Unutmakla malul olan insanlarız.
Ramazan; birçok kavramı zihnimize çağrıştırırdı daha çok. Gün geçmiyor ki, etrafımdaki insanlardan “Sahura kalkmıyoruz, akşamdan yiyip yatıyoruz” cümlesini çokça duymaya başladım. Ramazan; gelmesiyle Müslümanları sevindiren bir ibadet olmasıyla birlikte zorlukları olan bir yanı da var. İçinde; oruç, iftar, sahur, imsak, hatim, mukabele, teravih, teheccüt, sadaka, zekat, davet gibi kavramları barındıran birçok hem sosyal, hem de bireysel boyutu olan çok yönlü bir ibadet.
Her bir kavramı başlı başına İslam’ın sembollerinden.
Fakat oruçla ilgili kavramların içleri zamanla, belki modern zamanların yoğun mesaisi belki algı yönetimindeki farklılıklar sebebiyle boşaltılmış gibi görünüyor.
Oruç; içindeki gelenekleriyle de sürdürülebilir, heyecan duyularak yaşanabilir tekrar. Eski ramazanlar diye diye maziye nazire yaptığımız ramazanlar gibi.
Canlı ve duyduğumuzda yataktan fırladığımız davul sesleri, yan komşudan gelen sesler, kapıların pencerelerin, ışıkların kontrolü, “Kalkmışlar mı, aman uyuyup kalmasınlar” endişesi ile mahallenin kolaçan edilmesi gibi.
Büyük şehirler, asansörlü yüksek ve bahçesiz evler, samimiyetsiz ve iletişimsiz komşularla yaşanmıyor aslında kavramların bir çoğu.
Suçlamak istersek bir çok bahanenin ardından kendimizi çok masum bir zemine rahatça oturtabiliriz sanki.
Benim gibi; sahura kalkılmamasından, konu komşu akrabayı, aşırı gösterişten uzak sofralara samimi davet etmemekten, dışarılarda buluşmalara razı olmaya zorlamaktan, iftarlarda yapılan yemeklerin konu komşuya da tattırmaktan vazgeçilmesinden, teravih namazını “Nasılsa sünnet kılmazsak da olur” gevşekliğinden rahatsız olan kaç kişi kaldı merak ediyorum?
İçi de dışı da boşaltılmaması, içindeki toplumsal bağları kuvvetlendiren yanıyla da kaim olması gereken bir ay ramazan ve oruçla ilgili kavramlar.
Farziyeti zaten nasla sabit, bunu hepimiz biliyoruz. Fakat hayecanı yok. Yenilerde genç annelerin daha dikkatli olduklarını ve çocuk odalarını ramazanın gelişiyle süsleyererk unutulmaz şölenlere dönüştürmeleri güzel bir hareket.
Ramazan en çok ta “Empati” kelimesiyle yanyana gelmesi gereken bir teslimiyet taşıyor içinde. Sosyal yapımızdaki farklılkları eşitleyen, halleriyle halleştiren, emir ve yasak arasındaki ince çizgideki git gel ve derin bir nefis mücadelesinin farkına varmayı söylüyor bize.
Elimizi uzatttığmızda ulaşabileceğimiz ama saatlerle sınırlı yasaklanmış hazlarımıza gem vurmanın, irade terbiyesiyle yakın ilişkisi, hayatımızın diğer zamanlarında da yasaklara karşı bir direnç provasını kuvvetlendiriyor.
İçinden geçtiğimiz zaman diliminin üzerimizdeki ağır duygusal baskısı, bir yanı yıkık, biraz enkaz bir ruh haliyle, hüzünlü karşılattırdı ramazanı bize. Değil mi ki, kardeşlerimizin yokluğu, yoksunluğu, açlığı, tokluğu nimetlerin farkına vardırıyordu bize.
