Yakın zamanda İngiltere kraliçesi ölünce, zaman zaman medyaya yansıyan ve pek çoğunun sembolik olduğunu zannettiği kraliyet anlayışının öyle çok da sembolik olmadığı da anlaşılır olmaya başladı. Toplumlarda bir anda oluşan “İngiltere krallıkla mı yönetiliyor muş!” Düşüncesi ve “Hani bunlar dünyaya demokrasi, özgürlük, halk yönetimi pazarlayan modern yapıların temsilcileriydi!” Söylemlerini duymaya başlamış olmak da bir uyanışın ışığı olarak kabul edilebilir.
Halklar, İngilizlerin dünya milletlerine neler yaptığının mı farkında değildi yoksa İngiltere gerçekten böyle sadece şirin mi şirin gözüken sembolik bir kraliçeye ya da kraliyet ailesine mi sahipti de biz mi abartıyorduk! Aslında İngilizler diğer bir deyişle İngilizlerin ardındaki kraliyet yapısı kendini perde ardına gizleyen bir yapıya sahipti. Tarih sahnesine oyun kurucu olarak bin beş yüzlerden itibaren çıkmaya başlayan İngilizler o tarihten itibaren dünya milletlerinin baş belası oldular. Kendi varlıklarının devamını daha doğrusu kendi zenginliklerini oluşturabilmek ve bu zenginliğin devamını sağlayabilmeyi, başka toplumları sömürmek üzere kuran İngilizler, bunu en yakınındaki İrlanda, İskoçya ve Galler’den tutun da en uzaktaki Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada gibi topraklara kadar yaydı. Öyle ki nerede uzanabileceği bir kara parçası ya da deniz suyu görse oraya da es geçmeden çöktü. Tabi İngilizlerin bu açgözlü ve hırs dolu planlarından, en kalabalık nüfus ve kaynakların yer aldığı Doğu da en büyük nasibini aldı. Yine İngilizlerin adlandırmasıyla Ortadoğu olarak isimlendirilen coğrafyaya sahip olan Osmanlının elinden bu toprakları alarak oralara, daha doğrusu oralardaki doğal enerji kaynaklarına çökebilmeyi sömürgeci kalkınmasının en önemli görev paylaşımlarından biri olarak gördü ve Osmanlı devletini çökertebilmek için siyasi, fikri ve inançsal anlamda her türlü oyunu oynadı. Bunun içerisinde hilafetin sadece Araplara ait olması söylemini icat etmelerinden tutun da, bizi sürükledikleri laiklik bataklığından sonra aynı coğrafyalarda Türkler İslam dininden çıktı diyebilecek kadar acımasız ve müfteri bir siyasi oyun peşinde oldular. Bize demokrasi özgürlük gibi hedefler gösteren ve hilafetin demokrat bir ülkede olmasının dünya değerlerine aykırı olduğunu dikte ederek, demokratik yönetim ile saltanatın bir arada bulunamayacağını öğütleyen İngiltere, bir de baktık ki meğer monarşinin en âlâsını kendi ülkesinde uygulamakta ve aynı zamanda gerek demokratik teamüllerini gerekse kraliyet uygulamalarının bütün ritüellerini de Hristiyanlığın değer yargıları üzerine inşa ettiklerini ve bu konuda tavizsiz bir teokratik bir yapıya da sahip olduklarını gördük.
