Depreme geceleyin saat 4.17’de yakalandık. Herkes uyuyordu ya da uyuyormuş gibi yapıyormuş. Yataktaydım, gözlerim de kapalıydı ama uyanıktım. Saat 5.00’e kurguladığım alarmın çalmasını bekliyordum. Uykumu almış olmalıyım çünkü uyuma isteğim yoktu. Her ne kadar alarm 5.00’de çalsa da 4.00’dan sonra uyanacak olursam kalkıyordum. Bu günlerde aklımda kalan tavsiyeyi elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. O tavsiye özet olarak şöyle: “Geceleyin uyanan biri ilk önce Allah’ı hatırlamalıdır.”
Ben de öyle yapmaya çalışıyordum ki deprem oldu. Kuvvetli bir şekilde sallanmaya başladık. Öyle ki ev sağa sola yalpalıyordu. Aslında ülkemdeki herkes gibi biz de depremlere alışkındık. Arada bir böyle sallanınca dışarı kaçardık fakat bazı sarsıntılar çok sürmezdi ve hafif olurdu. Oysa bu kez öyle olmamıştı.
Yatağın üzerinden atladığımız gibi koşmaya başladık. Bir taraftan karşımızdaki odada uyuyan kızımıza bağırıyorduk. Büyük sarsıntıdan o da uyanmıştı. Koridordan şimşek hızıyla balkona geldik. Evimiz tek katlı ve bahçelidir. Birbirimize, “Haydi oyalanmayalım!” diye bağırıyorduk. Yeryüzü su üzerinde yüzen bir kayığa dönmüştü. Yürürken zorlanıyorduk. Bahçede binamızın üzerimize düşmeyeceği bir yer bulduk. Üzüm asmasına destek olan tahta bir direk vardı. Üçümüz de düşmemek için ondan tuttuk. Bitişikte kayın biraderimin evi var, eşim yüksek sesle, “Gardaaaş çıkın dışarı!” diye bağırıyordu. Onlardan hiç ses gelmiyordu acaba uyanamamışlar mıydı? “Sakin olun, Allah’ın adını anın!” diyordum. Aklıma Yasin Suresi okumak geldi. “Yasin. Vel Kur’an’il Hakîm!” diye okumaya başladım. Hangi ayete geldiğimi unuttum. “Allah deyin, şehadet kelimesi getirin, kulhüvellahi ehad’i okuyun!” diyordum. Hâla sallanıyorduk. Bitmiyordu. Üçümüz de direkten tutuyorduk. Birden bütün mahallenin haykırışları duyulmaya başladı. Bizim mahallede çoğu kişinin tavukları var. Tavuklar acı acı çığrışmaya başladılar. Az sonra sarsıntı durdu.
Yağmur yağıyordu. Üzerimizde gecelikten başka bir şey yoktu. Üşüdüğümüzü fark ettik fakat eve giremezdik. Evimizin yanında kullanmadığımız eşyalarımızı koyduğumuz çinkolu, eski bir baraka vardı. Yağmurdan korunmak için onun bahçeye açık balkonuna girdik. Burası yıkılsa bile en azından betonarme bina değildi. Üzerimize uçsa dahi en az zararla kurtulma şansımız vardı. Biraz daha sakinleşip kendimize geldik. Kaç dakika geçti bilmiyorum. “İçeriye girip üzerime bir şeyler almak istiyorum.” dedim. Eşim ve kızım, “Hayır, girme içeriye, n’olur n’olmaz!” dediler. “Allah büyüktür, inşallah bir şey olmaz.” diyerek eve girdim. Gündelik kıyafetlerimi bıraktığım yerden hızlıca alıp balkona attım. Vestiyerde bulduğum hırka nev’inden ne varsa hepsini aldım. Sonra koşarak uzaklaştım. Kıyafetlerimi geceliğin üzerinden hızlı hızlı sırtıma geçirdim. Vestiyerden aldığım hırkaları eşime ve kızıma dağıttım. Bu arada bitişikteki kayınım, eşi ve çocukları da bize gelmişti.
