ONUNCU BÂB
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' Ehl-i Beytinin Menâkıbı:
Birinci Menâkıb:
Muhyissünne [İmâm-ı Begavî] 'rahimehullahü teâlâ'
(Mesâbîh-i şerîf)inde, bu bâbın evvelinde, Sa'd bin Ebî Vakkâs
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet etmişlerdir. Sa'd 'radıyallahü anh'
dedi
ki, meâl-i şerîfi (Geliniz! Biz ve siz oğullarımızı, kadınlarımızı ve
nefslerimizi
çağıralım!) olan Âl-i İmrân sûresi 61.ci âyet-i kerîmesi nâzil olduğu
vaktde,
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem', Alîyi, Fâtımayı, Haseni
ve Hüseyni 'radıyallahü anhüm' çağırdı. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî!
Bunlar
benim ehl-i beytimdir.) Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretleri
buyurdular
ki: Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' üzerinde bir
bürd-i
yemânî [Yemen kumaşından bir cübbe] vardı. Kara yünden idi. O sırada
Hasen
bin Alî geldi. Onu kisvesinin [cübbesinin] altına aldı. Sonra Hüseyn
geldi.
Onu da dâhil etdiler. Sonra Alî geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra
Fâtımayı
çağırdılar. Hazret-i Fâtıma mestûre olarak geldi. Onu da cübbesinin
altına
aldılar. Sonra meâl-i şerîfi, (... Allahü teâlâ sizlerden ricsi, ya'nî
her kusûr ve kirleri gidermek istiyor. Ve sizi tam bir tahâret ile
temizlemek
istiyor...) olan, Ahzâb sûresinin 33.cü âyet-i kerîmesini okudular.
Yine
Muhyissünne İmâm-ı Begavî 'rahimehullah', (Meâlimüt-tenzîl)de
bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde nakl etmişdir. Ebû Sa'îd Ahmed bin
Muhammed
el Hamîdî haber verdi. Ona İbni Abdüllah bin Dinâr haber verdi. O Şerîk
bin Ebîden, o Atâdan, o Yesârdan, o Ümm-ü Seleme 'radıyallahü teâlâ
anhâ'
hazretlerinden haber verdi. Ümm-ü Seleme 'radıyallahü anhâ' buyurdu ki:
Bu âyet-i kerîme benim evimde nâzil oldu. Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, Fâtıma, Alî, Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü
teâlâ anhüm ecma'în' hazretleri için buyurdular ki: (Bunlar benim ehl-i
beytimdir!) Ümm-ü Seleme dedi ki; (yâ Resûlallah! Ben senin ehl-i
beytinden
değil miyim, dedim.) Buyurdu ki, (Evet, inşâallahü teâlâ!) buyurdu.
Zeyd
bin Erkâm dedi ki: Ehl-i beyt o kimsedir ki, ona zekât almak harâmdır.
Bunlar, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden
sonra,
Alînin, Ukaylın, Ca'ferin ve Abbâsın yakınlarıdır 'radıyallahü teâlâ
anhüm'.
Muhyissünnenin kelâmı temâm oldu. Şerh-i Mesâbîhden ba'zısında şöyle
bildirilmişdir
ki, ehl-i Resûl; kendilerinin zekât alması harâm olan kimseler diye
bahs
olunmuşdur. (Müslim)in ba'zı rivâyetlerinde de şöyle bildirilmişdir:
Onlar
Hâşimîdirler, Muttalibîdirler, onların mevâlîleri de böyledir.
İkinci Menâkıb:
Âişe 'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Ezvâc-ı tâhirâtın 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hepsi,
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-u şerîflerinde
idik.
Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü anhâ' geldi. Yürümesi Resûlullahın
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' yürümesinden hafî değildir. Fâtımayı gördüğü
vakt,
(Merhabâ yâ kızım,) buyurdu. Sonra oturdu. Sonra gizli konuşdular.
Fâtıma
yüksek sesle ağladı. O vakt, Fâtımanın hüznünü gördü. İkinci kerre
gizli
konuşdular. O zemân Fâtıma güldü. Sonra Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' se'âdetle kalkıp gitdi. Ben Fâtımadan 'radıyallahü anhâ'
sana
gizli ne söyledi diye sordum. Fâtıma 'radıyallahü anhâ' dedi ki, ben
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin sırrını
açıklıyamam.
Resûlullah hazretleri âhırete intikâl buyurdukları zemân, Âişe
'radıyallahü
anhâ' buyurdular ki: Ben Fâtımaya dedim ki, sana yemîn veririm ki,
benim
senin üzerinde hakkım olsun ki, onu haber veresin. Fâtıma 'radıyallahü
teâlâ anhâ' dedi: Bana gizli söylediği vakt, haber verdi ki, (Cebrâîl
aleyhisselâm,
Kur'ân-ı azîm-üş-şânı her sene benimle bir kerre mukâbele ederdi
[okurdu].
Bu sene benimle iki kerre mukâbele etdi [okudu]. Bundan ecelimin
yaklaşdığı
anlaşılır. Allahü teâlâ hazretlerine ittikâ eyle ve sabr eyle. Zîrâ
muhakkak
ben senin için ne güzel selefim. [Senden önce ölürüm.]) Ben ağladım.
Üzüldüğümü
görünce, ikinci kerre yine gizli olarak söyledi. Buyurdu ki, (Yâ
Fâtıma!
Cennet ehli kadınların, mü'minlerin hanımlarının, seyyidesi olursun.
Râzı
olmaz mısın.) Bir rivâyetde, bana gizli olarak o hastalığında,
vefâtının
yaklaşdığını haber verdiğinde, ben ağladım. Sonra gizli olarak, (Ehl-i
beytimden bana evvel kavuşan sen olursun) buyurdukda, ben güldüm,
şeklinde
bildirilmişdir. (Mesâbîh)den alınmışdır. Müsevvir bin Mahremeden
rivâyet
edilmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular
ki: (Fâtıma benden bir parçadır. Her kim onu gadaba getirir ise, beni
gadaba
getirir.) Başka bir rivâyetde, (Ona eziyyet eden, bana eziyyet etmiş
olur)
buyuruldu.
Üçüncü Menâkıb:
Zeyd bin Erkam 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
rivâyet olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri,
Mekke ile Medîne arasında bulunan Gadırhum denilen mevzi'de hutbe
okudu.
Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etdi. Va'z ve
nasîhat
etdi. Sonra buyurdu ki: (Ey insanlar! Ben insanım. Rabbimin huzûruna
da'vet
olundum. Benden sonra size iki şey bırakıyorum. Bunlara yapışırsanız,
yoldan
çıkmazsınız. Birincisi ikincisinden dahâ büyükdür. Biri Allahü teâlânın
kitâbı olan Kur'ân-ı kerîmdir ki, gökden yere kadar uzanmış sağlam bir
ipdir. İkincisi ehl-i beytimdir, ehl-i beytimdir, ehl-i beytimdir.
Bunların
ikisi birbirinden ayrılmaz. Bunlara uymıyan benim yolumdan ayrılır.)
