Ön hazırlık
Büyük bir yolculuğun arefesindeyiz. Var oluşumuzun, verdiğimiz ahdin, yaptığımız sözleşmenin, attığımız ilk adımın, işlediğimiz günahın, ettiğimiz tevbenin zamanına ve mekânına gideceğiz. Farklı iletişim imkânları ile tanıdığımız, bildiğimiz, duyduğumuz ve ibadetlerimizle hissetmeye çalıştığımız ortama doğru yönelişteyiz. Ziyaret… Her an yakın olduğun veya uzak düştüğün varlığa bir mekân üzerinden ulaşma hissi. Giderken yanımıza neler aldık? Nasıl bir hediye götürüyoruz? O’na zaten bildiği ama arz-ı hal etmekten de geri duramayacağımız hangi dertlerimizi, sitemlerimizi, beklentilerimizi sunacağız? Ya o bizi nasıl karşılayacak? Hangi yüzle bakacağız? Sorduğunda hayat pratiğimizin unsurlarını ve yönelimlerini ne diyeceğiz? Yeryüzündeki fitnenin ortadan kalkması için neler yaptığımızı sorsa ne cevap vereceğiz? Ya ortak koştuklarımız… Onları ne yapacağız? Bizi yalnız bırakmıyorlar. Huzura vardığımızda bunların yanınızda ne işi var derse ne cevap vereceğiz? Gidiyoruz ancak başımız eğik, gözlerimizin feri sönmüş, nefsimiz aklımızla işbirliği halinde tapınılacak yeni ilahlar çıkarma derdinde… Kalbimiz kaybettiği sırrını görme peşinde, kulaklarımız bizi bu kuyudan çıkaracak bir sesi duyma derdinde… Yola çıkmışız… Kavuşma anı çok yakın…
Huzurda
İnsan, kul, resul, nebi, baba, devlet başkanı, ordu komutanı, yargıç, komşu, dost, tacir Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ziyaret ediyoruz. Hayatın her boyutuna ilişkin örneklik taşıyan bir mücadelenin sahibi… Fıtratımızda, aklımızda, kalbimizde düşündüklerimizi, inandıklarımızı nasıl yaşayacağımıza dair şüphe ve arayışların cevabı olan bir örneklik… Mescidine giriyoruz… Sanki bir köşede oturmuş bizi bekliyor… Bir yandan hoş geldiniz derken, diğer yandan neden bu kadar geç kaldınız? diyerek sitem ediyor. Her misafirine yaptığı gibi yer açıyor… Çevresinde farklı farklı köylerden, mahallelerden, illerden, ülkelerden insanlar oturmuş. Hepsini teker teker dinliyor, hasbihal ediyor. Anlat diyor… Kendinden, ailenden, mahallenden, şehrinden bahset buyuruyor… Benim bıraktığım miras ne durumda? Allah’tan başka ilahlaşanlara karşı tutumunuz nasıl? İnsanların ruhsal ve yaşamsal krizler için neler yapıyorsunuz? Dini hayatın bütüne değil de sadece ritüellerle sınırlı bir alana neden hapsediyorsunuz? Yeryüzündeki fitne ortadan kaldırmak için neden mücadele etmiyorsunuz? Benim ümmetim neden ihtilaflarını rahmete değil de zulme dönüştürüyor? Neden insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimseler değilsiniz? İnsanlığın umudu olan bir ümmet değilsiniz? Ayaklarım altına aldığım kavmiyetçilikleri, kabilecilikleri, cemaatçilikleri, mezhepçilikleri sürdürüyorsunuz? Soruyor… Soruyor… Soruyor… Cevap vermeye çalışıyorsun ama nafile… O kadar açık var ki savunulacak hiçbir tarafımız yok… Diller lal oluyor… Başlar eğik… Gönüller kırık… Akıl tıkanık…
Geçmiş ve Şimdi Arasındaki Köprü
