Dört yılda bir düzenlenen olimpiyatların bu seferki Paris ayağı, tam da küreselcilerin istediği anlamda organize edildi. Yıllardır toplumlar üzerinde denedikleri olumsuz dönüşüm projelerini, bu sefer olimpiyatları da kullanarak gözümüze sokmaya çalıştılar.
Örneğin, kadınları döve döve finale yükselen, hatta şampiyon olan ve yüzüne ilk bakışta “Erkek değil mi bu ya?” diye düşündüğümüz Cezayirli boksörün, ameliyatla kadın olduğunu öğrendiğimizde “Bu haksızlık değil mi?” diye düşündük. Bir kadının, erkek gücü taşıyan ve aslında erkek olan biriyle dövüşemeyeceğini ileri sürerek daha maçın başında çekilen İtalyan kadın boksörün ağlayışlarına ve sessiz çığlıklarına ise kimse kulak asmadı. Çünkü küresel olimpiyat komitesi belli ki başka türlü düşünmekte. Aynı durum, aslında erkek olduğu ifade edilen ve yine kadınlarla dövüşen Tayvanlı boksör için de geçerliydi, ancak kimse umursamadı. Hani o kadın hakları vs. diye ortalığı yıkan kadın derneklerinden hiç ses çıkmadı.
Çıkmaz, çünkü onlar da en az o sporcular kadar küresel projelerin bir parçası.
Zaten olimpiyatların daha açılışında, erkeğe dönüşmüş kadınlar ve kadına dönüşmüş erkeklerin ön plana çıktığı ahlaksız planlamalar ile karşılaşan seyirci daha baştan “Ne oluyoruz?” dedi. Ahlak dışı görsellerin dışında, yetmedi; İsa peygamberin İncil kaynaklarına göre varlığı ifade edilen ve Leonardo Da Vinci tarafından resme dökülen son akşam yemeği olgusuyla bile dalga geçerek, Hristiyanlık teolojisiyle alay ettiler.
Bu tabloya dair yorumlanacak pek çok şey var; ancak ben bunun en çok da şişman zenci kadın görüntüsüyle İsa a.s.’ı ve Hristiyan teolojisini yalnızca tüketen, işe yaramaz, dalga geçilesi bir yapı olarak vurgulamaya çalıştıklarını düşünüyorum. Önündeki meyve tabağından ise kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan renkli ve tuhaf bir insan tipinin olması, İsa’nın toplumundaki değişimi ve dönüşümü ortaya koymaya çalıştıklarını varsayıyorum.
Aslında, şeytanın askeri konumundaki küresel zihniyet, her alana sızdıklarını ve her sahada etkin olduklarını dünyaya gösterdiler. Zira Katar’daki dünya şampiyonasında da Araplar üzerinden mesaj vererek Müslümanlar üzerindeki dönüşüme dair de mesajlar vermişlerdi.
Dahası, Allah’ın lanetlediği bu anlayışı yaygınlaştırmak suretiyle genel ahlak anlayışına savaş açtıklarını, bütün inançları tiye aldıklarını ve insanlığı yok oluşa doğru götürdüklerini mesajlarla verdiler.
Fransızların, tarihe bakmadan neredeyse kendilerini en kadim milletlerden biri olarak ilan etme duygusu olimpiyatlarda da kendisini gösterdi. Güya atın üzerinde giden yüzsüz şövalye ile Fransa’nın büyük tarihini resmetmeye çalıştıklarını, TRT spikeri sürekli tekrar etti. Ancak ne Fransa’nın öyle büyük bir tarihi vardı, ne de atın üzerindeki şövalye Fransa’yı temsil ediyordu. Oysa görsel bildiğiniz satanizm ve paganizm sembollerinden ibaretti.
