Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

İslam Fıkhının Kaideleri – 2

Kıymetli okuyucularım,

Geçen ayda başlattığımız İslam Fıkhının kaideleri (1) isimli yazımızda, fıkıh kaideleriyle ilgili bazı eserleri verirken, Fıkıh, Ahkâm, kaide, Kavâidu’l-Fıkhiyye, Usulü fıkıh / fıkıh usulü gibi bazı temel kavramları açıkladıktan sonra, Usulü fıkıh / Fıkıh usulü ile Fıkıh Kaideleri / ilkeleri arasında anlam ve fonksiyon yönüyle olan farkı zikrettik. Akabinde, fıkıh kaidelerini vazedenin kim olduğunu belirtirken, söz konusu ilmim önemi yanında hükmünü anlatırken fıkhi kaidelerin dayandığı beş büyük kaide üzerinde durduk. Fıkhî kaidelerini işlerken 10 tane kaideyi örnekleriyle birlikte izah ettik.

Bu aylık yazımızda da İslam fıkhın diğer kaidelerini silsile halinde örnekleriyle beraber açıklamaya devam edeceğiz. Günlük hayatımızda fert ve toplumsal anlamda bizleri yönlendirecek, yaşadığımız çeşitli sorunların çözülmesinde bizlere yardımcı olacak, ayrıca yargı ve fetva alanında rehber olacak olan fıkhî kaidelerin önemi azımsanmayacak derecededir. Sırasıyla kaideler devamla şöyledir:

  1. Kelâmda Aslolan Mâna-yı Hakîkîdir.

Arz edilen kelimenin delâlet ettiği hakikî manaya göre hükme varı­lır; karine olmadıkça mecâzi anlamına veya galibiyet kaidesine gö­re mana çıkarmaya gidilmez.

Örneğin,

  1. Bir kimse oğlu için bir şeyler vasiyet ederse, oğlunun oğlu yani torunu buna girmez. Çünkü kelimenin hakikî manası oğlu ifade ediyor yoksa torunu değil.
  2. Bir kişi, şu kadar malımı evlâdıma vakfettim dedikten sonra ölürse, o kişinin erkek ve kız bütün çocukları bu vasiyete girer, çünkü örfte «evlât» kelimesi umumiyetle erkek ve kız çocuk­larına delâlet etmektedir
  1. Nassın Varlığı Yanında İçtihada Cevaz Verilmez.

Bir mesele hakkında ayet veya hadiste kat’î bir beyan varsa, bu o mesele hakkında bir nas sayılacağından artık o mesele hakkında içtihada cevaz verilmez. Çünkü içtihat an­cak kesin ve sarih olmayan meselelerde şeriatın muradını arayıp bulmak için meşru kılınmıştır.

Örneğin,

  1. Hâkim, boğazlanırken besmelenin kasten terkedildiği bir hayvanın etinin satışına ve yenilmesine cevaz verecek olur­sa, hâkimin bu hükmü yerine getirilmez. Çünkü bu, şeriatın hükmüne zıttır.
  2. Yine Hâkim, davacıyla davalı arasındaki ihtilâfı halle­derken, davacı, davalıda 10000 lira alacağı olduğunu iddia edi­yor; davalı da bunu inkâr ediyorsa, Hâkim davacıya yemin, davalıya da ispat teklif ederse, böyle bir içtihadın hiç bir şer’î kıymeti yoktur. Çünkü Mütevâtir olarak gelen hadiste: “İspat iddia edene (davacıya) aittir; yemin de bunu kabul etmeyen (davalı) üzerinedir” buyurulmuştur, ki bu bir nastır. Artık buna karşı içtihada cevaz verilmez.
  1. İçtihatla Başka bir İçtihat Nakz Olunmaz.

İçtihat derecesinde olan bir müçtehidin bir me­sele hakkındaki içtihadı, diğer bir müçtehidin içtihadını boza­maz. Bu icmâ ile sabit olmuştur. Nitekim Ebû Bekir (r.a.) bazı meselelerde içtihatta bulunup hükümler vermiştir. Hz. Ömer ona o hükümlerde muhalefet etmiştir. Bunun gibi müçtehit bir mesele hakkında hüküm verir, sonra bu husustaki içtihadını değiştirecek olursa, evvelki içtihadıyla verilen hüküm bozulmaz.

