“Öyleyse kâfirlere itaat etme/inkarcılara boyun eğme ve onlara karşı Kur’an’la büyük bir cihad ver/ büyük cihad ile cihad et!” (Furkan, 25/52)
Arapça’da “güç ve gayret sarfetmek, bir işi başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak” manasındaki cehd kökünden türeyen cihad, İslâmî literatürde “dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi yenme çabası için kullanılmıştır. (islamansiklopedisi.org.tr).
Cihad kavramı, yazının konusunu içeren kısmını muhtevi şekliyle Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi dört yerde geçmektedir. Bu âyetlerin bir kısmında, cihad kelimesiyle doğrudan düşmanla savaş kastedilmiştir:
اِنْفِرُوا خِفَافاً وَثِقَالاً وَجَاهِدُوا بِاَمْوَالِكُمْ وَاَنْفُسِكُمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۜ ذٰلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ
“Ağır ve hafif her türlü savaş araç gereçleriyle seferber olun. Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin/olanca gücünüzü sarf edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Tevbe 9/41)
لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ بِالْمُتَّق۪ينَ
“Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmemek için senden izin istemezler. Allah, muttakileri en iyi bilendir.” (Tevbe 9/44)
فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللّٰهِ وَكَرِهُٓوا اَنْ يُجَاهِدُوا بِاَمْوَالِهِمْ وَاَنْفُسِهِمْ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّۜ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَراًّۜ لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
“Allah’ın Resulüne muhalefet ederek geride kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Mallarıyla, canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar. Bir de, “Bu sıcakta savaşa çıkmayın.” dediler. De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke anlasalardı!” (Tevbe 9/81)
وَاِذَٓا اُنْزِلَتْ سُورَةٌ اَنْ اٰمِنُوا بِاللّٰهِ وَجَاهِدُوا مَعَ رَسُولِهِ اسْتَأْذَنَكَ اُو۬لُوا الطَّوْلِ مِنْهُمْ وَقَالُوا ذَرْنَا نَكُنْ مَعَ الْقَاعِد۪ينَ
“Allah’a iman edin, Resulü ile birlikte cihad edin/savaşınız.” diye bir sure indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler: “Bırak bizi oturanlarla beraber oturalım.” dediler.” (Tevbe 9/86)
اُذِنَ لِلَّذ۪ينَ يُقَاتَلُونَ بِاَنَّهُمْ ظُلِمُواۜ وَاِنَّ اللّٰهَ عَلٰى نَصْرِهِمْ لَقَد۪يرٌۙ
“Kendileriyle savaşılan kimselerin, zulme uğramaları nedeniyle, savaşmalarına izin verildi. Kuşkusuz Allah, onlara yardım etmeye kadirdir.” (Hac, 39-40)
Cihad kavramını ele alışımızın nedeni tam da Gazze soykırımını ve katliamını ilgilendirmesi cihetiyledir. Yaşanan bu soykırım ve katliam aklını kiraya vermemişler için üstü tozlanmış bir perdeyi aralıyor. İşin tarihi bağlamına baktığımızda ise aslında bütün dünyaya musallat olmuş bir şer odağının varlığını görüyor ve iliklerimize kadar buna şahitlik ediyoruz. Perdenin bir tarafında kendilerini insanlığın ve özgürlüğün merkezi olarak lanse eden batının gözü önünde, açıktan bir soykırım, bu zamana kadar benzeri görülmemiş kelimelerin anlatmakta kifayetsiz kaldığı bir vahşet yaşanırken; perdenin diğer tarafında ise bir avuç yalnızlaştırılmış, kaderine terk edilmiş Müslümanın, Kassam Tugaylarının/Hamas’ın kendi öz yurtlarını savunmak, inançlarını müdafaa etmek, kendilerini ve iffetlerini korumak için sergiledikleri, olağanüstü belki insanüstü hatta tarih üstü direnişleri/cihatları bütün dünya halklarına insanlık dersi veriyor ve hayranlık uyandırıyor. Bu vesileyle batı halkları islamı ve müslümanları merak edip alan araştırmasına yöneliyorlar. Bu da inşallah onların hidayetine kapı aralıyor.
Gazze bağlamında dünya Müslüman halkları nezdinde işin içeriğine göz attığımızda, malum yapı tarafından da içi boşaltılan nice kavramlarımızın, yeniden tanımlanmasının zorunluluk arz ettiğini göreceğiz. Bu kavramların başında ise cihat kavramı gelmektedir. Cihat kavramı, kerim kitabımız Kur’an ve Sünnete bir bütün olarak bakarak aslına rücu ettirilebilir. Bütün bu tanımlama girişimi yazımızın ölçeği dışındadır. Başlı başına bir makale, tez ve kitap konusudur. Ancak özetle cihat kavramının tarihsel süreç içerisinde geçirdiği siyasi, politik ve sosyal sorunlu aşamalar var. Bunu bilmemiz bile bizler için bir kazanımdır. Unutmamalıyız ki kavramlar da canlı organizmalar gibidir. Yaşadığı bölgenin ikliminden, tarihsel kökeninden, siyasi, sosyal ve psiko-sosyal süreçlerinden etkilenirler. Hatta insani ve ilahi/aşkın boyutlardan, dikey ve yatay etkileşim süreçlerini yaşarlar.
Özellikle de cihat kavramı sosyolojik yapısı ve canlılığı itibariyle müslüman halkların bağımsızlığının ve inşasının temel damarlarını teminat altına alan bir kavramdır. Bu nedenle kavramın doğru anlaşılıp dikte edilmesi/ettirilmesi islamın emanet, şahitlik, ötekiyle münasebeti/uluslararası ilişkiler ve umran anlayışı çerçevesinde aslına rücu etmesi elzemdir.
