13.6 C
Bursa
15 Nisan 2025 Salı
spot_img
Ana SayfaİmanCan ve Heyecan

Can ve Heyecan

Yasin Suresi yirminci ayet oldukça manidar ve etkileyici gelir her okuduğumda. Allah’u Teala “O sırada şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi; şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Bu elçilere uyun’” buyurduğu ayeti kerimesini her ne zaman okusam, ilk hissettirdiği şey müthiş bir panik ve beraberinde kocaman bir heyecan.

Bir topluma gelen uyarıcıları dinlemeyen o şehir halkına gelecek olan tehlikeyi haber vermek istercesine telaşlanan, inanmış, mücadeleci ve olayların farkında olan, şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamın tek derdi var. İnsanların Allah’ı bilip tanımaları ve inanmaları.

İman etmenin insanı nasıl etkileyip yasak ve günaha sırt çevirtebilecek tek güç olduğunu, inanmamanın insanı nasıl tehlikelere ve en nihayeti de cehennemin gayya kuyularına düşürebileceğini görmüş, anlamış bir adam. Kimliği tefsirlerde tartışılmış ama Kur’an’da belirgin olarak zikredilmemiş bu kişinin adının önemi olsaydı, kitabın sahibi açıkça bildirirdi diye düşünüyorum. Antakyalı Habib-i Neccar diyen tefsirciler var.

Demek ki kimliğinin çok önemi yok; önemli olan gösterdiği gayret ve bu uğurda en aziz şeyini, canını feda eden bir teslimiyet, model insan figürüdür.

Davetini telaşla yaparken, hemen arkasından iki şekilde inanırlılığını ispat etmek için; “Sizden bir ücret ve dünyalık herhangi bir menfaat beklentisinin olmadığını, sadece samimi bir inanca sahip olduğunu” söylemesi dikkat çekici.

Yani insanların canhıraş bu çığlığa inanmamaları için bir sebebin olmadığını söylüyor. Bu ayet beni çoğunlukla iki düşünceye sevk eder; bu özellikleri taşıyan bir davetçi ararım hemen. Kim olabilir diye? Tabii aklıma gelen ilk isim Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) gelir. O da ‘sizden herhangi bir ücret istemiyorum’ diyordu.

Daha sonra diğer peygamberler geçer sırasıyla aklımdan, her biri de normal bir insanın taşıyamayacağı kadar yük taşımışlar. Aynen Haşr suresi 21. Ayette “Eğer biz bu Kur’an’ı dağa indirmiş olsaydık, elbette sen onu, Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün” buyurarak Mevla’mız, ömrümüzün nasıl bir davaya adanması teklif ve kabulünün insanda nasıl hayat bulduğunu anlatıyor.

Bir de sahabeler var; hayatlarının en güzel, en zengin, en genç, en güçlü dönemlerinde kendilerine Mekke’nin ortasından koşarak gelen elçiye kulak veren ilk inananlar. Daha dün Abdurrahman b. Avf’ı işledik öğrencilerle, tüylerimiz diken diken olup, gözlerimiz yaşararak.

Onların derdi neydi ki, şehrin bir ucundan telaşla koşan adamın derdi, tarih boyunca evine gidemeyen akıncının derdi, Gazze’linin derdi neydi? Neden her şeylerinden vazgeçebiliyorlar kolayca, nasıl ellerinin tersiyle itebiliyorlar dünyayı ve ölüm onlara nasıl bu kadar sevimli, hatta şeb-i arus, yani düğün gecesi olarak görünüyor?

Bir elli yıl sonra büyük ihtimalle bu yazıyı okuyanlar içinde hayatta pek kimse olmayacak. Adları, eşyaları, belki çocukları olmayacak, evleri, arabaları kim bilir kaç kez el değiştirmiş, ilk sahibi hakkında da kimsenin bilgisi olmayacak.

Ah Yunus ne güzel dersin, “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi, mal da yalan, mülk de yalan, gel biraz da sen oyalan.”

Mesele hayatta varoluş felsefesini yakalama, dünyanın geçici bir mekan olduğunu ve misafirlik süresinin çok olamayacağını fark etme meselesi olmalı.

Düşünme özelliği elinden alınan, mutluluk ve tatminin para, makam, şöhret, zenginlik gibi anlık hazlara teslim edilmeye çalışıldığı, insanlık değerinin, insan olma onurunun ve merhametinin ayaklar altına alındığı şu günler, dünyaya ve ülkemize, hatta ailelerimize hiç bir zaman mutluluk getirmeyecektir.

İnsanoğlu eğer kendisinin kullanma kılavuzu olan Kur’an’la tanışmasını geciktirmeye ve hala insan eliyle dikte edilmiş değerlere yönelmeye devam ederse, sadece bizlere müti olan tek varlıklar, evlerimizde kedi ve köpeklerimiz, dışarıda da yapay zekamız kalacak. Akılsız, ruhsuz, makine çağı. Halbuki insan olmanın onuru duygularla yaşanır.

Sevme, güvenme, dayanma, dost edinme, bir eli tutma, bir başı okşama, bir gönle girme gibi kavramlarımız hızla, önce sosyal medya, daha sonra da ailelerin duyarsızlığı ile yok ediliyor.

Şehrin bir yerinden koşarak gelen ve uyardığı kişiler tarafından öldürülünce de, şehitlik makamının güzelliğini anlatan cümleleri “Keşke Rabbimin bana ikramlarını bilselerdi” (Yasin/27) diyen o adamın hikayesini sürdürecek inanmış, adanmışlara ihtiyacımız var.

Bu adananlar hep Gazze mi olacak? İçimizde acımız, yüreğimizde yangınımız, gözümüzde yaşımızla vakarla yürüyecek, gerektiğinde her şeyimizden vazgeçebilecek bir imana sahip olmak için okumak, hep okumak gerekiyor.

“Elestü birabbikum” sorusunun muhatabı hala biziz. Kalbimiz çarptıkça, imanımız taze olmalı adımız Müslümansa eğer. En yakın çevremizden başlayarak canla, heyecanla koşmaya var mıyız, Allah için?

Önceki İçerik
YAZARIN DİĞER MAKALELERİ

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

SOSYAL MEDYA

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
4,338TakipçilerTakip Et
- Reklam -spot_img

Yeni İçerikler

Bir Mücahide

Hakiki Aşk

Ömür Tükenirken

Miraç Hediyesi Namaz

Son Yorumlar

Yunus Hoca yorumladı Ömür Tükenirken
muhammet yorumladı Ömür Tükenirken
Dilek Baysal yorumladı Şeker Tadında Vakitlerin Ardından
nurettinacar2016@gmail.com yorumladı Cebel-î Nûr-un Gül Goncası
Saniye yorumladı Sonbaharda Gelen Bahar