Evet, Fransa Avrupa’nın eski devletlerindendir. Hatta Osmanlı Devleti’nde, Fransa’dan yola çıkarak Avrupa için zaman zaman “Frenkistan” tanımı kullanılmıştır. Tabi Osmanlı’da bu tanım, bireyde “Frenk,” toplumsal itibarla “Frenkistan” ifadesi, aynı zamanda “kafir ve kafirler” kavramlarının da karşılığı olmuştur. Örneğin, zaman zaman “kafir” veya halk dilindeki “gavur” kelimesi yerine “Frenk,” hatta çok şiddetli İslam düşmanlarına “Efrenk” kelimesi kullanılmıştır. İşte Avrupa’dan bize intikal eden alışkanlıklara yine merkeze Fransa alınarak “alafranga,” yani Fransız usulü veya daha geniş manada Avrupa usulü üzere olan denilmiştir.
Bununla birlikte, Fransa’da yüz yılda, iki yüz yılda bir hanedanlar değişmiş; hatta kendi krallarını, kraliçelerini asmışlar. Fransa defalarca işgale uğramış, yeniden kurulmuş ve en son sancılı iç ve dış kargaşaların ardından cumhuriyete geçiş yapmışlar. Fakat hiçbir Fransız, her kurulan devlette ya da bu geçişlerde biz yeni bir devletiz dememiş ve hâlâ Fransa’nın en az iki bin yıllık bir devlet olduğu öğretilir.
Ne kadar manidar, değil mi?
Üstelik başka milletlere de kendilerinden türediklerini iddia edebilecek kadar da tarihi çarpıtmışlar. Örneğin, işgal edip zulmettikleri, kan döktükleri Cezayir’de yaptıkları tarih araştırmalarında, Cezayirlilerin atasının “France” adında bir kadın olduğunu, sözde buldukları mağara resimleri ile ileri sürerek, genel itibarıyla Müslüman, Arap ve Berberi olan Kuzey Afrika-Cezayir toplumunun dahi tarihini kendilerine bağlamaya çalışmışlar.
Buradan yola çıkarak, Fransa’nın da içinde bulunduğu küresel yapının oluşturmaya çalıştığı cinsiyetsiz toplum düşüncesinde, Fransa’nın kanlı ve fitne dolu ellerini bir türlü çekmediği Müslüman Cezayir coğrafyasından bir boksörü kullanmak istemedikleri de ne malum diye düşünmek de mümkün açıkçası.
Nihayetinde küresel yapı için algı, reklam ve PR çalışması çok mühim. Çünkü ahlak, etik vs. gibi özellikleri yok. Amaçları da bütün değer yargılarını yok etmek zaten.
Kendimize gelince, kırk yıl sonra ilk defa altın madalyasız dönülen bir olimpiyat olmuş. Zaten dönüşün nasıl olacağı, gidişten belliydi. Belki de tarihin en kalabalık olimpiyat kafilesinin, Nazi Almanya’sının sabun yapmak üzere fabrikalara gönderdiği Yahudilere giydirdiği kamuflajlara benzeyen, kime benzediği belli olmayan gevşek kıyafetlerden belliydi zaten sonuçların da gevşekliği.
Her devlet-millet, bu uluslararası organizasyona kendi öz kültürüne ait kıyafetlerle gelirken, yüz yıldır batıya dönse batılı olamayan, doğuya dönse batı özentisi sebebiyle doğuyu beğenmeyen elitler sebebiyle kendimize özgü bir kıyafetle olimpiyatlara katılmamış olmamız, bir kimlik erozyonunun yanında aynı zamanda bir özgüven problemi olarak da dikkat çekti.
Oysa Osmanlı’nın son yıllarında Amerika’ya güreş organizasyonu için giden iki güreşçimizin, bugün fotoğraflara yansıyan siluetlerini görünce, o asil, vakur, erdemli ve bizi yansıtan güçlü duruştan, bizi zerre kadar yansıtmayan pijama benzeri gevşek duruşa nasıl geçiş yaptığımızı da sorgulamalıyız.