  1. Meşakkat Kolaylığı Celbeder.

Bu kaidenin aslı “Allah dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi”[1] ayetidir. Güçlük kolaylığa, sıkıntı genişliğe yol açar: Darlık vaktin­de genişlik gösterilmesi gerekir. Meşakkat, bir yükümlülükteki zor durum manasına gelir. Teysir ise tahfif (hafifletme) ve teshil (kolaylaştırma) demektir. Birçok fıkhî meseleler bu asıl kaideye göre hükme bağ­lanır. Kolaylığı celbeden meşakkati hafifletme sebepleri yedidir: 1) Yolculuk, 2) Hastalık, 3) İkrah (Zorlama), 4) Bilgisizlik, 5) Unutma, 6) Umum-î belvâ 7) Eksiklik.

Söz konusu tahfifin türleri ve örnekleri şunlardır: 1) İskât (ortadan kaldırma, düşürme): Hayızlı kadının namazının düşmesi, 2) Tenkîs (eksiltme): Yolculukta namazın kısaltılması, 3) İbdal (değiştirme): Su bulunamadığında teyemmüm yaparak toprakla abdest almak, 4) Takdim ve tehir (sırayı değiştirme): Yolculukta namazı cemederek kılmak, 5) Terhis (izin verme): Uyuz hastalığında erkeklerin ipek giymesinin caiz kılınması, 6) Tağyir (şeklini değiştirme): Korku namazında namazın şeklinin değişmesi gibi…

Ruhsatlar durumuna göre vacip, mendup, mübah, mekruh veya haram olabilir.

  1. Bir İş Daralınca Genişlemeyi Celbeder.

Şöyle ki; bir işte darlık ve meşakkat görülünce, genişlik ve ruhsat gösterilir. Bazıları bu hususta şöyle bir kaide zikre­der: “Bir iş daralıp sıkışınca genişler. Bir iş fazla genişleyince de daralır”. Aslında bu kaide yukarıdaki kaideden çıkarılmıştır; fakat arada bir takım ince farklıklar bulunmaktadır.

Örneğin,

  1. Borçlu belirtilen vakitte borcunu ödeyemez de sıkıntı­ya düşerse, ona borcu ödeyebilecek kadar geniş bir müddet ve­rilir.
  2. Nafaka vermekle yükümlü tutulan kimsenin malî du­rumu bozulur; tayin edilen miktarı ödemekten âciz kalırsa, durumuna göre bir imkân tanınır.
  1. Zarara Karşı Zararla Mukabele Yoktur.

Bu kaidenin kaynağı şu hadis-i şeriftir: “Zarar ve zarara zararla karşılık vermek yoktur”.[2] Ebu Davud “Fıkıh beş hadis etrafında dönüyor.” dedikten sonra bu hadis-i şerifi zikretmiştir.[3] İbn Neccâr da şöyle der: “Bu kaideden sınırsız fıkıh kaidesi çıkar. Bu kaide belki de fıkhın yarısını kapsar. Çünkü dinî hükümler ya maslahatın celbi yahut da zararın def’i içindir. İslam’da beş zaruriyyâtın (ilkelerinin) korunması bu kaidenin altına girer”.

Zarar konusunda asıl olan hiç zarar vermemektir. Birisine zarar vermek mutlak surette haramdır. Zarar veren ilk taraf olmak da zarara zararla karşılık vermek de haramdır. Umumi olsun ya da hususi olsun, kişinin kendisine olsun başkasına olsun zarar vermesi yasaktır. O halde zarar; zarar vermeyecek bir şekilde giderilir. Yalnızca had, ta’zir ve kısas gibi, İslam’ın belirlediği meşru gerekçeler bulunursa o zaman istisna-i duruma girer.

Örneğin,

  1. Ev komşusu, kendi evinin çatısını tamir ederken biti­şiğindeki başkasına ait evin çatısını tahrip eder veya kiremitle­rini kıracak olursa, bu bir zarardır; yapılmamalıydı. Ama ka­za veya cehaletten olduğuna göre bu zarara zararla mukabele edilmez. Ancak mevcut zararın telâfisi cihetine gidilir.
  2. Umuma ait yoldan herkes geçebilir. Ancak birisinin baş­kasının geçeceğine engel olacak şekilde bir yüklü arabayı geti­rip yolun ortasına bırakması yasaktır. Bu durumda başkası da karşılık olsun diye onun yolunu kapamaz, izalesine gidilir.
  1. Zarar İzale Olunur.

