Dördüncü Şart
PEYGAMBERLERE İNANMAK
Ve Rüsûlihi: Allahü teâlânın peygamberlerine inandım. Peygamberler, Allahü teâlânın
beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Hepsi
de aynı îmânı söylemişdir. Peygamberlerde "aleyhimüsselâm" yedi sıfat
bulunduğuna inanmak lazımdır.
1- İsmet: Günah işlememek. Peygamberler, herhangi bir şerî'atde harâm olmuş ve
olacak küçük ve büyük hiçbir günah işlemezler.
2- Emânet: Peygamberler her bakımdan güvenilir kimselerdir. Asla emânete hıyânet
yapmazlar.
3- Sıdk: Peygamberler sözlerinde, işlerinde ve her türlü davranışlarında doğru
ve dürüst insanlardır. Asla yalan söylemezler.
4- Fetânet: Peygamberler çok akıllı ve çok anlayışlı kimselerdir. Körlük, sağırlık
gibi kusurları bulunan kimselerden ve kadınlardan Peygamber gelmemiştir.
5- Teblîg: Peygamberler, insanlara bildirip açıkladıklarının hepsini Allahü teâlâdan
gelen vahy ile öğrenmişlerdir. Bildirdikleri emir ve yasakların hiçbiri kendi
düşünceleri değildir. Emrolunan şeylerin hepsini bildirmişlerdir.
6- Adâlet: Peygamberler hiç zulüm ve haksızlık yapmazlar. Kimsenin hatırı için
adaletten ayrılmazlar.
7- Emnül-azl: Peygamberlikden atılmazlar. Dünyada ve âhırette hep Peygamberdirler.
Yeni din ve şerî'at getiren peygamberlere Resûl denir. Yeni bir şerî'at getirmeyip,
insanları, önceki dîne davet eden Peygamberlere Nebî denir. Peygamberlere îmân
etmek, aralarında hiçbir fark görmiyerek, hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş
sâdık, doğru sözlü olduklarına inanmak demektir. Onlardan birine inanmıyan kimse,
hiçbirine inanmamış olur.
Peygamberlik, çalışmakla, çok ibâdet yapmakla, açlık ve sıkıntı çekmekle ele geçmez.
Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesi ile olur. Sayıları belli değildir. Yüzyirmidört
binden çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan üçyüzonüçü Resûldür. İçlerinden altısı
daha yüksektir. Bunlara Ülül'azm Peygamberler denir. Bunlar: Âdem, Nûh, İbrâhim,
Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafa aleyhimüsselâmdır. Peygamberlerin otuzüçünün isimleri
meşhûrdur. Bunlar: Âdem, İdris, Şît, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, Lût, İsmâil, İshak,
Ya'kûb, Yûsüf, Eyyûb, Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûşâ' bin Nûn, İlyas, Elyesa',
Zülkifl, Şem'ûn, İşmoil, Yûnus bin Metâ, Dâvûd, Süleyman, Lokman, Zekeriyyâ, Yahyâ,
Üzeyir, Îsâ bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed "aleyhi ve aleyhimüssalâtı
vesselâm" dır. Bunlardan yalnız yirmisekizinin ismi, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir.
Zülkarneyn, Lokman, Üzeyir ve Hıdır ın, peygamber olup olmadıklarında ihtilâf
vardır.
PEYGAMBERİMİZ MUHAMMED "ALEYHİSSELÂM"
Allahü teâlânın Resûlüdür. Habîbidir. Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur.
