da
bu işâreti benden görünce, diye ki, dünyâda senden başkasına yaşamak
harâmdır.
Hâşâ, sümme hâşâ. Seni kılınç ile değil, belki gül ile vurayım. O
sâatde
karşımda şehâdet parmağını kaldırıp, sıdk ile îmân getirir. Sonra onu
sevgilisinin
yanına gönderir, hasretine kavuş, derim. Bu sözleri söyleyip, o kuş da
yukarı uçdu.
Sonra sayısız kuşlar gelip, her birisi Mûsâ aleyhisselâm hazretlerine
konuşurlar. O kadar konuşurlar ki, Mûsâ aleyhisselâm hayretler içinde
kalır.
Derler ki; yâ Mûsâ! Biz hepimiz Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin ümmetleriyiz. Yeryüzünde her gün beş kerre
münâcât
edip, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden dürlü hâcet dileriz
[isteklerde
bulunuruz]. Yâ Mûsâ! Sen ise yetmiş günde bir Tûr dağına varırsın.
Hâcetlerini
arz edersin. Yâ Mûsâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinden, sen
dilek
diledin ve dedin ki, (Yâ Rabbî! Bana kendini göster, sana bakayım.)
Allahü
Sübhânehü ve teâlâ sana buyurur: (Sen beni hiçbir zemân göremezsin.
Fekat,
şu karşıki dağa bak. Eğer o dağ yerinde durur ise, sen beni görürsün.)
Beyt:
Dîdârına ey dilber, Mûsâ nasıl katlanır,
Dağlar ki karâr etmez, yüzündeki envâra.
Muhammed o Muhammeddir ki, bindiği Burakdır ve Kabe kavseyn menzilidir,
bir sâatde dokuz felekden geçip, cevlân eder. Hazret-i Bâri'yi yalnız
seyr
eder ve gâh göklere çıkar ve gâh yere iner. Kim ola ki, Muhammed
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin menziline erer. Yüzyirmidört bin
Enbiyâ 'aleyhimüssalevât' ve yüzkırkdört Evliyâ tabakasının hepsi,
Muhammed
Mustafânın hayrânıdır. Hepsi onun askerleridir ve O onların sultânıdır.
Nazm:
Sad hezârân şükr minnetdir bize,
Hem size, hem bize, cümlemize.
Mustafânın ümmetiyiz şükr biz,
Biz günâhkârlara şefî' ol azîz.
Odur hem rahmeten lil âlemîn,
Onu sevenler ateşden oldu emîn.
Söz temâm oldu azîzim anlıya,
Bu sözü kim anlıya kim dinliye.
Akserâylı Îsâ miskin kim ola,
Tâ Muhammed Mustafâ medhin kıla.
Üstâdından eğer nevben söyledi,
Nazma getirdi ve bünyâd eyledi.
Benden o üstâdıma bin kerre selâm,
Ondan açıldı bize işbu kelâm.
Hiç kemâl değildir o Muhammede,
O iki âlem murâdı Ahmede.
Bizdeki sözü ki dillerde doğa,
Afv edile cümleye rahmet yağa.
Yâ Rabbî! Doğru yoldan ayırma,
Son nefesde îmândan ayırma.
Ma'lûm olsun ki, Akserâylı Îsâ, Baba hazretlerinin talebesidir. Yine
bu medh, (Tezkire)den alınmışdır. Orada manzûm yazılmışdır. Lâkin
naklini
ihtisâr için nesir ile yapdık. (Diğer Na't) yine (Tezkire)de hazret-i
Babadan
nakl edilmişdir 'kuddise sirruh'.
Nazm:
Geldi yine aşk bülbülü,
Doldu sadâ-yı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Açıldı mü'minler gülü,
Erdi nişân-ı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Söyler tûtîler zevkle,
Rahmet saçıldı gül ile.
Âlem dolu bedr nûr ile,
Devr-i zemân-ı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Melekler çün arşda durur,
El kavuşdurup, saf saf yürür.
Hepsi salevât getirir,
Bahr-ı revân-ı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
O şâh-ı mâzag-el basar,
Bir kez aya kıldı nazar.
Ay oldu venşakkal kamer,
Gökler ayân-ı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Bezediler Cennetleri,
Karşı çıkdı bin bin hûrî.