Bir
rivâyetde, Allahü teâlânın kitâbı, Allahın ipidir. Ona tutunan hidâyete
kavuşur. Onu terk eden dalâletde olur, buyuruldu. (Şerh-i sünne)de dedi
ki, bunlara sekaleyn tesmiye etdi. Onun için ki bunlar ile ahz, bunlar
ile amel etmek ağırdır. Ve yine böylece muhâfaza ve onlara ihtirâm ve
halîfe
oldukları zemân emrlerine uymak ağırdır.
Dördüncü Menâkıb:
Berâ' bin Âzib 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Dedi ki: Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerini gördüm. Hasen bin Alî 'radıyallahü teâlâ anhümâ' omuzu
üzerinde
idi. Buyurdu ki, (Allahım! Muhakkak, ben bunu severim. Sen de sev! Bunu
sevenleri de sev!) Ebû Hüreyreden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet
olunur.
Ben Resûlullah hazretleri ile gündüz vakti bir sâatde, dışarı çıkdık.
Fâtıma-tüz-Zehrânın 'radıyallahü anhâ' evine geldik. Buyurdu ki: (Küçük
çocuk, küçük çocuk.)
Küçük çocuk diye hazret-i Haseni irâde ederler idi. Gecikmeden hemen
hazret-i
Hasen sür'atle geldi. Hattâ birbiri ile kucaklaşdılar. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki: (Yâ Rabbî! Ben onu
severim.
Sen de sev! Onu sevenleri de sev!) Ebû Bekrden 'radıyallahü teâlâ anh'
rivâyet etdiler. Dedi ki: Ben, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
efendimizi minber üzerinde gördüm. Hasen bin Alî 'radıyallahü teâlâ
anh'
da yanında idi. Resûl aleyhisselâm bir kerre cemâ'ate bakardı. Bir
kerre
torunu Hasene bakardı. Buyurdu ki: (Bu benim oğlum seyyiddir. Ümmîd
edilir
ki, Allahü teâlâ müslimânlardan iki büyük fırkayı bu oğlum sebebi ile
barışdırır.)
Türpüştî
'rahimehullahü teâlâ' buyurmuş ki, (iki büyük cemâ'at diye
vasf etdiler. Zîrâ müslimânlar o günde iki fırka oldular. Bir fırka
hazret-i
Hasen tarafında, bir fırka hazret-i Mu'âviye tarafında idi. Hazret-i
Hasen 'radıyallahü anh' o gün bütün müslimânlar üzerine halîfe olmaya
en ziyâde
hakkı olan idi. Lâkin vera'ı, bütün insanlara şefkati, onu mülkü ve
dünyâyı
terk etmeğe sevk etdi. Hâşâ ki hilâfeti bırakmak isteği, illetden ve
zilletden
dolayı değildi. Zîrâ o günde hazret-i Hasene kırk bin kimse, uğrunda
cân
ve baş fedâ etmek üzerine bî'at etdi. Hazret-i Hasen buyurdu ki, fâide
ve zararı bileliden beri, Muhammed aleyhisselâmın halîfesi olmak için
olsa
bile, bir hacamât dolusu kanın dökülmesini bile arzû etmedim.
Hazret-i
Hasenin bu işi ba'zı tâifesine güç geldi. Hattâ asabiyyetle
ve câhiliyyet gayreti ile bu işe kızanlar oldu. Hasen 'radıyallahü anh'
hazretlerinin yanına geldiklerinde, esselâmü aleyke yâ Ar-el mü'minîn
[Ey
mü'minlerin ar etdiği kimse] diye söylemeğe başladılar. Hazret-i Hasen
'radıyallahü teâlâ anh' buyurdular ki, (El-ar hayr minennâr) (Ar
[utanmak],
nârdan hayrlıdır.) Bu hadîs-i şerîfi Sahâbe-i güzîn hazretlerinden bir
cemâ'at rivâyet etmişdir. Şeref ve fazîlet cihetinden bu kâfîdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ona seyyid
diye ad koymuşdur.
O kimsede bundan ziyâde şeref olamaz. Türpüştînin kelâmı sona erdi.
(Şerh-i
Sünne)de buyurmuş ki, bu hadîs-i şerîfde, bunun üzerine delîl
vardır ki, bu iki fırkadan hiçbiri islâm milletinden çıkmamışdır. Zîrâ
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri hepsine
müslimân
buyurdu. Hâlbuki birisi ictihâdında hatâ etmiş, birisi doğruyu
bulmuşdur.
Her yerdeki rey' ve mezhebde ihtilâf vâki' olur. Onda te'vîlinin yolu
budur
ki, eğer te'vîl etdiğinde bir şübhesi olursa, o te'vîlde hatâ dahî
etmiş
ise, bundan dolayıdır ki, ehl-i bâgînin şehâdeti kabûl olmak üzerine ve
kâdîlarının hükmi nâfiz olmak üzerine ve selef ihtilâf etdiler ki, bu
şekldeki
fitnelerde konuşmamak iyidir. Allahü tebâreke ve teâlâ, o işlere
ellerimizi
bulaşdırmadı, biz de dillerimizi bulaşdırmamalıyız. (Şerh-i Sünne)nin
kelâmı
sona erdi.
Abdüllah ibni Ömerden 'radıyallahü teâlâ anhümâ' rivâyet olunmuşdur.
Hazret-i Hasen ve Hüseyn hakkında Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve
sellem' hazretleri buyurdu ki: (İkisi dünyâdan iki reyhândır.)
(Mefâtih)
kitâbının sâhibi beyân etmiş ki, burada reyhân, rızkla tefsîr
olunmuşdur.
Zimâhşerî dedi ki, ya'nî o ikisi Allahü teâlâ hazretlerinin o
rızkındandır
ki, beni bunlarla rızklandırdı. Nitekim, şöyle de denir; (Sübhânellahi
reyhânehü). Bu kelimeler masdariyye olarak mensûb, mef'ûldürler. Ya'nî
(Esbehallahe sübhâna ve istezekahü istirzâkan) (Sübhânımız, Rabbimiz)
olan
Allahü teâlâyı noksan sıfatlardan tenzîh eder, ondan rızklandırması
için
rızk isterim demekdir. Denildi ki, hadîs-i şerîfde geçen reyhân ile
güzel
koku murâd edilmişdir. Zîrâ evlâdı reyhân gibi koklarlar. Enes
'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet ediliyor. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretleri, hazret-i Haseni ziyâde okşardı. Hazret-i
Hüseyn, Resûlullah hazretlerine en çok benziyen kimse idi.
Beşinci Menâkıb:
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
bir gün beni mubârek sînelerine basdı. Buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Buna
hikmeti
öğret!) ve bir rivâyetde (Kitâbı öğret!) buyurdu. Tayyibî
'rahimehullah'
buyurmuş ki, bunun ma'nâsı budur ki, hikmetden sünnet murâd olunur.
Zîrâ
hikmet kitâb ile söylenince, sünnet irâde olunur. [Ya'nî sünnet
ma'nâsına
gelir.] Hikmet, eşyânın aslını efdal ilmler ile bilmek demekdir.