Babası Abdüllahdır. Mîlâdın beşyüzyetmişbir [571] senesi nisan ayının yirmisine
rastlayan, Rebî'ul-evvel ayının onikinci pazartesi gecesi, sabâha karşı, Mekkede
tevellüd etdi. Babası, dahâ önce ölmüş idi. Altı yaşında iken annesi, sekiz yaşında
iken dedesi öldü. Sonra, amcası Ebû Tâlibin yanında büyüdü. Yirmibeş yaşında iken,
Hadîce-tül-kübrâ ile evlendi. Bundan dört kızı, iki oğlu oldu. İlk oğlunun adı
Kâsım idi. Bundan dolayı, kendisine (Ebül-Kâsım) da denir. Kırk yaşında iken,
bütün insanlara ve cinne Peygamber olduğu bildirildi. Üç sene sonra, herkesi îmâna
çağırmağa başladı. Elliiki yaşında iken, bir gece Mekkeden Kudüse ve oradan göklere
götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna (Mi'râc) denir. Mi'râcda, Cennetleri, Cehennemleri
ve Allahü teâlâyı gördü. Beş vakt nemâz, bu gece farz oldu. Târîhcilere göre mîlâdın
622 senesinde, Allahü teâlânın emri ile, Mekkeden Medîneye gitdi. Bu yolculuğuna
(Hicret) denir. Medîne şehrinin Kubâ köyüne geldiği, Rebî'ul-evvel ayının sekizinci
pazartesi gününe tesâdüf eden efrencî Eylül ayının yirminci günü müslimânların
(Hicrî şemsî) târîh başlangıcı oldu. Müslimânların (Hicrî kamerî) seneleri de,
o senenin Muharrem ayından başlar ve gökdeki ayın, dünyâ etrafında oniki def'a
dönmesi bir kamerî sene olur. Hicrî 11 [m. 632] senesinde, Rebî'ul-evvel ayının
onikinci pazartesi günü, öğleden evvel vefât etdi. Salıyı çarşambaya bağlıyan
gece [Çarşamba gecesi] yarısı, vefât etmiş olduğu odaya defn edildi. Vefâtında,
kamerî 63, şemsî seneye göre 61 yaşında idi.
Muhammed "aleyhisselâm" beyâz idi. Bütün insanların en güzeli idi. Güzelliğini,
herkese belli etmezdi. Onun güzelliğini bir kerre gören, hattâ rü'yâda gören kimsenin
ömrü, lezzet ve neş'e ile geçmekdedir. O, her zemânda, dünyânın her yerinde olan
ve gelecek olan her insandan, her bakımdan üstündür. Aklı, fikri, güzel huyları,
bütün organlarının kuvveti her insandan ziyâde idi.
Çocuk iken iki kerre, ticâret edenlerle Şâm tarafına gitdi ve Busrâ denilen yerden
geri döndüler. Başka hiçbir zemân, hiçbir yere gitmedi. Ümmî idi. Ya'nî hiç mektebe
gitmedi. Kimseden ders almadı. Fekat, herşeyi biliyordu. Ya'nî herneyi düşünse,
herneyi bilmek istese, Allahü teâlâ Ona bildiriyordu. Cebrâîl "aleyhisselâm"
adındaki melek gelip, Ona her istediğini söylüyordu. Mubârek kalbi, güneş gibi,
nûr saçıyordu. Onun saçdığı ilm, ma'rifet nûrları, radyo dalgaları gibi, yerlere,
göklere, heryere saçılıyordu. Şimdi, kabrinden de yaymakdadır. Yayma kuvveti,
her ân artmakdadır. Elektro-manyetik dalgaları almak için, radyo alıcısı lâzım
olduğu gibi, Onun nûrlarını almak için de, Ona inanan ve seven ve gösterdiği yolda
giderek temizlenen kalb lâzımdır. Böyle kalbi olan insan, bu nûrları alır ve bu
da, etrâfa neşr eder, yayar. Böyle büyük insanlara (Velî) denir. Bu Velîyi tanıyan,
inanan ve seven kimse, bunun karşısında edeble oturur veyâ uzakda, onu edeb ile,
sevgi ile düşünürse, bu kimsenin de kalbi, nûr, feyz almağa, temizlenmeğe, olgunlaşmağa
başlar. Allahü teâlâ, bedenimizi, maddemizi, yetişdirmek için güneş enerjisini
sebeb kıldığı gibi, rûhlarımızı, kalblerimizi olgunlaşdırmak, insanlıkda yükseltmek
için de, Muhammed aleyhisselâmın kalbini, oradan fışkıran nûrları sebeb kılmışdır.
İnsanı besliyen, yapısını ve enerjisini sağlıyan bütün besi maddeleri, güneş enerjisi,
özümleme ile hâsıl oldukları gibi, kalbe, rûha gıdâ olan, Evliyânın sohbetleri,
sözleri ve yazıları da, hep Resûlullahın mubârek kalbinden fışkıran nûrlarla hâsıl
olmuşdur.
Allahü teâlâ, Cebrâîl "aleyhisselâm" adındaki bir melek ile, Muhammed
aleyhisselâma (Kur'ân-ı kerîm) i gönderdi. İnsanlara dünyâda ve âhıretde lüzûmlu,
fâideli olan şeyleri emr etdi. Zararlı olanları yasak etdi. Bu emrlerin ve yasakların
hepsine (İslâm dîni) veyâ (İslâmiyyet) denir.
