Günümüzde muhafazakar insanın en temel endişesi, dış alemin cezbediciliği ile iç alemin hakikatleri arasındaki gerilim olduğu olgusudur. İç alem, mutlak bir hakikatin yolunda erdemli bir hayatı kılavuz edinirken, dış alemin ona bunun pek de mümkün olmadığını fısıldar. Muhafazakar hayatın mitolojisi, bireyin kendinden vazgeçişi ve özgecilik üzerine kuruludur. Maddeye ve dünyaya tamahkar olmak kınanırken insanın bu kainat yolculuğunda mutlak aynı zamanda kendi benliğini de aşan bir hakikatin arayıcısı olması beklenir. İnsan mekan ve zamanı aşan bir tutkunun peşinden koşar. Öyle ki, tüm kıssa ve misaller insanın mutlak hakikatini anlatır.
Peki nasıl olur da kendini muhafazakar olarak tanımlayan insanlar, şu sayılı dünya gününde maddi alemin tuzaklarına aldanarak erdemli yaşantısından vazgeçer?
Burada ‘meşrulaştırma’ yani halk tabiriyle, “minareyi çalan kılıfını hazırlar” ifadesi ve savunma mekanizması devreye girer. İnsan kendini hakikatin bizzat tecellisi olarak gördüğünde arzularına kılıf bulmaya başlar. Öyle ki ona göre hakikat kendisinde tecelli etmişse yaptığı her şey, söylediği her söz aynı zamanda hakikatin pırıltısıdır da. İnsanın “havf ve reca” yani “korku ve ümit” arasında olması gerekirken, kendini korkudan münezzeh görmesi, tamamlanmış bir varlık olarak görmesi aldanışta olduğunun göstergesidir. Eğer insan Allah’ın sözünün kendi içindeki yolculuğunu bitirdiği ve kendisini kutsadığı gibi bir yanılsamaya düşerse, o kutsal amaç için her yolu kendisine mubah görebilir. Oysa muhafazakarlığı var eden, bizzat insanın kendi nefsini ve edimlerini sürekli bir sorgulamaya tâbi tutabilmesi, korku ve ümit arasında yaşadığı sürekli gelen gerilimdir.
Dünya metasının gelip geçici olduğunu, maddi olan her şeyin zevale doğru gittiğini ve fani olduğunu ruhunun tüm hücrelerinde hissetmeyen bir insan, kendisini nasıl muhafazakar olarak tanımlayabilir?
Hayatı bir huşu ve haşyet duygusu ile karşılamayan insan, muhafazakarlığın alameti olarak neyi gösterebilir?
Muhafazakar olduğunu söyleyip ahlakın yolundan çıkan kimse mutlaka bir şüphe tarafından kemiriliyor demektir. Şüphelerim en yakıcısı, en azap vericisi ve bir kez insanı fethettikten sonra bütün kişiliğini değiştiren, “ruhu şeytana satan” şüphe; “Ya öbür dünya yoksa? Ya benim muhafazakarlığım boş bir kuruntudan ibaretse?” Elimden kayıp giden bu hayat, bütün lezzetleriyle benim olmadığı gibi hiçbir zaman benim olamayacaksa?
Bu anlamda modernleşme, dünyevileşmenin ta kendisidir. Dünyadan sadece kendi arzularının tatminini istemek, insanın arzularıyla savaşan bir iç dünyadan arzuyu doyuran bir dış dünya serabına çıkışıdır. Allah’ın olmadığı bir yerde büyük bir sorumluluktan kurtuluştur. Oysa Kur’an “kendini sorgulayan nefs” i över. Kim ki inanmak yolunda eksiksiz mükemmel hisseddiyor, o tanrısallık iddiasındadır. Kötülük denen illet, yeryüzünde kendilerini farkında olmadan tanrı olarak gören, gizli ve açıktan şirke girmiş kimseler tarafından yayılır. Kötülük bizzat tanrılık taslıyana yerleşir. O yüzden sufiler, “Nefsi elinde kar gibi erimeyen kişinin dini, nefsinin elinde kar gibi erir” diye öğütlemişlerdir.
Şimdi kendi nefsimiz için söylenecek en hakiki söz şu ayete karşılık geliyor;
“Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah’tan bağışlanma dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur.” (Nisa Suresi / 110. Ayet)