Buhârî şerhinde beyân olunmuş ki, kitâbdan murâd ile Kur'ân-ı
azîm-üş-şânın
lafzları kasd edilmekdedir. Allahü teâlâ hazretleri, Resûlullahın
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem', Abdüllah ibni Abbâs hakkındaki düâsını kabûl
etmişdir.
Yine Abdüllah ibni Abbâsdan rivâyet edilmişdir. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' halâya gitmişdi. Ben abdest suyunu hâzırladım.
Buyurdular ki, bu suyu kim hâzır etdi. Cevâb verdiler ki, Abdüllah ibni
Abbâs hâzırladı. Buyurdular ki: (Yâ Rabbî! Onu dinde fakîh yap!)
Altıncı Menâkıb:
Üsâme bin Zeyd 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri
rivâyet etmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
beni kucağına alırdı ve Haseni 'radıyallahü anh' da kucağına alırdı.
Buyururdu
ki: (Yâ Rabbî! Bu ikisini sev, ben bunları seviyorum.) Yine Üsâmeden
'radıyallahü
anh' rivâyet edilmişdir. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri beni bir dizi üzerine oturtdu. Haseni de diğer dizi üzerine
oturtdu. Sonra ikimizi bir yere getirdi ve buyurdu ki: (Yâ Rabbî, bu
ikisine
merhamet et! Ben bunlara merhamet ediyorum!) Ma'lûm olsun ki, bu bâbın
evvelinden buraya kadar nakl olunan hadîs-i şerîfler, (Mesâbîh-i
şerîf)in
sahîhinden [sahîh hadîslerinden] nakl olunmuşdur. Bundan böyle,
inşâallahü
teâlâ haseninden nakl olunur [hasen hadîsler bildirilir].
Yedinci Menâkıb:
Câbir 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet
olunmuşdur. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini
arafe günü hacda gördüm. Kusvâ adlı devesi üzerinde hutbe okudu. (Ey
insanlar!
Size, onlara yapışıp, dalâlete düşmemeniz için, Allahü teâlânın
kitâbını
ve ıtrem ehl-i beytimi bırakdım) buyurduğunu işitdim. Türpüştî
'rahimehullahü
teâlâ' buyurmuşdur ki, ıtre için ba'zıları dediler ki, kişinin ıtresi,
yakınları demekdir. Ba'zıları dedi ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretlerinin ıtresi, Abdülmuttalib oğullarıdır. Ba'zısı
dedi,
kişinin ıtresi, ehl-i beytidir. Yakın olsun, uzak olsun ev halkıdır.
Lügat
ma'nâsı i'tibâriyle de, kişinin ehl-i beyti ve kavminin yakınlarıdır.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ıtreyi beyân
buyurdular.
Ehl-i beyt ile berâber ifâde olunduğunda, ıtreden murâd-ı şerîfleri,
asabeleri
ve ezvâc-ı tâhirâtıdır 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în'.
Zeyd bin
Erkam 'radıyallahü anh' rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Muhakkak ben size,
eğer
benden sonra onlara tutunursanız, iki şey bırakıyorum. Birisi, diğerine
nazaran dahâ büyükdür. Bu Kitâbullahdır ki, gökden yere kadar uzanan
ipdir.
İkincisi, ıtrem olan ehl-i beytimdir. Aslâ birbirlerinden ayrılmazlar.
Tâ ki benim havzıma ulaşırlar. Siz de, o ikisinden yana ne yol ile
halef
olursunuz nazar ediniz.) Tayyibî 'rahmetullahi aleyh' hazretleri beyân
buyurmuşlar ki, bir şeye imsâk etmek, tutunmak, ona bağlanmak, onu hıfz
etmekle [korumak ile] olur. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri [Hac
sûresi
65.ci âyetinde meâlen] buyurur: (Elbette Allahü teâlâ semâyı, yere
düşmemesi
için tutar. Ancak [kıyâmet günü] kendi izni ile tutar.) Ancak lâyık
olan
şeye tutunulur. Temessük geçen yerlerde temessük olunan şey de
bildirilmişdir
ki, ipdir. (Kitâbullah, gökden yere kadar uzanan ipdir) sözünde sanki
insanlar,
tabî'atlerinin, şehvetlerinin istediği şeylerin bulunduğu bir yerde
durmuşlar,
nefslerinin çirkin arzûlarını yerine getirmek isterken, Allahü teâlâ
lutf
edip, insanların yükselmesini irâde ederek, Kur'ân-ı kerîm ipini onlara
yaklaşdırır. O ipe tutunanlar kurtulur. Orada kalanlar helâk olur.
Kur'ân-ı
azîm-üş-şâna temessük, onda bildirilen ile amel etmek, yasak edilenden
kaçmakdır.Itrete temessük ma'nâsı, onlara muhabbetdir. Ya'nî ehl-i
beyti
sevmek, onların doğru yolunda, izinde yürümekdir.
Yine Zeyd
bin Erkam 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn
'radıyallahü anhüm' için buyurdular ki: (Onlarla muhârebe edenler ile
ben
harbdeyim. Onları selâmetde bırakana, ben de selâmetdeyim!) Burada harb
adâlet ma'nâsınadır. Selâmet de sulh ma'nâsınadır. Burada mübâlağalı
ma'nâda
kullanılmakdadır.
Âişe
'radıyallahü teâlâ anhâ' hazretlerinden Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine, insanların en sevgilisi kim idi
diye
süâl olundu. Buyurdular ki: (Fâtıma-tüz-zehrâ.) Erkeklerden sevgili
olan
hangisidir, diye süâl olundu. Buyurdular ki: Fâtımanın zevci
'radıyallahü
anhüm'. Ebû Sa'îd 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet
edilmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki: (Hasen ve
Hüseyn,
Cennet ehlinin gençlerinin seyyididir.)
İmâm-ı
Nevevî 'rahimehullah' hazretleri fetvâsında buyurmuşlardır ki,
bu hadîsde bir mes'ele vardır. Bu hadîs-i şerîf sahîh midir, değil
midir.
Ma'nâsı ne demekdir. Onlar genç iken mi, yaşlandıkda mı vefât etdiler.
Ebû Sa'îd-i Hudrîden 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki: (Hasen ve
Hüseyn, Cennet
ehlinin gençleridir.) (Tirmizî) rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs-i
şerîf
hasen ve sahîhdir. Enes 'radıyallahü anh' hazretlerinden bildirmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Ebû Bekr ve
Ömer 'radıyallahü teâlâ anhüm' hazretlerine; (Peygamberlerden sonra,
önce
ve sonra gelenlerden Cennet ehlinin yaşlılarının seyyidi bu ikisidir.)
buyurdu. Tirmizî rivâyet etdi ve dedi ki, bu hadîs hasendir. Ebû Bekr
ve
Ömer; Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhüm ecma'în' hazretleri
yaşlı
olarak vefât etdiler. Hadîs-i şerîfin ma'nâsı budur ki, muhakkak Hasen
ve Hüseyn genç olarak Cennete girenlerin seyyidleridir. Ebû Bekr ve
Ömer
yaşlı olarak Cennete girenlerin seyyididirler. Cennet ehlinin hepsi,
otuzüç
yaşında kimseler olacaklardır. Seyyid olan o kimselerin ömrleri,
diğerlerinden
az veyâ çok olabilir. [Seyyid olanlar, diğerlerinden dahâ üstün ve
kemâl
sâhibidirler.] (Nevevî)nin fetvâsı burada sona erdi.