Bu, kendi değerlerine güvenmeyen ve bunlardan utanç duyan anlayış, gümüş madalya almasına rağmen hareketi ile olimpiyatlara damga vuran Yusuf Dikeç’in, annesi ile verdiği fotoğrafta bile kendini göstermedi mi? Sırf Yusuf Dikeç’in annesi başörtülü olduğu için “Aman Avrupa’ya rezil olduk” diyerek kendi ülkesinin değerleri ile çatışmak, başka hangi ülkede vardır? İzah edilebilir mi?
Edilemez, zira bu kitle ve bu en basit tabirle hastalıklı ve kompleksli anlayışa sahip insanlar sadece bizim ülkemizde var.
İşte her olayda olduğu gibi, altın madalya alamayışımızı sorgulamak yerine sporcunun annesinin başörtüsü ile uğraşmak gibi bir bayağılık sebebiyle olayların derinlemesine analizi ülkemizde hiçbir zaman yapılamayıp, hep kısır tartışmaların ortasında kalmaktayız.
Örneğin, ülkemizdeki her başarılı sporcunun acı ile dolu bir geçmişi olması bir tesadüf müdür?
Demek ki bu manada tam organize bir çalışma mevzubahis olmadığı ortadadır.
Devletin özellikle son yıllarda yaptığı atılımlarla çok iyi spor tesislerine sahip olunmasına rağmen, sporcu başarısının aynı düzlemde gitmemesi, bu alanın da çok iyi irdelenerek sağlıklı ve planlı bir sportif düzene ihtiyaç olduğunu, başarının da ancak bu şekilde gelebileceğini gösteriyor.
Örneğin, Çin 1998 yılında, 2008 olimpiyatlarını aldığı gün, okullarda büyük bir spor çalışması başlattı. Henüz 7-8, hatta daha küçük yaştaki çocukları, 10 yıl sonra kendi ülkesinde yapılacak olan olimpiyatlara büyük bir itina ile ve programla hazırlayarak, ilk defa bir olimpiyatta ABD’nin önüne geçen ülke oldu. Üstelik aynı çocuklar ve onların ardından devam ettirdikleri sistematik anlayış ile bu başarıyı sonraki olimpiyatlarda da kalıcı hale getirdi.
Bu olimpiyatlarda aldıkları madalyalar ile dikkat çeken Türk cumhuriyetlerinin uyguladığı sistemi de gözden geçirdiğimizde, okullarda beden eğitimi derslerinin branşlaşma üzerine yapıldığını ve her öğrencinin istidadına göre daha ilkokuldan itibaren eğitim hayatı boyunca aynı spor alanında devam ederek, o alanda iyi birer sporcu olmalarının yolunun çizildiğini öğrenmiş olduk.
Bu vesile ile ülkemizde de örneğin bizim çocukluğumuzdaki “at topu oynayalım” seviyesinin ilerisine geçilerek, daha iyi bir beden eğitimi dersi geliştirilmeye çalışılmış olsa da bu istikrarlı ve istidatlı çalışma olmadıkça, sportif başarılarımız saman alevi gibi olmaya mahkûm kalır.
Oysa bir devlet, her şeyi ile başka milletleri etkileyen bir medeniyet olabilir.
Her konuda örnek almaya muhtaç olduğumuz Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) de gelişimi, istikrarı tek bir cümle ile özetleyerek “İki günü eşit olan bizden değildir” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2/276) buyurmuştur. Haliyle gelişim dediğimiz şey, bugün dünden iyi, yarın bugünden iyi olmakla mümkündür. Öyleyse geleceği her gün üst üste koyacak şekilde planlamak lazım.
Sanat alanlarımızı yeniden sorgulayarak öze dönüş yaşamamız gerektiği gibi, sportif sahaların her alanında da her branş bazında sistematik şekilde ilerlenen, planlı, düzenli ve istikrarlı bir yapı oluşturmalıyız.
Ancak bu sayede istikrarlı bir başarı ile başka milletleri de etkileyen, daima büyük bir devlet oluruz.
Sağlıcakla kalın.