Bu kaide yukarıdaki kaidenin sonucu mahiyetindedir. Çün­kü zarara zarar ile mukabele edilmeyeceğine göre, mevcut za­rarı gidermek gerektir. Yâni kişi kardeşine ne başlangıçta zarar verir ne de onun zararına kar­şılık bir zarar verir…

Fıkhın birçok babları bu kaide üzerine kurulmuştur: Ayıplı malı reddetmek, pişmanlık, kısas, hudut, kefaret v.s. alanlarında olduğu gibi..

Örneğin,

Zarar mümkünse aynen giderilir, değilse karşılığı ödettirilerek gi­derilmesi gerekir.

  1. Zor ve zulümle alınan bir malın, aynen muhafaza edili­yorsa aynı şekilde sahibine iade ettirilir; bu surette, o malı zorla zim­metine geçiren, “ben onun kıymetini vereyim” Aynısı muhafaza edilmiyorsa, yâni telef olmuş, misli varsa misliyle, yoksa kıymetiyle ödenir.
  2. Üzerine su bırakmak suretiyle tahrip edilip kullanılmaz hale getirilen bir tarlada, zararı misliyle ödemek mümkün ol­madığından bedelini ödeme cihetine gidilir.
  1. Zaruretler Mahzurlu Olan Şeyleri Mubah Kılar.

İslam’da zaruretler tahdit edilmiştir. Haramla karşı kar­şıya gelen kimse bu tehdit çerçevesine giriyorsa, onu ihtiyaç nispetinde kullanabilir; aksi halde caiz değildir. Bu kaidenin kaynağı şu ayet-i kerimedir: “Allah, yemek zorunda kaldıklarınız dışında size neleri haram kıldığını tek tek açıklamıştır”.[4] Aynı şekilde hacet de mekruh olan şeyleri mübah kılar.

Örneğin,

  1. Kıtlık yıllarında, ölmüş bir hayvanın etinden başka yi­yecek bir şey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa, ölmeyecek kadar o etten yiyebilir. Bunun gibi, susuzluktan ölüm tehlikesiyle karşılaşırsa, ölmeyecek ka­dar şarap içebilir.
  2. Silâh veya ölüm tehdidiyle küfre zorlanan kim­se, kalben mü ‘min olduğu halde dinden çıkaran elfâz-ı küfürden birini söyleyebilir. Yada bir kimse, başkaları tarafından tehdit ve zorlama ile diğer bir kimsenin ma­lını telef etse, bu işe zorlanan kimse mesul tutulmaz. Çünkü arada zorlama vardır; zarurî olarak bu yola tevessü! edilmiştir.
  3. Açlıktan ölüm tehlikesi geçiren kimse, başkasına ait olup sahibinin müsaadesini almadan ileride bedelini öde­mek niyetiyle malından ölmeyecek kadar alıp yiyebilir.
  1. Zaruretler Kendi Miktarınca Takdir Olunur.

Bu kaide yukarıdaki kaidenin tamamlayıcısı mahiyetinde­dir. İşaret edildiği gibi, zarurî bir sebeple mubah olan şey ancak zaruret miktarınca mubah olur; fazlası mubah olmaz. Çün­kü haramı mubah kılan cevaz sebebi, zaruret miktarıyla kalk­mış olur; fazlası ise zaruretiz alınmış olur.

Örneğin,

  1. Soğuktan donmak üzere bulunan bir kimse, tehlikeyi atlatacak miktarda başkasına ait odun veya yakıttan ileride bedelini ödemek niyetiyle kullanabilir; fazlası ise haramdır.
  2. Susuzluktan ölmek üzere olan kişinin sadece ölmeyecek kadar şarap içebilmesi gibi, daha fazlası haramdır.
  1. Zaruretler Başkalarının Hakkını İptal Etmez.

Bu kaide zaruretler, haramları mubah kılar kaidesini açıklar ma­hiyettedir. Aç kalıp ölüm derecesine gelen bir kimse, başkası­na ait ekmekten yiyecek olursa, bilâhare onun kıymetini öde­mesi gerekir. Çünkü o ekmekten yemesi her ne kadar zarurî ise de bu zaruret başkasının hakkını iptal etmez. Bu bakım­dan yer ve fakat bedelini öder.

  1. Bir Özür İçin Caiz Olan Şey, O Özrün Kalkmasıyla Zail Olur.

Önce caiz olmayan, fakat bir özürden dolayı caiz olan şey, mevcut özrün ortadan kalkmasıyla hükümsüz kalır.

