Günlerdir imanımı sorgulayıp duruyorum. Çetin bir muhasebe içerisindeyim. Ağır ceza mahmesinde yargılanıyorum. Koskoca bir iddianame seriliyor gözlerimin önüne.
Savcı da benim, hakim de benim!
Sanık statüsünde ubudiyetim yargılanıyor!!
Gavel masaya değil, kafama vura vura şekvalarımı susturuyor.
Uzuvlarım hissiz…
Tek görebildiğim, zihnimin projeksiyona yansıyan görüntüleri!
Nasıl başlayabilirim söze, duygularımı ifade etmeye kelimeler kifâyet biçer mi onu da idrak edemiyorum. Ama yinede avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorum.
Sesim semaya ulaşamaz, bu kör kâinat duyamaz belki, ama ben en ağır tokmağı kafama vura vura öğütmek istiyorum bendeki ben’i.
O duruşma salonundaki ben’e en ağır ithamlarda bulunmak istiyorum. Sonu nereye varırsa varsın, cezam ne olursa olsun!
Ruhumda taşıdığım ben, zincirlere vurulsa, müebbet yargılansa dahi!
Projeksiyona yansıyan görüntüler demiştim ya ; ne görüyorum biliyor musunuz?
Kubbetüs Sahra’nın ilk Fatihi Hz. Ömer’i. Onun şanlı zafer sonrası koca onurunu…
Ve ardından başka bir sayfa açılıyor;
“KUDÜS İŞGAL ALTINDA İKEN BEN NASIL GÜLEBİLİRİM” deyip Mescid-i Aksa için mücadele eden, Aksa’sı zafere ulaştığında işgalin tozunu elleri ile süpürüp, gül yağı ile temizliğini yapan, ve en önemlisi seksen sekiz yıldır ezan okunmayan Sahra’nın, ezan sesi ile şehrin semâlarında yankılanmaya başlamasına vesile olan o koca yürekli;
SELAHADDİN EYYUBİ’yi!
Ve bir sonraki sayfada; İslam’ın hakikât şehri Filistin’in imanını görüyor, imanımdan utanıyorum!
Bilâl’in şehadetine şahitlik eden taş gibi bende o iman teslimiyetini gösterebilir miydim? Uhud’da Peygamber Efendimizin (s.a.v.) mübarek başı yarıldığında sakinliğini koruduğu imanını, işkence görülerek öldürülen Habbab’ın kalbini dayadığı imanını, Allah dediği için öldürülen Ebu Zer’in imanını, Maşita hatunun sabır ile mükafatlandırdığı imanını bende yükleyebilir miydim omuzlarıma?
Ve ardından en dehşetli sayfa yansıyor ekrana; hayretle! vallahi dehşetle seyrediyorum. Haşâ! daha önce iman etmemiş de yeniden iman etmeye niyet etmiş bir insanın kuvveti hasıl oluyor yüreğimde.
Altı yaşındaki erkek çocuk ölüm döşeğindeki kardeşine: ”şehadet getir de ben duyayım” diyor. On yaşındaki kız çocuğu gülümseyerek; “Allah bizi sevdiği için imtihan etti” diyor. Genç adam kardeşi şehit düştü diye şükrünü dile getiriyor ve “sıra bende diyor”. Uzuvlarını kaybetmiş genç gülümsüyor; “onlar benden önce cennete vardılar” diye ekliyor. Tanklar gençlerin üzerine yürürken onlar yerel danslarını yapıp güçlü bir duruş sergiliyorlar. Ve yine elleri kelepçelenip ölüme götürülen gençler gülerek zafer işareti yapıyorlar. Kadınlar namaz kıyafetlerini giymiş, hazırda bekleyip çocukları ile şehadete yürümeyi gözlüyorlar. Çocuğunu kaybeden baba yavrusunu gökyüzüne kaldırıp: “Bu canım sana kurban olsun, sen benden razı ol” diye niyazda bulunuyor. Şehit düşen 16 yaşındaki çocuğun cebinden hafta boyunca işlediği günahları yazdığı bir defter bulunuyor:
Pazartesi: Abdestsiz yattım!
Salı: Yüksek sesle güldüm!
Çarşamba:Yatsı Namazını vaktinde kılmadım.
Perşembe: Futbol oynarken gol attım, ve kendimi kibirli hissettim!
Cuma: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e 1000 salât söyleyemedim, anca 700 Salât söyleyebildim.
Cumartesi: Sabah zikrini unuttum!
Ve herkesin dilinde, en önemlisi yüreğine takılı anahtar kelime:
“HASBUNALLAHİ VE NİMEL VEKİL”
ALLAH BİZE YETER O NE GÜZEL VEKİLDİR…
Ve de…
Arka planda onların çığlıklarını sessizce izleyen güruh…
Yargı makamındayım! Ve o dehşetli suali yöneltiyorum nefsime:
“Sahi, sen onların şehadete yürüdüğü aynı cennete mi talipsin???”