Muhammed aleyhisselâmın her sözü doğrudur, kıymetlidir, fâidelidir. Böyle olduğuna
inanan kimseye (Mü'min) ve (Müslimân) denir. Muhammed aleyhisselâmın sözlerinden
birine inanmıyan, beğenmiyen kimseye kâfir denir. Allahü teâlâ, mü'min olanı sever.
Bunu Cehennemde sonsuz olarak bırakmaz. Yâ Cehenneme hiç sokmaz, yâhud, kabâhati
için, soksa da, sonra Cehennemden çıkarır. Kâfir olan kimse, Cennete giremez.
Doğru Cehenneme girer ve oradan hiç çıkmaz. Ona inanmak, Onu sevmek, bütün se'âdetlerin,
râhatlıkların, iyiliklerin başıdır. Onun Peygamber olduğuna inanmamak ise, bütün
felâketlerin, sıkıntıların, kötülüklerin başıdır.
Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem" ilmi, irfânı, fehmi yakîni,
aklı, zekâsı, cömertliği, tevâzû'u, hilmi, şefkati, sabrı, gayreti, hamiyyeti,
sadâkatı, emâneti, şecâ'ati, heybeti, yiğitliği, belâgati, fesâhati, fetâneti,
melâheti (güzelliği), vera'ı, iffeti, keremi, insâfı, hayâsı, zühdü, takvâsı bütün
Peygamberlerden dahâ çoktu. Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları afv ederdi.
Hiçbirine karşılık vermezdi. Uhud gazâsında kâfirler, mubârek yanağını kanatıp,
dişlerini kırdıkları zaman, bunu yapanlar için, (Yâ Rabbî! Bunları afv et! Câhilliklerine
bağışla!) diye düâ buyurmuşdur.
Muhammed aleyhisselâmın güzel huyları pek çokdur. Her müslümânın bunları öğrenmesi
ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhıretde felâketlerden,
sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin "sallallahü aleyhi ve
sellem" şefâ'atine kavuşmak nasîb olur. Çünki, hadîs-i şerîfde; (Allahü teâlânın
ahlâkı ile huylanınız!) buyurulmuşdur.
ESHÂB-I KİRÂM
Peygamber efendimizin mübârek yüzünü görmekle, tatlı sözlerini işitmekle şereflenen
müslümânlara, "Eshâb-ı kirâm" denir. Peygamberlerden sonra gelmiş ve
gelecek bütün insanların en hayırlısı, en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk dır "radıyallahü
anh". İlk halîfe budur. Bundan sonra insanların en üstünü Fârûk-ı a'zam,
ikinci halîfe Ömer bin Hattâb, sonra en üstünü ve Resûlullahın üçüncü halîfesi,
îmân, hayâ ve irfân kaynağı hazreti Osman bin Affân "radıyallahü anh",
bundan sonra insanların en hayırlısı, dördüncü halîfe, şaşılacak üstünlükler sâhibi,
Allahü teâlânın arslanı Alî bin Ebî Tâlib dir "radıyallahü anh". Hadîs-i
şerîflerden anlaşıldığına göre hazreti Fâtıma, hazreti Hadice, hazreti Âişe, hazreti
Meryem, hazreti Âsiye dünya kadınlarının en üstünüdürler. Hadîs-i şerîfde: "Fâtıma,
Cennet hâtunlarının üstünüdür. Hasen ve Hüseyn de Cennet gençlerinin yüksekleridir."
buyuruldu.
Bunlardan sonra Eshâb-ı kirâmın en üstünleri (Aşere-i mübeşşere) dir. Cennetle
müjdelenmiş on kişidir. Bunlar, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân
bin Affan, Alî bin Ebû Tâlib, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Talha, Zübeyr bin Avvam,
Sa'd bin Ebî Vakkas, Saîd bin Zeyd, Abdurrahman bin Avf "rıdvanullahi teâlâ
aleyhim ecma'în." Sonra Bedr, sonra Uhud, sonra da Biat-ür-ridvan da bulunanlardır.
Resûlullahın yolunda canlarını, mallarını fedâ eden, Ona yardım eden Eshâb-ı kirâmın
hepsinin isimlerini saygı ve sevgi ile söylemekliğimiz bize vâcibdir. Onların
büyüklüğüne yakışmıyan sözler söylememiz, asla câiz değildir. İsimlerini saygısızca
söylemek dalâlettir, sapıklıktır.
Resûlullahı seven kimsenin, Onun Eshâbının hepisini de sevmesi lâzımdır. Çünkü
bir hadîs-i şerîfde buyurdu ki: "Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever.