Hepimiz üşüyorduk. Yağmur yağmaya devam ediyordu. İki aile de çinkonun altındaki küçük alana sıkıştık. “Ne yapsak da ısınsak? Ne yapsak da depremden korunsak?” diye çareler düşünüyorduk. Eşim akşamdan doldurduğu soba kovasını getirip yaktı. Hepimiz ellerimizi küçük kovaya tutarak ısınmaya çalıştık. Sonra telefonla akrabalarımızı aradık. Osmaniye’deki kardeşim; “Biz arabadayız. Kendimizi dışarıya zor attık. Evdeki dolaplar yerlere düştü. Apartmandan zor indik. Bitişikteki ev çöktü. Zannederim içindekiler öldü. Kadının biri: “Dizlerim!” diye bağırıyor.” dedi. Sonra dayımı aradım; “İyi misiniz?” dedim. “Biz iyiyiz. Yengen çay hazırlamıştı. Sahura kalkmıştım. Sonra Kur’an okumayı düşünüyordum. Gece kalkınca sabaha kadar uyumuyorum zaten.” dedi. Böyle bir anda Allah için bir şeyler yapmak iste yenlere rastlamak kalbimi huzurla dolduruyor.
Akrabalardan herkes sağdı. “Hamdolsun!” dedik. Ama neler olmuştu, kimin evleri yıkılmıştı hala bilmiyorduk. Korku içinde dua ederek sabahı bekledik. Yağmur sabaha kadar devam etti. Sabahleyin namazlarımızı kıldık. Yeryüzü sık sık sallanıyordu. Evimize korku içinde girip battaniye, yorgan gibi şeylerden alıp, çinkolu barakamıza taşıyorduk. Yaşamak için her şey gerekti çünkü. Yedek bir sobamız vardı, onu hemen kurduk. Böylece kendimizi biraz olsun emniyete aldık. İstanbul’dan kızım aradı; “Saat 1.30’da tekrar şiddetli bir deprem olacakmış.” dedi. Bu haberler ne derece doğruydu, onu da bilmiyorduk. Evin içindeki son işleri de yapıp dışarı çıkacaktım ki telefonum çaldı. Bizi kaygı eden 60 yaşlarında bir ablamızdı arayan. Telefon elimde konuşa konuşa dışarı çıkıyordum ki şiddetle sallanmaya başladık. Ayağıma terlik bile giyemedim. Dışarı çıktığımda çıplak ayaklarla çamurun içindeydim. Tabi bunların hiç önemi yoktu. Telefondaki arkadaşım bütün bunlara benimle birlikte şahit oluyordu. Hem sallanıyor hem konuşuyorduk ki korkunç bir çığlık attı. Meğer o anda onun bulunduğu şehir, Konya da sallanmış. “Teslimecim çok korktum. Ben niye bağırdım öyle? Duvar annemin üzerine düşecek sandım.” dedi. 90 yaşındaki alzheimer olan annesinin bakımını kendisi yapıyordu.
Fakat biz deprem olurken niye telefonla konuşuyorduk?
Çünkü deprem de hayatın bir parçasıdır. Telefonu kapatırsam onu incitmiş olabilirdim. Hassas, güzel yürekli ve merhametli bir hanımefendiydi. Çok imanlı, çok inançlı bir hanımefendiydi. Öyle olmasa kendi işlerini yaparken bile zorlandığı halde 90 yaşındaki alzheimer hastası olan annesine şefkatle bakar mıydı? Bu kıymetli insanla konuşmak belki ikimize de manevi bir kuvvet veriyordu. Garip bir durum gibi gelebilir fakat Allah inancı kesinlikle insanları bir ağacın kökü gibi sarmalamaktadır. Bu manevi kuvvet kesinlikle müminler arasında vardır.
Saate baktım, 1.24’tü. Söylenti gerçek çıkmıştı. Bu depremin merkezi de Elbistan-Ekinözü’ymüş.
Allah ölenlere Rahmet eylesin başımız sağ olsun kardeşim selamlarımla.