Susmaya ant içmiş bir faninin kafa kâğıdını taşıyordu cepkeninde. Ve takındığı kimlik ile var olmanın zoraki mücadelesi içerisindeydi. Çevresinde işaret dilini bilen kimse olmadığından mütevellit, kısa da olsa yüreğinin tozunu süpürmek için mikrofona doğrulmuştu. Sesi yankılanır korkusu kaplamıştı kalbini. Fakat sonu ne olursa olsun, siteminin arkasına sığınıp konuşması gerektiğini haykırıyordu sema. Ve cesaretini toplayıp şu cümleleri kurdu:
“Geçmişi yâd etmeyi pek sevmesem de, değer verdiğim yılların arşivini arada karıştırmak bana benliğimi silkeletiyor. Geçmişin çoğu vaktini gözü buğulu anımsıyorum. Ne dikenler bırakmışım ardımda, sol yanımda duruyor hâlâ izleri! Şu diye hitap cümlesi kurmak istemediğim yakınlardandı tokatlarım. Bağrıma bastığım, gözümden sakındıklarımdan.
Sırtıma bıçakla vurdular, yarama pansumanı ben bastım. Kanayan yerim ağrımasına, doğrulmaya takatim olmamasına rağmen çabaladım yıllarca. Mecburmuşum gibi! Sahi, ben neye, ne için mecburdum?
Kana bulanan gözlerimin hesabını kim verecek şimdi? Hangi mahkeme yargılayacak? Hangi hâkim tokmağı vuracak kafalarına!
Arşivin en ağır tozunu üç nokta diye adlandırmıştım…
Üç nokta…
Ona bir etiket bulamamış, dünyaya dair hiçbir kelimeyi layık göremediğim için isim koyamamıştım.
Dünyadaki tüm ansiklopediler incelense, fihristeler sıralansa dize dize, yine de onu tamamlayacak tek bir kelime bulamayacağımdan o kadar emindim ki?!
Şairin adına türkü dillendirdiği Mihriban’ının tasavvuru gibiydi ona büyüttüğüm duygular. Evet, çok büyütmüşüm gözümde, hayallerimde, ve en acısı da hakikatte!
Öyle ki, yürüdüğüm yolda gözlerim kimselere değmesin diye taşı toprağı sayardım, ya günaha düşersem diye. Bakmaya dursun gözbebeklerim, zindan ederdim o gözü kendime.
Bu duyguya ilk kez teslim olmuş ve teslim oluşun mahcubiyetinin altında eziliyordum. Ayıp mıydı, günah mıydı bu duyguları beslemek? Hayır! Günah olsa kalbe düşmezdi ki. Bu duyguyu yaradan, sol yanın ağrısını en iyi bilendi. Tek pürüz, faniye beslenilen duygunun baki sevgiden uzaklaştırmasıydı. Ve bu müthiş korkunç bir olguydu!
Öyle kapatmıştım ki kendimi içime. İçim bile taşıyamamıştı benliğimi. Omuzlarımın çöküklüğünü hiçbir doktor doğrultamamış, asık suratımı hiçbir hikâye güldürememişti. Gülüşlerim hep şakacıktandı. Tabiri caizse yalandan ibaretti! Ve o günden sonra insana dair bir yanlışa daha ortak olmuştum.
İyi huylarımın beni yavaş yavaş terk edişi canımı acıtıyordu. Gitmeyin, kalın diyemiyordum. Sesim çıkmıyordu! Oysa konuşkan, güleç kişiliğe sahip biriydim. Yüreğimde taşıdığım imanımın feyzini kaybetme korkusu içerisindeydim.
Rızkımı temin için öğretmen kimliğini taşıyordum dünya hayatında. Türkçe öğretmenliği yapıyordum. Öğrencilerime gözlerimin içi hiç gülmedi, gülemedi! Onlara gerçek bir tebessüm borçluydum, biliyorum. Onlar öğrenci sıfatı ile değil, sol yanımda evlat kimliği ile var olmalı; bir anne şefkati ile sımsıkı sarılıp onların varlığı ile hayata dönmeliydim.
İnsan, imtihan için gönderilmişti bu geçici yurda. İmtihan olmasa, kulluk vazifemin farkında olamayacak, sanki sebepsiz gelmiş gibi heybemi dolduramadan gidecektim. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır? Aman Yarabbi!
Hüzün mümine yakışmaz buyurdun, biliyorum Rabb’im. Benim hüznüm isyan değil, imtihanıma sitem değil. Suretime hüzün değdiren kullarındı. Onlar yüreğimi çok incittiler. Kimseleri tanımak istemedim sonra. Yunus’un inzivaya çekildiği gibi kalabalıklar içerisinde hirama çekildim. Gizli gizli akıttım gözyaşımı. Görürlerse yanan ışığımı tüttürmesinler diye. Hz. Ali (r.a.) buyurmuştu ya hani; insanları tanıyan yalnızlaşır, diye. Ben de o vaziyetteyim Rabb’im. Yapayalnız hissediyorum benliğimi dünya hayatında. Bu çoğu kez korkutuyor beni. Ama sana sığınınca geçiyor duyduğum korkular.
Sana sarılınca geçiyor sol yanımın ağrısı.
Beni nefsimin insafına terk etme Rabb’im. Hüznümü isyan bilme, n’olursun. Beni bana bırakma. Beni sensiz bırakma…
Esselamualeyküm
Yazmış olduklarım kıymetli kardeşim Süreyyam’a ithafen. Dua eder, dua bekleriz. Selametle…