Zihin gördüğü objeler, işittiği sesler ve düşündüğü bilgilerle geçmiş ile şimdi arasında köprü kurmaya çalışıyor. Öyle bir boşluk oluşmuş ki gidip gelmekten korkuyoruz. Her sokak, mekan, dağ, köşe, direk, duvar bir şeylere şahitlik etmiş. Tablo zihinde canlanıyor. Geçmişe gittiğimizde dönmüyoruz, geldiğimizde unutuyoruz. Onlarca çeşit kaynaklardan öğrendiğimiz peygamber ile zihnimizde- kalbimizde yaşattığımız peygamber arasında korkunç uçurum var. Efsane, mitoloji, masallar, illüzyona boğulmuş kafa ile sahici bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Bir odalık ev… Birkaç eşya… Yanı başında mescit… Çevresinde tanımaya çalışanlar, iman edenler, öğrenciler… Tarihi yeniden inşa eden bir elçinin, devlet başkanının yeri yokluklar ülkesi… Ama akli- kalbi ve vicdani olarak büyük diriliş hareketini burada tamamladığını da biliyoruz. Anlamıyoruz, hissetmiyoruz. Bu devrim, dönüşüm, değişim, hareket nasıl oldu? Zor bir iş anlamak. Anlamak işimize gelmiyor çünkü. Anlamak yaşamayı zorunlu kılıyor. Bunun yerine geçmişi kendi zaman ve mekânına hapsederek bize en az sorumluluk yükleyecek bir karşılaşma ile yüzümüzü çeviriyoruz. Peygamber sevgisi edebiyatıyla gerçeklikten yüz çeviriyoruz. Onun yerine Medine dilencileri gibi el açıyoruz. Hazıra konmaya çalışıyoruz. Yabancılaşmışız. Artık mekânında olarak mesafeleri de kaldırdık ancak tanışmaktan, dertleşmekten, sorumluluk almaktan, yüzleşmekten korkuyoruz.
Diriler Mezarlığı
Seher vakti… Ölü dirileri ziyaret vakti… Güne başlamadan sonlanmaya az kalmış ömrümüzde bizden önce gidenlerle buluşma var. Cennet’ül Baki kabristanı. Mescid- i Nebevi’nin yanı başında… Şehrin tam ortasında… Sade, sessiz, şuurlu… İnsanlar ve güvercinler onların ziyaretçileri… Mezar taşları isimsiz, sınıfsız ve tanımsız… Yaşamlarındaki konum ve sıfatlarını taşıyacaklarını düşünen, ölüme yabancı bir tanımlama yok. Sınıfına, maddi imkânlarına, bürokratik konumuna dair hiçbir iz yok. İzlerini yaşarken bırakmıştı. İlk haldeki gibi… Başuçlarında bir taş… Ve toprak, toprak, toprak… Bu şehirde başka bir mezarlık yok. Ölen herkes buraya defnediliyor. Toplanma yeri… Yaşarken insanlık tarihinin en parlak destanlarını yazanlar yaratıldıkları ilk günkü gibi dönmüşler yurtlarına… Başuçlarında taşlar baş gibi her geleni selamlıyor, hasbihal ediyor… Bu isimsiz taşlar her an yeni gelecek misafirlerini beklemekteler. Buraya gömülmüş ve gömülmekte olanlar tek bir hikâyede birleşiyor: İnsan. Ölümü düşünmenin sinir bozucu, hayattan kopuk bir hal olduğunu düşünenlere inat hemen yanı başındaki yoğun hareketlilik yanı başında dönüş yerini bildiriveriyor, doğrultuveriyor insanı, uykudan uyandırıveriyor. Esen rüzgârın ölü mezarlarından kaldırdığı tozlar Mescid- i Nebevi, şehir ve insanların üzerine doğru taşınıyor. İnsanların üzerine gelen her toz zerreciği kendi mezarının ilk toprağı oluyor. Cennet bahçesinin tozları cennetleşecek yeni topraklara doğru yol alıyor.