Onları sevmiyen kimse beni sevmemiş olur. Onları inciten beni incitir. Beni inciten
de, Allahü te âlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette azâb
görecektir." Başka bir hadîs-i şerîfde: "Allahü teâlâ, benim ümmetimden
bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine Eshâbımın sevgisini yerleştirir.
Onların hepsini canı gibi sever" buyurdu. Peygamberimiz vefât ettiği gün,
Medîne şehrinde 33 bin Sahâbî vardı. Sahâbîlerin hepsi, yüzyirmidörtbinden fazla
idi.
DÖRT MEZHEB İMÂMI VE DİĞER ÂLİMLER
İ'tikâd bilgilerinde doğru olan tek yol vardır. Bu da (Ehl-i Sünnet vel-cemâat)
mezhebidir. Yeryüzünde bulunan bütün müslümânlara doğru yolu gösteren ve Muhammed
aleyhisselâmın yolunu değişmeden, bozulmadan öğrenmemize sebeb olan dört büyük
zâttır. Bunlardan birincisi, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Numân bin Sâbit tir. İslâm
âlimlerinin en büyüklerindendir. Ehl-i sünnetin reisidir. İkincisi, İmâm-ı Mâlik
bin Enes, üçüncüsü, İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi'î, dördüncüsü, İmâm-ı Ahmed
bin Hanbel dir "rahmetullahi aleyhim ecma'în".
Bugün, bu dört imâmdan birine uymıyan bir kimse, büyük tehlikededir. Doğru yoldan
sapmıştır. Biz bu kitabımızda Hanefî mezhebine göre namazla ilgili meseleleri,
o mezhebin büyük âlimlerinin kitablarından alıp, sadeleştirerek bildirdik.
Bu dört imâmın talebesinden ikisi, îmân bilgilerinde çok yükseldi. Böylece i'tikâdda
mezheb iki oldu. Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îmân, bu ikisinin
bildirdiği îmândır. Fırka-i nâciyye olan Ehl-i sünnetin îmân bilgilerini yeryüzüne
yayan bu ikisidir. Birisi, Ebû Mansûr-i Mâtüridî, ikincisi, Ebûl Hasen Alî Eş'arî
dir.
Bu iki imâm, aynı îmânı bildirmişlerdir. Aralarında olan birkaç fark, mühim değildir.
Hakîkatde aynıdır. İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde övülmektedir.
Bir âyet-i kerîmede meâlen: (Hiç bilenlerle bilmiyenler bir olur mu?) buyurulmuşdur.
Başka bir âyet-i kerîmede meâlen: (Ey müslümânlar! Bilmediklerinizi bilenlerden
sorunuz) buyuruldu.
Hadîs-i şerîflerde geldi ki: (Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı, insanlara
iyilik öğreten müslümânlara düâ ederler), (Kıyâmet günü önce Peygamberler, sonra
âlimler sonra şehîdler şefâat edeceklerdir). (Ey insanlar, biliniz ki, ilim âlimden
işiter ek öğrenilir). (İlim öğreniniz. İlim öğrenmek, ibâdettir. İlim öğretene
ve öğrenene cihâd sevâbı vardır). (İlm öğretmek sadaka vermek gibidir. Âlimden
ilim öğrenmek teheccüd namazı kılmak gibidir). (İlim öğrenmek, bütün nâfile ibâdetlerden
daha sevâb dır. Çünkü, kendine de, öğreteceği kimselere de fâidesi vardır). (Başkalarına
öğretmek için öğrenen kimseye, Sıddîklar sevâbı verilir). (İlim hazinedir. Anahtarı
sorup öğrenmektir). (İlim öğreniniz ve öğretiniz). (Herşeyin kaynağı vardır. Takvânın
ka ynağı, âriflerin kalbleridir). (İlim öğretmek günâhlara keffârettir).
Beşinci Şart
ÂHİRETE İNANMAK
Vel yevmil âhıri: Âhiret gününe inandım. Bu zamanın başlangıcı, insanın öldüğü
gündür. Kıyâmetin sonuna kadardır. Son gün denilmesi, arkasından gece gelmediği
içindir. Yahut dünyadan sonra geldiği içindir. Kıyâmetin ne zaman kopacağı bildirilmedi.
