Yanlışlara yol açan yalan mı, hata mı, cehalet mi, körlük mü, kasıt mı?
Koca bir arena olan yeryüzü bazen nasıl da dar gelir insana. İçinden geçtiğimiz zamanı suçlamak kolay olanı belki de. Zaman suçlanabilir mi? Değişen dünyaya ayak uyduramayan zaman mı, insan mı? Ayak uydurmak ne demek? Dünya değirmen mi, yoksa içinden geçeni pişman eden yarsız, ayarsız eden mi?
Düşünme özelliğini yitiriyor mu insan? Akşam ki misafirlerimiz, köyde yaşayan insanlar aslında kışın iş az İstanbul’a çocuklara bir kaç gün gidelim diyenlerden. Konuşmaların arasında köylü olmak kavramı birkaç kez geçti. Bazen dolaylı, bazen şakayla karışık. Namaz kılmak istediğini söyleyince hem kıble tayini, hem de seccadeyi sermek maksadıyla mutfaktan koşup geldiğime çok memnun oldu komşunun eşi. Sürekli dua edip, teşekkür ediyor, şaşkınım şehirli insanların narsizminden öyle sıkılmışım ki.
Saf, bozulmamış, aslına sadık kalmış insanın zor olduğu şu günlerde yemek yerken, insana saygı duyarken, samimi gülerken, insanı konumuna göre ayırt etmeden sevmelerini izledim içimdeki özlemle.
Artık kimse kimseye muhtaç değil, kimse kimseye eğilmiyor, kimse kimseden akıl, yol yöntem öğrenmiyor. Çünkü; medeniyetin ciğerlerimize adeta bir hava gibi üflediği zehir bu. Herkes güçlü veya olmak zorunda.
İnsanın insana muhtaç olması kötü bir şey mi?
İnsan kendini tanrı yerine koyuyor. Etten ve kemikten, acziyet ve yoksunluktan yaratılan insan firavunlaştıkça, etrafındaki diğer varlıkların tümünün kendisine hizmet etmesi için yaratılmış olduğunun zannıyla kibrin tepelerinde geziyor.
Ne teşekkür, ne kıymet bilme, ne boyun eğme, ne iltica, ne de mütevazilik var. İnsan, hak etmediği emek vermediği, savaşmadığı ya da kolay kazandığı payelerinden sonra daha kolay yapıyor Karun’luğunu. Neden bu kadar rahat ayak ayak üstüne atıp, gerine gerine ağzını gözünü süzüp, büzüp tepeden bakar ki insan?
Eksik olan insan, tamamlanmıyor bir türlü. Tamamlanabilir mi? Bunun cevabı, hayır tabii ki. Peki ne olur? Hikmetle donanabilir, noksanını bilmeye çalışır, özüne inmek için didinir. Kabuklarını kırmadan özüne inemez insan.
Özümüze inmeyi ve insan olmayı engelleyen şeyler; hırs, haset, kin, nefret, bitmeyen tatminsizlik, doyumsuz arzular, vs.
‘Eskisi olmayanın yenisi olmaz’ der annem. Bu toplum küstahlarının hiç eskisi olamıyor. Eşlerden tutun, evlere, dostlara, arkadaşlar ve kıyafet, telefon ve arabalara kadar hiçbir şeyin renginin bozulmuşuna dahi tahammülleri yok. Dünyanın her hazzı bunlara hazır nazır olmalı.
İsraf diye bir kelime lügatlerine sığamıyor, israf onların profesyonel tarzları. Çok para harcamak kadar toplumda itibar toplamak yanılgısı içerisinde bellerini doğrultamıyorlar. Doymamış bir gözü hangi gönül doyurabilir ki?
En acısı da mutluluk kavramının düşürüldüğü yalnızlık. Ne aldatıcı ne rahatsız edici bir hayat. Sürekli almaya, daha ve sürekli almaya endekslenmiş, yetersiz güven duygusunun bir patalojiye dönüşmesinin ürettiği kaygı, beynin bütün salgı ayarlarıyla oynayarak, riyakarlığın gayya kuyularına atıyor insanı.