Mescid Evler: Mescid- i Haram ve Mescid- i Nebevi
Evler ve mescitler… Evlerimizi mescit kılabilmek… Mescide yüklenilen tüm fonksiyonları evlerimize yükleyebilmek… İçinde Allah’ın adı anılan, insanların buluştuğu, vahyin hayata, zamana ve mekâna ilişkin müdahalelerinin öğrenildiği ve uygulandığı, sorunların çözümü için dertleştiği, zulmün- haksızlıkların ortadan kalkması için el birliği edinildiği, nikâhların kıyıldığı, nasihatlerin edildiği, ortak aklı ve vicdan etrafında buluşulduğu, başka devlet ve toplumlara çıkış yolları için öneriler yapıldığı, insanlar arası eşitsizliklerin giderildiği, ihtilafların adalet temelinde giderildiği, fitnelerin teşhis edildiği ve tedavi için çalışma yapıldığı… Hayatın dirildiği ve her daim yeniden düzenlendiği yer… İken… Bugün hiçbir eyleme, çalışmaya, paylaşıma, istişareye, uyarıya, dirilişe izin verilmeyen mescitlere dönüşmüş… Muhammed’in bıraktığı mirasın ve işlevlerin çok ötesinde… Hakimiyeti elinde bulunduranların konumunu güçlendirmeyi, meşrulaştırmayı, sürdürmeyi misyon olarak yüklenilmiş mescitlere dönüşmüş. Zamanın dışına değil zamanın ruhunu şekillendirdiler. İnsanlığın kendini yeniden keşf ettiği ve inşa ettiği merkezler oldular.
İnsanlığın atası Âdem bir ev yaptı. Dört köşeli ve kübik. Taşlardan yapılmış. Barınacak, yurtlanacak, korunacak, çoğalacak. Bu evde fıtratın sesi hâkim olacak. Bu evde huzur olacak. Bu evde adalet olacak. Bu evde âlemin yaratıcısı ve düzenleyicisine ibadet edilecek. Değerler inşa edilecek ve yayılacak. Günahlardan arınılacak. Kapı dostlara açık olacak, misafir edinilecek. İnsanın evi dinin yaşam imkânı bulduğu ev oldu. Bu evden yayıldı dünyaya mesajlar, nesiller… Zaman içinde bu evin içinde hâkim kılınan ilkeler yozlaştı. Evin duvarlarının yıkılması gibi dağıldı. İzleri belirsiz hale geldi. Yeryüzünün farklı yerlerine dağılan insanlar ilk evlerini unutmadılar. Burası hep kurmak istedikleri evlerin ve toplumların modeli oldu. Allah yeryüzünün her yerine dağılmış insanlara bu evi örnek gösterdi. Bu evin inşa edildiği ilkeleri yaşatacak evler- mescidler kurmalarını istedi. Yine insanın yönünü şaşırdığı, kendini kaybettiği, arzın zalimlerin hüküm ve hâkimiyetleri altında olduğu dönemde İbrahim ve İsmail tekrar bu evin temellerini bularak inşa ettiler. Dağılan, kaybolan, boğulan insanlığa örnekliğini tekrar göstermeliydi. İnsanın evini Allah kendi evi edindi. İnsanın mücadelesini kendi mücadelesi saydı. Ev mescid kılındı. Örnek insan, örnek toplum, örnek mücadele ile insanın arayışlarına cevap verdi. Hz. Muhammed mesajını yaymak yeni yurtlar aramaktaydı. Bu yurt Medine oldu. Medine’de ilk iş mescid inşa etmek oldu. Evi mescid ile bitişik halde mücadelesine devam etmekteydi. Mescidi el birliği ile yaptılar, genişlettiler.
Mescidler hayatın akışının yönlendirildiği merkezler oldu.