Üsâme bin
Zeyd 'radıyallahü anh' hazretleri, rivâyet eder. Ben Resûlullah
'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûruna bir gece,
ba'zı
hâcetimden dolayı varmışdım. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
birşey ile örtünmüş olarak çıkdı. Bu şeklde neden çıkdığını bilemedim.
Hâcetimi [işimi] bitirdikden sonra dedim ki, (Yâ Resûlallah, örtündüğün
şeyin altında ne vardır.) Örtüyü açdı. Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü
teâlâ
anh' hazretleri mubârek kucaklarında idi. Buyurdular ki: (Bu ikisi
oğullarımdır.
Kızımın oğullarıdır. Yâ Rabbî! Bu ikisini seviyorum. Bunları sevenleri
de seviyorum!) Enes 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri rivâyet
etmişdir.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinden süâl
olundu
ki, ehl-i beytinizden hangisini dahâ çok seviyorsunuz. Buyurdu: (Hasen
ve Hüseyn ve Fâtımayı 'radıyallahü teâlâ anhüm' seviyorum. İki oğlumu
çağırın.
Koklıyayım ve bağrıma basayım!) Gayb yolu ile, Resûlullah 'sallallahü
teâlâ
aleyhi ve sellem' o ikisini koklar ve bağrına basar. Büreyde
'radıyallahü
teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri hutbe okuyordu. O sırada Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ
anhüm' geldiler. Üzerlerinde kırmızı gömlek vardı. Yürürken düşerlerdi.
Zîrâ yaşları küçük idi. Hemen Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
minberden inip, ikisini de yanına alıp, minbere çıkardı. Karşısına
oturtdu.
Sonra; meâl-i şerîfi, (Mallarınız ve evlâdlarınız ancak fitnedir)
âyet-i
kerîmesini okudu. Sonra, (Bu iki sabinin yüzlerine bakdım. Düşerler ve
yürürler idi. Sabr edemedim. Sözlerimi kesip, bu ikisini yukarı
götürdüm)
buyurdular.
Ya'lâ bin
Mürre 'radıyallahü teâlâ anh' rivâyet eder. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki: (Hüseyn benden, ben
de
Hüseyndenim. Hüseyni seveni Allahü teâlâ da sever. Hüseyn, torunlardan
bir torundur.) Şârih Tayyibî 'rahimehullahü teâlâ' beyân eylemişlerdir
ki; Kâdî 'rahimehullah' buyurdu ki, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri, hazret-i imâm-ı Hüseyn ile kavmi arasında
meydâna
gelecek hâdiseleri bilip, o sebebden hazret-i Hüseyni husûsî olarak
zikr
edip, beyân buyurdular ki, kendi zât-ı şerîfleri ile hazret-i imâm-ı
Hüseyn
muhabbetde, hurmetde ve ta'rizde ve muhârebede ve onu te'kidde bir
olduğu
anlaşılsın. (Hüseyni seveni, Allahü teâlâ sever) buyurdular. Zîrâ,
muhakkak,
hazret-i Hüseyne muhabbet, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine muhabbetdir. Resûlullaha muhabbet Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretlerine muhabbetdir.
Türpüştî
'rahimehullahü teâlâ' buyurdular ki: (Sibt: Torun), sebâtdandır.
Sebât o şecereye derler ki, çok dalları vardır. Bir gövdeye bağlıdır.
Veled
[oğul] şecere [ağaç] menzilesinde [yerinde] olur. Bunun tefsîrinde
denildi
ki, (Elbette o, hayrda, ümmetlerden bir ümmetdir.) Yine hadîs-i şerîfde
buyrulmuşdur ki: (Hasen ve Hüseyn, Resûlullahın iki torunudur.) Şunu da
derim ki, (Sibt)den murâd kabîledir. Ya'nî o ikisinden iki kabîle hâsıl
olur [dal, budak salar, çoğalır]. O ikisine (sibt) tesmiye etdiler.
[Torun
dediler.] O ikisi asl olur [gövde olur]. Evlâdı, torunları da tâife
olur.
Türpüştînin kelâmı temâm oldu.
Buyurulmuşdur
ki, avâm arasında Hasen 'radiyallahü teâlâ anh' hazretlerinin
nesilleri bitmişdir diye yanlış bir inanış vardır. Böyle inanmak doğru
değildir. Türpüştînin rivâyet buyurduğu hadîs-i şerîf, böyle
düşünenlerin
i'tikâdını tekzîb eder. Hem menâkıb-ı şerîflerini beyân etdiler.
Açıklamışlardır
ki, vefât etdiklerinde ondört oğulları kaldı. Birçok kızları kaldı.
Mahdûmlarının
ismleri, Abdüllah, Kâsım, Hüseyn-el Ebrim ve Ukayl, Hasen-el Müsennâ ve
Zeyd, Abdürrahmân ve Ahmed, Ömer ve İsmâ'îl ve Fadl ve Ebû Bekr ve
Talha.
Bu kadar evlâddan nesîlleri kalmamak mümkün değildir.
Nakl
olunmuşdur ki, Abdülkâdir-i Geylânî 'kuddise sirruhül'azîz' hazretleri
kendi tasnîf etdiği (Gunyet-üt-tâlibîn) adı verilen risâlede, kendi
dedelerinin
silsilesini Hasen 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine ulaşdırır. Bu
yol
ile beyân buyurmuşdur: Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkâdîr ibni Ebî Sâlih
Cengi Dost bin Abdüllah bin Yahyâ bin Dâvüd bin Mûsâ bin Abdüllah bin
Hasen-el
Müsennâ ibni Hasen bin Alî bin Ebî Tâlib 'radıyallahü teâlâ anhümâ ve
rahmetullahi
aleyhim ecma'în'. Bu fakîr ve pürtaksîr-ül âciz, Seyyid Eyyûb der ki,
biz
de böyle tesbît etdik. Seyyid Mahmûd el-mülekkab bil azîz [Azîz lakabı
ile lakablanmış] 'kuddise sirruh' hazretlerinin meclis-i şerîflerinde
hâzır
olan ba'zı ehibba ve arkadaşları buyururlardı, biz Hasenîyiz.
Siyâdetimiz
silsilesi Hasen 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine erişir. Hem ekserî
i'timâd edilir kişilerden işitdiğimiz budur ki, Mekke-i mükerreme
şerrefehallahü
teâlâ bi şerefihâ [orasını şeref ile şereflendirdi], şerîflerin
silsileleri
hazret-i Hasene ulaşır. Bu tafsîlatlı bilgiden gâye odur ki, bunların
hepsini
boş sayıp, temâmını inkâr gerekmez. Neseb-i şerîfleri, ihtimâl ki
kalmışdır.
