Deprem Kader miydi ve Komplo Teorileri
Ülkemizin son dem de yaşamış olduğu şiddetli depremler üzerine, kimisi iyi niyetle kimisi kötü niyetle çok şey söylendi. Öyle ki tekbir getirmek bile polemik ürünü yapıldı ve yüzde doksan dokuzu Müslüman olduğu söylenen ülkemizde buna karşı çıkanlar bile oldu. Hatta en çok da karşı çıkanlar bunu gündem etti. Gerçi ben bu yüzde doksan dokuz söylemine inananlardan değilim. Bu istatistiği kim tutmuş, neye göre tutmuş ve bu hayali tespit hangi dayanağa istinaden söylenir bilmiyorum; ancak böyle bir istatistik yok. Araştırdığımızda bizim karşımıza çıkan istatistik, Osmanlı devletinden arda kalan ve cumhuriyetin kurulduğu bu topraklarda o dönem on iki milyona yakın bir nüfus yaşamakta ve bu nüfusun yaklaşık iki buçuk milyonu gayrimüslim. Yani ortalama yüzde yirmilik bir dilim ediyor. Elbette biz de yüzde doksan dokuz hatta yüzde yüz Müslüman olmasını isteriz ancak o günkü şartlarda bile yüzde doksan dokuzluk bir Müslüman istatistiğini çıkarabilmek mümkün değil. Öyleyse kimse bize, yani tekbire, namaza, başörtüsüne karşıyız ama biz de Müslümanız diyerek yüzde doksan dokuzluk dilimdeniz demesin. Zaten öyle bir şey de yokmuş!
Gelelim deprem kader midir? Meselesine. Şimdi tabi ki kader olan boyutu var ama olmayan boyutu da var depremin. Örneğin dünyanın milyonlara yayılan ömrünü göz önün aldığımızda oluşan yeraltı tabakaları bağlamında depremin oluşması kaderdir. Ancak sağlıksız bina yapmak, şehirleri düzlük ve tarım arazileri üzerine yaymak bakımından baktığımızda bu durum Allah’ın iradesi olan külli irade kapsamından çıkıp daha çok cüzi irade yani insan düşüncesinin ortaya çıkardığı, insan hatalarının ürünü olarak okumakta fayda var. Elbette her eylemin üzerine kaderin ve onun yaratıcısı olan Allah’ın iradesi var ancak, kader yazgısı, Allah’ın iradesinin yanında insanların eylemleriyle de ilgili olup yani insanın cüzi iradelerinin de etrafında Allah tarafından yazılan bir yazıdır. Allah’ın külli iradesine ve kadere inanan bir inanç yapısının mensupları olarak bizim örneklediğimiz şey Allah resulü ve onun kıymetli ashabının yoludur. Örneğin bu bağlamda Hz. Ömer’in, Şam’ın fethi esnasında şehirde salgın hastalık olduğunu öğrendiğinde şehrin fethini ertelemiş, -Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun ey Halife? Diye sitem edildiğinde ise -Evet, Allah’ın kaderinden yine onun kaderine kaçıyorum! Cevabını vererek tedbir almanın da kaderin kendisi olduğunu vurgulaması dikkat çekici bir husustur. Aynı Ömer (r.a.)’ın, Şam bölgesinde çıkmış olan yine bir salgın üzerine, yayılmasını engellemek için halkı küçük gruplara ayırıp salgın bitene kadar aylarca ormanlık alanlarda bekletmesi de tedbirin bir başka boyutuydu. Öyleyse tedbir almak boynumuzun borcudur. Tedbir almanın birinci boyutu da sağlam binalar üretmekten geçiyor. Biz ki tarihte en güzel ve sağlam binaları üretmiş bir milletin çocukları, nasıl böyle gecekondu bir ülke fikriyatına dönüşmüşüz bunu da konuşmak gerekiyor.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren asırlardan beri akıp gelen ve çağlara meydan okuyan yapı anlayışımızın değişerek bir gecekondu medeniyetine dönüşmemizde şüphesiz ki alfabe değişiminin de büyük payı olduğu gerçeği görmezden gelinemez. Batılılaşmak adına bin yıllık bir tarihi birikimin yok sayılarak her şeye sıfırdan başlanmış olması bir toplumu iptidai bir seviyeden başlatması elbette ki sadece okuma bağlamında ele alınması doğru olmaz. Bu durum okuma yazmaya da bağlı olarak mimari de, sanatta, kültürde, yönetim anlayışında da her şeyi baştan almayı da ortaya çıkarmıştır. Dolayısı ile beraber yürüneceği iddia edilen Avrupa’yı yakalamak bir tarafa, onlar dağları aşmışken biz ne yapmaya çalıştığımız belli olmayan ecnebi materyali ile dağların eteklerinde kaybolmuşuz. Sonuç ortada! Ne tam batılı olabilmişiz ne de tam doğulu kalabilmişiz.