Mescidlerde Bilal- i Habeşi’nin haleflerinin sesi yankılanacak. Arzda ve semada… Evde ve sokakta… Dağda ve çölde… Otellerin sıcak duvarlarında… Ve kalplerde…
Kardeşlerim…
Merhaba kardeşlerim… Siyah, beyaz, esmer, doğu, batı, kuzey, güney, çocuk, erkek, kadın, yaşlı, genç… Diller, ırklar, coğrafyalar farklı farklı… Bütün sıfatlardan soyunmuş halde bir olanda buluşmak üzerek birleştiğimiz kardeşlerim… Atalarımızın bizim için inşa ettiği yerdeyiz… Buradan dağılmıştık dünyaya, burada buluşuyoruz. Her birimiz farklı şartlar, imkânlar ve durumlardan geldik… Yöneticilerin Müslüman olduğunu iddia ettiği ancak bizi kendilerine kullaştırmaya çalıştıkları yerlerden geldik. Yaşamaya çalıştığımız dinin teori ve pratiğinden kopuk halde yola çıktık. Her an bir patlamanın olduğu ve nice masum canları aldığı kan, gözyaşı, işkence ve zulümlerin hâkim olduğu şehirlerdeniz. Atalar dinin ritüellerini Allah’ın dini yerine koyularak yaşandığı cehaletin boy gezdiği ülkelerden geldik. Cevap veremediğimiz, karşılık bulamadığımız ve direnemediğimiz yeni medeniyetin kaotik, bozguncu, sömürgeci, parçacı karakterine teslim olmuş ailelerinden geldik. İnsanlığın elimizden ve dilimizden emin olmadığı bir hayat karakterinden geldik. Aynı kıbleye yönelenlerin birbirlerini boğazladığı, fitne ve fesadın alabildiğine çoğaldığı toplumlardan geldik. Yoksulların, mahrumların, ezilmişlerin görülmediği, dışlandığı saklandığı metropollerden geldik. İnanç ve ideallerini bir yana bırakıp towerlerde yeni sınıfsal kimliğini kuşanıp müstekbirleşen dindarların semtlerinden geldik. Yurtlarından çıkarılmış mültecilerin bir gün eve dönmek ümidiyle çıkarken yanlarına aldıkları anahtarların toplandığı ve artık onların evsiz, yersiz, yurtsuz olarak acı ve ızdıraplarını kuşanarak yaşadıkları topraklardan geldik. Mescid üzerine bina edilmiş dinin müntesipleri olarak artık mescidlerin ancak hâkim gücü elinde bulunduranların konumunu ve hâkimiyetini sürdürmek için dini afyonlaştırarak insanlara sunulduğu merkezlere dönüştüğü, onların rahatsız etmeyecek bir anlam yapısına büründürüldüğü coğrafyalardan geldik. Dini anlama, yaşama ve anlatma görevini oluşturulan din sınıflarına verilerek, dini kurumsallaştırarak akıldan, kalpten, zamandan, mekândan, sokaktan, ticaretten çekilerek şekillendiği yerlerden geldik.
Kardeşlerim… Merhaba… Tanışalım, konuşalım, dertleşelim… Ama ama ama… Kardeşlerim… Ne kadar da birbirimize yabancılaşmışız… Yan yanayız… ama birbirimizden en kadar ayrıyız… Konuşamıyoruz, anlaşamıyoruz… Dilimiz lal olmuş… Gönül dilimiz körelmiş… Şu anda yan yana mescitte, Kabe’de huzurdayız ama gönüllerimiz bir değil… Döndüğümüzde mezheplerimiz için kim bilir birbirimize karşı savaşacağız… aynı kıbledeyiz ama ortak bir irade ve söz beyan edemiyoruz… Saf saf dizilmişiz ama düşman göründüğünde kaçacak delik arıyoruz… Aynı elbiseyi giyiyoruz ama mescidten çıkınca kendi sınıfsal kimliğimizin gereklerine uyuyoruz. Hep beraber Kâbe’nin gölgesinde Allah’ı birliyoruz ama zihnimizdeki, kalbimizdeki ilahlara dokunmuyoruz. Tavafta aynı yöne doğru iyilik yolunda hareket ediyoruz ama şehrimizde, ülkelerimizde birbirimizi unutuyoruz. Allah bizi kardeş kılmış, üstünlüğü sorumluluklarımıza sahip çıkmakla ölçeceğini bildirmiş ama birbirimizi ırkımıza, bölgemize, mezhebimize, zenginliğimize, dilimize göre değer veriyor ve seviyoruz. Kurtuluş bildirgemizi okuyoruz ama diğer insanlara ulaştırmak için kılımızı kıpırdatmıyoruz…
Arafat’ta son elçinin, son hutbesini dinliyoruz, kabul ediyoruz ama o sözü oracıkta yere bırakıveriyoruz.
