Filistin’de Direniş, Seyirci Kalan Müslümanlar, Algılamanın Körlüğü ve Batı’da Dine Olan İlgi
“Ninnilerle uyutulması gereken bebeklerin nükleer gazlarla uyutulduğu(!) bir dünyada susmak, alçaklıktır!” (Sait Çamlıca)
Filistin, tarih boyunca direnişin ve mücadelenin sembolü olmuştur. Bu kutsal topraklarda, her bir taş, her bir zeytin dalı, direnişin ve özgürlüğün simgesidir. Filistin halkı, yıllardır süren zulme ve işgale karşı dimdik ayakta durarak onurlu bir direniş sergilemektedir. Bu direniş, sadece bir toprak mücadelesi değil, aynı zamanda insanlık onurunun ve adaletin savunusudur. Ancak, bu direnişin karşısında, sessiz kalan ve seyirci olan insanlıkla birlikte sessiz kalan Müslümanlar da vardır. Bu sessizlik, adeta bir vicdan muhasebesi gerektirir. Müslümanlar, kardeşlerinin yaşadığı zulme karşı sessiz kalmamalı; aksine, onların yanında durarak adaletin ve insan haklarının savunucusu olmalıdır. Filistin’deki direniş, sadece Filistin halkının değil, tüm Müslümanların insanlığın ortak davasıdır.
Algılamanın körlüğü, bu sessizliğin ardında yatan bir başka gerçektir. İnsanlar, gözlerinin önünde cereyan eden zulmü görmekten aciz hale gelmişlerdir. Medyanın ve bilgi kirliliğinin etkisiyle, gerçekleri algılamakta zorlanır hale gelmişlerdir. Bu körlük, insanları pasif bir seyirci konumuna getirir ve vicdanlarını susturuyorken kifayetsiz kalmak bu olsa gerek. Filistin’deki direnişin her bir anı, tarihe altın harflerle yazılan bir kahramanlık destanıdır. Bu destan, zulme karşı direnenlerin, adalet ve özgürlük için mücadele edenlerin hikayesidir. Ancak, bu hikâyenin bir diğer yüzü de, algılamanın körlüğü ile sessiz kalan ve seyirci olan Müslümanların vicdan muhasebesidir. Bu sessizlik ve körlük, zulmün devam etmesine ve adaletin gecikmesine neden olur.
Müslümanlar, algılamanın körlüğünü aşarak Filistin’deki direnişe destek vermeli ve zulme karşı durmalıdır. Bu destek, sadece sözde değil, aynı zamanda fiili olarak da gösterilmelidir. Filistin halkının yaşadığı zulme karşı sessiz kalmak, adeta bu zulmü onaylamak anlamına gelir. Müslümanlar, kardeşlerinin yanında durarak onların mücadelesine ortak olmalıdır. Algılamanın körlüğünü aşmak, gerçekleri görmek ve bu gerçeklere uygun hareket etmek gereklidir. Batı’da dine olan ilgi, bu bağlamda önemli bir perspektif sunar. Batı’da, özellikle son yıllarda, dine olan ilgi artmaktadır. İnsanlar, manevi bir arayış içinde, dinin sunduğu değerleri ve anlamı keşfetmeye çalışmaktadır. Bu ilgi, sadece bireysel bir arayış değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm sürecidir. Batı’da dine olan bu ilgi, Filistin’deki direnişe ve Müslümanların sessizliğine dair farkındalığını yıkılmaz imanın kalesindeki güçlü duruşa hayranlık duyarak koşmaktadır.
Sessiz kalarak, sessizliğe ortak olmamalıyız; zira çığlıkların gökyüzünde çoğalarak üstümüze çökmesine neden olacaktır, bunu unutmamak gerekir. Bir nehir gibi, sessizlik de bazen derinlerde taşkınlığa yol açar. Bu taşkınlık, insanların vicdanında yankı bulur ve sessizlik bir çığlığa sele dönüşür. Filistin’deki direnişi, algılamamanın körlüğünü ve Batı’da dine olan ilgiyi anlattığımız bu yolculukta, sessiz kalmanın etkilerini de unutmamak gerekir. Sessiz kalmak, sadece bir tepkisizlik değil, aynı zamanda zulme sessiz onay vermek anlamına gelir. Sessizlik, çığlıkların çoğalmasına, zulmün artmasına ve adaletin gecikmesine neden olur. Unutulmamalıdır ki, sessizlik bir seçimdir; bu seçim, adaletin yanında durmayı ya da zulme karşı tepkisiz kalmayı belirler. Sessiz kalmanın yükü, bir karabasan gibi insanların üzerine çöker ve çığlıkların yankısı, gökyüzünde büyüyerek toplumu sarsar. Bu nedenle, zulme karşı sesimizi yükseltmek, adaletin ve insan haklarının savunucusu olmak, her birimizin sorumluluğudur. Adalet için, insan hakları için ve vicdanlarımızın rahatlığı için sessiz kalmamalı, sesimizi duyurmalıyız. Sessiz kalmanın getirdiği yük, çığlıkların gökyüzünde yankılanarak bizi boğmasına neden olacaktır. Bu sessizliğin çığlığa dönüşmesine izin vermemeli, adaletin sesi olmalıyız.