Havayı koklamak değil artık cambazlık, bizzat her gün can acıtıcı şahitlik. Kalbi olan, henüz kirlenmekten korkan insanları depresyona, kaygıya ve ümitsizliğe sürüklüyor günümüz yakınlıkları. Akraba, dost, arkadaş kavramları öyle yorgun, öyle kırgın.
Gençler ve çocuklar hakkında ümit etmek istiyorum, bozulan yaşlıları görünce düşüyor yüzüm. Nerede ağzı dualı, her sözü erdem hikmet olan nineler, dedeler? Ah bu telefonlar iki kesimde olmamalıydı. Biri yaşlılar biri de çocuklar.
Annelerin gençler hakkındaki şikayetlerini dinliyorum bazen. Bugün de öyle oldu. Onaltı yaşındaki bir genç kızla annesi arasındaki iletişimsizliği dinledim. Genç kız, annesinin sürekli öğüt verdiğinden ve beklentilerini defalarca dile getirdiğinden rahatsız. Anneye dedim ki, bırak aklını kullansın, sonucuna katlansın. Anne ise sorumsuzluğundan rahatsız kızcağızın. Elbette hayır söz söylemek güzel ama yerinde ve ihtiyaç olduğunda.
Boğuyoruz insanları. İnsanların ihtiyaçları olunca aramaları ve bu uğurda çalışıp yorulmaları çok kıymetli. Hepimiz her şeyi biiyoruz lakin karşımızdakinin de bilebileceğini neden es geçiyoruz. Ah bu üstün ve farklı görünme sevdası.
Yoruyoruz, yordukça yoruluyoruz. Dinginlik sessiz, huzur sakinlik, mutluluk öfkesizliktir.
Biraz akledebilsek ki, öfkemiz, isyanımız, ataletimiz ve kibrimiz ne için. Ve ömrü ne kadar?
“…İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi de helak eder misin Allah’ım?…” (Araf / 155)
Ahmaklıktan dinimizi ve dünyamızı uzaklaştırma gayreti ve niyeti olmayan bir ömür beyhudedir.
Düşünebilen, düşündüğünü iman doğrultusunda yaşama aktarabilen insanlar olmamız umuduyla🤲🏻 Kaleminize ve ruhunuza sağlık 🌸
Bu kaos gibi ortamda hürmetkar olmak , fedakar olmak ,sevip özveride bulunmak bizim toplumda insana yüklenen görev haline geliyor. Bırak o halinle görünmeyi takdir, teşekkür edilmeyi, gölgeleşiyor hatta siliniyorsun. Dediğiniz gibi para ile sağlanan itibar bizim küçücük dünyamızda böyleyse ” Allah muhafaza ” diye düşündüğüm çok olmuştur. Para ile yapılan iyilikler anıldıkça ki iyiliğin anılması kötü bir şey değilse de bana göre söyleyiş tarzı ve her seferinde vurgulanışı , reklama dönüşü üzücü oluyor. Gönülden yapılan her şeyi yitirdik gibi. Benim komşuluk ilişkilerinde salçalı makarna yapar çoluk çocuk yerdik. Bugün özlem ile yaderken makarnayı değilde ne kadar mutlu , huzurlu ve değerli vakitler diyerek anıyoruz.. Ytirmek sadece ölümle olmuyormuş . Yitiriliyormuş vefa, özveri, şükür sebepleri , az ile
yetinmek , sevgi … vs . Maddiyat dünyasına döndükçe maneviyatın sorgulanıyor ya da yetersiz görülüyor.
Öğrendiğin ilimde dahi sana kazandırdığı maneviyat, bilgi değilde ” ee ne olacak sonra ” diye soruluyor , ” nasıl yani ” ” para kazandıracak mı sana ” eğer değilse boş işler denilebiliyor. Bu durumda aklıma şu söz süzülüyor “Bir şeyin kıymetini ancak onun değerini bileni anlar ve onun değeri bilenin yanında kıymetlidir.”
Umarım kıymet bilenlerden olup ve umarım kıymet bilenlere denk gelelim ve inşallah gelecek nesillere hal dilimizle güzel örnek teşkil edelim .