Alî
'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Hasen,
Resûl-i muhterem 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin
göğüsden
başa kadar olan kısmına, Hüseyn; Resûlullahın göğüsden aşağıya kadar
kısmına,
insanların en çok benziyenidir. Huzeyfe 'radıyallahü teâlâ anh'
hazretlerinden
rivâyet edilmişdir. Huzeyfe der ki, vâlideme dedim ki: Bana izn ver,
varayım,
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleriyle
akşam
nemâzı kılayım. Söyliyeyim de, bana ve sana istigfâr etsin [ya'nî düâ
buyursun].
Geldim. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' ile akşam
nemâzını
kıldım. Sonra yine nemâz ile meşgûl oldu. Yatsı nemâzını da kıldı.
Sonra
geri döndü. Ben de tâbi' oldum. Benim sesimi [gelişimi] işitdi.
(Kimdir,
Huzeyfe midir) buyurdu. Evet yâ Resûlallah! dedim. Buyurdular ki:
(Nedir
hâcetin [isteğin]. Allahü teâlâ hazretleri seni ve anneni afv etsin.)
Sonra
buyurdular ki: (Şimdiye kadar hiç bir yere gelmemiş melek bu gece
geldi.
Rabbinden izn istemiş ki, benim üzerime selâm versin ve Bana müjde
versin
ki, muhakkak Fâtıma, Cennet ehli kadınların seyyidesidir. Hasen ve
Hüseyn,
Cennet ehli gençlerin seyyididirler.)
Abdüllah
ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri rivâyet etmişdir.
Muhammed Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, Hasen
bin Alîyi omuzuna almışdı. Bir kişi dedi ki; Yâ oğul; ne güzel zâtın
omuzundasın.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu: (Omuzumdaki de
güzeldir.) Bu menkıbenin evvelinden buraya kadar temâmı, (Mesâbîh)in
hasen
hadîslerinden bildirilmişdir.
Sekizinci Menâkıb:
İmâm-ı Hasen ve imâm-ı Hüseyn ve Abdüllah bin Ca'fer 'radıyallahü teâlâ
anhüm' Medîne-i münevvereye giderken, yolda erzâkları
kalmadı. Sahrâda oldukları için, yiyecek birşey alacak yer de olmayıp,
açlık ve susuzlukdan gâyet muzdarib oldular. Allahü teâlâya tevekkül
etdik
deyip, yoldan sapdılar. Birâz gitdikleri gibi, ovanın orta yerinde bir
karaltı gördüler. Ona doğru sürüp, gitdiler. Bakdılar ki, bir kara
çadır
içinde, bir kadıncıkdan başka kimse yok. Kadıncağıza selâm verdiler. O
kadıncağız da, letâfet ile selâmlarını alıp ve bunlara dikkat ile
bakdı.
Hâtırına bu geldi ki, bu üç sultânın dünyâda benzerleri az bulunur.
Kadına
dediler ki, bir yiyeceğin var mıdır. O dedi ki, bir keçim vardır.
Kendiniz
sağınız, südünü içiniz. İmâmlardan birisi sağdı, bir çanak südü bir
imâma
verdi. Bir çanak da Abdüllaha verdi. Bir çanak da kendi içdi. Ondan
sonra
kadına dediler ki, başka yiyeceğin yok mudur. Kadıncağız dedi ki, bu
keçimi
boğazlayıp, yiyin. O kadın, bunu böyle söyleyince, Abdüllah hazretleri
o keçiyi kesip, pişirip, yidiler. Allahü Sübhânehü ve teâlâ
hazretlerine
hamd edip, atlarına bindiler. Sonra kadıncağıza dediler ki, Medîne-i
münevvereye
vardığın zemân, mutlaka bize uğrayasın ki, biz Seyyidlerdeniz ve
Hâşimîlerdeniz.
Se'âdetle dönüp, gitdiler. Bir zemân sonra o kadıncağızın kocası geldi.
Gördü ki, ortada keçi yok. Keçi ne oldu diye sordu. Hanımı da meydâna
gelen
hâdiseyi anlatdı. Kocası da huzûrsuz olup, ey aklsız hanım! Niçin böyle
yapdın. Bizim ondan gayri nesnemiz yok idi, dedi. Hanımcağız dedi ki,
Allahü
teâlâ rahîmdir. Kullarını aç koymaz. Bunun gibi güzel yiğitler,
asîlzâdeler
evimize geldi. Onları müsâfir etmeden göndermek insâf değildir. Bir
keçi
nedir ki, öyle sultânlardan esirgerim. Ammâ kadıncağız, imâmları bilmez
idi. Güzel yiğitleri gördüğünde, mubârek yüzlerinin nûrânîliğinden ve
sözlerinin
tatlılığından, firâsetle bildi ki, asîlzâdeler ve çelebî insanlardır.
Onun
için kendilerinden bir nesne esirgemedi. Bu dünyâda bütün malı bir keçi
olup, onu da müsâfirlerine ikrâm etmek o kadıncağızın kemâl derecede
cömerdliğini
gösterir.
Artık,
kadıncağız, kocası ile birşeyler alıp-satmak için, Medîne-i
münevvereye gitdiler. Şehr içinde gezerken, hikmet-i ilâhî, imâm-ı
Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerine Bâb-ı selâm önünden
geçerken rast
geldiler. İmâm hazretleri, kadıncağızı gördü ve tanıdı. Acele adam
gönderip,
huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Kadıncağıza hitâb edip, buyurdular ki,
benim kim olduğumu bilir misin? Bilmem, deyip, cevâb verdi. İmâm
hazretleri
buyurdu ki, o üç yiğit, bir zemân senin çadırına uğradılar. Sen onlara
süt içirdin. Keçiyi kesdiler. Onların biri, benim. Emr etdi, bunlara
ziyâde
ikrâmda bulundular. Hikmet-i Rabbânî imâm hazretlerinin yanında fazla
bir
şey bulunmadığından, beyt-ül mâl emînine adam gönderdiler. Bize bin
dirhem
gümüş ve yüz koyun versin. İnşâallah biz yine veririz, dediler. Beyt-ül
mâl emîni verdi. Huzûr-ı şerîflerine getirdiler. Temâmını kadıncağıza
verip,
bizi ma'zûr tut, dedi. Yanlarına adam verip, imâm-ı Hasen 'radıyallahü
teâlâ anh' hazretlerine gönderdi. İmâm-ı Hasen de bunları iyi
karşılayıp,
yanında bulunduğu kadar ikrâm etdi. Ve onların yanında fazla nesne
bulunmadığı
için, beyt-ül mâl emînine adam gönderip, bin dirhem ile ikiyüz koyun
karz
[ödünç, borç] aldılar. Hepsini o kadıncağıza verip, özr dilediler.
Sonra
yanlarına bir adam verip, Abdüllah bin Ca'fer hazretlerine gönderdiler.
