Şubat’ın altısı saat dördü on yedi geçe,
Bir sarsıntı koptu derinden.
Allahu Ekber nidalarıyla feza oynadı yerinden.
Bir gecenin yarısıydı,
Uykunun en tatlı yerinde ölüme uyandığım,
Acı dolu bir bedenin içinde umuda sarıldığım…
Saniyeler içerisinde griye boyanmıştı her şey.
O yepyeni koltuklar, Tv ünitesi, berjer…
Hepsinin rengi griydi,
Oysa hepsinin bir anısı vardı, hepsinin rengarenk hatırası…
Nasıl da birer birer silinip gitmişti, Görünen tüm varlık matemi giyinmişti.
İşte şimdi hakikat gün yüzüne çıkmıştı.
Değer verdiğimiz o dünya malı bizi yine yanıltmıştı.
Kıyameti yaşıyorduk,
Soğuktu betonlar, bir hayli üşüyorduk,
Bir ışık arıyorduk, bir ses, bir yardım…
Saatler geçtikçe yokluğa karışıyorduk.
Acının rengi gri, tarifi ise imkansız..
Enkaz altında binlerce can, hayata kıyısız…
Yaşama tutunmaya çalışan masum minik bedenler,
melekler koruyordu onları, görünmez mücahitler…
Artık telaşsız saatler başlamıştı,
Fani olan bedenim ilk kez gerçeğe bu kadar yaklaşmıştı,
Ne hazırlamıştım ölümün ötesine?
Geride kalanların artık ne önemi kalmıştı?
İste bu son yolculuktu, esas olan hayata çıkmıştı davetiye…
Bir yoldu yürüdüğümüz ezelden ebede, sonuna gelmiş miydik kim bile…
Bir soru vardı Rab’den ölmeden önce ölenlere,
Fe eyne tezhebûn;
“Bu gidiş nereye?”
(6 Şubat depreminin anısına.
Allah’tan ölenlere rahmet, yakınlarına selamet dilerim.
Geçmiş olsun Türkiyem.)