Bazı kararlar aldırdı belki de çoğumuza. Evde çok çeşitli yemekler yapmamak, israf ve gösterişten uzaklaşmak, tertemiz evlerimize obsesif bir ramazan temizliği gibi bir safsatayla başlamamak- sanki ramazana kadar hiç temizlik yapmıyormuşuz gibi- hatalarımızla yüzleşebilmek, farkettiklerimizi terketmek, yerine ikame ibadetler koyma mücadelesi gibi.
Yenilenmenin ve geçen zamanın oldukça zalim bir şekilde bizi terkettiğinin farkında olmalı.
Hatırlıyorum; çocukluğumun ramazanları inanılmaz güzeldi. Sahura hepimiz oruç tutalım- tutmayalım büyük sevinçle kalkar sofranın etrafına dizilirdik. İlla bir gariban misafirimiz olurdu. İftar sahur farketmezdi. Hele o camiye güle oynaya teravihlere gidip, teyzelerin seccadelerini sererek parsellediği her yerden kaldırılıp kendimize kıkırdayarak yer seçtiğimiz zamanlar ne güzeldi. Biz çocuklar mutlaka camiye giderdik, şimdiki gibi çoğunluk yaşlı değildi cami cemaatinin.
Gündüzleri başka bir heyecan. Genç, yaşlı teyzeler elinde Kur’an’ı, başında beyaz oyalı tülbentleriyle nerde mukabele varsa oraya koşarlardı. Bütün mahalle kadınlarının bir araya gelmesi çok sevinçli ve mutlu zamanlara sebep olurdu. Mahallenin biraz hali vakti yerinde olanları evlerini açar, iyi hocaları çağırır evlerinde ağırlarlardı, nasıl zevkliydi bu toplanmalar…
İftarında da, sahurunda da neredeyse mahalle kadınları aynı ocağın başında yardımlaşarak katmerler, börekler, çorbalar, tatlılar yaparlar ya birlikte veya herkes evine götürüp yerlerdi.
Hatırlar sorulur, ihtiyaçlar giderilir, hastalar ziyaret edilir, büyükler her daim aranır sorulurdu. Ramazan adeta bir ahlak polisi gibi, ya da turnusol kağıdı gibi insanın kalitesini ortaya çıkarır ve test eder, kontrol mekanizması gibi işlerdi.
Yine unutulmakta olan ve yeniden gündeme alınması gereken oldukça pedogojik bir adet vardı ki, babam bize çok defalar uygulamıştır. Ne sevimli, olumlu bir terbiye alıştırma metodu idi.
Altı yedi yaşlarından itibaren küçük çocuklara tekne orucu denen bir oruç tutturulurdu. Yani; sahura kaldırılır öğlene kadar tutar, sonra evin büyüğü bu orucu parasını vererek satın alır, çocuk orucunu bozardı. Böyle böyle severek oruç tutmanın hazzına sahip olur ve bazende tam gün tutar zor olmadığını bizzat müşahede etmiş olurdu. Parası da tuttuğu saate göre değişirdi.
Bu güzel metodun şimdilerde de uygulanması, psikolojik olarak tedricilik kuralına da çok uygun olacağından tekrar gündeme gelmesi ne güzel olur. Ben de kendi çocuklarıma uyguladım, başarı oranı yüksek bir uygulama olduğunu söylemeliyim.
Bir çocuk yüreği heyecanıyla karşıladığımız ramazanlarımız olmalı. Acısı, üzüntüsü bizim de acımız üzüntümüz olan kardeşlerimizin varlığını unutmadan.
Önce kendimize sonra çevremize, sonra ümmeti Muhammed’e dua ve iyi temennilerimiz olmalı. Kötü alışkanlıklarımızdan vazgeçebildiğimiz, dilimizi tutup, gönlümüzü açtığımız, iyilikleri huy edindiğimiz çabalarımız olmalı. Reyyan kapısının müdavimleri ve o kapıyı zorlayanlar olmalıyız.