Sadece Osmanlı coğrafyası değil; coğrafi olarak İngiltere’ye uzak, medeniyet anlamında İngilizlerden çok daha eski ve nüfus bazında da İngilizlerden çok daha kalabalık olan Çin ve Hindistan da İngilizlerin bu oyunlarından nasibini aldı. Sayısal olarak kendilerinden kat be kat kalabalık olan Çinlileri, zaten her sömürge eyleminde ya karşı karşıya ya da el ele olduğu diğer büyük sömürgeci Fransızlarla beraber 19. Yüzyılın ortalarında mağlup eden İngilizler sırf ticari kazanç elde edebilmek için milyonlarca Çinliyi öldürdü. Toplumları ve devletleri sömürebilmek için sadece savaşı değil toplumları da dönüştüren İngiltere, belki de bunun en büyük örneğini sayısal olarak yine Çin gibi kendisinden kıyas bile kabul edilemeyecek büyüklükte olan Hindistan’da uyguladığını görebilmekteyiz. Zaten Bütün bu açlığın arkasında derin yapılarla iş birliği yapan kraliyet ailesi vardı ve kendi kraliyetlerinin devamı için diğerlerinin krallıkları yıkılmalıydı. Bunun için Avrupa’da da rakipsiz kalabilmek adına yaptığı kurgularla Alman, Fransız krallıklarına da acımamıştı…
Kendi varlıklarının ve sömürü düzenlerinin devamını diğer devletleri istikrarsızlaştırmakta gören İngilizlerin en önemli çalışma halkalarından biri de, başka devletleri sahipsiz bırakmak ve bir devlet zekâsından uzaklaştırmakla birlikte, aynı zamanda da o toplumun başına kendi fikriyatına bağımlı bir yönetim biçimi ihraç etmekti. Tabi ki demokrasi ile sorunumuz yok ancak sömürü zihniyetini daha kapalı toplumlarda monarşi sistemiyle de yapan Batı, daha kültür düzeyi yüksek toplumlardaki en mantıklı uygulanabilirliği belki de demokrasi kılıfına giydirilmiş bir yönetimdi. Bu manada kendine rakip olarak gördüğü veya ilerde ayağına basabileceğini düşündüğü tüm ülkelerde çeşitli sebeplerle krallıkları ve saltanat sistemini ortadan kaldırmaya çalıştı. Öyle ki bunu o ülkelerin kendi halkları ile yaptı. Buna saltanatın kaldırılmasına ön ayak olduğu Osmanlı ile beraber, krallığın ortadan kaldırıldığı Fransa ve dünyanın baş belası olan çarlık sisteminin bir devrime kurban gittiği Rusya da, dâhil. Tabi ülkelerin, İngiliz menfaatlerine karşı bir tavır içerisinde girmemeleri için, kendi iç çekişmeleri ile uğraşmalıydı. İngilizler bunun için de toplumlardaki etnik, inançsal ve düşünce ayrılıklarını kullandı. -Eğer ayrılık yoksa- ki fikirsel ayrılıkların her toplumda olması mümkün çünkü farklı fikirler aslında toplumların kalkınmasına ve gelişmesine ufuk açar. Fakat İngiliz derin zekâsı bu farklılıkları ayrıştırmak için kullandı ve bu ayrılıkları gittikçe de derinleştirdi. Eğer ayrılık yoksa da, ayrılığı inşa etti. Örneğin iki yüz yıl Hindistan’ı sömüren İngilizler burada en çok Müslümanlar ile Hindular arasındaki inanç farklılıklarını kullandı. Oysa sekiz yüz yıl boyunca Müslümanlar ve Hindular kavga etmeden yaşamışlardı. 1957’de ayrılıp giderken de sadece ülkeyi bölmekle yetinmeyip böldüğü ülkelerin içinde bile bir araya gelemeyen derin ayrılıkçı fikri ve siyasi yapılar oluşturup öyle gitti. Aslında fiziki olarak gitti ama fikir olarak gitmemişti! Zira köklü ve kadim bir medeniyet olan Hint medeniyetinin ürünü olan Hint dili yarı İngilizleşmiş ve bin yıla yakın Müslümanların idaresinde kalmasına rağmen özgürlüğünü ve dillerini kaybetmeyen Hintlilerin zihin, fikir ve dil yapıları iki yüz yılda Anglo-Hind bir yapıya dönüşmüş olarak, Hindistan’dan ayrılıyordu İngiltere.
Başka milletlere bir ve beraber olabilmeyi, aynı hedefler peşinde bir araya gelebilmeyi çok gören İngiliz aklı, İngiltere için kraliyeti kutsuyor ve dünyanın her köşesindeki idari anlayışlarını kraliyet zekâsı ile yürütüyordu. Aslında kraliçenin de yaptığı bunun devamını sağlamaktı. Ancak kadın olması ve görsel iletişimin güçlü olduğu bir dönemin ürünü olan kraliçe, medya algısı ile ve son yüzyılda perde önünde suya sabuna dokunmayan bir İngiltere görseli ile toplumlara şirin gözükmekteydi o kadar.