Örneğin,

  1. Vücudundaki bir hastalıktan dolayı su kullanamayan kimse, bu özründen dolayı teyemmüm eder. Ama mevcut has­talığın giderilmesiyle özür kalkmış olacağından artık su ile abdest alınır; teyemmüm edilmez. Bunun gibi suyu kullanmaya sıhhati müsait olmakla be­raber su bulamayan kimse bu özründen dolayı teyemmüm eder. Su bulununca da teyemmüm hükümsüz kalır.
  2. Şahitlik üzerine şahitlik: Asıl şahit hasta olur veya se­ferde bulunursa, bir özre mebni şehâdet üzerine şehâdet caiz olur. Ancak asıl olan şahit iyileşir veya seferden dönerse, o zaman fer’in yâni asıl olmayan şahidin şehadeti geçersiz olur.
  1. Mefsedeyi Defetmek, Menfaatı Celbetmekten Evlâdır.

Bir nesnede hem zarar hem de fayda birleşecek olursa, o fayda için mevcut zarar irtikâp edilmez. Bu bakımdan zararı defetmek evlâ olur.

Örneğin,

  1. Cünüplükten dolayı kadına gusül gerektiğinde erkekle­rin göremeyeceği bir yer bulamazsa yıkanmak için guslü gecik­tirir. Çünkü yıkanmak faydalıysa da erkeklerin bir kadını çıp­lak görmesi uygun değildir.
  2. Bir kimse mülkinde istediği gibi tasarruf edebilir, baş­kasına zarar vermediği müddetçe. O halde mülkinde tasarrufundan dolayı başkasına açıktan açığa zarar verecek olursa, bu tasarruftan menedilir.
  1. Alınması Yasak (Haram) Olan Şeyin Verilmesi de Yasaktır.

Bir şeyin alınması haram kılınmışsa, o takdirde verilme­si de haramdır.

  1. Rüşvet almak haram olunca, vermek de ha­ram sayılmıştır.
  2. Ribâ (fayız) almak haramdır; o halde vermek de ha­ram kılınmıştır.

Bunlar gibi daha birçok örnekler bulunmaktadır.

  1. Kullanılması Yasak Olan Şeyin İstenmesi de Yasaktır.

Örneğin,

  1. Uyuşturucu madde kullanmak haramdır. O halde bu maddenin kullanılmasını istemek de haramdır.
  2. Adam öldürme fiili haramdır; başkasının bunu işleme­sini istemek de haramdır.
  3. Zina etmek haramdır; o halde başkasının da zina işle­mesini istemek haram addedilmiştir.
  1. Âdet Muhakkemdir (Bağlayıcıdır):

Örf ve âdet, umumun yararına ise, muteberdir. Bu kaidenin kaynağı “Sen af yolunu tut, iyiliği emret”.[5] ayet-i kerimesi ve “Müslümanların güzel gördüğü şey Allah kadında da güzel, kötü gördüğü şey Allah kadında da kötüdür”.[6] hadis-i şerifidir.

Âdet, kelime olarak bir şeyin dönüp dönüp tekrar etmesi, alışkanlık haline gelmesi anlamına gelir. Örf kelimesinin eş anlamlısıdır. Örf kelimesinin manasının daha hususi olduğunu söyleyenler olmuşsa da bu lafzi bir tartışmadan ibarettir. Muhakkem ise “tahkim” yani bir şeyi hakem kılma manasına gelir. Bu kaide örf ve adetin fıkıh usulünde delil olarak kullanılabileceği anlamını taşır. İbn Nüceym şöyle der: “Birçok meselede örf ve âdet dikkate alınır. Öyle ki o da bir kaynak kılınmıştır”.[7] Hakikatler şu üç manaya hamledilir: Şer’î, lugavî ve örfi. Bunlar arasında bir çatışma olduğunda önce şer’î olan, sonra lugavî olan, sonra da örfî olan tercih edilir.

Örneğin,

  1. Birisi: “Vallahi ayağımı falan adamın evine koymam” diye yemin ederse, bundan o eve girmeyeceği manası anlaşılır. Çünkü bu tabir âdet hâline gelmiştir. Sadece ayağını koymak manası ise âdete uygun değildir.
  2. Bir işte çalıştırmak üzere tutulan amele, aralarında hu­susî bir anlaşma yapılmamışsa O beldede işçi sınıfının kaç saat çalışması âdet ise o da o kadar çalışır.
  1. Nassın Kullanımı Bir Hüccettir Ki, Onunla Amel Vaciptir.