Fakat Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" birçok alâmetlerini
haber verdi. Hazreti Mehdi gelecek. Îsâ aleyhisselâm gökten Şam'a inecek. Deccâl
çıkacak. Ye'cüc ve Me'cüc denilen kimseler her yeri karıştıracak. Güneş batıdan
doğacak. Büyük zelzeleler olacak. Din bilgileri unutulacak. Fısk, kötülük çoğalacak.
Harâmlar her yerde işlenecek. Yemen'den ateş çıkacak. Gökler ve dağlar parçalanacak.
Güneş ve Ay kararacak... gibi.
Kabir süâli vardır. Kabirde, Münker ve Nekîr meleklerine cevâb olarak şunları
ezberlemelidir: Rabbim, Allahü teâlâ, Peygamberim, Muhammed aleyhisselâm, dînim,
islâm dîni, kitâbım, Kur'ân-ı kerîm, kıblem, Kâ'be-i şerîf, i'tikâdda mezhebim,
Ehl-i sünnet vel-cemâ'at, amelde mezhebim, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe mezhebi. Kıyâmet
günü herkes dirilecek. Mahşer yerinde toplanacak. Sâlihlerin amel defterleri sağından,
kötülerin arka veya sol tarafından verilecek. Şirkten, küfrden başka her günâhı,
Allahü teâlâ dilerse afv edecek, dilerse küçük günâh için de azâb edecektir.
Amellerin tartılması için (Mizân) vardır. (Sırat köprüsü), Allahü teâlânın emri
ile Cehennem üzerine kurulur. Muhammed Mustafâ "sallallahü aleyhi ve sellem"
efendimize mahsûs olan (Kevser havuzu) vardır.
(Şefâ'at) hakdır. Tevbesiz ölen mü'minlerin küçük ve büyük günahlarının afv edilmesi
için Peygamberler, Veliler, sâlihler, âlimler, melekler, şehîdler ve Allahü teâlânın
izin verdikleri şefâat edecek ve kabûl edilecektir.
(Cennet ve Cehennem) şimdi vardır. Cennet, yedi kat göklerin üstündedir. Cehennem,
herşeyin altındadır. Cennetin sekiz kapısı vardır. Her kapıdan bir Cennete girilir.
Cehennem yedi tabakadır. Birinci tabakadan yedinci tabakaya doğru azablar şiddetlenir.
Altıncı Şart
KADERE İNANMAK
Ve bil-kaderi, hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ: Kadere, hayr ve şerlerin Allahü
teâlâdan olduğuna inandım. İnsanlara gelen hayr ve şer, fayda ve zarar, kazanç
ve ziyânların hepsi Allahü teâlânın takdîr etmesi iledir.
Allahü teâlânın bir şeyin varlığını dilemesine kader denilmiştir. Kaderin, ya'nî
varlığı takdîr edilmiş olan şeyin var edilmesine (kaza) denir. Kader ve kazâ kelimeleri
birbirinin yerine kullanılır.
Allahü teâlâ kullarına (İrâde) vermiş, bu irâdelerini, dilemelerini, işleri yaratmasına
sebep kılmıştır. Bir kul, bir şey yapmak isteyince, Allahü teâlâ da dilerse, o
işi yaratır. Kul dilemezse, Allahü teâlâ da dilemez ve o şeyi yaratmaz.
Buraya kadar kısaca, Ehl-i sünnet i'itikadını bildirdik. Daha geniş öğrenmek istiyenler.
İhlâs A.Ş.'nin yayınladığı Kemâhlı Feyzullah Efendinin (Herkese Lâzım Olan Îmân)
kitabını okusunlar. Çok faîdeli, pek nefîs bir eser olup, feyiz ve bereketleri
iki cihan seadeti için yeterlidir.
Allahü teâlâ, herkese, tevekkülü emr eylemişdir. (Tevekkül îmânın şartıdır) meâlindeki
âyet-i kerîme, bu emrlerden biridir. Sûre-i Mâidede, (Eğer îmânınız varsa, Allahü
teâlâya tevekkül ediniz!), sûre-i İmrânda, (Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette
sever), sûre-i Talâkda, (Bir kimse, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ,
ona kâfîdir), sûre-i Zümerde, (Allahü teâlâ, kuluna kâfî değil midir?) meâllerinde
dahâ nice âyet-i kerîme vardır.
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyuruyor ki, (Ümmetimden bir
kısmını, bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına
şaşdım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmişbin
adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine
sihr, büyü, dağlamak, fal karışdırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve
i'timâd etmiyenlerdir buyuruldu). Dinliyenler arasında Ukâşe "radıyallahü
anh", ayağa kalkıp, (Yâ Resûlallah! Düâ buyur da, onlardan olayım) deyince,
(Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!) buyurdu. Biri kalkıp, aynı düâyı isteyince, (Ukâşe
senden çabuk davrandı) buyurdu.