İnsanoğlu için toprağından edilmek kadar büyük zulüm yoktur. Toprak, sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda kimliğin, kültürün ve tarihin bir parçasıdır. Bir insanın toprağından koparılması, onun köklerinden, geçmişinden ve geleceğinden koparılması demektir. Bu, insanın ruhunda derin yaralar açar ve onarılması zor bir boşluk bırakır. Toprak, insanın aidiyet duygusunun temelidir. Toprağından edilen bir insan, sadece fiziksel olarak değil, aynı zamanda ruhsal olarak da büyük bir kayıp yaşar. Bu kayıp, insanın kimliğini ve varoluşunu derinden sarsar. Toprağından koparılan insan, kendini yabancı ve köksüz hisseder. Bu his, insanın ruhunda derin bir yara açar ve bu yaranın iyileşmesi uzun zaman alır. Toprağından edilen insan, sadece fiziksel bir mekândan değil, aynı zamanda anılarından, sevdiklerinden ve geçmişinden de koparılır. Bu kopuş, insanın ruhunda derin bir boşluk hissi verir. Bu boşluk, insanın kimliğini ve varoluşunu sorgulamasına neden olur. Toprağından edilen insan, kendini yeniden bulmak ve köklerini yeniden keşfetmek için uzun bir yolculuğa çıkar, lakin kendini bulamaz. Bir insanın toprağından koparılması, ruhunda derin yaralar açar. Bu yaralar, zamanla kabuk bağlasa da asla tam anlamıyla iyileşmez. Toprağından koparılan insan, yalnızca fiziksel olarak değil, aynı zamanda ruhsal olarak da eksik kalır. Gözümüzün önünden gitmeyen manzaralar, içimizde yankılanan sesler, toprakla bağımızın ne kadar derin olduğunu gösterir. Toprağımız, çocukluğumuzun oyun alanı, gençliğimizin hayalleri ve yaşlılığımızın huzurudur. Orada attığımız her adım, içimize işleyen bir anının hatırasıdır. Sevdiklerimizle paylaştığımız anlar, yaşadığımız sevinçler ve hüzünler, toprağımıza sinmiş, onunla bütünleşmiştir. Toprağından edilen insan, bu anılardan ve bu sevgiden koparılmış demektir.
“Ne çok acı var, ne çok zalim var… Ne çok Firavun beyinli Nemrut kalıntısı var… Tüm bunların arasında, iyi ki ölüm ve cehennem var…” (İbrahim İnecik)
İbrahim İnecik’in bu sözü, insanlık tarihindeki acıların, zalimlerin ve kötülüklerin derinliğini çarpıcı bir şekilde ifade ediyor. Firavun beyinli Nemrut kalıntıları, tarihin karanlık sayfalarında yer alan zalimlerin ve tiranların sembolüdür. Bu zalimler, insanlık onurunu hiçe sayarak zulüm ve acı dolu bir miras bırakmışlardır. Ancak, bu karanlık ve acı dolu dünyada, ölüm ve cehennem, adaletin ve hesap gününün birer sembolüdür. Ölüm, her canlının kaçınılmaz sonudur ve cehennem, zalimlerin ve kötülüklerin karşılığını bulacağı yerdir. Bu düşünce, insanlara bir nebze olsun teselli verir ve adaletin er ya da geç tecelli edeceğine olan inancı pekiştirir. İnsanlık tarihindeki acıların ve zalimlerin varlığını hatırlatırken, aynı zamanda adaletin ve hesap gününün kaçınılmaz olduğunu da vurgular. Bu dünyada yaşanan zulümler ve acılar, ölüm ve cehennem ile son bulacak ve adalet yerini bulacaktır. Bu düşünce, insanlara umut ve teselli verir, zalimlerin ve kötülüklerin karşılıksız kalmayacağına olan inancı güçlendirir. Yaşasın zalimler için cehennem.