Bu kaide, yukarıdaki kaidenin açıklaması veyahut mütem­mimi mahiyetindedir. Halkın bir meselede hakkındaki örf ve âdeti, nasların zahirine muhalif değilse delil olarak ka­bul edilir. Çünkü fıkıhta birçok meselelerde örf ve âdete rücu’ edilir;

Örneğin,

  1. Akar suyun haddi ve miktarı, halkın bu husustaki te­lâkkisine göre tayin edilir, ya da talakta, nikâhta kullanılan lafızlar farklı toplumlarda farklılık gösterebilir.
  2. Örneğin, bir şeyin ölçüye ve tartıya girdiği nas ile sabit olmuşsa artık o şey hakkında nassın örf ve âdetine itibar edilmez. Şöyle ki: Buğday ve arpa ölçeğe, altın ve gümüşün tar­tıya girdiği meşhur hadîs-i şeriflerle sabit olmuştur. O halde halkın bu nassın hilâfına olan örf ve âdetine itibar edilmez.
  1. Zamanın Değişmesiyle Ahkamın Değişmesi İnkâr Olunmaz.

Bu kaide örf ve âdete dayanan hükümler hakkındadır; yoksa iki ana kaynağın temel hükümleriyle ilgili değildir.

Örneğin,

  1. Camilerin kapısının daima cemaate açık bulundurul­ması hem sünnet hem de içinde kıymetli eşya bulunmadığın­da sünnet idi, bulunduğu zaman içerisinde iyi görülen bir âdete dönüştü. Ancak hırsızlık olayları tehlikeli bir hal alınca, namaz vakitleri dışın­da kapanmasına cevaz verilmiştir.
  2. Bir beldede câmi-i şerife gönderilen mum yakıldıktan sonra geriye kalan yarısını veya üçte birini o camiin imam ve müezzininin alıp kendi ihtiyacında kullanması âdet olduğu hal­de, sonraları cami ’ye getirilen mum ve sair aydınlatma araçları sadece cami’ de kullanılır, kaydına bağlanıyorsa, o takdirde imam ve müezzin, o aydınlatmayı getiren kimseden izin almadan onu kendi ihtiyacında kullanamaz. Ancak günümüz şartlarında bu tür aydınlatma masraflarını cemaatin yaptığı yardımlarla karşılanmaktadır.

Sonuç olarak bu aylık yazımızda 17 fıkhî kaide zikredilmiş, söz konusu kaidelerin açıklaması yapılarak daha kolay anlaşılabilmesi için günlük olayların çözümünde örnekler sunulmuştur.


[1] Hac suresi, 78.
[2] Bu hadis-i şerifi Malik, Ahmed b. Hanbel, İbn Mâce, Dârekutnî, Hâkim ve diğerleri Mürsel olarak rivayet etmiştir. İmam Nevevî bu hadisin hasen olduğunu söyler. Ebu Amr b. Salah da şöyle demiştir: “Bu hadisi Dârekutnî birçok vecihle rivayet etmiştir. Bu vecihler bir araya getirildiğinde hadis-i şerifi güçlendirir ve hasen kılar. Birçok ilim ehli bu hadisi kabul etmişler ve delil olarak kullanmışlardır. Ebu Davud da bu hadisin fıkıhta çok kullanılmasının zayıf olmadığına bir işaret olduğunu söyler.” Bkz. İbn Receb, s. 287.
[3] Bu beş hadis: “Ameller niyetlere göredir.”, “Helaller bellidir, haramlar bellidir.”, “Zarar ve zarara zararla karşılık vermek yoktur.”, “Size yasakladığım şeylerden kaçının.” ve “Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.”. Bkz. Suyûtî, s.9
[4] En’âm suresi, 119.
[5] Arâf suresi, 199.
[6] Hâkim ve Zehebi Abdullah b. Mesud’dan mevkuf olarak rivayet edilen bu hadis-i şerifin sahih bir isnatla geldiğini söylerler. Alâ’î: “Hadis kitaplarında onu merfû olarak bulamadım. Çokça aradığım hâlde zayıf senetle geldiğini de görmedim. Bu, Abdullah b. Mesud’un mevkuf sözüdür” Ayrıca bkz. Suyutî, s. 89, Aclunî, II, 245.
[7] Bkz. İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, s. 36.

Exit mobile version