Vaktin çıkmasına çok az kalmıştı. Şadırvana doğru koştum, alelacele abdest aldım. Caminin kapısı aralık, minarenin yanında üst kata çıkan bir merdiven vardı. Kimseye görünmeden namaz için çıktım merdivenlerden. Ahşap taburenin üzerindeki seccadeyi serdim, zeminin halısı namaza uygun döşenmişti fakat ben o seccadede namaza durmayı daha çok seviyordum. Gül kokuyordu çünkü, miski amber gibi .O kokuyu daha çok duyabilmek için dakikalarca secdede durdum. Bedenimdeki ağırlık koşar adımla ruhumdan ayrılıyor gibiydi. Kuş gibi hafiflediğimi hissettim bir anda doğruldum. Gözlerim mahcubiyetini akıttı seccadeye. Eğdim başımı, kaldıramadım. Bir el belirdi omzumda. Sonra naif bir ses…
“İyi misin?” diye sordu. Duydum ama duymazlıktan geldim. Konuşmaya mecalim yoktu ki. Ne konuşacaktım. Hem, sesimin kemikleri kırık bilmiyorlar mıydı?
Cevap vermeden hemen kalktım, hızlıca uzaklaştım camiden. Sahile vardığımda nefes nefese kalmıştım. Sair vakitlerde de gelir muhasebe ederdim kendim ile. Konuşurdum en yakın dostum olan benliğimle. İyi gelirdi öyle iyi gelirdi ki…
Fakat bu kez soruları ben yöneltemedim kendime. Mikrofonu sahil almıştı. Kendimi duruşma salonunda sorguya tabi tutulan mahkûm gibi hissediyordum. Sahilde beni kollayacak kimseler yoktu öyle yalnız hissettim ki kendimi. Bir an ellerime kelepçe vurulacak kör karanlığa atılacak gibi. Öylesine yalnız öylesine çaresiz…
Karşıda bir konteyner gemisi belirdi, hafif adımlarla kulaç atıyordu denize, yaklaştı karaya, tüm yükünü boşalttı limana. Hafiflemiş olacak ki bir heybet vuku buldu üzerinde. Doğruldu olağan gücü ile, maviliğe doğru süzüldü. İmrendim… Sonra gönül dağının kalburla güneş taşıyan amcasının kurduğu cümle düştü hatırıma: “Herkes bir hüzün taşır yüreğinde ve herkesin boğazında yutkunamadığı bir yumrusu vardır.” Defalarca tekrar ettim cümleyi, ezber yapan bir hafız edasıyla. Hafızama kazınsın silinmesin istedim. Şu dünyada aciz olanın bir tek ben olmadığımı, bâki olmayan bir alemin dertlerinin de bâki kalmayacağını unutmamak için.Yalnızca kendimin imtihana tabi tutulmadığını defalarca haykırdım.
Kaldırdım başımı gökyüzü seyrettim. Kâf Suresi 16. Ayeti haykırıyordu semâ: “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şah damarından daha yakınız.”
Utandım. Eğdim başımı, kendimi öylesine yalnız ve çaresiz hissettiğim için kızdım nefsime.
Dedim ki: ”Rabbim beni nefsin bana olan kininden kurtar. Özür dilerim seni kırdıysam, af buyur ya Rab dünyaya meylettiğim için. Sana daha yakın olabilmek senin razı olacağın şekilde ayet ayet yaşat, olur da dara düşersem unutmaya yüz tutarsam izin verme olur mu?” Binler hamd varlığına…
İmtihanın başım gözüm üstüne ya Rab! Lütfun da hoş kahrın da…