Çağrışırlar ol her biri,
Derler ki, hani Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Başı açık-yalın ayak,
Mahşerde gezer bu yayak.
Ona ne hulle, ne burak,
Neyler cânânı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Resûl ile gâra giren,
Ankebût eşiğin uran [örümcek eşiğini ören].
Ejder tabanını soran [ısıran],
Sıddîkdır yâr-i Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Kâ'bede kamçısını kakan,
Kayseri tahtından yıkan.
Ömerdir üstüne çıkan,
O açdı şer'-i Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Ehl-i hayânın ma'deni,
Kör olsun sevmiyen onu.
Cem' etdi Osmân Kur'ânı,
Duyuldu şer'-i Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Gelin, olun şekden berî,
Serveridir o din erî.
O, vardı, yıkdı Hayberi,
Alîdir yâr-i Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Bu onsekiz bin âlemin,
Bütün cinnin ve âdemin.
Cümle arab ve acemin,
Dîn-i îmânı Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Kim ki yolunu tutup gide,
Yol içinde mi'râc ede.
Koyma âcizi tamûda [nârda],
Cümleye cândır Mustafâ 'aleyhisselâm'.
'
Ey Ebû Bekr! Sen hilâfet burcunun güneşisin,
Hem Ömer-ül Fârûk, fethler yapıp, islâmı yayandır.
Osmân-ı Zinnûreyn kalbinin kanı ile boyadı Furkânı,
Aliyyül Mürtedâ rikâbda kılınçla yardı düşman saflarını.
'
Çâr-ı divâr-ı serây-ı dîn-i Ahmed Çâr-ı yâr,
Ya'nî Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân ve Alî nâmdâr.
Cennet içre onların ervâhını şâd eylesin,
Ol kerîm-ü ol rahîm ve o gafûr Girdigâr.
'
Serverimiz yâr-i oldu çâr-ı yâr bâ vefâ,
Yâr Ebâ Bekr oldu fâik der-i bâ sıdk ve safâ.
Çekdi o, onun yolunda şikâyet etmeden çok cefâ,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Birinin nâmı Ömer ki, o adliyle meşhûrdur,
Küfr zulmetini ve dalâleti def' eden bir nûrdur.
Sevmiyen makhûr ânı her kim sever mensûrdur,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Biri zinnûreyn-i tâbân hazret-i Osmândır,
Tuğyânı, cehli kesen ve câmi'i Kur'ândır.
Sâhib-i hilm ve hayâ ve kâmil-i îmândır,
Seyyidimiz yârımızdır çâr-ı yâr-i Mustafâ.
Birisi kân-ı sehâvetdir şehî düldül süvâr,
Heybet-i seyfin görenler dediler bî ihtiyâr.
Kılıç yalnız Zülfikârdır, yiğit ancak Alîdir,
Seyyidimiz, yârımız, çâr-ı yâr-i Mustafâ 'aleyhisselâm'.
Kırkaltıncı Menâkıb: Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü mi'râc
gecesi,
Fahr-i âlem seyyid-i veled-i âdem Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' efendimiz hazretlerinin mubârek terinden kızıl gül halk etdi
[kırmızı
gül yaratdı]. Allahü tebâreke ve teâlâ Lût kavmini helâk etmeğe Cebrâîl
aleyhisselâm hazretlerini gönderdi ki, o zemân da Cebrâîl o gecenin
şiddetinden
terledi. Allahü teâlâ hazretleri onun mubârek terinden ak [beyâz] gülü
halk etdi [yaratdı]. Mi'râc gecesi Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' buraka binip, burak da, göklere götürürken terledi. Burakın
o terinden Allahü teâlâ celle şânühü sarı gülü halk eyledi. Hazret-i
Ebû
Bekr-i Sıddîk 'radıyallahü teâlâ anh' islâm şerefi ile müşerref
oldukda,
nübüvvet heybetinden terledi. Allahü tebâreke ve teâlâ ve tekaddes,
onun
mubârek terinden sünbülü halk etdi. Ömer 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretleri
islâm şerefi ile müşerref oldukda; Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri, kucaklayıp, şiddetle sıkdıkda, o ızdırâbdan
terledi.
