Site icon İslam & İslamiyet – Kevser.Org

Muhammed (s.a.v.) Üzülmesin

Çehresinde mahcubiyet ve endişeye karışık bir öfke… Silüeti karşıki dağa yansımış, öyle dehşetli bir gölge sarmış ki dört bir yanını. Gölgenin karasından gözlerinin buğusu çözülmüyor. Bir yolunun olduğunu biliyor, yürümesi gerektiğinin farkında fakat nereye yürüyeceğini bilmiyor. Yükü ne, neler taşıyacak omuzlarına idrak edemiyor. Üzerinde bulunduğu toprak yabancı ona tanışmış değiller henüz. Etrafını çevreleyen envai çeşit çiçek var fakat göremiyor, kokusunu duyamıyor baharın, ırmağın coşkusunu işitemiyor. Değmiyor elleri Fırat’ın o buz kesen suyuna. Dicle’nin fırtınası vurmuyor ki yüreğine serinlensin de kendine gelsin. Uzuvları kayıp gibi hiç dil öğrenmemiş, hiç bir dili konuşamayacak kadar bedbaht. Darağacına asılsa selâsını kendi okuyacak kadar kansız…

O kim? Bilmiyorum.

Ben, sen, biz onlar…

Bu ahvale tüm kişi zamirleri düşmüştür elbette. Hayat işte her türlü imtihana gark oluyor en ağırına da tabi tutuluyor ademoğlu. Hiç bir yükü kaldıramayacak sanıyor. Oysaki yaradan kaldıramayacağı yükü vermezdi ki en çok da hüzünlü kalbi severdi, kimselere gitmesin bir bana gelsin der kıskanırdı. Sevdiğini imtihan ederdi en çok da sevdikleri gözyaşı dökmemiş miydi hem.

Olanda var bir hayır teslimiyetini mensi eden, var iken şükrünü eda etmeyen, yok iken şekvayı hemraz edinen, açıkçası kâinat fihristesini açmaya üşenen tabiri caizse çiğ süt emmiş ademoğlu!!! Ah mı denir? Yok yok vah edilir! Ama biz Af diyelim halimize. Dileyelim niyaz edelim ki nefsin bizi esir edişinden halâs olalım. Bir muvaffakiyetimiz olsun. Yarın mahşerde çehremize gölge vurmasın.

Yetmedi mi şekvalarımız, dizimizi dövüşlerimiz, yetinmeyi bilmeyen bencilliğimiz. Birbirimizi anlamayışlarımız, işitmekten geri duyduğumuz çığlıklar. Halil İbrahim sofrasında Hucurat ayetini yok sayışımız. İnci mercana benzetilen hanımların zamanı gelince yerine getiririm deyip Nisa ayetine baş kaldırışları. Bakara suresi 275. ayet “Allah ve Resulüne savaş açmayın” diye ikaz ederken, isyan bayrağını çekişleri. Hâşâ!

Evet haşa! Ama icraatimiz nerede? Sözde müslümanız!

Miracın hediyesini oldukça basit görüyor miracı bilmeyen ademoğlu. Bir gün eda ederim deyip üzerindeki farzı yok sayıyor. Yarın ölecek belki, belki de bunu okurken şimdi…

Taif’de taşlanan, mübarek çehresi kan revan içinde kalan, secdede başına deve işkembesi dökülmesine rağmen kalbinde öfke zuhur etmeyen, açlıktan mübarek dizini midesine dayayıp tokluk hissi veren, günlerce buğday ekmeği yiyemeyen ocağında ateş tütmeyen, yamalı hırkalı, sürme gözlü, tek göz kerpiç evin sahibinin ümmetiydik hani?!

Sahi, kimin ümmetindensin? Denilince, göğsümüzü gererek “MUHAMMED” (s.a.v.) diyebiliyor muyuz? Onun gibi yaşıyor onu örnek alıyor muyuz, hangi dava için bunca acılara katlandı biliyor muyuz, ümmetim diye ağlayan Muhammed’i (s.a.v.) düşlüyor ona olan özlemimizden sol yanımızda bir dağ çatlıyor mu yerinden? Heybemiz nelerle dolu, dökülse cam kırıkları mı can kırığı mı kaplayacak toprağı?

“FE EYNE TEZHEBUN” ayeti yankılandığında, mahcubiyetimiz tartılırsa mizânda, kendini bilmeyen gibi olursa ahvalimiz. Yarın sırat-i mustakimde mahcubiyetimiz değil, yaradana olan muştumuz vursun yüzümüze. Pişmanlıklarından ağlayan değil sevdasına kavuşan maşukun sevinci olsun yüreğimizde.
Düzelelim, düzeltelim. Silkelenelim, kendimize gelelim!

Muhammed (s.a.v.) üzülmesin!

Yazmış olduklarım evvela kendi nefsime, sonra heybesine hisse katmak isteyenlere ithafendir.

Vesselam…

Exit mobile version