Oysa kendi tarihimizden beslenebilseydik, örneğin eşeklere yükleyerek -Yallah Arabistan’a denilen kitapları okuyabilseydik, ecdadın eserleri bir şekilde ülke dışına atmaya çalışarak tren vagonlarına doldurup Bulgaristan’a gönderilmeseydi, yüzbinlerce tarihi kitap, kütüphanelerde çürümeye terk edilmeseydi, -Neden Osmanlıca alfabe öğretelim ki, mezar taşı mı okuyacağız demek yerine, yirminci yüzyıl nesline atalarının kitaplarını okumayı öğretebilseydik, elbette ki çok daha ileri de bir millet olacaktık. En azından bugün olduğu gibi sık sık yüzleşmek zorunda kaldığımız deprem sistemleri ile ilgili daha fazla şey biliyor olmayacak mıydık! Örneğin Japonlar’ın zannettiğimiz raylı deprem tedbir sistemini bir de bakıyoruz ki Mimar Sinan’ın çıkıyor. Ülkemizde, elimizin altındaki eserlerde Mimar Sinan’ın uyguladığı bu sistemden biz bîhaber iken elin Japon’u almış uygulamış. Yani biz bu kadar mesafeli iken kendi tarihimize ve kendi tarihimizin kitaplarına ve bilimine, elin Japon’u, İsraillisi, Alman’ı alıp daha bize özgü olan neleri kullanıyor değil mi? Biz de bize ait olanı gidip onlardan alıyoruz. Buna bir örnek daha verelim, hele ki iş ahlakına bunca ihtiyacımız olduğu şu dönemde buna bir örnek daha verelim. Rahmetli Turgut Özal, başbakan olduğu süreçte meslek anlayışı ve meslek lisesi eğitimi oldukça gelişmiş olan Almanya’ya bu işin sistemini araştırıp öğrenmek için bir heyet gönderiyor. Giden heyet işin sırrını öğrenmek istediğinde aldığı cevap -Biz meslek çalışmasında Selçuklu ve Osmanlı’daki ahilik teşkilatının sistemini uyguladık oluyor. Yani bizim olanı öğrenmek için çok uzaklara gitmişiz, üstelik bizim olduğunu bilmeden.
Depreme bir de komplo teorileri üzerinden bakmak da gerekebilir. Çünkü hiçbir şeyi es geçmemek gerekiyor. Zira 2001 yılındaki Milenyum Challenge tatbikatında uygulanan gerçeklere baktığımızda burada muhatabın ülkemiz olduğunu da görmekteyiz. Aslında ABD ve ona bağlı diğer şer güçler 1999 depreminde ülkemizin içerisinde bulunduğu durumu gördüklerinde tarihinde savaşçılık olan bu milleti ancak böylesi zor bir dönemlerinde işgal edebileceklerini de kendilerince keşfetmiş oldular. Buna bağlı olarak da belki depremin olmasını beklediler belki de olduğu iddia edilen HAARP teknolojisi ile zaten var olan faylar üzerinde böylesi büyük bir enerjiyi ortaya çıkartarak büyük bir yıkıma sebep oldular. Bunu mümkün görmeyenler var elbette ancak insanın içini şüphelerle dolduran pek çok olayın varlığını da bilmekteyiz. Örneğin ABD ve ona tabi olan Avrupa ülkeleri elçiliklerini bir anda kapatıp, Amerikan gemisinde sırıtarak poz verdikten sonra ülkemizi terk ettiler. Öyle ki henüz sömestr tatili yeni bitmişken Amerikan, Fransız ve İtalyan okulları da açılışını belirsiz bir tarihe kadar erteledi. Dışişleri ve içişlerimiz, terör saldırısı mı olacak, bizim bilmediğimiz neyi biliyorsunuz ki böyle bir şey yapıyorsunuz? Diye, sormamıza rağmen, bir açıklama gelmemesi, aynı zamanda bu vakte kadar benzeri bir temenni de bulunmayan NATO’nun resmi sosyal medya hesabından “İyi hafta sonları Türkiye!” mesajı paylaşması da manidar bir durum değil mi? Depremle geçen bu en kötü hafta sonunun ardından, sözde yardım için yola çıkan Amerikan, İspanyol ve İtalyan askeri uçak gemileri de cabası! Yani depremde vefat edenlere yardım için, üzerinde yüzlerce savaş uçağı ve binlerce tam donanımlı silahlı asker bulunan gemilerin ülke topraklarımıza sadece yardım amaçlı gelebileceğini düşünmek fazlaca iyi niyetten ötesi bir durum olmaz mıydı? Nihayetinde ülkemiz bu gemilerin karasularımıza yaklaşmasına müsaade etmedi ve belki de planlanan pek çok şeye mani olundu. Üzerinden atlanılan bir başka husus ise Amerikan sismik gemisinin henüz Marmara’ya girdiği akşam fay hattı bile olmayan Kağıthane’de 3,2 büyüklüğünde deprem olmasının açıklaması nasıl yapılabilir! Üstelik fay hattı olmayan bir yerde 3,2 şiddetinde deprem olması için en az 7,00 oranında bir enerjiye muhatap olması gerektiği ifade edilirken! Deprem sonrasında bölgede oluşturulmaya çalışılan kaos ve yatıştırılamamış olsa bu karışıklığa bağlı olarak meydana çıkabilecek sonuçları az buçuk hepimiz kestirebiliyoruz. Sonuçta komplo teorisi de olsa, bu ihtimaller de araştırılmalıdır.
Rabbimiz ülkemizi ve milletimizi korusun.
İyilik üzere kalın.