Onun terinden, yerlerin ve göklerin Hâlıkı menekşeyi yaratdı. Hazret-i
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' da islâm şerefi ile müşerref oldukda,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin ayağının
tozuna yüzünü
sürdüklerinde, hayâsından, terledi. Rabbil'âlemîn o terden yâsemîni
halk
etdi. Hazret-i Alî 'radıyallahü teâlâ anh' dünyâya gelip, Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri şerefli beşikleri üzerine, devlet ve
se'âdetle müteveccih oldukda, Aliyyül Mürtedâ hazretleri, beşiklerinde
uyurken, Resûlullahın emsâline rastlanmıyan güzel kokusunu alıp, Hakkı
gören gözlerini açıp, Resûlullahın nûr saçan mubârek yüzünü görünce
terledi.
Allahü teâlâ azze ve celle onun terinden zanbağı yaratdı. Her zemân
vücûd-u
şerîfleri bu zikr olunan güzel kokular gibi kokardı. Terledikçe mubârek
terleri de öylece kokardı. Yanlarında bulunanlar bu kokuyu duyarlardı.
Şurası muhakkakdır ki, Çihâr yâr-i güzîn 'radıyallahü anhüm'
hazretlerinin
menâkıb-ı şerîflerinden bu kitâbda toplananlar, onların fazîletleri ve
büyüklükleri yanında, bütün yıldızlara nazaran bir yıldız, deryâya göre
bir damla veyâ bir gülistândan bir gül kadardır. Bunca acz ile ve
taksîr
ile ve denâet ile öyle şânı yüce serverlerin vasfını ve medhini etmek
ve
onların medh edicisi ve vasflarını dile getirici olmakdan maksad odur
ki,
Süleymân aleyhisselâm hazretlerine, bunca kıymetli cevherler ve pahâlı
eşyâlar hediyye eden pâdişâhlar arasında, çekirgenin budunu hediyye
getiren
karınca misâli veyâ hazret-i Yûsüf aleyhisselâtü vesselâm hazretlerinin
satış meydânında satıldığı zemân, pahâlı mallar ve kıymetli kumaşlar
ile
almak istiyen zenginler arasında, birkaç iplikle müşteri olan ihtiyâr
kadının
misâli gibi olup, dikkatle nazar edenlere ziyâde te'accübden gülme ve
tebessüm
hâsıl olur. Nitekim, ba'zı kitâblarda bildirildiği şeklde, diğerlerinin
yanında karınca ve koca karı seyr edenleri güldürmüşdür. Nazar edenler
[bakanlar] birbirine istihzâ yolu ile gösterip, derler ki, bak, bak bu
karıncaya ki, çekirge budunu hazret-i Süleymân aleyhisselâma, (dünyâ
pâdişâhı
ve hem âhıret pâdişâhıdır) peşkeş [hediyye] götürmüşdür. Bu ihtiyâr
kadın
ki, hazret-i Yûsüf aleyhisselâm gibi bir güzellikler sâhibine birkaç
parça
iplikle gelip, müşteri olmuşdur. Bunca zemândan beri nakl edenler,
karıncayı
pâdişâhlar arasından, ihtiyâr kadını da zenginler arasından
çıkarmamışlardır.
Bu mücrim ve âsî ve fakîrin, en büyük murâdı odur ki, mahşer meydânında
görünen ve görünmiyen kusûrlarımıza bakılmadan, Çihâr yâr-i güzîn
'radıyallahü
teâlâ anhüm' hazretlerini vasf ve medh eden ve sevenler zümresinden
ayrılmamalıdır.
Yâ Rabbî! Bizi Senin sevgin ile ve Senin indinde sevgili olanların
sevgisi
ile rızklandır. Âmin.
Sultân-ı serîr-i mülk-i esrâr,
dâmâd-ı Nebî Aliyy-i kerrâr.
Şems idi vücûdü filhakîka,
dördüncüde etdi, nûrun izhâr.
Gün gibi vilâyetin cihâna,
İzhâr buyurdu, Rabb-i settâr.
Sibtayne peder, Resûle dâmâd,
hakk-ı şerefi olunmaz inkâr.
Hayber şiken-ü Amr fikender,
ol pâdişeh-i gürûh-i ebrâr.
A'dâsına seyf-i kahri, Dûzâh,
ahbâbına cûdü lutfi, gülzâr.
Âlemde anın uluvvi şânın,
idrâk-i lebîb, emr-i düşvâr.