Kaynaklarımıza baktığımızda, tarihin belirli dönemlerinde cihat, bazen sadece karşı tarafla savaşa indirgenmiştir. Bazen de bu taraf bir kenara itilip söz ile, kültürel yapı ile, kalem ile cihada, hatta sadece nefis ile cihada evrilmiştir. Batılı yapıların ciddi çalışmaları ve iğvasıyla son yüzyılda ise cihat, diğer din mensuplarıyla yapılması gereken, kutsal bir kılıfa büründürülerek, piyasaya sürülen bir kutsal savaşa dönüştürülmek istenmiştir.
Hatta bu batılı iğva edici yapı, bazı müslüman halkların yoğun olduğu bölgelerde cihadı silikleştirerek, cihatsız bir islam ve cihatsız bir islam toplumu inşa sürecini başlatmışlardır. Bu vesileyle kendi sömürgeci alt yapılarının zarar görmesinin önüne geçmişlerdir.
Ayrıca cihat kavramını, batılı halklar nezdinde terörle özdeşleştirmeyi ve terör gruplarıyla eş değer bir konuma indirgemeyi de vekalet savaşları aracılığıyla başarmışlardır. Daeş, Boko Haram vb. örgütlendirmeler bunun bariz örnekleridir. Ayrıca islam dinini, kültür aktarıcı ve medeniyet kurucu yönünü baltalayacak bir kıvamda, müslüman genç neslin dimağına, savaş dini olarak lanse edip, dikte etmeyi başarmışlardır. Bu süreç, müslüman halkların genç nesilleri için psiko-sosyal travmaları beraberinde getirmiştir. Bu nedenle ileri gelen müslüman önderler, savunmacı bir psikolojik zihni alt yapıyla, kompleks bir tutumla ya da bir taarruzla islamın savaş değil; barış dini olduğunu deklare etmeyi kendilerine vecibe görmüşlerdir. Aslında batılı haçlı ve siyon zihniyeti tam da bu durumu hedeflemiştir. Hedeflerine de ulaşmışlardır.
Bütün bu süreçler göz önüne alındığında cihat kavramının, islamın temel ilkelerinin tamamını ifade edecek bir bütünlük içerisinde; efradını câmi ağyarını mâni konuma devşirilmesi gerekir. Cihadı sadece savaşa indirgemek ne kadar yanlış ise; savaştan azat ederek, nötrleştirerek, kültürel faaliyet formuna sokmak ta o kadar yanlıştır.
Müslüman toplumların dinamik/faal/aktif yapısal geleneğini pasivize etme ve statikleştirme adına zayıf bir rivayete dayanılarak düşmanla cihat/savaş küçük cihat; buna mukabil nefisle savaş/cihad büyük cihat olarak dikte ettirilmiştir. Halbuki, Peygamberimizin (a.s.) Tebük Savaşı dönüşünde söylediği iddia edilen bu söz için İbn Hacer el-Askalânî, “bu, dilden dile dolaşan bir sözdür fakat (Peygamberimize değil) İbrahim b. Ebi Able’ye aittir.” demiştir. Aliyyü’l-Kârî, bu rivayetin İmam Gazali’nin “İhyâ-u Ulumiddîn” adlı kitabında geçtiğini, İhyâ’nın hadislerini değerlendiren el-Irâkî ise bunu İmam Beyhakî’nin “bu hadisin senedi zayıftır” notu ile rivayet ettiğini belirtmiştir. (Aliyyü’l-Kârî, el-Esrâru’l-Merfûa, s: 211, hadis no: 211. Ayrıca bkz: el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c: 1, s: 424-425, hadis no: 1362). İbn Teymiye bu rivayet için: “Aslı yoktur. Peygamberimizin söz ve fillerini iyi bilen hiçbir âlim böyle bir hadis rivayet etmemiştir. Kâfirlerle cihad en büyük amellerdendir” demiştir. (İbn Teymiye, Mecmûu’l-Fetâvâ, c: 11, s: 197) (https://www.fetva.net/yazili-fetvalar/kucuk-cihaddan-buyuk-cihada-donduk-hadisi-sahih-midir.html).
Tam aksine Tebük seferine mazaretleri olmaksızın katılmayan yani birileri tarafından küçük cihat olduğu iddia edilen savaşa/cihada iştirak etmeyen üç sahabiye (Ka’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye), târifsiz bir nedâmet içinde Peygamberin huzurunda af dilemelerine rağmen, Kur’an’ın ifadesiyle dünyanın nasıl dar edildiğini unutmamak gerekir:
وَعَلَى الثَّلٰثَةِ الَّذ۪ينَ خُلِّفُواۜ حَتّٰٓى اِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْاَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ اَنْفُسُهُمْ وَظَنُّٓوا اَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللّٰهِ اِلَّٓا اِلَيْهِۜ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواۜ اِنَّ اللّٰهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّح۪يمُ۟
“(Allah, Tebük Gazvesi’nden) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etmişti). Yeryüzü (bütün) genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Allah’tan yine yalnızca Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra tevbe etmeleri (eski düzgün hallerine dönmeleri) için Allah onların tevbesini kabul etmiştir. Şüphesiz ki yalnızca Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok merhametlidir.” (Tevbe 9/118)
O zaman bir dahaki yazımızda şu soruyu kendimize soralım ve cevap bulmaya çalışalım. İslam’da cihadın felsefesi, illeti, gayesi ve maksadı nedir?