Tevekkül, sebeblere yapışıp, ilerisi için zihni yormamakdır.
İkinci Bölüm
İBÂDETLERİMİZ VE NAMAZ
İbâdet Nedir?
İbâdet, bizi ve bütün mevcûdâtı yoktan var eden, her an varlıkda durduran, görünür
ve görünmez kazâlardan, belâlardan koruyan ve her an çeşitli ni'metler, iyilikler
vererek yetiştiren Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, yerine getirmektir. Allahü
teâlânın sevgisine kavuşmuş olan Peygamberlere, Evliyâya, âlimlere özenmektir,
uymakdır.
İnsanın, kendisine sayısız ni'metleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar
şükür etmesi, insanlık vazîfesidir. Aklın emrettiği bir vazife, bir borçtur. Fakat
insanlar, kendi kusurlu akılları, kısa görüşleri ile Allahü teâlâya karşı şükür,
saygı olabilecek şeyleri bulamaz. Şükür etmeye, saygı göstermeye yarayan vazîfeler,
Allahü teâlâ tarafından bildirilmedikçe, övmek sanılan şeyler, kötülemek olabilir.
İşte, insanların Allahü teâlâya karşı kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları
lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş
ve Onun sevgili Peygamberi tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlânın gösterdiği
ve emrettiği kulluk vazîfelerine "İslâmiyyet" denir. Allahü teâlâya
şükür, Onun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun
dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez.
Çünkü insanların iyi, güzel sandıkları çok şey vardır ki, İslâmiyyet, bunları
beğenmemekte, çirkin olduklarını bildirmektedir.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek, ibâdet yapmak için Muhammed
aleyhisselâma uymaları lâzımdır.
Muhammed aleyhisselâma uyan kimse müslümândır. Allahü teâlâya şükretmeye, ya'nî
Muhammed aleyhisselâma uymaya da, "ibâdet etmek" denir. İslâmiyyet iki
kısımdır:
1- Kalb ile i'tikâd edilmesi, inanılması lâzım olanlar.
2- Beden ve kalb ile yapılacak ibâdetler.
Beden ile yapılan ibâdetlerin en üstünü namazdır. Mükellef olan her müslümânın,
günde beş vakit namaz kılması farzdır.
Mükellef Kime Denir?
Akıllı olan ve bülûğ çağına giren erkek ve kadınlara "Mükellef" denir.
Mükellef olan kimseler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûldürler. Dînimizde,
mükellef olan kimseye, önce îmân etmek ve sonra da ibâdet yapmak emrolunmuştur.
Ayrıca, yapılması yasak edilen harâmlardan ve mekrûh işlerden de kaçınmaları lâzımdır.
Akıl, anlayıcı bir kuvvettir. Faydalıyı zararlıdan ayırt etmek için yaratılmıştır.
Akıl bir ölçü âleti gibidir. İki iyi şeyden, daha iyi olanını ve iki kötü şeyden,
daha kötü olanını ayırır. Akıllı kimse, sâdece iyiyi ve kötüyü anlayan değil,
iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terkedendir. Akıl göz gibidir.
Din de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez.
Bülûğ çağı, erginlik yaşı demektir. Erkek çocukların bülûğ çağına girmeleri, oniki
yaşını bitirince başlar. Erkek çocuğun bülûğ çağına girdiğini gösteren alâmetler
vardır. Bu alâmetler görünmezse, onbeş yaşına gelince, dinde bülûğ çağına girdiğine
hükmedilir.
Kız çocuklarının bülûğa ermesi ise, dokuz yaşını doldurunca başlar. Dokuz yaşındaki
kız çocuğunun bülûğa erdiğinin alâmetlerinin hiçbiri görünmezse onbeş yaş tamam
olunca, bülûğ çağına girdiğine hükmolunur.
Ef'âl-i mükellefin (Ahkâm-ı İslâmiyye):
İslâm dîninin bildirdiği emirlere ve yasaklara "Ahkâm-ı şer'ıyye" veyâ
"Ahkâm-ı islâmiyye" denir. Bunlara "Ef'âl-i mükellefin" de
denilmektedir. Ef'âl-i mükellefin sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mübah,
harâm, mekrûh ve müfsîd.