Abdüllah hazretleri, imâmlar ile buluşdunuz mu diye süâl etdi. Evet,
onlardan
geliriz, dediler. Abdüllah hazretleri buyurdu: Ne olaydı, önce bizim
yanımıza
gelseydiniz! Zîrâ onların ellerinde, dünyâ malı karâr etmez [bulunmaz].
Hâzır nesneleri bulunmadığı için, belki ızdırâb çekmişlerdir. Bunlar
dediler
ki, her biri biner dirhem ve yüz ve ikiyüzer koyun ihsân etdiler.
Abdüllah
hazretleri çok ni'metler verip, ikibin dirhem ve dörtyüz koyun ihsân
etdi.
Hazret-i Abdüllah bin Ca'fer varlıklı idi. Ondan sonra, kadıncağız
kocası
ile dörtbin dirhem gümüş ve bu kadar [yediyüz] koyunu alıp, sevinerek
evlerine
döndüler. Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
evlâdının sehâveti [cömerdliği, ikrâmları] bu mertebede olunca, lâyık
olan
odur ki, ümmeti olan kişi dünyâya rağbet etmeyip, eline geçeni infâk
edip,
onların izinden gidip, tâ ki, dünyâda müslimânlıkları ma'mûr, âhıretde
de günâhları afv edilmiş olur.
Dokuzuncu Menâkıb:
Abdüllah ibni Abbâs 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretlerinden
nakl edilmişdir: Ben Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretlerinin
huzûrunda idim. Hazret-i Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhâ' ağlıyarak
gelip,
dedi ki, yâ babacağım! Hasen ve Hüseyn evden çıkıp, gitdiler. Uzun
müddet
geçdi. Alî de evde yok ki, gidip, onları çağırsın. Ne yapacağız?
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdu ki:
Yâ Fâtıma! Gam
yime. Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri onları hıfz eder. Düâ buyurdu
ki: (Yâ Rabbî! O ikisini, eğer denizde iseler de, inâyet kayığın ile,
kenâra
getir. Eğer sahrâda iseler de, hidâyet rehberin ile menzile getir
[evine
getir].) Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, dedi ki, yâ Resûlallah!
Onlar
dünyâdakilerin fâdılları, âhıretdekilerin büyüklerindendir. Vâlideleri
onlardan a'lâdır. Hiç elem çekme ki, o iki şehzâdeleriniz Neccâr
oğullarının
bağçesinde emniyyetdedirler. Allahü teâlâ hazretleri onların
muhâfazasına
iki melek müvekkîl etmişdir. Kanatlarını onlara gerip, hizmetleri ile
meşgûldürler.
Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri, o bağçeye
doğru
yola koyuldu. İmâm-ı Hüseyni melek getirip, eve dönerken, Ebû Eyyûb-i
Ensârî 'radıyallahü teâlâ anh' meleği his etmeyip, zan etdi ki, ikisini
de hazret-i
Resûl-i ekrem götürmekdedir. Dedi ki, yâ Resûlallah! Şeyhzâdelerin
birini
bana verin, götüreyim. Cenâbınızın yükünü hafîfleteyim. Hazret-i
Resûl-i
ekrem buyurdu ki, (Yâ Ebâ Eyyûb! Bunlar dünyâda mükerrem, ukbâda
[âhıretde]
muhteremdir. Vâlideleri kendilerinden eşref ve efdaldir.) Sahâbe-i
güzîn
hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Ey kavmim! Size haber
vereyim
mi, ced ve cedde [dede ve nine] cihetinden [yönünden] insanların en
şereflisi
kimdir.) Dediler, siz buyurun. Buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn ki,
cedleri
[dedeleri] Resûlullah, ceddeleri [nineleri] Hadîce binti Huveyliddir.
Arab
kabîlelerinin şereflisindendir. Haber vereyim mi baba ve anne
cihetinden
eşref kimdir.) Dediler, yâ Resûlallah, siz buyurun. Resûlullah
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn ki, babaları
Alî
bin Ebî Tâlib, anneleri Fâtıma binti Resûlullahdır 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem'. Ve size dayı ve teyze cihetinden efdal kimdir, haber
vereyim
mi!) Dediler, kimdir siz söyleyin yâ Resûlallah! Buyurdular ki, (Hasen
ve Hüseyn ki, dayıları Kâsım bin Resûlullahdır. Teyzeleri Zeyneb binti
Resûlullahdır. Ve haber vereyim mi size, amca ve hala cihetinden eşref
kimdir.) Dediler, kimdir, yâ Resûlallah! Buyurdular, (Hasen ve Hüseyn
ki,
amcaları Ca'fer Tayyâr, halaları Ümmihâni binti Ebû Tâlibdir
'rıdvânullahi
teâlâ aleyhim ecma'în'.)
Onuncu Menâkıb:
Abdüllah ibni Zübeyr 'radıyallahü teâlâ anhümâ' hazretleri
rivâyet etmişdir. İmâm-ı Hasen 'radıyallahü teâlâ anh' hazretleri ile
bir
sefere çıkmışdık. Bir hurmalığa uğradık. Hurma ağaçlarında hurma
kalmamış,
kurumuşdu. Orada konakladık. Abdüllah ibni Zübeyr der ki, ben arzû
etdim
ki, ne olaydı, bu ağaçlarda hurma olsaydı. İmâm-ı Hasene dedim. İmâm
arzûmu
kabûl edip, düâ ile meşgûl olmağa başladı. Düâsı çabuk kabûl olup,
hemen
bir ağaç yeşerip, hurma meydâna geldi. [Orada bulunanlar bu sihrdir,
dedi.
Hâyır, Resûlullahın torununun düâsı ile Allahü teâlâ yaratdı, buyurdu.
(Şevâhid-ün nübüvve)de böyle yazılıdır.]
Onbirinci Menâkıb:
(Kenz-ül Gârâib) kitâbında yazılıdır. Bir gün bir
a'râbî Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerine, bir
ceylân yavrusunu hediyye getirdi. Hazret-i Fahr-i kevneyn onu imâm-ı
Hasene
lutf etdi [hediyye buyurdu]. Hazret-i imâm-ı Hüseyn bunu işitince
Muhammed
Mustafâ hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine gelip, dedi ki, yâ dedeceğim.
Ben de ceylân yavrusu isterim. Hiçbir behâne ile tesellî bulmayıp,
ağlamağa
başladı. Hazret-i Resûl-i ekrem düşünceli otururken gördü ki, sahrâdan
bir ceylân, yavrusunu alıp, acele ile gelir. Muhammed Mustafâ
'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîfine geldikde, fasîh
bir lisân ile; yâ Resûlallah! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri ben
fakîre
iki yavru ihsân etmişdi. Birini bir avcı tutup, size getirdi. Biri
benim
ile kaldı. Onu emzirmeğe meşgûl iken, nidâ geldi ki, ey azîz, bir
yavrun
Hasene vâsıl oldu. Hazret-i Hüseyn de ceylân yavrusu istiyor. Ağlamağa
başladı. Durmayıp, bir yavrunu da çabuk huzûra götür. Onun sıkıntısını
kalbinden gider. Yoksa bir damla göz yaşı çıkarsa arş titrer. Melekler
onun üzüntüsüne tâkat getiremezler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem' hazretleri bu haberden mesrûr olup, o ceylân yavrusunu da
Hüseyne
verip, hâtır-ı şerîfini tesellî etdi. Ey azîzler! Gökdeki melekler ve
yeryüzündeki
vahşî hayvânlar, bir damla göz yaşının o mubârek torunun gözünden
damlamasını
revâ görmediler. Onların gönüllerini incitenler ne cevâb verir.
