Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

Biz Olmak

Hastaneden çıkıp sahilde bir arkadaşımla buluştum. Sabahın erken saatinde, asırlık çınar, ıhlamur ve değişik ağaçların gölgesinde arkadaşımın termosta getirdiği çayla, hafif kahvaltılıkları, sabahın serinliğini kaçırma telaşıyla yedik. Kız kulesi ve Harem arasındaki manzara ruhumuzu okşarken, her daim taze ve alışılmayan güzelliğiyle karşımızda bize adeta eşlik etti.

Güneş yükselip sıcak, sırtımızı yalamaya başladığında yavaş yavaş, yarım kalan cümlelerimizi de tamamlayarak merkeze doğru yürümeye karar verdik. Fırsat buldukça üşenmeden koştuğumuz ve seherin sabahla buluştuğu anlarda, denizin iyot ve ozonunu içimize çekerek, arabaların havayı kirletmesinden önce, nefes aldığımız yürüyüşlerimizde deniz tarafını tercih ediyoruz. Güneşin yükseldiği bu saatlerde ise sahil tarafı ağaçsız ve çıplak olduğundan, karşı ağaçlı ve gölge tarafından yürüdük.

Her ne kadar baharın taze rayihasını, hızla yazın sıcak yorgunluğuna bıraktığı, ıhlamur, kiraz, erik, incir ağaçlarının kimi büyük, kimisi yeni oluşmaya başlayan meyvelerine bakarak sohbetimize konu ettik. Devlet arazisi üzerinde kalan bu meyvelerden alıp yemek mümkün fakat çok trafikli bir yolda araba eksoz gazlarının bıraktığı ağır metalden dolayı yenmemesi gerektiği kanatine vardık.

Bir dönem zenginlerin yalılarının olduğu bu sahilde deniz doldurularak sahil biraz ötelenmiş, hala da ötelenmeye devam ediyor. Bu yüzden otobüs duraklarının yanında ortada kalmış kocaman bir ıhlamur ağacının altında az eğlendik. Terütaze ıhlamur çiçekleri latif sarı renkleri ve sarhoş edici kokusuyla bir müddet tuttu bizi.

Asırlık ıhlamur ağacı tahrikkar bir halde kendisiyle ilgilenmemiz sağlıyordu. Ağacın ana gövdesinin köküne yakın yerlerinden çıkan taze yapraklarını elimizle yoklayıp, ne güzel sarması olacağını söyleyerek en üst dallarına doğru başımızı kaldırdık. Aynı hiyerarşiyle başımızı eğerek gözlerimizi indirirken, yaşlı ama kibar bir hanımefendinin, dut galiba diye söylenirken ki bakışlarıyla kesişti gözlerimiz. Buruş buruş olmuş ve tazeliğini tamamen kaybetmesine rağmen yürümeden dolayı hafif pembeleşmiş yanakları ve küçücük vücuduyla sevimli bir haldeydi. Vakti zamanında güzel bir simaya sahip olduğunu düşündüğüm teyze, yok, ıhlamur dediğimizi duyup, gülümseyerek bize baktı. “A, evet ıhlamurmuş, artık gözlerim iyi görmüyor da.” Karşılıklı gülümsedik. Biraz yürüyorum, şu ilerideki kafede azcık dinlenip bir çay içeceğim dedi.

Güneşin tepeye doğru yükselmeye başladığı bu zamanda neden tek başına ağır ağır, aslında sanki bir şey arıyor ya da sormak istiyormuş gibi hali dikkatimi çekti.

Başındaki asker yeşili küçük fötr şapkası, beyazla sarı arası iyice azalmış saçları kenarlardan çıkmıştı.

Üzerindeki kıyafet kısa kollu, rengarenk çiçeklerden oluşan bir tişörtle, açık renkli bir pantolondu. Onları bile taşıyamıyormuş, sırtına yük oluyormuş gibi geldi bana. İyice küçülmüş bedeni, oldukça deforme olmuş, sırtında dik yürümesini güçleştiren ve kurumuş bir yaprağın içe bükülmesi gibi bir hale dönüştüren bir kambur, zayıflığından dolayı olmaması gereken küçücük bir göbeğin dışarıya çıkmasına sebep olmuştu.

“Bu civarlarda mı oturuyorsun?” sorumuza, “Yok, Sarıyer’de” diye cevap verdi. Merakımız iyice artmıştı. “Çocuklar ya da bir akraba ziyaret herhalde, nasıl geldiniz?” sorusuna, “vapurla” dedi.

Bir müddet baktı ve “ben evli değilim, babamla oturuyordum, öldü. Abim vardı, bir müddet onunla kaldım, o da öldü” dedi.

İçim burkuldu, öyle bir merhamet gönlümü kapladı ki, neredeyse kucaklayıp eve götürmek gibi absürt bir duygunun içinde kalakaldım. Arkadaşımın yüzüne baktım, ne yapabiliriz der gibi.

Emindim ki, yılların verdiği arkadaşlık bağı, duygu ve düşüncelerimizi de neredeyse aynileştirdiği arkadaşım da aynı düşünceler içindeydi. Yüzüne baktıkça giderek solan, pembeliği sarıya çalan bir renge dönüşen yüzünde, sanki biraz önce perdelenen yılların acı ve yorgunluğuna eşlik eden çaresiz bir yalnızlığı ikimizde gördük.

Yeğenleriniz falan diyemeden, “Şimdi evlatlar bakmıyor, ben babama bakmak için ömrümü vermiş olsam da” deyiverdi.

İkimize de tutunmak istediği bir dalmış gibi bakarak, vicdanımızın inleyen içsesiyle merhametle baktık teyzeye. Yaşını sormadım ama tahmini seksen yaşın üstünde görünüyordu. Genel olarak yaşlılarda gördüğüm, zamanın her şeyini yıprattığı, bunun en çok ta giydiklerine sindiğini bu teyzede de gördüm.

Uzun zaman öncesinen çıkıp gelmiş gibiydi.

Yanından ayrılamıyorduk bir türlü. Yalnızım artık, diye bir şeyler anlatmaya çalıştı. “Arkadaşın var mı teyze?” diye sordu yanımdaki arkadaşım. “İsterseniz iki arkadaş bir eve taşınabilir, birini de kiraya verip yalnızlıktan kurtulabilirsin, bir tanıdık böyle yaptı, gayet mutlular” deyiverdi.

Gözlerindeki anlamı takip ediyorduk. Birden bulutlandı, yüzüne ümidini kaybetmiş bir çaresizlik oturdu. “Güvenemem ki” dedi.

“Ben aslında kalacağım bir huzurevi arıyorum” diyerek, günün en acı itirafını etti bize.

Paradigmamız değişti. Şimdi daha farklı bakıyorduk. Önceleri huzurevlerinde manevi danışman olarak çalışan birisi olarak boğazıma bir şey düğümlendi.

Sahile bakan güzel bir bahçesi olan bir huzurevinin adresini vermek için çantalarımızdan kağıt, kalem buluşturduk.

Numarayı küçük bir kağıt parçasına yazıp, eline tutuşturduk.

Hayatı sorgulamaya devam ediyoruz.

Biz ne zaman kendimiz olacağız?

Exit mobile version