1- FARZ:
Allahü teâlânın, yapılmasını âyet-i kerîme ile açıkca ve kesin olarak emrettiği
şeylere farz denir. Farzları terketmek harâmdır. İnanmıyan ve yapılmasına ehemmiyyet
vermeyen kâfir olur. Farz iki çeşittir:
Farz-ı Ayn: Her mükellef olan müslümânın bizzat kendisinin yapması lâzım olan
farzdır. Îmân etmek, abdest almak, gusül etmek (ya'nî boy abdesti almak), beş
vakit namaz kılmak, Ramazan ayında oruc tutmak, zengin olunca zekât vermek ve
hacca gitmek, farz-ı ayndır.
Farz-ı Kifâye: Müslümânlardan bir kaçının veya sâdece birinin yapması ile diğerlerinin
sorumluluktan kurtulduğu farzlardır. Verilen selâmın cevâbını söylemek, cenâzeyi
gasl etmek (ya'nî yıkamak), cenâze namazı kılmak, Kur'ân-ı kerîmin tamamını ezberleyip
hâfız olmak, cihâd etmek, san'atına, ticâretine lâzım olandan fazla din ve fen
bilgilerini öğrenmek gibi farzlar böyledir.
2- VÂCİB:
Yapılması farz gibi kesin olan emirlere denir. Bu emrin Kur'ân-ı kerîmdeki delili
farz kadar açık değildir. Zannî (şüpheli) olan bir delil ile sabittir. Vitr namazını
ve Bayram namazlarını kılmak, zengin olunca kurban kesmek, fitre (sadaka-i fıtır)
vermek vâcibdir. Vâcibin hükmü farz gibidir. Vâcibi terk etmek, tahrimen mekrûhtur.
Vâcib olduğuna inanmıyan kâfir olmaz. Fakat yapmayan Cehennem azâbına lâyık olur.
3- SÜNNET:
Allahü teâlânın açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü,
yahut devam üzere kendisinin yaptığı veyahut yapılırken görüp de mâni olmadığı
şeylere "Sünnet" denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmıyana
azâb olmaz. Fakat özürsüz ve devamlı terk eden itâba, azarlanmaya ve sevâbından
mahrum olmaya lâyık olur. Meselâ, Ezân okumak, ikâmet getirmek, cemâ'at ile namaz
kılmak, abdest alırken misvak kullanmak, evlendiği gece yemek yidirmek ve çocuğunu
sünnet ettirmek gibi...
Sünnet iki çeşittir:
Sünnet-i Müekkede: Peygamber efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terkettikleri
kuvvetli sünnetlerdir. Sabah namazının sünneti, öğlenin ilk ve son sünnetleri,
akşam namazının sünneti, yatsı namazının son iki rek'at sünneti böyledir. Bu sünnetler,
aslâ özürsüz terk olunmaz. Beğenmeyen kâfir olur.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede: Peygamber efendimizin, ibâdet maksadı ile arasıra yaptıklarıdır.
İkindi ve yatsı namazlarının dört rek'atlık ilk sünnetleri böyledir. Bunlar çok
kerre terk olunursa, bir şey lâzım gelmez. Özürsüz olarak büsbütün terk olunursa
itâba ve şefâatten mahrum olmaya sebep olur.
Beş-on kimseden birisi işlese, diğer müslümânlardan sâkıt olan sünnetlere de "Sünnet-i
alel-kifâye" denir. Selâm vermek, i'tikâfa girmek gibi. Abdest almağa, yimeğe,
içmeğe ve her mübarek işe başlarken besmele çekmek sünnetdir.
4- MÜSTEHAB:
Buna, mendub, âdâb da denir. Sünnet-i gayr-i müekkede hükmündedir. Peygamber efendimizin
ömründe bir iki kerre dahî olsa yaptıkları ve sevdikleri, beğendikleri hususlardır.
Yeni doğan çocuğa yedinci gün isim koymak, erkek ve kız çocuğu için akika hayvanı
kesmek, güzel giyinmek, güzel koku sürünmek müstehabtır. Bunları yapana çok sevâp
verilir. İşlemeyene azâb olmaz. Şefâattan mahrûm kalmak da olmaz.
5- MÜBAH:
Yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere mübah denir. Ya'nî günâh
veya ta'at olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. İyi niyyetle işlenmesinde sevâb,
kötü niyetle işlenmesinde azâb vardır. Uyumak, helâlinden çeşitli yemekler yimek,
helâl olmak şartıyle türlü elbise giymek gibi işler, mübahtırlar. Bunlar, İslâmiyyete
uymak, emirlere sarılmak niyyetiyle yapılırsa sevâb olurlar. Sıhhatli olup, ibâdet
yapmaya niyyet ederek, yimek içmek böyledir.