Onikinci Menâkıb:
Eshâb-ı güzîn 'rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în'
hazretlerinden Dıhye 'radıyallahü teâlâ anh' dâimâ ticâret için, sefere
gidip-gelirdi. Allahü teâlâ hazretleri bir güzellik vermiş idi ki,
seferden
geldikde, şehre girdiği vakt, Medîne ehlinin hâtunları varıp, Dıhye
hazretlerinin
hüsn ve cemâlini seyr ederlerdi. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Muhammed
Mustafâ 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı
şerîflerine
geldikde, ekserî Dıhye hazretlerinin sûretinde gelirdi. Birgün hazret-i
Cebrâîl aleyhisselâm, Fahr-i âlem hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde
oturdu.
Hazret-i Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' o zemân henüz çocuk
idiler. O sırada biri Dıhyeyi görüp, geriye dönüp, kardeşine haber
verdi
ki, büyük babamızın yanında Dıhye oturur. Gel yanına varalım dedi.
İkisi
de acele ile mescide girdiler. Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâmın mubârek
dizleri üzerine oturdular. Mubârek ellerini hazret-i Cebrâîlin mubârek
koynuna uzatdılar. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
bu şehzâdelerin böyle yapdıklarını görünce, hicâb edip, bunları men'
etmek
istedi. Hazret-i Cebrâîl, Resûlullah hazretlerinin mahcûb olduğunu
görünce
buyurdu ki, yâ Resûlallah! Niçin elem çekersin. Bunlar küçük iken,
hazret-i
Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhümâ' teheccüd nemâzını kılarken, Allahü
Sübhânehü
ve teâlâ hazretleri beni gönderdi. Hazret-i Fâtıma nemâzda iken elem
çekmeyip,
râhatca teheccüd kılsın diye, bunların beşiklerini sallardım. Ammâ yâ
Resûlallah!
Bu tecessüsden murâd-ı şerîfiniz nedir, ben onun için hayretdeyim.
Yoksa
bu hareketlerini bana karşı bir edebsizlik mi saydınız; böyle
saymayınız.
Hazret-i Fâtıma teheccüd nemâzından sonra uyurken, bunlar ağlardı.
Allahü
teâlâdan bana, var bunların beşiklerini salla, Fâtıma 'radıyallahü
teâlâ
anhâ' uykusundan uyanmasın diye fermân gelirdi. (Cennetde, Alî, Hasen
ve
Hüseyn 'radıyallahü anhüm' için bir nehr vardır) Sadâsını bunların
mubârek
kulaklarına ben getirmişdim. Onların üzerine çıkıp, ellerini koynuma
sokmaları
acâib olmaz. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdular ki: (Yâ kardeşim! Ma'sûmlardır. Şimdi birşey yapmadılar. Bir
küstâhlık ederler diye mâni' oldum. Zîrâ Dıhye derler eshâbımdan birisi
vardır ki, dışarıya gider, her geldiğinde bize gelse, bunlara bir
hediyye
ile gelirdi. Sizi Dıhye zan edip, ellerini koynunuza uzatdılar.)
Cebrâîl
aleyhisselâm, Allahü teâlâ hazretlerine teveccüh edip, buyurdu ki, yâ
Rabbî!
Habîbin yanında beni utandırma. Niyâz etdiği gibi, güzel hitâb erişdi
ki,
(oturduğun yerden gözlerini yum. İki elini Cennet içine uzat. Her ne
eline
gelirse, al.) Hazret-i Cebrâîl ellerini Cennete uzatdığı gibi, bir
yeşil
salkım üzüm ve bir kırmızı nâr eline gelip, büyük şehzâde ki, hazret-i
Hasendir, üzümü aldı. Küçük şehzâde ki hazret-i Hüseyndir, nârı aldı.
Şeyhzâdeler
bunları yerken, bir dilenci seslendi ki, yâ ehl-i beyt. O üzüm ve
nârdan
bana da verin. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
hazretleri
fıtratları îcâbı vermek istedikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm mâni'
oldu. Yâ Resûlallah! Bu dilenci iblîsdir. Cennet meyvesi ona harâm
iken,
hîle ile almak ister. İblîs oradan kayb olup, şehzâdeler meyveleri
yirken,
hazret-i Cebrâîl ağlamağa başlayıp, buyurdu ki, yâ Resûlallah! Bu iki
şehzâdelerin
birini cam zehri ile ve birini kılınç ile şehîd etseler gerekdir. Bu
musîbetler
ile Senin derecen yükselecekdir.
Onüçüncü Menâkıb:
(Hadîka-i Fudûli) kitâbından nakl edilmişdir. Bir
bayram günü halk toplanmış, neş'eli idiler. Şeyhzâdeler [hazret-i Hasen
ve hazret-i Hüseyn] de geldiler. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem' hazretlerinin hizmetine müşerref olup [huzûr-ı şerîflerine
varıp],
tazarru' ile arz etdiler ki, ey Seyyidi Kâinât! Kureyş ileri
gelenlerinin
çocukları, giydikleri yeni ve renkli elbise ile övünürler. Bizim de
yeni
ve renkli elbisemiz olsa idi, giyerdik. Habîbullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi
ve sellem' hazretleri bu endîşe ile, Allahü teâlânın dergâhına niyâz
ederken,
hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Cennetden kâfurlu iki elbise
getirdi.
Birini hazret-i Hasene, birini hazret-i Hüseyne verdi. O şehzâdeler
elbiseleri
renksiz görüp, tazarru' etdiler ki, bizim elbiselerimiz de renkli olsa
idi dediler. Cebrâîl aleyhisselâm bu kolaydır; yâ Resûlallah. Emr
buyur,
su getirsinler. Ben elbiselerin üzerine dökeyim. Siz de ayı ikiye bölen
eliniz ile ovalayın. Şeyhzâdeler renk beğensinler, dedi. O emr
söylendikde,
hazret-i Hasen, buyurdu, bana, zümrüt renkli elbise sevimlidir.
Hazret-i
Hüseyn buyurdu, bana lâle renkli elbise sevimlidir. Hemen istedikleri
gibi
mesrûr olup, elbiseleri giyip, sevindiklerinde, hazret-i Cebrâîl
aleyhisselâm
ağladı. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri
buyurdu
ki: (Yâ kardeşim Cebrâîl! Herkesin sevindiği bir zemânda senin
ağlamanın
hikmeti nedir!) Cebrâîl aleyhisselâm buyurdu ki: Ey seyyid-i mükerrem!