Devletler Müslümanların tanışmasını- konuşmasını- paylaşmasını tehlikeli buluyorlar. Kâbe’de insanların birbirleriyle iletişim imkânlarını genişletip kolaylaştırma hedefiyle bir yapılanma oluşturma gayreti bulunmamaktadır. Aksine gerek Suud yönetimi gerekse de ülkelerin organizasyon yetkilileri Müslümanlar arası diyalog zemini oluşmasını engellemek her yol denenmektedir. Ferdi veya ulus düzeyinde gerçekleşen buluşma yerine ümmet- kardeşlik merkezli yeni bir dayanışma ortamı oluşturulmamıştır.
Vahyin Oluşumuna Tanıklık etmek
Vahyin inişinden bahsedilir hep. Buna oluş demek daha doğru olur. İnsanın yürüyüşü, arayışı, tepkisi, algılayışına göre vahiy bir yön, arınma, inşa çabasının ürünüdür. Son Peygamberin vefatından bu yana geçen yıllar zamanı eskitemiyor. Her daim taze ve diri bir halde yaşanan gerçeklik üzerinden mesaj vermeye devam ediyor. Mekânlar bu büyük mücadelenin en büyük tanıkları… Yaşadığı zamana yabancılaşmayan bir insan… Düşünüyor, sorguluyor, yorumluyor… Değişmeyen hakikatin vicdani dirilişi cevap veriyor. Hira’da oluşumun ilk habercisinden ilk sözleri işitiyor. Şehre dönüyor, insanlığa dönüyor, ailesine dönüyor… Ev’i yeniden inşa etmek istiyor. Girişine izin verilmiyor. O da kendi evini, Erkam’ın evini merkez ediniyor. Oku’yor… Safa tepesine çıkıyor… Sokağa yöneliyor… Yani haykırıyor, anlatıyor, konuşuyor insanlara… Mekke dışında gidebileceği şehirlere yöneliyor. Taif ilk durağı. Taif’in üzüm bahçeleri ayaklarından akan kana şahitlik ediyor. İnananları adaletli yöneticilerden olan Necaşi’nin ülkesi Habeşistan’a yönlendiriyor. Ve Medineli dostları… Mekke vadisinin taş kalpli insanları yüreklerinden yeni pınarların akmasını istemiyorlar. Yeni bir şehire hicret… Sevr dağı bağrını açmış yolcularını bekliyor. Çöller ve kayalıklar yeni çıkış için yola çıkmış olan tebliğciye yol gösteriyor. Medine… Münbit topraklar, münbit insanlar… Barış dili yeni bir rüzgar estiriyor; yıllar yılı kan, zulüm, ahlaksızlık, kavganın eksik olmadığı topraklarda… bu topraklara ayak basar basmaz hemen ilk mescid inşası gerçekleşiyor: Kuba Mescidi. Şehre yöneliyor, şehrin kalbine ilk önce yine mekânını inşa ediyor: Mescid- i Nebevi. Bedir kuyuları, Uhud Dağı ve koruyucu Hendek’ler… Ülkeler arası ıslah çalışmaları; Tebuk Seferi ve Mute Savaşı… geri dönüşe ilk adım; Hudeybiye. Ve fetih… Çevreye yöneliş; Huneyn. Tarihin kalbine dönüş… Tamamlanmış görev… Son söz; Arafat’ta Veda Hutbesi… Zaman ve mekan tükenmiyor… Yenilenerek, yeni yaratılışla varlığını sürdürüyor. Her mekândaki bulunuş kendi hikâyemize çeviriyor yüzümüzü. Hatırlanan tarih ile ne kadarda çok özdeşleşmişiz. Değişmeyen imtihanın öğeleri hep aynı kalmaya devam ediyor. Vahyin oluşumunu mekânların izini sürerek yeniden tanımlamaya çalışıyoruz. Her bir mekân büyük bir anlatıcı gibi üzerine yüklenmiş emaneti, hatırayı, dostlarını tekrar tekrar anlatıyor. Evler, Dağlar, Ovalar, Vadiler, Şehirler, Sokaklar, Çöller, Taşlar ve Mezarlıklar büyük anlatıcılara dönüşüyor.