6- HARÂM:
Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, "yapmayınız" diye açıkça yasak ettiği
şeylerdir. Harâmların yapılması ve kullanılması kesinlikle yasaklanmıştır. Harâma,
halâl diyenin ve halâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur. Harâm olan şeyleri
terk etmek, onlardan sakınmak farzdır ve çok sevâbtır.
Haram li-aynihî: Adam öldürmek, zinâ, livâta etmek, kumar oynamak, şarap ve her
türlü alkollü içkileri içmek, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, domuz eti, kan
ve leş yimek, kadınların, kızların başı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları
harâm olup, büyük günahtırlar. Bir kimse, bu günahları işlerken Besmele okusa
veya halâl olduğuna i'tikâd etse, yahut Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyet
vermese, kâfir olur. Bunların harâm olduğuna inanıp, korkarak yapsa kâfir olmaz.
Fakat Cehennem azâbına lâyık olur. Eğer ısrâr edip, tevbesiz ölürse, îmânsız gitmeye
sebep olur.
Harâm li gayrihî: Bunlar asılları itibarıyla halâl olup, başkasının haklarından
dolayı harâm olan şeylerdir. Meselâ bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni yok
iken meyvesini koparıp yimek, ev eşyasını ve parasını çalıp kullanmak, emânete
hıyânet etmek, rüşvet, fâiz ve kumar ile mal, para kazanmak gibi. Bunları yapan
kimse, yaparken Besmele söylese veyahut halâldir dese kâfir olmaz. Çünkü o kişinin
hakkıdır, geri alır. Beşbuçuk arpa (bir dank) ağırlığında gümüş kıymeti kadar
hak için, yarın kıyâmet gününde cemâat ile kılınmış yediyüz rek'at kabul olunmuş
namazın sevâbı, Allahü teâlâ tarafından alınıp, hak sahibine verilir. Harâmlardan
kaçınmak, ibâdet yapmaktan daha çok sevâbtır. Onun için harâmları öğrenip, kaçınmak
lâzımdır.
7- MEKRÛH:
Allahü teâlânın ve Muhammed aleyhisselâmın, beğenmediği ve ibâdetlerin sevabını
gideren şeylere mekrûh denir.
Mekrûh iki çeşittir:
Tahrimen mekrûh: Vâcibin terkidir. Harâma yakın olan mekrûhlardır. Bunları yapmak
azâbı gerektirir. Güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namâz kılmak gibi.
Bunları kasıtla işleyen âsî ve günahkâr olur. Cehennem azâbına lâyık olur. Namazda
vâcibleri terk edenin, tahrimi mekrûhları işleyenin, o namazı iâde etmesi vâcibdir.
Eğer sehv ile, unutarak işlerse, namaz içinde secde-i sehv yapar.
Tenzîhen mekrûh: Mübah, ya'nî helâl olan işlerine yakın olan, yâhud, yapılmaması
yapılmasından daha iyi olan işlerdir. Gayri müekked sünnetleri veya müstehabları
yapmamak gibi.
8- MÜFSİD:
Dînimizde, meşrû olan bir işi veya başlanmış olan bir ibâdeti bozan şeylerdir.
Îmânı ve namazı, nikâhı ve haccı, zekâtı, alış ve satışı bozmak gibi. Meselâ,
Allaha ve kitâba söğmek îmânı bozar. Namazda, gülmek abdesti ve namazı bozar.
Oruclu iken bilerek yimek, içmek orucu bozar.
Farzları, vâcibleri ve sünnetleri yapana ve harâmdan, mekrûhtan sakınana ecr,
ya'nî sevâb verilir. Harâmları, mekrûhları yapan ve farzları, vâcibleri yapmayana
günâh yazılır. Bir harâmdan sakınmanın sevâbı, bir farzı yapmanın sevâbından kat
kat çoktur. Bir farzın sevâbı, bir mekrûhtan sakınmanın sevâbından, bu da, bir
sünnetin sevâbından çoktur. Mubahlar içinde, Allahü teâlânın sevdiklerine "Hayrât
ve Hasenât" denir. Bunları yapana da sevâb verilir ise de, bu sevâb, sünnet
sevâbından azdır.
(ÖNCEKİ SAYFA)
(SONRAKİ SAYFA)