Cennetde gördüğün kasrları unutdun mu ki, hazret-i Hasenin kasrı yeşil,
hazret-i Hüseynin kasrı kırmızıdır. Bu elbiselerin rengi de onlara
işâretdir
ki, hazret-i Hasen zehr içip, vefât edeceği sırada, mubârek rengi
zümrüt
gibi olur. Hazret-i Hüseynin mubârek yüzü kana boyandığı zemân rengi
kırmızı
olur. Kıt'a:
Zemânın
sâkisinin iltifâtı budur ki, Hasenin bardağına zehr dökmekdir,
Felek cellâdının ahdi de, şehîd Hüseyne kılıç çekmekdir.
Ondördüncü Menâkıb:
(Şevâhid-ün nübüvve) kitâbında yazılıdır. Bir gün
Hasen ve Hüseyn 'radıyallahü teâlâ anhümâ' Resûlullah 'sallallahü teâlâ
aleyhi ve sellem' hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde güreş tutarlardı.
Resûlullah hazretleri; yâ Hasen tut Hüseyni, buyururdu. Fâtıma
'radıyallahü
anhâ' orada hâzır idi. Dedi, yâ Resûlallah! Hasen, kardeşinden
büyükdür.
Acabâ, küçük olana yardımcı olmak dahâ uygun iken, niçin Hasen tarafını
tutarsınız! Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' buyurdu ki:
(Yâ Fâtıma! Hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm Hüseyne yardım ediyor.)
Onbeşinci Menâkıb:
(Uyûn-ür-rızâ) kitâbında, Hüseyn bin Alîden 'radıyallahü
teâlâ anhümâ' nakl edilmişdir. Bir gün büyük Ceddimin hizmetinde Übeyy
bin Ka'b 'radıyallahü teâlâ anh' hâzır idi. Ben vardım. Resûl-i ekrem
hazretleri
buyurdular ki, (Merhabâ! Yâ Ebâ Abdüllah! Yâ zeynes-semâvat-i
vel-ard!).
Übeyy bin Ka'b 'radıyallahü anh' dedi ki, yâ Resûlallah! Âsûmânın ve
yerin
senden başka zîneti var mıdır. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdu: (Ey
Übeyy
bin Ka'b! O ma'bûd hakkı için ki, beni insanlara resûl olarak gönderdi,
Hüseyn bin Alî yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyâde zînet,
göklerin
tabakalarıdır.)
Onaltıncı Menâkıb:
İbni İshâk İsbâdâti nakl etmişdir. Resûlullah 'sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri buyurdular ki, (Hasen ve Hüseyn
'radıyallahü
teâlâ anhümâ' Arşın iki süsüdürler!) O zemân, Allahü teâlâya Cennet,
lisân-ı
hâl ile dedi ki, (Yâ Rabbî! Sebebi nedir ki, beni miskînlere ve
dervîşlere
mesken edersin.) Nidâ geldi ki, ey Cennet! Bu se'âdete râzı olmaz mısın
ki, erkânını [köşelerini] Hasen ve Hüseyn ile süslerim! Cennet o
müjdeye
övünüp, râzıyım, râzıyım, dedi. Ne mutlu se'âdete kavuşmuş olanlara ki,
arşın ve Cennetin köşelerinin zînetleri olan bunların yakınlık
derecelerini
düşünmelidir.
Onyedinci Menâkıb:
Osmân 'radıyallahü teâlâ anh' hazretlerinin menkıbeleri
bâbında beyân olunmuş idi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerine ziyâfet vermişdi. Alî 'radıyallahü teâlâ anh' o ziyâfetden
çıkıp, eve geldi. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehrâ 'radıyallahü teâlâ anhümâ',
hazret-i Alîde hüzün görüp, sordu: Yâ Alî! Bu ne hüzündür ki, sende
müşâhede
ederim. Hazret-i Alî buyurdu ki, yâ Fâtıma! Eğer bizim de dünyâlığımız
olsa idi, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretlerini
evimize
da'vet ederdik. Nitekim bugün hazret-i Osmân da'vet etdi. Hazret-i
Fâtıma
buyurdu ki: Biz de da'vet edelim. Hazret-i Alî dedi: Yâ Resûlullahın
kızı.
Yâ Habîbullahın kerîmesi. Ne ile ikrâm edersin. Hangi ta'âmı
yidirirsin.
Hazret-i Fâtıma buyurdu ki: O Habîbullahdır. Ona Allahü teâlâ ikrâm
eder
ve ta'âm verir. Hazret-i Alî, Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve
sellem'
hazretlerinin huzûrlarına varıp, dedi ki: Yâ Resûlallah! Kerîmeniz
Fâtıma-tüz-zehrâ
sizi evine da'vet eder. Habîbullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'
buyurdu: (Yâ Alî! Yalnız beni mi, eshâbımla berâber mi?) Alî
'radıyallahü
anh' dedi ki: Eshâb-ı kirâm da berâber buyursunlar. Eshâb-ı kirâm ile
berâber
kalkıp, devletli ve se'âdetli hazret-i Fâtımanın, mubârek evlerine
geldiler.
Hazret-i Fâtıma, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerinin dergâhına
teveccüh
edip, dedi ki, yâ Rabbî! Muhakkak senin Habîbin bugün miskîn kulunun
evine
geldi. Sen onlara ikrâm eyle, ni'metler ver. Ben fakîr, onlara ikrâm
etmeğe
ve ni'met vermeğe kâdir değilim [gücüm yetmez]. Bir çömleği vardı. Ateş
üzerine [ocağa] koydu. Allahü Sübhânehü ve teâlâ hazretleri kendi lutf
ve keremi ile o çömleği ta'âm ile doldurdu. Hazret-i Fâtıma o ta'âmı
Resûlullahın 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' huzûr-ı şerîflerine
getirdi. Resûlullah 'sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem' hazretleri ve
Eshâb-ı güzîn o ta'âmdan
yidiler. Resûlullah hazretleri buyurdular ki, (İş bu ta'âm Cennet
ta'âmlarındandır.)
Ondan sonra hazret-i Fâtıma 'radıyallahü teâlâ anhâ' evine girip, secde
eyledi ve dedi ki, (Yâ Rabbî! Benim kölem yokdur ki âzâd edeyim.
Velâkin
dilerim ki, ümmet-i Muhammedin günâhkârlarından bir mikdârını, Cehennem
ateşinden âzâd eyleyesin!) Derhâl Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Dedi ki,
yâ Resûlallah! Senin kızın Fâtıma-tüz-zehrâ günâhkâr ümmet için,
münâcât
etdi. Allahü teâlâ buyurdu ki: (Habîbime selâm eyle ve de ki, Fâtımanın
evine gelenlerin her bir adımına yüz er ve yüz kadın Cehennem azâbından
âzâd eyledim.) Bizi müslimân olmakla ve Muhammed aleyhisselâmın ümmeti
olmakla şereflendiren Allahü teâlâya hamd olsun. Resûlüne, âline,
ezvâcına
ve eshâbına ve evlâdına ve uyanlara selâm olsun.