Duaların Dili
Harem bölgesine hareket ederken, girerken, çıkarken, bulunurken, namaz kılarken, tavaf ve Sa’y yaparken bütün diller duaya durur. Yakarışlar, bağışlanma dileği, mağfiret isteği gelecek için belirlenen hedefler duaların öznesidir. Mana âlemindeki düşünceler ve hisler burada maddeleşir. Teoriden çıkar, pratiğe dönüşür. Dua; kul ile sahib arasındaki mukaveledir. Rabbi ile yaptığı bir sohbettir, diyalogdur, paylaşımdır, dertleşmedir. Tek yönlü istek listesi değildir. Ümmet dua etme iradesini yitirmiş durumdadır. Ezber dualar, koro dualar, senfonik dualar… Edebi dille ifadesi güzel ama kalp yankısı olmayan dualar… Yitirilen benlikten bencilliğe çıkarak sadece dünyevi beklenti ve hedefler için yapılan dualar… Rehberler ve hocaların kelime kelime tekrarlatıp durduğu dualar… Dua kitapları ellerinde çoğu kez ne anlama geldiğini bilmediği sözleri yakarılıp durulan dualar… Pazarlık yapılmış gibi yapılan her duanın kabul olunduğunu düşünerek aklının hafsalanın almadığı her türlü dileği ifade eden dualar… İçinde mazlumların, yoksulların, mahrumların isimlerinin geçmediği dualar… Telefon rehberine bakılarak veya defterlere yazılan listelerle sipariş edilen dualar… Kur’an-ı Kerim’in hiçbir yerinde ifade edilmeyen vaadler kullar kendi nezdlerinde bazı içtihatlara dayanarak burada her duanın kabul edildiği inancıyla aldandığı dualar eder durur. Dua edildiğinde kabul edilen sözler yığını değildir. Öncelikle dua eden kişinin vicdanından sökülen, kalbinden hissedilen, aklın onaylayarak Rabbinden büyük bir tevazu ve mahcubiyet içinde ifade ettiği sorumluluklar bütünüdür. Dua; talep edilen şeyleri elde etmek için nefesini tüketeceğine, gerçekleştirmek için ter, kan ve gözyaşı dökeceğine söz vererek bir var oluş çığlığıdır. Bu çığlığa Allah’ın elini koymasını istemektir. Yoksa sadece dillerden gönüllere inmeyen, ezber kelimelerle sırf Arapça dili ile olduğu için edilen, ne söylerse kabul edileceğine inanılan, temeli dünyevi çıkar ve menfaatleri gözeten, çalıntı ve ezber sözlerle edilen dualar insanın var oluş mayasına bir şey katmaz. Müslümanların zilletini şimdi daha iyi anlıyorum. Müslümanlar henüz duaların dilini keşf etmemiş. Allah’a ulaşan dualar henüz edilmemiş. Dua’nın şerefi yerlere düşürülmüş, ucuzlatılmış ve anlamından soyutlanmıştır. Dua’nın ruhu keşfedilene kadar bu zillet devam edecek gibi gözüküyor.