İnsan genetiği konusunda önde gelen bir uzman olan Harvard Üniversitesi’nden Prof. David Reich tarafından yönetilen bir ekibin, İngilizlerin kökeninin aslında Anadolu’daki Türk çiftçilerden geldiğini ortaya koymuş olması ise ilginç bir tespit. Oysa Türkler buğday tenli ve çekik gözlü bir yapıya sahiptir. Tabi evlilikler ve coğrafi yapının insan fiziği ve genetiği üzerinde yaptığı değişikliklerin İngilizler üzerinde biraz daha fazla etki etmiş yorumuna varabiliriz. Belki bu sebeple İngilizler de özgürlüğüne fazlaca düşkün ve yönetmeyi bu kadar çok seviyor diyebiliriz. Ancak İngilizlerin yönetme arzusu ile Türklerin yönetme isteği arasında çok fark var. Birisi sömürüyü esas alırken Türkler ise kalkındırmayı ve hizmeti esas alır. Ama tabi burada inançlar da devreye giriyor. Türklerin İslam’la tanışması ile zaten damarlarında var olan o ilahi olgu, İslam dini ile öylesine bütünleşmiş ki, İslam elbisesi belki de en güzel Türklere yakışmış. Yoksa salt Türk olmak değildi mesele. Genetik inanç kodlarınız da çok önemli. Zira Bulgarlar ve Macarlar da Türk kökenli toplumlar. Bakın Türk kökenli diyoruz; Türk de diyemiyoruz! Çünkü böyle bir iddiaları yok ya da bu iddia güçlü değil. Çünkü onları Türklükle birleştiren değer yargılarını, dil yapısını ve inanç kodlarını kaybetmişler. Hristiyanlaşan Macarlar ve Bulgarlar, İslam kisvesinden sıyrılınca ya da bunu hiç giyemeyince Türklük genlerinden de uzaklaşmışlar. Gelinen noktada da ne onlar Türk olduğunu savunuyor ne de başkaları onların Türk olduğunu söylüyor. Türk’e en güzel yakışan da İslam olmuş.
İşte İslam elbisesini giyen Türkler bir Kızılelma edinerek dünyaya İslam nizamını yaymaya ant içmiş bu esnada da İslam dininin önderi olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in ahlak anlayışının da temsilcileri olmuş ve bunu uzun çağlara yayılan bir medeniyete dönüştürmüşler. Muhammedî anlayışı ortadan kaldırmaya ant içmiş Batılı anlayışın önde gelen yapısı olan İngilizler ki onun da arkasında İngiliz kraliyet yapısı, İslam dinini bozmak ve yok etmek için her türlü yolu denemişler. Sadece İslam’ı değil, kendi menfaatlerine rakip olarak gördükleri ne varsa yok etmeyi mubah kabul ederek, Afrika’nın da, Uzak Doğu’nun da, Avustralya’nın da, Amerika’nın da üzerine oynamış ve onlara zorluk çıkartacak ne varsa yok etmiş, edememişse kandırmış, dönüştürmüş, sömürmüş, kullanmış ve kendi gemisini yüzdürme peşinde olmuştur.
Sonuçta müteveffa kraliçenin ya da mevcut kralın öncekilerden çok bir farkı yok. Aslında İngilizlerin kurmuş olduğu sistemde kim gelirse gelsin pek bir fark yok. Çünkü onlarda ülkeyi idare eden sistemdir ve bu sistemin görsel olarak başında kral ya da kraliçe vardır ve görevleri İngiltere’nin menfaatleridir. Yirminci ve yirmi birinci yüzyılın mevcut konjonktüründeki şirin gözükme çabaları ise mızrağı çuvala saklama ve perde arkasında durmaya çalışma çabalarından öte bir şey değildir.